Okumaya başlıyosanız eğer lütfen sonunu getirin çok begeneceksiniz
Nazima'yı göle verdiler. Kabahati büyüktü.
Ailenin büyükleri, böyle yaşanmaz demişlerdi, başımız eğik. Buna bir son vermeli.
İskender'e kalsa belki de affederdi.
Boynuna cevahir bedesteninden antika gerdanlıklar, saçının örgüleri arasına altın liralar takıldığı nişan gecesinden beri Nazima ölü gibiydi. Bahtının rengini gösterecek firuze taşlı yüzük parmağında matlaştıkça matlaştı. Kimseler bir manâ veremedi.
İsfahan'ın sürmesi. Tebriz'in heft-rengleri. Gülli dibadan kaftan.
Bir kız daha ne isterdi?
Nazima şunu isterdi ki, vermeyin beni ona, demişti. Gönlümde bir başkası yatarken, onun yastığına nasıl baş koyarım? Ölürüm de Behram'dan başkasına yar olmam.
Ama herkese değil, bir tek İskender ağabeyine diyebilmişti. Ne de olsa o, halden anlar biriydi.
Nazima'nın nişanlısını her düşündükçe İskender, kendini, bir el kalbini sıkıyor gibi hissederdi. Saf ipekten gömlekler, kabzası elmaslı hançerler taşı ve göz alıcı yüzükler arasında Nazima'nın nişanlısı, bir efendiden çok bir efsane çocuğuydu. Behzat'ın sûretlerindeki kadar ince. Zal'ın bileğini bükebileceği nereden belli?
Üstelik bu masal çocuğunun Nazima'nın gönlünde yeri yoktu. Nazima'ya nasıl efendi olsundu? Birşey olsa da bu iş bozulsundu.
Bir şey oldu. Ve düğünden bir gün önce Nazima, Behram'la kaçıverdi.
Aradılar taradılar, dört bir yana adamlar saldılar. Buldular getirdiler Nazima'yı. Bir odaya koydular.
O gece İskender bir düş gördü. Düşünde, Nişabur'un depremleri kadar şiddetli bir deprem oluyor, evin göle bakan duvarı temelden yıkılıyordu. Bu, İskender'in ilk ördüğü duvardı. Haykırarak uyandı.
Hala Bacı'ya koştu hemen. Sen anlarsın, dedi, şimdi yorumla düşümü. Hem öyle yorumla ki altında kalmayayım. Yüzyıl görmüş kadının yüz çizgileri birbirine karıştı. Var git oğul, dedi.
Öyle ya, sabaha karşı görülen düşten manâ çıkmazdı. Hele bir de düşe kan karışmışsaydı. Nazima'nın yüz karası ağabeyinin kalbine dolmuşsaydı.
Böyle düşler görmeyip de daha ne yapacaktı?
İskender, sabaha karşı değildi, zifirî geceydi, demedi. Kan görmedim de demedi. Keşke Nazima'yı bulup da geri getirmeselerdi, hiç diyemedi.
Ailenin büyükleri günlerce danışıp durdular. Ne olacaktı şimdi? Çarşıda kimseler yüzlerine bakmıyordu. Büyük zılletti. Nişanlı kızı evde saklamak demek bu yüzden dertti.
Sonunda karara vardılar.
İskender'e kalsa mutlaka affederdi, şefkati Nazima'nın kabahatinden daha büyüktü.
Ama karar, İskender'in şefkatinden de büyüktü.
Nazima'yı verdiler bir sabah ona. Al, dediler, götür ve geri getirme. Sen ailede aklı ermiş olan en küçük erkeksin. Bu şeref senin.
Bir duvar yıkıldı İskender'in üzerine. Altından kalkmanın imkânı yoktu.
Gölün kıyısına indiler. Sular henüz aydınlanmıştı. Nazima'nın boynu bir sümbülün boynu kadar bükük, biliyorum, dedi, sen üzme kendini. Tekrarladı İskender: Sen üzme kendini. Nazima göle yürüyüverdi. Döndü arkasına bir kez, İskender'in içine içine bakıverdi. İskender dur diyemedi.
Mor bir çarşaf yığını mavi gölde yok oldu. Göl Nazima'yı yutarken İskender gözlerini yumdu.
Ama mor bir çarşaf yığınının mavi gölün koynunda yok olmasına göz yumduğu için kendi içinde suçlu kılındı.
Eve döndüğünde, ailenin büyükleri alnından öptüler. Dediler ki, başımız dik oldu, başımız artık dik oldu.
İskender doğru ile eğriyi ayırdedemedi. Ana duvarın üzerinde oturdu kaldı. Nazima ile bu duvarın arkasına saklanarak, göldeki büyük hortumu korkuyla seyrettikleri günü hatırladı. Köpüklerin göğe doğru döne döne yükseldiğini, ailenin büyüklerinin böyle şey görmediklerini anlattıklarını hatırladı. Tebbet okumuşlardı arka arkaya. Elleriyle kesmişlerdi yerle göğü birleştiren suyu. Tebbet yedâ Ebi Lehebin ve tebbe.
Ailenin büyüklerini düşündü İskender. Kalbine bıçaklar saplanıverdi. Olmaz olaydınız dedi, dilleriniz tutulaydı keşke. Ben de olmaz olaydım, ellerim kurusaydı.
Sonunda, ben bu yerde duramam, dedi, kendini yollara vurdu.
Giderken göle baktı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, dedi, ilk karşılaşmamız bile. Aramızda bir ölü var.
Ama o yokken de bu yağmur bu kumsala yine böyle yağacaktı. Bu rüzgâr böyle esecekti.
İşte buna dayanamayacaktı.
Ben gidiyorum ama, diye fısıldadı, kim silecek gözlerimi senden?
Ben ve sen birbirimizin ruhunda kalacağız sonuna dek. Ve demek bendeki gölden daha uzun ömürlü olacak göldeki ben.
Ama aralarında bir ölü vardı.
Işığı son kez üfledi. İlk gün girdiği kapıdan son kez çıktı. Karanlık ve dalgalar kaldı ardında, o gitti.
Denizi ilk kez gördü.
Etekleri göl manzaralarıyla süslü otobüs dağla denizi ayıran geçidi aşınca denizi ilk kez gördü. Ürkütücü olduğu kuşku götürmezdi. Buyurgan bir öfke, bir o kadar da çekici. Tıpkı ailenin büyükleri gibi.
Islak ve yapışkan bir hava çarptı yüzüne İskender'in.
Gölü göl yapan her ne ise, denizi deniz yapan onun yokluğuydu.
Denizin karşı kıyıları yoktu. Sınırsızdı, uçsuzdu. Bucaksızdı, gurbetti. Denizi hiç sevmedi.
Kendisini hep yabancı hisseti.
Deniz o kadar büyük olmasa ben bu kadar ufalmazdım, dedi.
Anladı ki bundan sonra bütün mahrum kalacakları denizle açıklanacaktır. Bütün maruz kalacakları da.
Denizin bütün bunlardan haberi yoktu. Olsundu. Bu kentin çarşıları Tebriz'in çarşıları gibi baharat kokmuyordu.
Bu kente hiç kar yağmıyordu.
Bu kentte ışıklar çoğaldıkça yıldızlar azalıyordu.
İnsanlar pirinç semaverlerin etrafında sohbete dalmıyordu.
Bütün bunların sorumlusu şu uzanan kocaman ve kapkara denizdi. Denizi hiç sevmedi İskender ve hiç affetmedi.
Denizin sesiyle uyandı her sabah. Gölün dalgaları bunlar, dedi. Denizle, göl diye söyleşti. Gölün yerine denizi koydu. Yani içinde gölün bıraktığı boşluğa denizi sığdırdı.
Deniz gölü unuttursundu.
Göl varken, dedi, onun orada varlığını bilirken daha rahat dayanırdım. Ona dayanınca, daha rahat katlanırdım.
Ama deniz gölü hiç unutturamadı.
Hep gölü özledi. Masum ve munis gölü. Sınırlı ve mavi suyu.
Ama göle dönemedi.
Değil mi ki Nazima ölü bir gölün dibinde uyuyordu.
Günlerce dolaştı durdu İskender. Bu insanların dilini çok iyi bilmiyordu. Gitti, limanın yakınlarında bir inşaatta duvar ustası oldu. Bir kıraathane vardı yakınında, dilinden konuşan sahibini tanıdı. Yaşlı bir kahveciydi bu. Pirinç bir semaverden incecik cam bardaklara çay dökerken anlattı. Nasıl olup da gölden ve dağdan uzak bu kente düştüğünü, şu kenarları kırmızı şeritli porselen çay tabaklarındaki çekik gözlü imparotoriçeyi bir kez uzaktan gördüğünü. Parmağındaki yeşim taşlı yüzüğü. Bir kan ve ateş deryasına benzeyen ihtilâlin ortasında, kendisini bu yüzüğün eşi bedeliyle Batum'dan kaçırıp da buralara bırakan motorcuyu anlattı. Hasılı, buralara bir vurgundan sonra düşmüştü.
Ya sen, diye sordu yaşlı kahveci sonra. Ben de, dedi İskender, bir vurgundan sonra.
Benzer bir hikâyeydi.
Nazima'nın, gözlerindeki yıldızı yasak göklere dağıttığını anlattı. Dağın kanunları vardı.
Baş kaldıranı boğardı.
Zor seçimdi. İskender'in şefkati yetmemişti.
İçindeki ağırlıkla yine günlerce gezindi durdu. Kalbi kendisine çok ağır geliyordu. Nazima'nın gözünde gördüğü şey hiç bitmiyordu.
Gözünü yumdu Nazima'nın gözleri, gözünü açtı Nazima'nın gözleri.
Yerleri ve gökleri yaratan Hüda, sonra onu, göklerle yerlerin arasına salıveren Hüda, onu bu azaptan kurtarsındı. Kurtarmayacaksa onu da alsındı.
İskender bildi ki bu azaptan kurtulamayacaktır.
Nazima'nın gözünde gördüğü şeyi hiç unutamayacaktır.
İşte buna dayanamadı.
Nazima'nın gözünde gördüğü şeyi kendisine unutturacak olan daha kuvvetli bir şeyi aradı.
Bu yüzden her kapıyı çaldı.
Ve su istedi.
Tak.. tak.. tak..
Sevap değil miydi?
Su isteyene su verilmez miydi?
Görülen o ki duvar ustası İskender bulmak için değil kaybetmek için aradı. Çoğaltmak için değil eksiltmek için aradı. Yoluna çıkan her kadının içine içine baktı.
Bu yüzden hiç bulamadı.
Bir gün Elmas'ın kapısını çaldı.
Bana Nazima'nın gözlerinde gördüğüm şeyi unuttur, dedi duvar ustası gözleriyle. Gözlerimden başka dilim yok benim. Hayır ama evet, diyordu kadın. Keşke evet ama hayır, deseydin, dedi. Gerisin geri dönüverdi. Gözlerinde Nazima'nın gözlerinde gördüğü şey eskisinden de ağır.
Başka bir kapıyı çaldı.
Kapısını çaldıkları, su diledikleri, içine baktıkları, içinin bir köşesinde birikir oldular. Herbiri bir öncekiyle birleşti. Her önceki bir sonrakiyle.
Her birisi içinin bir köşesinde yekdiğerini onayıp dursundu.
Hiçbirisi bir öncekini unutturmasındı.
Bu yüzden duvar ustası gerçekten sevmeyi hiç bilmedi.
Nazima'nın gözlerinde gördüğü şey yüreğinden hiç gitmedi.
Yüreğini sağlam tutmazsan, ördüğün duvar sağlam olmaz, dedi bir gün yaşlı kahveci. Yüreğini harca katmazsan ördüğün duvarın altında kalırsın.
Ama yüreğini hiçbir duvarın harcına katamadı duvarcı.
Bir kuş oldu yüreği uçtu, başka başka duvarlara kondu durdu.
Çünkü yüreği her yerdeydi.
Çünkü yüreği her yerde olmasaydı kendisine çok ağırdı.
Adı Acem duvar ustasına çıktı önce, sonra acemi duvar ustasına. Adı eğri duvarın ustasına çıktı en sonunda.
İhtiyar kahveci bir başka gün nergise benzetti duvarcıyı.
Nergisi bilirsin değil mi, diye başladı. Her suda kendi görüntüsünü aradığını, bu yüzden bütün kapıları çaldığını.
Bilirim, dedi duvarcı. Kendi güzelliğini görmeye ihtiyacı vardı.
Kendi güzelliğini gördükçe içindeki şeyi unutuverirdi.
Ama sonunu da bilirsin değil mi nergisin, dedi kahveci. Sonunu da bilirim nergisin, dedi duvarcı.
Peki yazık değil miydi? Böyle giderse duvarcı yitmez miydi?
Yazıktı.
Günler ve haftalar geçtikçe duvar ustası soldu sarardı. Buralarda bir türlü olamıyordu.
Sanki Nazima ölü bir suyun dibinde uyumuyordu.
Anladı ki gölün Nazima'yı almasıyla içine dolan boşluk yine göl ile dolacaktır. Kapıyı çalıp da su diledikleri birer kuru çeşmedir. Göle dönmekten başka çare yoktur.
Madem ki buralarda olamamıştı. Madem ki gölün bıraktığı boşluğa deniz dolmamıştı. Madem ki yitirdiği göl onu çağırıp durmaktaydı.
Bir kez daha yolcu kılındı.
Basma etekli, ayağı terlikli, kulağı salkım küpeli kadınlar, arkasından günlerce konuştular. Yitti duvarcı, dediler, gülüşüp durdular.
Biri, Elmas ayrı.
Gölü bir daha gördü.
Üzeri resimlerle süslü otobüs dönemeci dönüp de göl görününce bir daha, duvarcı, yitirilmiş bir yaşamı bulmak mümkünmüş anladı. Bir kuş oldu uçtu, dallara kondu.
Göl aynı göldü işte, rüzgâr aynı rüzgâr.
Camlarda bahçelerde yerli yerindeydi anılar. Ağaçları sallasa sanki eski meyveler dökülecekti dal uçlarından.
Dağ lâleleri, mayıs çiçekleri.
Herşey yerli yerindeydi.
Kapının önüne gelip de anahtarı döndürünce, kapı bir türlü açılmadı.
Oysa iyi biliyordu, bu anahtar bu kapınındı.
Neden sonra, kilidin ters takıldığını, anahtarı ters yönde çevirmesi gerektiğini hatırladı. İçinde o kadar canlı olarak sakladığı halde hiçbir hatıranın eksiksiz korunamadığını anladı. Ne acıydı.
Odaları dolaştı teker teker.
Bir zamanlar kendisine ait olan hayatı aradı.
Bahçeye indi. Her ağacın yerini bildiğini zannediyordu. Bilmiyordu.
Herşey eskisi gibi olsun ne olur, diye yalvardı. Olmuyordu.
Hiçbir şey yerinde yoktu.
Hiçbir şeyin yeniden olmasına imkân yoktu, anladı. Hiçbir şey kendisi olarak bir kez daha yaşanmıyordu.
Bir kez yitirip de bulunca artık kendisi olmuyordu.
O zaman kumsala koştu.
Sis bütün gölü örtmüştü.
Ses ver, dedi duvarcı, ordasın biliyorum.
Göl dedi: Biliyorum.
Hep seni aradım, dedi duvarcı, hep sana susadım. Ama sen yoktun.
Göl dedi: Ama sen yoktun.
Sis çekildi aradan.
Aralarında hiçbir engel yoktu.
Göl karşısındaydı, boylu boyunca uzanmış yatıyordu.
Koştu eteğine. Kumuna, taşına, suyuna verdi kendini.
İşte o kadar özlediği göl. İşte onun dalgaları, onun sesi, onun nefesi. Kuşları, gölgeleri.
Daha ne olsundu?
Daha ne olsundu?
Ama hayret, göl yerinde yoktu.
Göl yerindeydi de içindeki göl yok olmuştu.
Aklı bir türlü almıyordu.
Yüzünü çevirip gerisin geri dönerken duvarcı haykırdı: Yerinde yoksun. Söyle, beni nasıl terkettin?
Göl tekrarladı: Terkettin.
Duvarcının içindeki göl yok olmuştu ama yerinde geniş bir boşluk yoktu.
Gözlerini kapadı. Gözlerinin önünde sonsuz ve açık deniz.
Gözlerini açtı. Önünde munis ve baş eğici göl. Göle yürüdü öfkeyle. Gölden geriye döndü hayretle.
Kulağına dalgaların sesi geldi: Gölün dalgaları mı bunlar?
Göl doğruladı: Gölün dalgaları bunlar.
Ama duvarcı duydu ki, yağmurdan sonraki denizin kokusu.
İçindeki göl yok olmuştu da yerinde geniş bir boşluk yoktu. Yerine engin ve derin bir su dolmuştu.
İçindeki göl yerini denize bırakmış da o bunu bilmiyordu.
O zaman Elmas'ı ilk kez düşündü duvarcı. Başındaki yavru ağzı iğne oyalı yaşmağı. Kulağındaki lâ'l küpeleri. Gözlerindeki denizi.
Dönüp geriye baktığında hayatının bir bölümünden ibaret zannettiği şey hayatıymış farketti. Nazima göldü, Elmas deniz.
Göl asıldı, deniz sûret.
Sûret aslı geçmişti. Ne garip işti.
Ama yine Elmas'ı düşündü duvarcı. Kırmızı bir kuş dallardan birinin ucuna kondu. Bu, eskiden buralarda yoktu. Gözlerinde Elmas'ın gözlerinde gördüğü deniz. Nazima'nın gözlerinde gördüğü şeyden daha engin, içine içine akıyordu. Rahat bir nefes aldı.
Üzerinden bir duvar kalktı.
Elmas'ı düşünmeye devam etti duvarcı. Gel dese kendisiyle gelir miydi? Aklı bu işe ermedi. Elmas'ın efendisini düşündü sonra. Bir türlü içi rahat edemedi. Hiç olur muydu? Gönlün kanatları vardı zahir, uçup uçup duruyordu, söz geçmiyordu.
En son, Elmas'ın kucağındaki çocuğu düşündü duvarcı. Boynundaki el örgüsü atkıyı. Omuzundaki mavi boncuklu nazarlığı. Bahçede çekelediği tahta atı.
Şimdi Elmas yitirilmiş yaşamdı. Yeniden bulunmasının imkânı ve ihtimali yoktu.
Yeniden bir duvar yıkıldı. Duvarcı altında kayboldu.
Göle eğildi. İncelmiş bedenine baktı. Bir kelebeğe benzeyen ellerine. Buyurgan bir öfke taşımayan gözlerine. Hâlâ kocaman bıyıkları vardı. Ama kalbi artık bir kadının kalbi kadar kırılgandı.
Bir sesten ibaret kaldım, dedi, adım bile kalmadı geriye. Anla beni.
Su cevap verdi: Anla beni.
Haydi, dedi duvarcı, gör halimi.
Ses geldi geriye: Gör halimi.
Suya baktı. Gidecek hiçbir yerim yok, dedi. Düşünecek hiçbir şeyim kalmadı. Fazla uzatma, artık al beni.
Su dedi: Al beni.
Göle yürüdü duvarcı. Gözlerini yumdu.
İncecik bedeni, gölün koynunda yok oldu.
Duvarcının incecik bedeni koynunda yok olurken, göl de gözlerini yumdu.
Ve dedi ki: Beni nasıl terkettin? Az kalsın aşka inanacaktım.
Issızlıkta, gölün sesi kendine, kendinden geri geldi: Az kalsın aşka inanacaktım.
Duyacak kimse yoktu. Göl yitti bu yüzden.
Hikâye bitti.
Yani ki sürdü gitti.
Nazan BEKİROĞLU
Nazima'yı göle verdiler. Kabahati büyüktü.
Ailenin büyükleri, böyle yaşanmaz demişlerdi, başımız eğik. Buna bir son vermeli.
İskender'e kalsa belki de affederdi.
Boynuna cevahir bedesteninden antika gerdanlıklar, saçının örgüleri arasına altın liralar takıldığı nişan gecesinden beri Nazima ölü gibiydi. Bahtının rengini gösterecek firuze taşlı yüzük parmağında matlaştıkça matlaştı. Kimseler bir manâ veremedi.
İsfahan'ın sürmesi. Tebriz'in heft-rengleri. Gülli dibadan kaftan.
Bir kız daha ne isterdi?
Nazima şunu isterdi ki, vermeyin beni ona, demişti. Gönlümde bir başkası yatarken, onun yastığına nasıl baş koyarım? Ölürüm de Behram'dan başkasına yar olmam.
Ama herkese değil, bir tek İskender ağabeyine diyebilmişti. Ne de olsa o, halden anlar biriydi.
Nazima'nın nişanlısını her düşündükçe İskender, kendini, bir el kalbini sıkıyor gibi hissederdi. Saf ipekten gömlekler, kabzası elmaslı hançerler taşı ve göz alıcı yüzükler arasında Nazima'nın nişanlısı, bir efendiden çok bir efsane çocuğuydu. Behzat'ın sûretlerindeki kadar ince. Zal'ın bileğini bükebileceği nereden belli?
Üstelik bu masal çocuğunun Nazima'nın gönlünde yeri yoktu. Nazima'ya nasıl efendi olsundu? Birşey olsa da bu iş bozulsundu.
Bir şey oldu. Ve düğünden bir gün önce Nazima, Behram'la kaçıverdi.
Aradılar taradılar, dört bir yana adamlar saldılar. Buldular getirdiler Nazima'yı. Bir odaya koydular.
O gece İskender bir düş gördü. Düşünde, Nişabur'un depremleri kadar şiddetli bir deprem oluyor, evin göle bakan duvarı temelden yıkılıyordu. Bu, İskender'in ilk ördüğü duvardı. Haykırarak uyandı.
Hala Bacı'ya koştu hemen. Sen anlarsın, dedi, şimdi yorumla düşümü. Hem öyle yorumla ki altında kalmayayım. Yüzyıl görmüş kadının yüz çizgileri birbirine karıştı. Var git oğul, dedi.
Öyle ya, sabaha karşı görülen düşten manâ çıkmazdı. Hele bir de düşe kan karışmışsaydı. Nazima'nın yüz karası ağabeyinin kalbine dolmuşsaydı.
Böyle düşler görmeyip de daha ne yapacaktı?
İskender, sabaha karşı değildi, zifirî geceydi, demedi. Kan görmedim de demedi. Keşke Nazima'yı bulup da geri getirmeselerdi, hiç diyemedi.
Ailenin büyükleri günlerce danışıp durdular. Ne olacaktı şimdi? Çarşıda kimseler yüzlerine bakmıyordu. Büyük zılletti. Nişanlı kızı evde saklamak demek bu yüzden dertti.
Sonunda karara vardılar.
İskender'e kalsa mutlaka affederdi, şefkati Nazima'nın kabahatinden daha büyüktü.
Ama karar, İskender'in şefkatinden de büyüktü.
Nazima'yı verdiler bir sabah ona. Al, dediler, götür ve geri getirme. Sen ailede aklı ermiş olan en küçük erkeksin. Bu şeref senin.
Bir duvar yıkıldı İskender'in üzerine. Altından kalkmanın imkânı yoktu.
Gölün kıyısına indiler. Sular henüz aydınlanmıştı. Nazima'nın boynu bir sümbülün boynu kadar bükük, biliyorum, dedi, sen üzme kendini. Tekrarladı İskender: Sen üzme kendini. Nazima göle yürüyüverdi. Döndü arkasına bir kez, İskender'in içine içine bakıverdi. İskender dur diyemedi.
Mor bir çarşaf yığını mavi gölde yok oldu. Göl Nazima'yı yutarken İskender gözlerini yumdu.
Ama mor bir çarşaf yığınının mavi gölün koynunda yok olmasına göz yumduğu için kendi içinde suçlu kılındı.
Eve döndüğünde, ailenin büyükleri alnından öptüler. Dediler ki, başımız dik oldu, başımız artık dik oldu.
İskender doğru ile eğriyi ayırdedemedi. Ana duvarın üzerinde oturdu kaldı. Nazima ile bu duvarın arkasına saklanarak, göldeki büyük hortumu korkuyla seyrettikleri günü hatırladı. Köpüklerin göğe doğru döne döne yükseldiğini, ailenin büyüklerinin böyle şey görmediklerini anlattıklarını hatırladı. Tebbet okumuşlardı arka arkaya. Elleriyle kesmişlerdi yerle göğü birleştiren suyu. Tebbet yedâ Ebi Lehebin ve tebbe.
Ailenin büyüklerini düşündü İskender. Kalbine bıçaklar saplanıverdi. Olmaz olaydınız dedi, dilleriniz tutulaydı keşke. Ben de olmaz olaydım, ellerim kurusaydı.
Sonunda, ben bu yerde duramam, dedi, kendini yollara vurdu.
Giderken göle baktı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, dedi, ilk karşılaşmamız bile. Aramızda bir ölü var.
Ama o yokken de bu yağmur bu kumsala yine böyle yağacaktı. Bu rüzgâr böyle esecekti.
İşte buna dayanamayacaktı.
Ben gidiyorum ama, diye fısıldadı, kim silecek gözlerimi senden?
Ben ve sen birbirimizin ruhunda kalacağız sonuna dek. Ve demek bendeki gölden daha uzun ömürlü olacak göldeki ben.
Ama aralarında bir ölü vardı.
Işığı son kez üfledi. İlk gün girdiği kapıdan son kez çıktı. Karanlık ve dalgalar kaldı ardında, o gitti.
Denizi ilk kez gördü.
Etekleri göl manzaralarıyla süslü otobüs dağla denizi ayıran geçidi aşınca denizi ilk kez gördü. Ürkütücü olduğu kuşku götürmezdi. Buyurgan bir öfke, bir o kadar da çekici. Tıpkı ailenin büyükleri gibi.
Islak ve yapışkan bir hava çarptı yüzüne İskender'in.
Gölü göl yapan her ne ise, denizi deniz yapan onun yokluğuydu.
Denizin karşı kıyıları yoktu. Sınırsızdı, uçsuzdu. Bucaksızdı, gurbetti. Denizi hiç sevmedi.
Kendisini hep yabancı hisseti.
Deniz o kadar büyük olmasa ben bu kadar ufalmazdım, dedi.
Anladı ki bundan sonra bütün mahrum kalacakları denizle açıklanacaktır. Bütün maruz kalacakları da.
Denizin bütün bunlardan haberi yoktu. Olsundu. Bu kentin çarşıları Tebriz'in çarşıları gibi baharat kokmuyordu.
Bu kente hiç kar yağmıyordu.
Bu kentte ışıklar çoğaldıkça yıldızlar azalıyordu.
İnsanlar pirinç semaverlerin etrafında sohbete dalmıyordu.
Bütün bunların sorumlusu şu uzanan kocaman ve kapkara denizdi. Denizi hiç sevmedi İskender ve hiç affetmedi.
Denizin sesiyle uyandı her sabah. Gölün dalgaları bunlar, dedi. Denizle, göl diye söyleşti. Gölün yerine denizi koydu. Yani içinde gölün bıraktığı boşluğa denizi sığdırdı.
Deniz gölü unuttursundu.
Göl varken, dedi, onun orada varlığını bilirken daha rahat dayanırdım. Ona dayanınca, daha rahat katlanırdım.
Ama deniz gölü hiç unutturamadı.
Hep gölü özledi. Masum ve munis gölü. Sınırlı ve mavi suyu.
Ama göle dönemedi.
Değil mi ki Nazima ölü bir gölün dibinde uyuyordu.
Günlerce dolaştı durdu İskender. Bu insanların dilini çok iyi bilmiyordu. Gitti, limanın yakınlarında bir inşaatta duvar ustası oldu. Bir kıraathane vardı yakınında, dilinden konuşan sahibini tanıdı. Yaşlı bir kahveciydi bu. Pirinç bir semaverden incecik cam bardaklara çay dökerken anlattı. Nasıl olup da gölden ve dağdan uzak bu kente düştüğünü, şu kenarları kırmızı şeritli porselen çay tabaklarındaki çekik gözlü imparotoriçeyi bir kez uzaktan gördüğünü. Parmağındaki yeşim taşlı yüzüğü. Bir kan ve ateş deryasına benzeyen ihtilâlin ortasında, kendisini bu yüzüğün eşi bedeliyle Batum'dan kaçırıp da buralara bırakan motorcuyu anlattı. Hasılı, buralara bir vurgundan sonra düşmüştü.
Ya sen, diye sordu yaşlı kahveci sonra. Ben de, dedi İskender, bir vurgundan sonra.
Benzer bir hikâyeydi.
Nazima'nın, gözlerindeki yıldızı yasak göklere dağıttığını anlattı. Dağın kanunları vardı.
Baş kaldıranı boğardı.
Zor seçimdi. İskender'in şefkati yetmemişti.
İçindeki ağırlıkla yine günlerce gezindi durdu. Kalbi kendisine çok ağır geliyordu. Nazima'nın gözünde gördüğü şey hiç bitmiyordu.
Gözünü yumdu Nazima'nın gözleri, gözünü açtı Nazima'nın gözleri.
Yerleri ve gökleri yaratan Hüda, sonra onu, göklerle yerlerin arasına salıveren Hüda, onu bu azaptan kurtarsındı. Kurtarmayacaksa onu da alsındı.
İskender bildi ki bu azaptan kurtulamayacaktır.
Nazima'nın gözünde gördüğü şeyi hiç unutamayacaktır.
İşte buna dayanamadı.
Nazima'nın gözünde gördüğü şeyi kendisine unutturacak olan daha kuvvetli bir şeyi aradı.
Bu yüzden her kapıyı çaldı.
Ve su istedi.
Tak.. tak.. tak..
Sevap değil miydi?
Su isteyene su verilmez miydi?
Görülen o ki duvar ustası İskender bulmak için değil kaybetmek için aradı. Çoğaltmak için değil eksiltmek için aradı. Yoluna çıkan her kadının içine içine baktı.
Bu yüzden hiç bulamadı.
Bir gün Elmas'ın kapısını çaldı.
Bana Nazima'nın gözlerinde gördüğüm şeyi unuttur, dedi duvar ustası gözleriyle. Gözlerimden başka dilim yok benim. Hayır ama evet, diyordu kadın. Keşke evet ama hayır, deseydin, dedi. Gerisin geri dönüverdi. Gözlerinde Nazima'nın gözlerinde gördüğü şey eskisinden de ağır.
Başka bir kapıyı çaldı.
Kapısını çaldıkları, su diledikleri, içine baktıkları, içinin bir köşesinde birikir oldular. Herbiri bir öncekiyle birleşti. Her önceki bir sonrakiyle.
Her birisi içinin bir köşesinde yekdiğerini onayıp dursundu.
Hiçbirisi bir öncekini unutturmasındı.
Bu yüzden duvar ustası gerçekten sevmeyi hiç bilmedi.
Nazima'nın gözlerinde gördüğü şey yüreğinden hiç gitmedi.
Yüreğini sağlam tutmazsan, ördüğün duvar sağlam olmaz, dedi bir gün yaşlı kahveci. Yüreğini harca katmazsan ördüğün duvarın altında kalırsın.
Ama yüreğini hiçbir duvarın harcına katamadı duvarcı.
Bir kuş oldu yüreği uçtu, başka başka duvarlara kondu durdu.
Çünkü yüreği her yerdeydi.
Çünkü yüreği her yerde olmasaydı kendisine çok ağırdı.
Adı Acem duvar ustasına çıktı önce, sonra acemi duvar ustasına. Adı eğri duvarın ustasına çıktı en sonunda.
İhtiyar kahveci bir başka gün nergise benzetti duvarcıyı.
Nergisi bilirsin değil mi, diye başladı. Her suda kendi görüntüsünü aradığını, bu yüzden bütün kapıları çaldığını.
Bilirim, dedi duvarcı. Kendi güzelliğini görmeye ihtiyacı vardı.
Kendi güzelliğini gördükçe içindeki şeyi unutuverirdi.
Ama sonunu da bilirsin değil mi nergisin, dedi kahveci. Sonunu da bilirim nergisin, dedi duvarcı.
Peki yazık değil miydi? Böyle giderse duvarcı yitmez miydi?
Yazıktı.
Günler ve haftalar geçtikçe duvar ustası soldu sarardı. Buralarda bir türlü olamıyordu.
Sanki Nazima ölü bir suyun dibinde uyumuyordu.
Anladı ki gölün Nazima'yı almasıyla içine dolan boşluk yine göl ile dolacaktır. Kapıyı çalıp da su diledikleri birer kuru çeşmedir. Göle dönmekten başka çare yoktur.
Madem ki buralarda olamamıştı. Madem ki gölün bıraktığı boşluğa deniz dolmamıştı. Madem ki yitirdiği göl onu çağırıp durmaktaydı.
Bir kez daha yolcu kılındı.
Basma etekli, ayağı terlikli, kulağı salkım küpeli kadınlar, arkasından günlerce konuştular. Yitti duvarcı, dediler, gülüşüp durdular.
Biri, Elmas ayrı.
Gölü bir daha gördü.
Üzeri resimlerle süslü otobüs dönemeci dönüp de göl görününce bir daha, duvarcı, yitirilmiş bir yaşamı bulmak mümkünmüş anladı. Bir kuş oldu uçtu, dallara kondu.
Göl aynı göldü işte, rüzgâr aynı rüzgâr.
Camlarda bahçelerde yerli yerindeydi anılar. Ağaçları sallasa sanki eski meyveler dökülecekti dal uçlarından.
Dağ lâleleri, mayıs çiçekleri.
Herşey yerli yerindeydi.
Kapının önüne gelip de anahtarı döndürünce, kapı bir türlü açılmadı.
Oysa iyi biliyordu, bu anahtar bu kapınındı.
Neden sonra, kilidin ters takıldığını, anahtarı ters yönde çevirmesi gerektiğini hatırladı. İçinde o kadar canlı olarak sakladığı halde hiçbir hatıranın eksiksiz korunamadığını anladı. Ne acıydı.
Odaları dolaştı teker teker.
Bir zamanlar kendisine ait olan hayatı aradı.
Bahçeye indi. Her ağacın yerini bildiğini zannediyordu. Bilmiyordu.
Herşey eskisi gibi olsun ne olur, diye yalvardı. Olmuyordu.
Hiçbir şey yerinde yoktu.
Hiçbir şeyin yeniden olmasına imkân yoktu, anladı. Hiçbir şey kendisi olarak bir kez daha yaşanmıyordu.
Bir kez yitirip de bulunca artık kendisi olmuyordu.
O zaman kumsala koştu.
Sis bütün gölü örtmüştü.
Ses ver, dedi duvarcı, ordasın biliyorum.
Göl dedi: Biliyorum.
Hep seni aradım, dedi duvarcı, hep sana susadım. Ama sen yoktun.
Göl dedi: Ama sen yoktun.
Sis çekildi aradan.
Aralarında hiçbir engel yoktu.
Göl karşısındaydı, boylu boyunca uzanmış yatıyordu.
Koştu eteğine. Kumuna, taşına, suyuna verdi kendini.
İşte o kadar özlediği göl. İşte onun dalgaları, onun sesi, onun nefesi. Kuşları, gölgeleri.
Daha ne olsundu?
Daha ne olsundu?
Ama hayret, göl yerinde yoktu.
Göl yerindeydi de içindeki göl yok olmuştu.
Aklı bir türlü almıyordu.
Yüzünü çevirip gerisin geri dönerken duvarcı haykırdı: Yerinde yoksun. Söyle, beni nasıl terkettin?
Göl tekrarladı: Terkettin.
Duvarcının içindeki göl yok olmuştu ama yerinde geniş bir boşluk yoktu.
Gözlerini kapadı. Gözlerinin önünde sonsuz ve açık deniz.
Gözlerini açtı. Önünde munis ve baş eğici göl. Göle yürüdü öfkeyle. Gölden geriye döndü hayretle.
Kulağına dalgaların sesi geldi: Gölün dalgaları mı bunlar?
Göl doğruladı: Gölün dalgaları bunlar.
Ama duvarcı duydu ki, yağmurdan sonraki denizin kokusu.
İçindeki göl yok olmuştu da yerinde geniş bir boşluk yoktu. Yerine engin ve derin bir su dolmuştu.
İçindeki göl yerini denize bırakmış da o bunu bilmiyordu.
O zaman Elmas'ı ilk kez düşündü duvarcı. Başındaki yavru ağzı iğne oyalı yaşmağı. Kulağındaki lâ'l küpeleri. Gözlerindeki denizi.
Dönüp geriye baktığında hayatının bir bölümünden ibaret zannettiği şey hayatıymış farketti. Nazima göldü, Elmas deniz.
Göl asıldı, deniz sûret.
Sûret aslı geçmişti. Ne garip işti.
Ama yine Elmas'ı düşündü duvarcı. Kırmızı bir kuş dallardan birinin ucuna kondu. Bu, eskiden buralarda yoktu. Gözlerinde Elmas'ın gözlerinde gördüğü deniz. Nazima'nın gözlerinde gördüğü şeyden daha engin, içine içine akıyordu. Rahat bir nefes aldı.
Üzerinden bir duvar kalktı.
Elmas'ı düşünmeye devam etti duvarcı. Gel dese kendisiyle gelir miydi? Aklı bu işe ermedi. Elmas'ın efendisini düşündü sonra. Bir türlü içi rahat edemedi. Hiç olur muydu? Gönlün kanatları vardı zahir, uçup uçup duruyordu, söz geçmiyordu.
En son, Elmas'ın kucağındaki çocuğu düşündü duvarcı. Boynundaki el örgüsü atkıyı. Omuzundaki mavi boncuklu nazarlığı. Bahçede çekelediği tahta atı.
Şimdi Elmas yitirilmiş yaşamdı. Yeniden bulunmasının imkânı ve ihtimali yoktu.
Yeniden bir duvar yıkıldı. Duvarcı altında kayboldu.
Göle eğildi. İncelmiş bedenine baktı. Bir kelebeğe benzeyen ellerine. Buyurgan bir öfke taşımayan gözlerine. Hâlâ kocaman bıyıkları vardı. Ama kalbi artık bir kadının kalbi kadar kırılgandı.
Bir sesten ibaret kaldım, dedi, adım bile kalmadı geriye. Anla beni.
Su cevap verdi: Anla beni.
Haydi, dedi duvarcı, gör halimi.
Ses geldi geriye: Gör halimi.
Suya baktı. Gidecek hiçbir yerim yok, dedi. Düşünecek hiçbir şeyim kalmadı. Fazla uzatma, artık al beni.
Su dedi: Al beni.
Göle yürüdü duvarcı. Gözlerini yumdu.
İncecik bedeni, gölün koynunda yok oldu.
Duvarcının incecik bedeni koynunda yok olurken, göl de gözlerini yumdu.
Ve dedi ki: Beni nasıl terkettin? Az kalsın aşka inanacaktım.
Issızlıkta, gölün sesi kendine, kendinden geri geldi: Az kalsın aşka inanacaktım.
Duyacak kimse yoktu. Göl yitti bu yüzden.
Hikâye bitti.
Yani ki sürdü gitti.
Nazan BEKİROĞLU
Düzenleyen yönetici: