Neden Kadın Beyni İle İlgili Zararlı Mitler Kendini Tekrar Ediyor?
İnsan hakları konusunda dünya tarihini ‘sözde’ değiştirmiş olan ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin yayınlanmasına sebep olan Fransız İhtilali’nden 90 yıl sonra Fransız Sosyolog Gustave Le Bon (1841 – 1931) şöyle der: “En gelişmiş kadın beyni, erkek beyninden çok gorillerin beyin yapısına yakındır. Bu aşağılık durum o kadar açık bir şeydir ki kimse bu konuya itiraz edemez; yalnızca derecesini tartışabilir.” Her ne kadar o yıllardan itibaren bilimsel anlamda yol alsak da, günümüzde kadın akademisyenlerin sayısının yetersizliği üzerine yapılan konuşmalarda konu; düşünceler, mitler veya savlar aracılığıyla, gizliden gizliye kadının beyin yapısının farklılığı yönünde tartışılmakta.Rosalind Franklin
DNA’nın yapısını keşfeden Biyofizikçi Rosalind Franklin’in (1920 – 1958) doğumundan bir yüzyıl sonra kadınların beyin yapısı ve yetenekleri konusunda ne yazık ki hâlâ sahip olunan önyargılara bir kez daha ışık tutmanın zamanı.
Kadın-Erkek Eşitsizliği
Kadınların erkeklerden aşağıda yer aldığı görüşü, neredeyse tüm tarih boyunca dile getirilmiştir. Yaradılışımızdan bu yana insan-oğlunun insan-kızı hakkında düşüncesi ben senden üstünüm olmuştur. İlk feminist olarak övülen Platon dahi daha kadının yaratılışında kusurlu bir yön bulur. Platon’a göre kadın akıl dışıdır ve tek fonksiyonu üremektir. İlk çağdan yakın çağa gelindiğinde, örneğin 19. yüzyılın toplumsal bakış açısında, kadınların bilimsel anlamda eğitim almasının hem biyolojik hem de ruhsal anlamda çöküşüne sebep olacağı inancı baskın şekilde yer almıştır. Hatta 1886’da İngiliz Tabipler Birliği Başkanı William Withers Moore; kadınları ahlaksız, deli ve aseksüel yapan “anoreksiya scholastica” adını verdiği bir rahatsızlık geliştirebilecekleri için onları aşırı eğitmenin tehlikeleri konusunda uyarmıştır.20. yüzyıla gelindiğindeyse kadının ‘becerileri üzerine’ bilimsel konuşmalar ortaya çıkar. Görüşlerin yaygın inancına göre kadın aslında uzamsal yetenek yönünden eksiktir. Aslında kadınlar beceremedikleri için bilim yapamazlar. Kısacası kadın elinin hamuruyla oturmalı ve bilimin peşinden koşmayı çok gelişmiş erkek beynine bırakmalıdır. Ancak gelin görün ki kadınların bilim yapmak için güçsüz olduğu mitini çürüten ve bilişsel kapasitelerinin üstünlüğünün tartışmasız kanıtı olan pek çok bilim kadını var olmuş, var oldu ve de var olacaktır.
Dişi Seçicilik Efsanesi
Dişi seçicilik miti, Google mühendisi James Damore tarafından ortaya atılmış ve bu konu yüzünden James işinden kovulmuştur. Damore, kadınların biyolojik faktörlerle belirlenmiş tercihlerinin toplumsal rollere yönelme konusunda belirleyici olduğunu iddia etmiş ve teknoloji endüstrisinde kadınların sayıca az olmasının sebebini ‘insanları’ ‘eşyalara’ tercih etmesi olarak söylemiştir.Ancak bilim insanları bu fikre karşı çıkmakta. Kadınların hemşirelik okuma ihtimalinin erkeklerden yüksek olmasının veya erkeklerin kadınlardan daha fazla otobüs şoförlüğü yapmasının ille de kadınların ya insanları ya da eşyaları tercih ettiği anlamına gelmemelidir. Pek çok toplumda erken yaşlardan itibaren kadınlar ve erkekler farklı alanlardaki işlere yöneltilmekte. Örneğin Londra’da uzun bir süre kadınların otobüs şoförlüğü gibi işleri yapmalarına izin verilmemiştir. Yine de kadın seçiciliği konusu, bilimdeki cinsiyet farklarının açıklaması olarak kullanılmakta. Örneğin fen bilimleri alanında çalışmanın erkekler ve kadınlar açısından hiçbir farklılık teşkil etmediğini kabul etmek zorundayız. Oysaki son birkaç yılda bu bilişsel mitin farklı bir formu ortaya çıkmıştır.
Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik Eğitiminde Cinsiyet Eşitliği Paradoksu
2018 yılında Birleşik Krallıktan iki psikolog Gijsbert Stoet ile David C. Geary, “Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik Eğitiminde Cinsiyet Eşitliği Paradoksu” adlı bir makale yayınlamıştır. Paradoks, en yüksek cinsiyet eşitliğine sahip ülkelerde bile kadınların bilim alanında yeterince temsil edilemediğinin sebeplerini yazarların görüşlerince açıklamaya girişmiştir. Mesela makaleye göre ‘evrensel olarak’ kadınlar okuma becerisinde daha iyi olduklarından fen bilimleri alanı dışında kariyer tercihinde bulunduklarında, yaşamlarından memnun olma olasılıkları daha yüksek olacaktır.Yayında yazarların bu konuya yönelik iki açıklaması vardır. Birincisi, cinsiyet eşitliğinin en az olduğu ülkelerde STEM (bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik) alanında çalışan kişilerin daha iyi ücret kazanması sebebiyle ekonomik koşulların her iki cinsiyetin seçimlerini yönlendirmesidir. İkincisi ve başka bilim insanlarınca desteklenen açıklamada daha iyi sosyal ve ekonomik koşullara sahip ülkelerde “doğuştan gelen farklılıkların ‘doğal’ ifadesinin” ortaya çıkabileceğidir.
Bu paradoksun özellikle hesaplanmasında kullanılan cinsiyet eşitliği ölçütlerinin doğruluğu ve bulunan ilişkilerin nedenselliği üzerine şiddetli bir tartışma hâlâ sürüyor. Çünkü bilim insanlarından oluşan bir grup, daha standart yaklaşımların kullanıldığı (erkek veya kadın STEM mezunlarının yüzdeleri arasındaki farka bakmak gibi) durumlarda, neticeleri tekrarlayamadıklarını –benzer neticeleri alamadıklarını- dolayısıyla bu çalışmanın sonuçlarını kullanamayacaklarını belirtmişlerdir.
Makaleye göre kadınlar ‘isteyerek’ bilimsel anlamda STEM üzerine çalışmayı seçmemişler ve tercihlerini daha mutlu olacakları ‘beşeri bilimlere’ yöneltmişlerdir. Bu konuya yönelik tartışma sonucu göstermiştir ki yazarlar yaptıkları hesaplamalarda yanlı bir veri kümesi seçmişler ve alışılmadık bir yol kullanarak analiz etmişlerdir. Durumun ortaya çıkmasıyla yazarlar, STEM mezunlarındaki cinsiyet farklılıklarını hesapladıkları orijinal veri analizlerinin düzeltmesini yapmak zorunda kalmışlardır.
Akademi Alanında Eşitsizlik
Pek çok bilim insanı, cinsiyet eşitliği yüksek olan ülkelerde bile, kadınlara karşı önyargı ve ayrımcılık tutumlarının günümüzde de devam ettiğini söylemekte ve bu sebeple kadınların bilimsel kariyerlerinden vazgeçtiğini iddia etmekte. Her ne kadar tarihsel gerçekler, kadınların çoğu bilim dalını geliştirmede büyük rol oynadığını gösterse de kadınlar kasıtlı olarak bilimsel kurumlardan dışlanmaktadır. Genel kanıya göre büyük bilim insanları zaten erkektir. Oysaki en basitinden sorulması gereken soru, cinsiyetler arası fırsat eşitliğinin sağlanıp sağlanmadığı olmalıdır.Kadınlar, erkek ve dişi beyin kavramları arasındaki uçurum önyargılarıyla ya da bir kadının bir görevi iyi yapamayacağına inandırılmış toplumsal kalıp yargılarla uğraşmakta. Bilimsel alanlarda işe alma ya da terfi gibi konularda kadınlara karşı cinsiyet önyargısının açık kanıtları mevcuttur. Kimya alanında yapılan bir araştırma raporuna göre kadın liderliğinde hazırlanan makalelerin dergiler tarafından reddedilme olasılığı daha yüksek ve atıf alma sayısı daha düşüktür.
İşte bu yüzden Franklin de DNA yapısını keşfettiği halde böylesi önyargılarla uğraşmak zorunda kaldı ve kendisinin yapmış olduğu keşif bilim adamlarına atfedildi. Ölümünden sonra -tartışmalı bir şekilde- DNA’nın keşfini yapmış olduğu zorla kabul gördü. Ne acıdır ki bilim kadınlarının var olma mücadelesi, Franklin’in doğumundan bir yüzyıl geçmesine rağmen, sürmekte ve koşulların hâlen iyileşmediği görülmekte. Dilerim bu durum, O’nun doğumundan iki yüzyıl sonrasında da hala konuşuluyor olmaz.