Sinir sistemi ve hastalıklarıyla ilgili metinlerin M.Ö. 3-4000 yıl önceye ait eski Mısır papirüslerine kadar uzandığı anlaşılıyor. Kafatası kırığı geçiren hastalarda beyin, beyni örten zarlar ve onların altındaki sıvıdan sözedildiği, ayrıca bu kişilerde hemipleji ve afaziye benzer tabloların tanımlandığı görülüyor. Özellikle Hipokrat (M.Ö.460-370) ile başlayıp M.S.2. yüzyılda Bergama’lı Galen’le devam eden dönemde sinir sisteminin yapısı ve hastalıklarında ortaya çıkan tablolarla ilgili doğru görüşlerin ileri sürüldüğünü anlıyoruz. Greklerde insan vücudunda nekropsi yapılamadığından, Hipokrat beyin anatomisi üzerindeki çalışmalarını başlıca keçilerde gerçekleştirmiştir. Birçok nörolojik hastalıklardaki gözlemlerinin yanısıra o güne kadar doğaüstü nedenlere bağlı olduğu düşünülen epilepsinin bir beyin hastalığı olduğunu ileri sürmüş, tek taraflı konvülsiyonları, nöbete öncelik eden aura’yı tanımlamıştır. Ayrıca, hemikonvülsiyonların beyin yaralanmasının karşısındaki vücut yarısında ortaya çıktığına işaret etmiştir. Galen’in de yaptığı hayvan deneylerinde, yüzyıllar sonra Brown-Séquard’ın spinal hemiseksiyonlu hayvanlarda saptadığı bulgulara benzer tablolar bildirdiğini görüyoruz. Ne yazık ki, bu aydınlık pozitivist çağı, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, yeniden bir skolastik düşünce döneminin izlediğine tanık oluyoruz.
Aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra İslam dünyasında başlayan yaygın çeviri faaliyetiyle felsefe, bilim ve tıpta yeniden Yunan ve Latin kaynaklarına dönülmüş, ayrıca Çin ve Hint uygarlıklarının birikimlerine de ulaşılmıştır. Milattan sonra 10.,11. ve 12. yüzyıllarda yaşayan Razi, Biruni, Fârâbî, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi İslam bilginleri eserlerini bu ortam içinde vermişlerdir.
Batıda Rönesansın getirdiği uyanışla birlikte hekimlikte de pozitif düşünce ve deney yolunun açıldığı dikkati çekiyor. Vesalius, Eustachi ve Varolius, 15. ve 16. yüzyılda önemli anatomi çalışmaları yapmışlardır. Varolius pons’a adını veren kişidir (pons varolii=Varolius köprüsü).
Onyedinci yüzyılın önde gelen isimleri arasında Thomas Willis, Fallopius, Vieussens, Sylvius ve Pacchioni’yi sayabiliriz. Bunların sinir sisteminin makroskopik anatomisi alanındaki buluşlarını hatırlıyoruz. Willis’in 'Neurologie’ kelimesini ilk kez kullanan kişi olduğunu ekleyelim. Gine bu yüzyılda William Harvey kan dolaşımını tanımlamış, Antonj van Leeuwenhoek mikroskopu icat etmiştir. Leeuwenhoek, 1677’deki bir yazısında sinir dokusunun `yanyana gelmiş çok ince iplikler veya damarlardan yapıldığını` söylüyordu. Mikroskopun gelişmesi için daha 150 yıl kadar beklemek gerekecektir.
Monro secundus, von Soemmerring, Vicq d'Azyr 18.yüzyılın önemli nöroanotomistleri. Kranyal sinirlerin 12 çift olduğu ancak 1778’de tesbit edilebilmiştir. O tarihe kadar sadece 7 çift kranyal sinir sayılmaktaydı. Bu buluşun sahibi von Soemmerring sinirlerin çıkış yerlerinde yanılmış, kaynaklarını ventriküllerin duvarından veya doğrudan doğruya ventrikül boşluklarından aldığını ileri sürmüştür. Gine bu yüzyılda dekapite kurbağada refleks aktivitesinin araştırıldığını görüyoruz. Duyusal-motor bir reaksiyon olarak “refleks” kelimesi ilk kez kullanılıyor. Bu yüzyılın ilginç isimlerinden biri de François Pourfoir de Petit’dir. Bir Fransız ordu cerrahı olan bu zat sinir sistemi yaralanmalarında rastladığı klinik tabloların benzerini, aynı lezyonları köpeklerde deneysel şekilde yaparak incelemiş, Hipokrat’tan beri bilinen lezyon/kontrlateral hemipleji ilişkisini piramitlerin çaprazlamasıyla açıklamağa çalışmıştır. Animal elektriği uzun uzun araştıran Bologna’lı Luigi Galvani de bu yüzyılda yaşamıştır. Morgagni de bu dönemin önemli patolog ve klinisyenlerindendir.
Kuşkusuz, geçen yüzyıllar içinde, nörolojinin en büyük gelişmesi 1800’lü yıllarda olmuştur. Hele 19.yüzyılın ikinci yarısı Spillane’in deyimiyle “nörolojinin çiçeklendiği dönem” dir. Bir genelleme yapacak olursak, 19.yüzyılın ilk yarısında sinir sisteminin makroskopik anatomisindeki gelişmelerin devam ettiği, ikinci yarısında ise histoloji, fizyoloji, klinik ve patoloji alanında büyük atılımlar yapıldığı görülür. `Kurucu` diye niteleyebileceğimiz büyük nörologların önemli bir bölümü bu dönemde yetişmiştir. Bu gelişme, elbette, teknik ve araştırma metodlarındaki ilerleme ile paralel gitmiştir.
Fiksatif olarak alkolün kullanılması 19.yüzyılın ilk yıllarında başlamış, bu amaçla formaldehidin kullanılması 1897’yi bulmuştur. Mikroskop 1830’larda epey gelişmiş bir alettir. İnce sinir dokusu kesitlerinin 1840’larda, basit boyama metodlarının 1850’lerde geliştiğini görüyoruz. Wallerian sinir dejenerasyonu bu yıllarda tarif edilmiştir. Gine bu yıllarda Türck, fokal beyin ve m.spinalis lezyonlarını inceledi ve bu lezyonları izleyen traktus dejenerasyonunun ileti yönüne uyduğunu, yani motor yollarda aşağı, duyusal yollarda ise yukarıya doğru olduğunu gösterdi.
Prag’lı Purkinje yeni histoloji metodlarını ilk uygulayanlardandır. İnsan beyninin histolojik yapısını 1838’de yayınladığı bir kitapta ayrıntılarıyla incelemiştir. Sinir hücresini nukleus, dentrit ve aksonuyla göstermeyi başarmış, serebellumda kendi adıyla anılan armut biçimi hücreleri tanımlamıştır.
von Gudden (1824-1886) bir Alman nöropsikiyatristidir. Aynı zamanda nöroanotomisttir. Yavru hayvanlarda duyusal kranyal sinirlerin kesilmesi ve göz gibi duyu organlarının çıkarılmasından sonra santral beyin yapılarında görülen sekonder atrofiye dayanarak spesifik duyu yollarının bağlantılarını araştırmıştır. Örneğin, görme yollarının anatomisini çözebilmek için 30 yılını vermiştir. Forel, Nissl, Edinger, Kraepelin gibi büyük isimler öğrencisi idiler. Asalet ünvanı Bavyera kralı 2.Ludwig’in aile doktoru olmasından gelmektedir. Paranoid bir psikozu olan aynı kral tarafından bir göl gezintisinde suda boğularak öldürülmüştür..
Sinir sistemi histolojisinin gelişmesi 19.yüzyılın ikinci yarısında Golgi ve Cajal ile zirveye çıkmıştır. Golgi (1843-1926) evinin mutfağında yaptığı çalışmalarla sinir hücrelerini boyamak için gümüş kromat metodunu bulmuş, böylece hücreleri tüm uzantıları ile birlikte net bir şekilde gösterebilmiştir. Nöroglia’yı tanımlayan, Golgi I ve II tipi hücreleri tarif eden kendisidir. Golgi, sinir uzantılarının kesintisiz bir ağ, bir retikulum oluşturduğunu ileri sürüyordu. Bu görüşe “retiküler doktrin” diyoruz. Ömrü boyunca bir karınca hamaratlığıyla çalışan Madrit’li Ramon y Cajal ise “nöron doktrini’ni” savunuyordu. Yani, bir nöron ikinci bir nöronla bir retikulum teşkil etmiyor, anatomik devamlılık göstermiyor, sadece ona temas etmekle kalıyordu. Büyük çekişmelerden sonra bu iki büyük nörohistolog 1906 Nobel Tıp Ödülünü paylaştılar. Sırası gelmişken, sinaps deyiminin Sherrington tarafından 1897 yılında ortaya atıldığını söyleyelim.
Ondokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya konan Bell-Magendie Doktrini nörofizyolojinin temel kurallarından biridir. Charles Bell 1811’de spinal ön köklerin motor olduğunu göstermiş, 1822 yılında da Magendie arka köklerin duyusal olduğunu ispatlamıştır. Bu buluşların önemi şuradan geliyor: O zamana kadar m.spinalis’e, sadece, vücudun impuls taşıyan “en kalın siniri” gibi bakılmaktaydı. Bu keşifle ise m.spinalis segmanter ve intersegmanter refleks aktivitesi için anatomik bir yapı oluşturuyordu. Yani, sinir sisteminin integratif aktivitesi için uygun bir yapı.
Sinir sisteminin ince yapısının daha iyi anlaşılmasıyla refleks konusu nörofizyolojinin geniş şekilde araştırılan bir alanı oldu. Ondokuzuncu yüzyılın son, 20.yüzyılın ilk yıllarındaki çalışmalarıyla Sherrington bu alanın en önemli isimlerinden biridir. “Integrative Action of the Nervous System” adlı kitabıyla Lord Adrian ile birlikte 1936 Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Bu kitap için “Newton’un Principia’sı fizikte neyse bu da nörofizyolojide odur.” denilmektedir.
Onsekizinci yüzyılda Luigi Galvani’nin öncü çalışmalarıyla başlayan elektrofizyoloji du Bois-Reymond tarafından geliştirildi. Katod ışınları osiloskopu kullanarak sinir aksiyon potansiyellerinin kaydı ise 1924 yılında Erlanger ve Gasser tarafından başarıldı ve araştırıcılara 1944 Nobel Tıp Ödülünü kazandırdı.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en önemli araştırma konularından biri de serebral lokalizasyon problemidir. Serebral korteksle ilgili çalışmalarında, bir bölüm araştırıcı elektrik stimülasyon ve ablasyon ile negatif sonuçlar almışlardı. Bunların arasında Flourens (1794-1867) ve Goltz’ü (1834-1902) sayabiliriz. Almanya’da Fritz (1838-1897) ve Edward Hitzig (1838-1907) ise hayvan deneylerinde bir motor korteksin varlığını gösterdiler. Konuyu daha çok köpekte, biraz da maymunda araştırdılar. Metodları korteksin faradik stimülasyonu idi. Bazı hayvanlarda da kortikal ablasyon yaptılar. Sonuçları 1870’de yayınladılar. Buna göre, korteksin faradik stimülasyonuyla karşı ekstremitelerde, cereyanın şiddetine göre, sınırlı veya yaygın kasılmalar görülüyordu. Ablasyonda ise felç tesbit ediliyordu. Motor alanı bir kortikal harita üzerinde işaretlemek mümkündü. Benzeri bulgular 1873’te İngiltere’de Sir David Ferrier (1843-1928) tarafından yayınlandı. Ferrier başlıca maymunlar üzerinde çalıştı. Metodu faradik stimülasyon veya ablasyondu. Kraliçe Victoria devri favorili bir centilmen olan Ferrier’nin koğuş vizitlerine yüksek, ipekli bir şapka ile çıktığı, hasta nörofizyolojik açıdan ilginç değilse viziti kısa kestiği söylenir. Serebral lokalizasyon fikrini reddeden Goltz ile Ferrier arasında 1881 Londra Dünya Tıp Kongresinde geçen tartışma çok meşhurdur. Ferrier kongre salonuna peşinde bir hemiplejik hasta gibi bacağını sürükliyerek yürüyen kortikal ablasyonlu maymunuyla girmiş, bu sahneden çok etkilenen Charcot “C’est un malade =Bu bir hasta” diye bağırarak maymunu göstermiştir. Ardından Goltz’un köpekleri ve Ferrier’nin maymunlarının otopsi ve patolojik tetkikleri yapılmış, sonunda motor korteks fikri herkes tarafından kabul edilmiştir.
Aynı yıllarda bir İngiliz nörologu, Hughlings Jackson (1835-1911) hiç hayvan deneyi yapmadan, klinik olayların analizine dayanarak bu deneysel araştırıcıların vardıkları sonuçlara varıyordu. Jackson, bugün kendi adıyla anılan fokal konvülsiv nöbetlerin bir noktadan başlayıp bir sıra içinde yayılmasına bakarak motor kortekste belirli bir diziliş olduğunu ileri sürüyordu.
Aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra İslam dünyasında başlayan yaygın çeviri faaliyetiyle felsefe, bilim ve tıpta yeniden Yunan ve Latin kaynaklarına dönülmüş, ayrıca Çin ve Hint uygarlıklarının birikimlerine de ulaşılmıştır. Milattan sonra 10.,11. ve 12. yüzyıllarda yaşayan Razi, Biruni, Fârâbî, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi İslam bilginleri eserlerini bu ortam içinde vermişlerdir.
Batıda Rönesansın getirdiği uyanışla birlikte hekimlikte de pozitif düşünce ve deney yolunun açıldığı dikkati çekiyor. Vesalius, Eustachi ve Varolius, 15. ve 16. yüzyılda önemli anatomi çalışmaları yapmışlardır. Varolius pons’a adını veren kişidir (pons varolii=Varolius köprüsü).
Onyedinci yüzyılın önde gelen isimleri arasında Thomas Willis, Fallopius, Vieussens, Sylvius ve Pacchioni’yi sayabiliriz. Bunların sinir sisteminin makroskopik anatomisi alanındaki buluşlarını hatırlıyoruz. Willis’in 'Neurologie’ kelimesini ilk kez kullanan kişi olduğunu ekleyelim. Gine bu yüzyılda William Harvey kan dolaşımını tanımlamış, Antonj van Leeuwenhoek mikroskopu icat etmiştir. Leeuwenhoek, 1677’deki bir yazısında sinir dokusunun `yanyana gelmiş çok ince iplikler veya damarlardan yapıldığını` söylüyordu. Mikroskopun gelişmesi için daha 150 yıl kadar beklemek gerekecektir.
Monro secundus, von Soemmerring, Vicq d'Azyr 18.yüzyılın önemli nöroanotomistleri. Kranyal sinirlerin 12 çift olduğu ancak 1778’de tesbit edilebilmiştir. O tarihe kadar sadece 7 çift kranyal sinir sayılmaktaydı. Bu buluşun sahibi von Soemmerring sinirlerin çıkış yerlerinde yanılmış, kaynaklarını ventriküllerin duvarından veya doğrudan doğruya ventrikül boşluklarından aldığını ileri sürmüştür. Gine bu yüzyılda dekapite kurbağada refleks aktivitesinin araştırıldığını görüyoruz. Duyusal-motor bir reaksiyon olarak “refleks” kelimesi ilk kez kullanılıyor. Bu yüzyılın ilginç isimlerinden biri de François Pourfoir de Petit’dir. Bir Fransız ordu cerrahı olan bu zat sinir sistemi yaralanmalarında rastladığı klinik tabloların benzerini, aynı lezyonları köpeklerde deneysel şekilde yaparak incelemiş, Hipokrat’tan beri bilinen lezyon/kontrlateral hemipleji ilişkisini piramitlerin çaprazlamasıyla açıklamağa çalışmıştır. Animal elektriği uzun uzun araştıran Bologna’lı Luigi Galvani de bu yüzyılda yaşamıştır. Morgagni de bu dönemin önemli patolog ve klinisyenlerindendir.
Kuşkusuz, geçen yüzyıllar içinde, nörolojinin en büyük gelişmesi 1800’lü yıllarda olmuştur. Hele 19.yüzyılın ikinci yarısı Spillane’in deyimiyle “nörolojinin çiçeklendiği dönem” dir. Bir genelleme yapacak olursak, 19.yüzyılın ilk yarısında sinir sisteminin makroskopik anatomisindeki gelişmelerin devam ettiği, ikinci yarısında ise histoloji, fizyoloji, klinik ve patoloji alanında büyük atılımlar yapıldığı görülür. `Kurucu` diye niteleyebileceğimiz büyük nörologların önemli bir bölümü bu dönemde yetişmiştir. Bu gelişme, elbette, teknik ve araştırma metodlarındaki ilerleme ile paralel gitmiştir.
Fiksatif olarak alkolün kullanılması 19.yüzyılın ilk yıllarında başlamış, bu amaçla formaldehidin kullanılması 1897’yi bulmuştur. Mikroskop 1830’larda epey gelişmiş bir alettir. İnce sinir dokusu kesitlerinin 1840’larda, basit boyama metodlarının 1850’lerde geliştiğini görüyoruz. Wallerian sinir dejenerasyonu bu yıllarda tarif edilmiştir. Gine bu yıllarda Türck, fokal beyin ve m.spinalis lezyonlarını inceledi ve bu lezyonları izleyen traktus dejenerasyonunun ileti yönüne uyduğunu, yani motor yollarda aşağı, duyusal yollarda ise yukarıya doğru olduğunu gösterdi.
Prag’lı Purkinje yeni histoloji metodlarını ilk uygulayanlardandır. İnsan beyninin histolojik yapısını 1838’de yayınladığı bir kitapta ayrıntılarıyla incelemiştir. Sinir hücresini nukleus, dentrit ve aksonuyla göstermeyi başarmış, serebellumda kendi adıyla anılan armut biçimi hücreleri tanımlamıştır.
von Gudden (1824-1886) bir Alman nöropsikiyatristidir. Aynı zamanda nöroanotomisttir. Yavru hayvanlarda duyusal kranyal sinirlerin kesilmesi ve göz gibi duyu organlarının çıkarılmasından sonra santral beyin yapılarında görülen sekonder atrofiye dayanarak spesifik duyu yollarının bağlantılarını araştırmıştır. Örneğin, görme yollarının anatomisini çözebilmek için 30 yılını vermiştir. Forel, Nissl, Edinger, Kraepelin gibi büyük isimler öğrencisi idiler. Asalet ünvanı Bavyera kralı 2.Ludwig’in aile doktoru olmasından gelmektedir. Paranoid bir psikozu olan aynı kral tarafından bir göl gezintisinde suda boğularak öldürülmüştür..
Sinir sistemi histolojisinin gelişmesi 19.yüzyılın ikinci yarısında Golgi ve Cajal ile zirveye çıkmıştır. Golgi (1843-1926) evinin mutfağında yaptığı çalışmalarla sinir hücrelerini boyamak için gümüş kromat metodunu bulmuş, böylece hücreleri tüm uzantıları ile birlikte net bir şekilde gösterebilmiştir. Nöroglia’yı tanımlayan, Golgi I ve II tipi hücreleri tarif eden kendisidir. Golgi, sinir uzantılarının kesintisiz bir ağ, bir retikulum oluşturduğunu ileri sürüyordu. Bu görüşe “retiküler doktrin” diyoruz. Ömrü boyunca bir karınca hamaratlığıyla çalışan Madrit’li Ramon y Cajal ise “nöron doktrini’ni” savunuyordu. Yani, bir nöron ikinci bir nöronla bir retikulum teşkil etmiyor, anatomik devamlılık göstermiyor, sadece ona temas etmekle kalıyordu. Büyük çekişmelerden sonra bu iki büyük nörohistolog 1906 Nobel Tıp Ödülünü paylaştılar. Sırası gelmişken, sinaps deyiminin Sherrington tarafından 1897 yılında ortaya atıldığını söyleyelim.
Ondokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya konan Bell-Magendie Doktrini nörofizyolojinin temel kurallarından biridir. Charles Bell 1811’de spinal ön köklerin motor olduğunu göstermiş, 1822 yılında da Magendie arka köklerin duyusal olduğunu ispatlamıştır. Bu buluşların önemi şuradan geliyor: O zamana kadar m.spinalis’e, sadece, vücudun impuls taşıyan “en kalın siniri” gibi bakılmaktaydı. Bu keşifle ise m.spinalis segmanter ve intersegmanter refleks aktivitesi için anatomik bir yapı oluşturuyordu. Yani, sinir sisteminin integratif aktivitesi için uygun bir yapı.
Sinir sisteminin ince yapısının daha iyi anlaşılmasıyla refleks konusu nörofizyolojinin geniş şekilde araştırılan bir alanı oldu. Ondokuzuncu yüzyılın son, 20.yüzyılın ilk yıllarındaki çalışmalarıyla Sherrington bu alanın en önemli isimlerinden biridir. “Integrative Action of the Nervous System” adlı kitabıyla Lord Adrian ile birlikte 1936 Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Bu kitap için “Newton’un Principia’sı fizikte neyse bu da nörofizyolojide odur.” denilmektedir.
Onsekizinci yüzyılda Luigi Galvani’nin öncü çalışmalarıyla başlayan elektrofizyoloji du Bois-Reymond tarafından geliştirildi. Katod ışınları osiloskopu kullanarak sinir aksiyon potansiyellerinin kaydı ise 1924 yılında Erlanger ve Gasser tarafından başarıldı ve araştırıcılara 1944 Nobel Tıp Ödülünü kazandırdı.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en önemli araştırma konularından biri de serebral lokalizasyon problemidir. Serebral korteksle ilgili çalışmalarında, bir bölüm araştırıcı elektrik stimülasyon ve ablasyon ile negatif sonuçlar almışlardı. Bunların arasında Flourens (1794-1867) ve Goltz’ü (1834-1902) sayabiliriz. Almanya’da Fritz (1838-1897) ve Edward Hitzig (1838-1907) ise hayvan deneylerinde bir motor korteksin varlığını gösterdiler. Konuyu daha çok köpekte, biraz da maymunda araştırdılar. Metodları korteksin faradik stimülasyonu idi. Bazı hayvanlarda da kortikal ablasyon yaptılar. Sonuçları 1870’de yayınladılar. Buna göre, korteksin faradik stimülasyonuyla karşı ekstremitelerde, cereyanın şiddetine göre, sınırlı veya yaygın kasılmalar görülüyordu. Ablasyonda ise felç tesbit ediliyordu. Motor alanı bir kortikal harita üzerinde işaretlemek mümkündü. Benzeri bulgular 1873’te İngiltere’de Sir David Ferrier (1843-1928) tarafından yayınlandı. Ferrier başlıca maymunlar üzerinde çalıştı. Metodu faradik stimülasyon veya ablasyondu. Kraliçe Victoria devri favorili bir centilmen olan Ferrier’nin koğuş vizitlerine yüksek, ipekli bir şapka ile çıktığı, hasta nörofizyolojik açıdan ilginç değilse viziti kısa kestiği söylenir. Serebral lokalizasyon fikrini reddeden Goltz ile Ferrier arasında 1881 Londra Dünya Tıp Kongresinde geçen tartışma çok meşhurdur. Ferrier kongre salonuna peşinde bir hemiplejik hasta gibi bacağını sürükliyerek yürüyen kortikal ablasyonlu maymunuyla girmiş, bu sahneden çok etkilenen Charcot “C’est un malade =Bu bir hasta” diye bağırarak maymunu göstermiştir. Ardından Goltz’un köpekleri ve Ferrier’nin maymunlarının otopsi ve patolojik tetkikleri yapılmış, sonunda motor korteks fikri herkes tarafından kabul edilmiştir.
Aynı yıllarda bir İngiliz nörologu, Hughlings Jackson (1835-1911) hiç hayvan deneyi yapmadan, klinik olayların analizine dayanarak bu deneysel araştırıcıların vardıkları sonuçlara varıyordu. Jackson, bugün kendi adıyla anılan fokal konvülsiv nöbetlerin bir noktadan başlayıp bir sıra içinde yayılmasına bakarak motor kortekste belirli bir diziliş olduğunu ileri sürüyordu.