ODUNCU BABA
Tepelerin ardında şirin, güzel bir kasaba vardı. Bu kasabada herkes birbirini tanırdı. Hele Oduncu Baba'yı tanımayan yoktu.
Pek de ihtiyar olmadığı halde ona "Oduncu Baba" derlerdi. Baltasını omuzuna vurup, boz eşeğinin arkasından sokaklardan geçtiği günler mahallenin çocukları peşinden koşarlar "Oduncu Baba! Oduncu Baba!" diye hep bir ağızdan bağırışırlardı.
Bazen de anası yerinde yaşlı bir kadın pencereyi açar , "Hey, Oduncu Baba! Bugün bize bir yük odun atıver" derdi.
Artık o da bu "Oduncu Baba"ismini o kadar benimsemişti ki bu sözden haz bile duyuyordu.
Fakat şimdi iş değişmiş ,karakış gelip bastırmıştı. Bacaları tütmeyen birçok ailenin odun sıkıntısından sanki o sorumluymuş gibi herkesin kızgınlığını üzerinde topladığını hissediyordu. Artık bu söz onu yavaş yavaş sıkmaya, sinirlendirmeye başlamıştı. Sabahın bu erken vaktinde "Oduncu Baba" diye bağıran kadını daha görmeden içinde ona karşı bir nefret hissi duydu. Hiç ses çıkarmamayı düşündü. Fakat birkaç dakika geçmeden karısı odaya girdi. "Oduncu Baba, seni çağırıyorlar" dedi.
Ona, karısı, çocuğu bile Oduncu Baba diyordu.
"Duyduk; benim kulaklarım sağır değil aa...!" diye öfke ile söylendi.
Sonra kapıya doğru yürüdü. Sürgüyü çekip açtı. Kapıdaki kadın kuvvetli bir rüzgarla birlikte içeriye girdi.
Oduncu, onun soluk benzine, şiş ve kızarmış gözlerine bakarak "Ne var?" diye sordu.
Kadın "Oduncu Baba. Bugün bana odun bulamazsan, çocuğum yarın ölecek!" dedi.
Oduncu "Ben ne yapabilirim? Elimden bir şey gelmez ki." diye mırıldandı.
Kadın onu duymadı bile. Heyecanla derdini anlatıyordu: "Bütün kasabayı alt üst ettim. Herkes 'Oduncu Baba'ya git' dedi. Sen oduncusun, sen bulmalısın. Artık evde yakılacak tek şey kalmadı. Hamur tahtasını değil, incecik oklavayı bile yaktık. Çocuğum donuyor. Bana odun ver... Ne olur! Yalvarırım sana Oduncu Baba!"
Kadının o kadar içli bir sesi vardı ki o "Oduncu Baba" dedikçe, yüreğinin sızladığını hisseti. "Ah bu karakış!" diye söylendi.
Eğer hava biraz müsaade etmiş olsaydı, her zamanki gibi dağa çıkar, kasabaya odun getirebilirdi. Fakat bir aydır hava bir gün bile açmamış, dondurucu soğuk bir an bile yumuşamamıştı.
Zavallı kasaba halkı günlerdir dışarı çıkamamış, evlerinde kapalı kalmıştı. Odunları tükenmiş, yanacak tüm eşyalarını kırıp yakmışlardı. Hatta Oduncu Baba bile ısınabilmek için kendi eşyalarını yakmıştı. Fakat buna kimse inanmıyordu. Yakın komşuları ona her gün biraz odun vermesi için yalvarıyorlardı.
Artık yakacak tek bir şey kalmıştı: İhtiyar kayısı ağacı.
Oduncu Baba "Tek çarem onu kesmek" diye düşündü.
Oysa şu kayısı ağacı ne yapmıştı? Suçu ne idi? Meyvesini fazlası ile veriyor, gölgesinde kalabalık birkaç aile birden oturabiliyordu. Kasabanın en büyük ve lezzetli kayısısını veren bu ağaçtı. Kayısının her bir tanesi yumruk gibi olurdu. Açık sarı, parlak bir rengi vardı.
"Yalnız bu kadar mı? Bu kadarcık mı?" diye düşündü Oduncu Baba.
Cepheden döndüğü günü hatırladı. Karısının ona çocuğundan sonra verdiği ilk şey bir tabak dolusu kayısı olmuştu. Oduncu Baba onları büyük bir iştah ile yemişti.
Karısı, yoksul günlerinden bahsederken "Bereket versin kayısı ağacına! En yok günümüzde sattığımız kayısılarla ekmek alabildik. Satamadığımız günler de hem ekmek hem de yemek yerine onu yerdik. Kayısı ağacı olmasaydı, halimiz nice olurdu?" demişti.
O yaz kayısı ağacının kökünü kabartmışlar, ona çocuklarına gösterdikleri özeni göstermişlerdi. Oysa şimdi... şimdi kayısı ağacını kesecekti.
Oduncu Baba bu düşünceyle irkildi.
Kadıncağız hâlâ kapının önünde durup yalvarıyordu:
- Ne olur Oduncu Baba! Bana odun ver. Yoksa çocuğum ölecek!
Oduncu Baba birden döndü. Baltasını kaptığı gibi bahçeye çıktı. İhtiyar kayısı ağacına vurdu da vurdu baltayı. Ağaç büyük bir gütültü ile devrildi.
Oduncu Baba dallarını parçalayıp bir kucak odunu kadına uzattı.
- Al , yak bunları; çocuğun üşümesin! dedi.
Kadın "Allah senden razı olsun Oduncu Baba !" diyerek sevinçle koştu; uzaklaştı.
Oduncu Baba durup devrik kayısı ağacına baktı.
Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Tepelerin ardında şirin, güzel bir kasaba vardı. Bu kasabada herkes birbirini tanırdı. Hele Oduncu Baba'yı tanımayan yoktu.
Pek de ihtiyar olmadığı halde ona "Oduncu Baba" derlerdi. Baltasını omuzuna vurup, boz eşeğinin arkasından sokaklardan geçtiği günler mahallenin çocukları peşinden koşarlar "Oduncu Baba! Oduncu Baba!" diye hep bir ağızdan bağırışırlardı.
Bazen de anası yerinde yaşlı bir kadın pencereyi açar , "Hey, Oduncu Baba! Bugün bize bir yük odun atıver" derdi.
Artık o da bu "Oduncu Baba"ismini o kadar benimsemişti ki bu sözden haz bile duyuyordu.
Fakat şimdi iş değişmiş ,karakış gelip bastırmıştı. Bacaları tütmeyen birçok ailenin odun sıkıntısından sanki o sorumluymuş gibi herkesin kızgınlığını üzerinde topladığını hissediyordu. Artık bu söz onu yavaş yavaş sıkmaya, sinirlendirmeye başlamıştı. Sabahın bu erken vaktinde "Oduncu Baba" diye bağıran kadını daha görmeden içinde ona karşı bir nefret hissi duydu. Hiç ses çıkarmamayı düşündü. Fakat birkaç dakika geçmeden karısı odaya girdi. "Oduncu Baba, seni çağırıyorlar" dedi.
Ona, karısı, çocuğu bile Oduncu Baba diyordu.
"Duyduk; benim kulaklarım sağır değil aa...!" diye öfke ile söylendi.
Sonra kapıya doğru yürüdü. Sürgüyü çekip açtı. Kapıdaki kadın kuvvetli bir rüzgarla birlikte içeriye girdi.
Oduncu, onun soluk benzine, şiş ve kızarmış gözlerine bakarak "Ne var?" diye sordu.
Kadın "Oduncu Baba. Bugün bana odun bulamazsan, çocuğum yarın ölecek!" dedi.
Oduncu "Ben ne yapabilirim? Elimden bir şey gelmez ki." diye mırıldandı.
Kadın onu duymadı bile. Heyecanla derdini anlatıyordu: "Bütün kasabayı alt üst ettim. Herkes 'Oduncu Baba'ya git' dedi. Sen oduncusun, sen bulmalısın. Artık evde yakılacak tek şey kalmadı. Hamur tahtasını değil, incecik oklavayı bile yaktık. Çocuğum donuyor. Bana odun ver... Ne olur! Yalvarırım sana Oduncu Baba!"
Kadının o kadar içli bir sesi vardı ki o "Oduncu Baba" dedikçe, yüreğinin sızladığını hisseti. "Ah bu karakış!" diye söylendi.
Eğer hava biraz müsaade etmiş olsaydı, her zamanki gibi dağa çıkar, kasabaya odun getirebilirdi. Fakat bir aydır hava bir gün bile açmamış, dondurucu soğuk bir an bile yumuşamamıştı.
Zavallı kasaba halkı günlerdir dışarı çıkamamış, evlerinde kapalı kalmıştı. Odunları tükenmiş, yanacak tüm eşyalarını kırıp yakmışlardı. Hatta Oduncu Baba bile ısınabilmek için kendi eşyalarını yakmıştı. Fakat buna kimse inanmıyordu. Yakın komşuları ona her gün biraz odun vermesi için yalvarıyorlardı.
Artık yakacak tek bir şey kalmıştı: İhtiyar kayısı ağacı.
Oduncu Baba "Tek çarem onu kesmek" diye düşündü.
Oysa şu kayısı ağacı ne yapmıştı? Suçu ne idi? Meyvesini fazlası ile veriyor, gölgesinde kalabalık birkaç aile birden oturabiliyordu. Kasabanın en büyük ve lezzetli kayısısını veren bu ağaçtı. Kayısının her bir tanesi yumruk gibi olurdu. Açık sarı, parlak bir rengi vardı.
"Yalnız bu kadar mı? Bu kadarcık mı?" diye düşündü Oduncu Baba.
Cepheden döndüğü günü hatırladı. Karısının ona çocuğundan sonra verdiği ilk şey bir tabak dolusu kayısı olmuştu. Oduncu Baba onları büyük bir iştah ile yemişti.
Karısı, yoksul günlerinden bahsederken "Bereket versin kayısı ağacına! En yok günümüzde sattığımız kayısılarla ekmek alabildik. Satamadığımız günler de hem ekmek hem de yemek yerine onu yerdik. Kayısı ağacı olmasaydı, halimiz nice olurdu?" demişti.
O yaz kayısı ağacının kökünü kabartmışlar, ona çocuklarına gösterdikleri özeni göstermişlerdi. Oysa şimdi... şimdi kayısı ağacını kesecekti.
Oduncu Baba bu düşünceyle irkildi.
Kadıncağız hâlâ kapının önünde durup yalvarıyordu:
- Ne olur Oduncu Baba! Bana odun ver. Yoksa çocuğum ölecek!
Oduncu Baba birden döndü. Baltasını kaptığı gibi bahçeye çıktı. İhtiyar kayısı ağacına vurdu da vurdu baltayı. Ağaç büyük bir gütültü ile devrildi.
Oduncu Baba dallarını parçalayıp bir kucak odunu kadına uzattı.
- Al , yak bunları; çocuğun üşümesin! dedi.
Kadın "Allah senden razı olsun Oduncu Baba !" diyerek sevinçle koştu; uzaklaştı.
Oduncu Baba durup devrik kayısı ağacına baktı.
Gözlerinden yaşlar akıyordu.