Aslında “psikoloji böyle söylüyor” demeye gerek yok, herkes kendinden de bilir bunu. İnsanın duyguları şiddetlendiğinde (yoğunlaştığında) önünü almak zordur. Hele bir de bu şiddetli duygu aksiyona dönüşmüşse, sonuna kadar gitmekten kendini alamaz insan.
Öfke böyledir sözgelimi, ve sonu katle kadar varabilecek bir duygudur öfke. Eskiler “öfkeyle kalkan zararla oturur” demişler.
Zira bu duygunun kılavuzluğunda hareket edildiğinde içte kabaran öfke, yanardağın gökyüzüne kustuğu lavlar gibi, karşı tarafa aktarılmadıkça bünye sakinleşmez. Deprem gibi kısa süreli, ama o süre içinde son derece de belirleyicidir. Yapılacak eylemlerin sonunun nereye gideceği hesap edilemez o yüzden.
Bu duyguya kendisini kaptırmış, başka bir deyişle öfkesini dış dünyada deşarj edebileceği bir kanal bulmuş bir insanın, şu halde, öfkesini zapturapt altına alması akıntıya karşı koymak kadar zordur. Gelgelelim, Hz. Ali’nin bir kafirle başından geçen meşhur vakıa, bize bunun tam zıddı bir fotoğraf sunar. O vakıada Hz. Ali ile bir kafir cenk halindeyken, Hz. Ali kafiri alt eder.
Ve tam kılıcıyla son darbeyi indirecekken, ani bir reaksiyonla karşılaşır: Kafir yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hz. Ali de müthiş bir refleks göstererek, onu öldürmekten vazgeçer. Hz. Ali’nin kendisini öldürmeme gerekçesini öğrenen kafirin ise, hemen oracıkta Müslüman olduğunu hepimiz biliyoruz.
Hz. Ali’nin o andaki gerekçesi, daha önce Allah için öfkelenmişken, yüzüne tükürülmesinden sonra araya nefsinin girmesiydi. Açıkçası, Hz. Ali hasmının son andaki reaksiyonundan sonra, Allah için olan öfkesinin yerini kendi öfkesinin almasından ve öylece kılıcı indirmekten sakınmıştı.
Bu gerekçe, esasen, o sırada Hz. Ali’nin iç dünyasında birbirini gerektiren iki halin varlığını haber veriyor bize. Bunlardan biri, Hz. Ali’nin öfkesini Allah için kılmış olması, diğeri ise bunun dışına çıkma kaygısı. Aslında bunlar da, daha geniş dairede, Hz. Ali’nin teslimiyeti (imanı) ile Allah korkusuna işaret ediyor.
Hz. Ali işte bu yüksek teslimiyeti ve Allah korkusu sayesinde, son derece ölçülü ve dengeli bir tavır sergileyebilmiştir o vakıada. Kadir-i Mutlak’a olan teslimiyeti, ona eşine az rastlanır bir cesaret kazandırırken; bu halden uzak olma kaygısı da, öfke gibi yoğun bir duyguyu bile en zor bir zamanda dizginleyebilmesini mümkün kılmıştır.
Halbuki, ‘rasyonel’ ölçütler açısından bakıldığında, Hz. Ali kafiri o reaksiyonundan sonra öldürseydi bile, ne kendi zamanındaki ne de sonraki insanlar tarafından suçlanmayacaktı! Zira ne zahire bakan hukuk açısından ne de insanın psikolojik yapısı bakımından kınanmasını gerektiren en ufak bir emare bırakmış olmayacaktı geriye.
Buradan da anlaşılıyor ki, Hz. Ali’nin o andaki refleksi, etkinliği sadece kendi iç dünyasından kaynaklanan imanî bir duruşun tezahürüydü (ki zahirî sebebleri ikincil kılan bu duruş, bu varoluş biçimi, ayağına bir ok saplandığında Hz. Ali’ye o okun namazda iken, yani teslim olduğu Rabbi ile etkin diyaloğa geçtiği sırada çıkartılmasını tercih ettirecektir).
Yine buradan anlaşılan başka bir şey de, Hz. Ali’nin taktiksel bir bakış açısına sahip olmadığıdır. Yani, Hz. Ali, öfkesini nasıl dizginleyebildiğini göstererek hasmının Müslüman olmasını sağlama derdinde değildir asla. Çünkü taktiksel yaklaşım, ancak ‘rasyonel akıl’ın fonksiyon gördüğü çerçeve olan ‘sebebler dairesi’ içinde sözkonusu olabilir. Halbuki, O ‘sebebler dairesi’nin, ona göre ‘gelip geçici —ve yanıltıcı olabilen—işaretler’ hükmünde kaldığı ‘melekut dairesi’ne göre yaşıyordu.
Duygu ve davranışlarına yön veren, tüm kainatın da aynı ortak duyuş içinde olduğu bu melekutî boyuttu. Gayb âlemi açılsa bile ziyadeleşmeyecek olan yakinî imanı, eşyanın melekutuna tam bir vukufiyeti sağladığı için taktiksel bir yaklaşım gösteremeyecek kadar yüksekte idi Hz. Ali. Başka bir deyişle, zihni, “şimdi yapacağım hareket, karşımdakini nasıl etkiler?” sorusuna değil, “murad-ı İlahi, şimdi benden nasıl davranmamı bekler?” gibi çok daha ulvî bir soruya ayarlıydı.
Aslında karşısındaki kafirin kalbine iman nurunun düşmesine vesile olan da, ondaki bu hâl idi. Anlamıştı ki, Hz. Ali karşısında ne kendi nefsi, ne bir insan grubu, ne de toprak için mücadele ediyordu. Sadece rıza-ı İlahiyi tahsile çalışıyordu. Ve sezmişti ki, en öfkelendirici anda bile nefsi aşabilmenin başkaca bir izahı olamazdı.
Alıntı
Öfke böyledir sözgelimi, ve sonu katle kadar varabilecek bir duygudur öfke. Eskiler “öfkeyle kalkan zararla oturur” demişler.
Zira bu duygunun kılavuzluğunda hareket edildiğinde içte kabaran öfke, yanardağın gökyüzüne kustuğu lavlar gibi, karşı tarafa aktarılmadıkça bünye sakinleşmez. Deprem gibi kısa süreli, ama o süre içinde son derece de belirleyicidir. Yapılacak eylemlerin sonunun nereye gideceği hesap edilemez o yüzden.
Bu duyguya kendisini kaptırmış, başka bir deyişle öfkesini dış dünyada deşarj edebileceği bir kanal bulmuş bir insanın, şu halde, öfkesini zapturapt altına alması akıntıya karşı koymak kadar zordur. Gelgelelim, Hz. Ali’nin bir kafirle başından geçen meşhur vakıa, bize bunun tam zıddı bir fotoğraf sunar. O vakıada Hz. Ali ile bir kafir cenk halindeyken, Hz. Ali kafiri alt eder.
Ve tam kılıcıyla son darbeyi indirecekken, ani bir reaksiyonla karşılaşır: Kafir yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hz. Ali de müthiş bir refleks göstererek, onu öldürmekten vazgeçer. Hz. Ali’nin kendisini öldürmeme gerekçesini öğrenen kafirin ise, hemen oracıkta Müslüman olduğunu hepimiz biliyoruz.
Hz. Ali’nin o andaki gerekçesi, daha önce Allah için öfkelenmişken, yüzüne tükürülmesinden sonra araya nefsinin girmesiydi. Açıkçası, Hz. Ali hasmının son andaki reaksiyonundan sonra, Allah için olan öfkesinin yerini kendi öfkesinin almasından ve öylece kılıcı indirmekten sakınmıştı.
Bu gerekçe, esasen, o sırada Hz. Ali’nin iç dünyasında birbirini gerektiren iki halin varlığını haber veriyor bize. Bunlardan biri, Hz. Ali’nin öfkesini Allah için kılmış olması, diğeri ise bunun dışına çıkma kaygısı. Aslında bunlar da, daha geniş dairede, Hz. Ali’nin teslimiyeti (imanı) ile Allah korkusuna işaret ediyor.
Hz. Ali işte bu yüksek teslimiyeti ve Allah korkusu sayesinde, son derece ölçülü ve dengeli bir tavır sergileyebilmiştir o vakıada. Kadir-i Mutlak’a olan teslimiyeti, ona eşine az rastlanır bir cesaret kazandırırken; bu halden uzak olma kaygısı da, öfke gibi yoğun bir duyguyu bile en zor bir zamanda dizginleyebilmesini mümkün kılmıştır.
Halbuki, ‘rasyonel’ ölçütler açısından bakıldığında, Hz. Ali kafiri o reaksiyonundan sonra öldürseydi bile, ne kendi zamanındaki ne de sonraki insanlar tarafından suçlanmayacaktı! Zira ne zahire bakan hukuk açısından ne de insanın psikolojik yapısı bakımından kınanmasını gerektiren en ufak bir emare bırakmış olmayacaktı geriye.
Buradan da anlaşılıyor ki, Hz. Ali’nin o andaki refleksi, etkinliği sadece kendi iç dünyasından kaynaklanan imanî bir duruşun tezahürüydü (ki zahirî sebebleri ikincil kılan bu duruş, bu varoluş biçimi, ayağına bir ok saplandığında Hz. Ali’ye o okun namazda iken, yani teslim olduğu Rabbi ile etkin diyaloğa geçtiği sırada çıkartılmasını tercih ettirecektir).
Yine buradan anlaşılan başka bir şey de, Hz. Ali’nin taktiksel bir bakış açısına sahip olmadığıdır. Yani, Hz. Ali, öfkesini nasıl dizginleyebildiğini göstererek hasmının Müslüman olmasını sağlama derdinde değildir asla. Çünkü taktiksel yaklaşım, ancak ‘rasyonel akıl’ın fonksiyon gördüğü çerçeve olan ‘sebebler dairesi’ içinde sözkonusu olabilir. Halbuki, O ‘sebebler dairesi’nin, ona göre ‘gelip geçici —ve yanıltıcı olabilen—işaretler’ hükmünde kaldığı ‘melekut dairesi’ne göre yaşıyordu.
Duygu ve davranışlarına yön veren, tüm kainatın da aynı ortak duyuş içinde olduğu bu melekutî boyuttu. Gayb âlemi açılsa bile ziyadeleşmeyecek olan yakinî imanı, eşyanın melekutuna tam bir vukufiyeti sağladığı için taktiksel bir yaklaşım gösteremeyecek kadar yüksekte idi Hz. Ali. Başka bir deyişle, zihni, “şimdi yapacağım hareket, karşımdakini nasıl etkiler?” sorusuna değil, “murad-ı İlahi, şimdi benden nasıl davranmamı bekler?” gibi çok daha ulvî bir soruya ayarlıydı.
Aslında karşısındaki kafirin kalbine iman nurunun düşmesine vesile olan da, ondaki bu hâl idi. Anlamıştı ki, Hz. Ali karşısında ne kendi nefsi, ne bir insan grubu, ne de toprak için mücadele ediyordu. Sadece rıza-ı İlahiyi tahsile çalışıyordu. Ve sezmişti ki, en öfkelendirici anda bile nefsi aşabilmenin başkaca bir izahı olamazdı.
Alıntı