Anlatılır ki, adamın biri ölümden çok korkarmış. Öyle çok korkarmış ki ölüm anıldığı an sapsarı kesilir, nefesi tutulur, boğulacak gibi olurmuş. Ölümün adının geçtiği meclisi, bulunduğu yeri hemen terk edermiş. Ne bir cenazeye katılırmış ne de bir taziye evine gidermiş. İşte ölümden o kadar çok korkarmış. Hatta derler ki, gideceği yerin yolu bir mezarlıktan geçiyorsa oraya ya gitmezmiş ya da ne kadar uzarsa uzasın gidiş güzergahını değiştirerek gidermiş. Adam, işte böyle ölümden çok korkarmış.
Tabii ölümden korktuğu kadar çok hoşlandığı ve sevdiği şeyler de varmış. Herkesin korkusu olduğu kadar sevdiği hoşuna gittiği şeyler de vardır. Bu adamın da en çok hoşlandığı, bu dünya hayatında sevdiği şey annesi, babası, çocukları ve eşiyle beraber geçirdiği anlarmış. Onları hiçbir şeye değişmezmiş. Onlar bu hayatındaki tek varlıkları imiş. Onlarsız geçen bir anı bile onun için büyük bir acı ve ıstırapmış. Hayatının her zaman diliminde onlara veya en azından birisine mutlaka zaman ayırıp mutlu ve huzurlu yaşayıp gidermiş.
Böylece ailesi ile birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde günler geçip gidiyormuş. Tabii ki, sayılı günlerin ya da mutlu günlerin mutlaka bir bitişi vardır. Bu ölümden çok korkan adamın mutlu yılları da bir gün son bulmuş. Günlerden bir gün adamın bu huzuruna, mutluluğuna gölge düşürecek, kalbine acı verecek bir olay olmuş. Canından çok sevdiği, varlığım olarak addettiği annesi ölmüş. Annesi ölmüş ölmesine de hani başta demiştik ölümden korkuyor, korktuğu için de hiçbir cenazeye katılmıyor. İşte ölümden çok korktuğu için annesinin cenazesine yaklaşamamış. Hatta annesinin cenazesini defin için mezarlığa bile gitmemiş.
Annesinin ölümü onu bayağı bir sarsmış. Büyük bir ıstırap ve acı yaşıyormuş. Annesinin kaybını uzun zaman unutamıyor hep acı ve hüzün içinde günlerini geçiriyormuş. Başta babası olmak üzere tüm ailesi “Annen gittiyse biz varız. Senin yanındayız, beraberiz. Annen şimdi belki de cennettedir. Hem hepimiz mutlaka bir gün öleceğiz. Ahirette hep beraber toplanıp bir arada olup mutlu ve huzur içinde olacağız” diye ne kadar onu teselli etmeye çalıştılarsa da o yine annesinden ayrılığa dayanamıyor her gün acı ve ıstırap çekiyormuş.
Böyle hüzünler içinde günler geçip giderken babasını da kaybetmiş. Acısına bir acı daha eklenmiş. Üzüntüsüne daha bir hüzün katılmış. Ama, yavaş yavaş ölüme alışmaya başlamış. Ölümü artık kabullenmeye başlamış. Ölümden eskisi kadar korkmamaya başlamış. Babasının cenazesine katılmış. O canından can olan babasını mezara kendi eliyle koyup üzerine toprak atmış. Tabii acı kalbinden gitmemiş. Hem anne acısı hem de baba acısını beraber çekiyormuş.
Anne ve baba acısını çekerek diğer sevdikleriyle birlikte hayat devam ederken eşini de kaybetmiş. Anne ve babasının ardından eşinin de ölmesiyle ölümü kanıksamış, ölümü kabullenmiş. Bu sefer eşinin cenazesinde o kadar kederlenmemiş. Her ne kadar ateş düştüğü yeri yakar deseler de kalbine düşen ateşi yavaş yavaş söndürmeye başlamış. İlk önce annesi sonra babası ve eşinin ölmelerinin ardından ölümü sorgulamaya başlamış. Ölüm nedir? İnsanlar ne için ölür? Ölüm yokluk mudur ya da başka bir aleme gidiş midir? Bu soruları cevaplarken ve bu sorulara kafasında cevap ararken çocuklarını da kaybeder. Onlar da bu dünyadan gitmiş, onu yapayalnız bırakmışlardı. Artık bu dünyada tutunacak bir dalı kalmamış.
Bu dünyada yapayalnız kalmış, beraber geçireceği sevdikleri kalmamış. Artık ölümü daha çok sorgulamaya başlar. Bu sorgulamalarının nihayetinde ölümün bir son olmadığını, ebedi bir aleme açılan bir kapı olduğunu, orada tüm sevdikleriyle birlikte olacağını, ebedi olarak huzur içinde yaşanacağını öğrenir. Niçin ölüyoruz? Ölüm yokluk mudur? Başka bir aleme gidiş midir? Sorularının cevabını bulmuştu.
Ölümden neden o kadar çok korktuğunu da şimdi daha iyi anlıyordu. Meğer, ölümden korkmuyormuş. Sevdiklerinden ayrılmaktan, onları kaybetmekten korkuyormuş. Ölümün bir ayrılık değil aksine sonsuza dek beraberlik olduğunu öğrenince ölümden korkmaz olmuş. Bu sebeple her gün mezarlara gidiyor annesinin, babasının, eşinin ve çocuklarının mezarlığını ziyaret ediyor ve her gün ne olursa olsun yolunu mezarlardan geçecek şekilde ayarlıyormuş. Gideceği yer yakın olsun uzak olsun İlla bir mezardan, kabristandan geçiyormuş.
Derken bir gün hastalanmış ve doktora gitmiş. Doktor muayene ettikten sonra üzgün bir şekilde “Maalesef az bir ömrünüz kalmış. Tahminen bir aya kalmaz öleceksiniz.” dediğinde, doktorun hayretle bakışları arasında tebessüm etmiş. Öleceğine neredeyse çok sevinmiş. Gülümseyerek doktora
“Şükür artık sevdiklerimize kavuşma vakti gelmiştir.” demiş.
Yazar: Mesut AKDAĞ