Osmanlı'da Askeri Teşkilatlanma ve Kapukulu Askerleri Padişahlar öteden beri Osmanlı İmparatorluğu Ordusu nun Başkomutanlık önemli görevini yapmışlardır.
Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretlerinin Saltanatı zamanına gelinceye kadar "vezir-i evvel" adıyla anılan Sadrazam sivil işlerde Padişah tarafından kendisine bağışlanan salt vekaleti taşıdığı gibi, eskiden askeri kuvvetlerin de amiri idi. Böylece savaşta "Serdar-ı Ekrem" adı ile Padişah ordusunun başına geçerek savaş alanına doğru gitmek karariyle sefere çıkardı.
Deniz işlerine bakmak konusu Kaptan Paşa'ya verilmişti ve O da seferde Padişah donanması komutanlığını üzerine alırdı.
Padişah ordusu aslında kapıkulu ve eyaletler askeri adları ile başlıca İki bölüme ayrılmıştı. Deniz kuvvetleri son bir ikinci bölümdü. Bu bölümlerin her biri de müteaddit ocaklardan oluşurdu.
Özel bir ad ile anılan veya özel bir görevle çalıştırılan muvazzaf askerlerin tümüne "Ocak" denir, ocağın da en büyük subayına "Ocak Ağası" adı verilirdi.
Padişah Sarayının (Enderunun) iç hizmetleri de ocaklara bölünmüştü. Bu uçaklar arasında da askeri sınıflardan say ilebilenler de bulunurdu.
"Bostancı Başı" adındaki bir kişinin komutasında olarak Padişah saray ve bahçelerinin korunmasına ve daha sonralan Boğaziçi'nin de disiplini İşleriyle görevlendirilen bostancılar, "Müteferrika Ağası" adı verilen bir kişinin yönetimine verilirdi. Asillerden ve büyük kişilerin çocuklarından oluşan ve sürekli olarak silah altında tutulan ve Padişahın sefere gitmesi halinde beraberinde hizmet alan "Muteferrikalar"ı da, Padişah Sarayının (Enderunun("Asker Ocakları" arasında sayılabilir. Hazine, kiler ve seferli adlarında üç koğuştan oluşan "Enderun okula" da önceleri Osmanlı Ordusunun Harp Okulu yerine geçerdi. Her koğuşun öğretim süresi birkaç yıldan oluşurdu.
Askeri sınıfların ocak ağalarına "Dış ağalan" ya da "Birun ağaları" ve Padişah Enderun ocakları ağalarına da "Enderun ağalan" yada "İç ağaları" denir; tüm olarak subaylara da "Ağa" adı verilirdi.
KAPIKULU ASKERLERİ
Kapıkulu diye adlandırılan askeri sınıf bugünkü askeri terimimizce Hassa askerlerinden oluşur, devletten "Ulufe" adı ile ve gündelik hesabiyle maaştan başka tayinat da alırdı. Daha önceleri yalnız İstanbul'da kışlada yaşarken, sonraları Sınır boylarında bazı kalelerle Önemli mevkilerin korunmasıyla görevlendirilerek, taşraya da yerleştirildiler.
Bunlar aslında piyade ve süvari olmak üzere başlıca iki sınıftan oluşurdu.
Kapıkulu Piyadesi
Bu piyade askerleri aşağıdaki 7 ocaktan Kurulu idi :
Yeniçeriler
Acemioğlanları
Cebeciler
Topçular
Top arabacıları
Humbaracılar
Sakalar
Yeniçeri Ocağı
Yaya beyler, bölükler, sekbanlar denilen üç bolümden meydana gelirdi. Yaya beyler birden yüzbire kadar 101 ortadan, bölüklüler birden altmış bire kadar 61 ortadan, sekbanlar da 34 ortadan kurulu idiler.
Yaya beylere cemaat, bölüklere ağa bölükleri yada sadece bölük, sekbanlara da yanlış terimle seymenlerde denirdi.
Kuruluş tarihine göre birbirlerine önceliği bulunan bölümler bazı farklı üstünlükler elde etmişlerdi.
Yeniçeriler yukarıda sayılan üç bölümden, korucular, oturaklar ve fodlahavaran (Fodla: Yassı pide şeklinde bir çeşit ekmek) adlarıyla üç kısıma daha ayrılırlardı.
Korucular bütün yeniçeri ortalarının erleri arasından seçimle ayrılarak, İstanbul, Edirne ve Bursa'da bulunan Padişah saraylarını korumakla görevlendirildi.
Oturaklı da denilen oturaklar emekli askerlerden meydana gelirlerdi. Bunlar muvazzaf hizmetten her ne kadar bağışık idiyseler de, disiplinlerinin sağlanması için kendilerine ayrılmış olan subayların maiyetlerine verilerek eski görevlerine Ödül olarak belirli sürelerdeki ödeneklerini alırlardı.
Fodlahavaran denilen topluluk devlete hizmetleri geçmiş olan yeniçerilerden ölenlerin yetimleridir. Bunların geçimlerini sağlamak için ocaktan az bir ödenek verilirdi.
Bütün yeniçeri ocağı yeniçeri ağası adında bîr kişinin komutasına verilmişti. Yeniçeri ağasından başka ocağın: Sekban başı, kul kethüdası ya da kethüdabey, zağarcıbaşı, tornacıbaşı, mahzar ağa, büyük ve küçük hasekiler, başçavuş, kethüda piri, katip ya da yeniçeri efendisi adlarındaki büyük subaylardan olurdu. Bugünkü piyade bölük yada taburlarının karşılığı olan yeniçeri ortalarından her biri de "çorbacı" adında bir bölükbaşının komutasında bulunurdu. Her ortanın da odabaşı, vekilharç, bayraktar, baş eski ve aşçı ustadan oluşmak üzere bir subaylar topluluğu bulunurdu.
Her ortanın ya da birkaçının; imam, zağarcı, tornacı, talimhaneci, solak gibi bir özel ve ortaklaşa ismi ile ikinci bölümün tuğ ve alem bahsinde anlatılacağı gibi yine ortak bir işaretleri vardı.
Acemi Oğlanları
Düşmandan tutsak alınan ya da devşirme yasasına göre her üç ya da her beş yılda bir 7—8 yaşlarındaki Osmanlı uyruklu Hristiyan çocukların toplanmasından oluşurdu.
Bunlar acemi oğlanları ocağında yedi yıl görevlendirilerek her çeşit zorluk, yorgunluk ve ağır silahları kullanmaya alıştırıldıktan, dinin koşullarıyla eğitilerek Türkçe öğretildikten sonra; yeniçeri ocağı İle kapıkulu ocaklarında açık bulunan boşlukların yerini doldurmak üzere "yeniçeri kapısı" yahut "çıkma" terimleri ile eğilim ve heveslerine göre ocaklara dağıtılırlar. Böylece acemi oğlanlar Osmanlı Ordusu erlerinin özel bir okulu durumunda idi.
59 ortadan oluşan bütün acemi oğlanlarının amiri yeniçeri ağası idi; fakat birçok işi gücü bulunmasından ötürü ağanın bunlara bakmağa vakti bulunmadığından, "İstanbul ağası" ağaya vekaleten bunlarla ilgilenirdi. Bundan başka her ortanın da çorbacı, meydan kethüdası ve kapıcı adlarında üç subayı bulunurdu.
Acemi oğlanları ocağı 1640 (Hicri 1048) yılına kadar sürdü. Ondan sonra devşirme yasası uygulanmadığından bu ocak kaldırıldı.
Cebeci Ocağı
Piyade silahlarıyla mühimmatını onarım, dağıtım ve korumakla görevlendirildiğine göre, Cebeciler bugünkü tubar tüfekçileri yerindedir. Tümü de "Cebeci başı" adında bir kişinin komutasına verilir; Maiyetinde "Cebeciler katibi" adında bir muhasebeci bulunurdu.
Savaşta ordu komutanları eşliğine uygun miktarda cebeci verilir, barışta ise askeri mevkilerde gereği kadar bulundurulurdu.
Topçu Ocağı
Kısmen top doldurmak hizmetlerini yerine getiren, kısmen de top namluları dökümünde ve kundak yapımıyla patlayıcı madde hazırlanmasında çalıştırılanlardan oluşan ve "Topçubaşı" namında bir kişinin komutasında bulunan bir sınıftı. Topçu başının yönetiminde top dökümhanesi müdürü olarak "Dökücü Başı" bulunurdu. Ocağın nazır, topçular katibi, kethüda piri adlarında üst rütbelileri de vardı. Bu ocak birkaç ortalara bölünmüş, her ortanın da çorbacı, odabaşı ve daha başka adlarda subayları bulunurdu.
Topçu ortası denilen birlik bugünkü terimle topçu bölüğü veya bataryası demek ise de, her ortanın oluştuğu topların çap ve sayıları bugünkü topçu bataryalarında olduğu gibi belirli ve sınırlı değildi. Top atmağa ve top arabalarını kullanma ve sürmeye memur olan erler bugünkü topçu bataryalarında olduğu gibi bir kıt'ada toplu olarak bulunmazdı,
Arabacı Ocağı
Top arabalarını çalıştırmak ve sürmekle görevli ve "Arabacıbaşı" adındaki birinin komutasına verilmiş olan sınıftı. Arabacıbaşından başka topçu ocağına benzer büyük yöneticileri olan bu ocak da birkaç orta'ya bölünürdü.
Humbaracılar
Yabancı ordularda eskiden "Bombardiya" denilen askerlerin karşılığı olan ve kale ve mevki muharebelerinde gözle görülmeyen hedefler üzerine "havan" denilen ateşli silah ve "Humbara" atmakla görevli idi. "Humbaracıbaşı" adında birinin komutasında öteki ocaklarda olduğu gibi büyük rütbeli subaylara sahipti ve çeşitli ortalara bölünmüştü, at:
Bugünkü Padişah ordusunda humbaracıların çalışma ve görevleri sonradan kurulan topçu obüs alaylarına çevrilmişti. Htımbara işini görmekte olan obüslerle atılan mermilere "humbara" değil "dane" adı verilirdi.
Lağımcılar
Kalelerin sarılma ve savunmasında toprak altında yollar (Dehlizler) kazarak ve lağım bağlayarak "lağım savaşı" yapmakla görevli mühendislerden oluşurdu. Bunlar öteki ocaklar gibi ortalara bölünmüş değillerdi.
Bununla beraber bağımsız bir ocak sayılarak "lağımcıbaşı" denilen bir subayın yönetiminde bulunur ve erleri arasına Osmanlı uyruklu Hristiyanlar da alınabilirdi.
Saka Ocağı
Yeniçeri çorbacılarından "saka başı" adında bir kişinin gözetiminde bulundurulan kapıkulu ocaklarının en aşağı sınıfı sayılırdı.
Sakaların "saka başı"ndan başka subayları yoktu. Kapıkulu ocaklarını oluşturan ortalardan herbirine erlerin her çeşit gereksinmeleri için gerekli suyu sağlamak üzere birkaç saka eri görevlendirilirdi.
Kapıkulu Süvarisi
Sürekli olarak silah altında bulundurulan bu süvari askerinin İstanbul'da kışlaları yoktu. At beslemekte kolaylık olmak, fakat saltanat başkentine yakın bulunarak gerektiğinde hızla toplanmalarına olanak sağlamak için İstanbul, Edirne ve Bursa kentleri arasındaki köy ve kasabalarda yerleşmelerine izin verilirdi. Bu süvari askeri;
Silahtar
Sipahi
Sağ ulufeciler
Sol ulufeciler
Sağ gureba bölüğü
Sol gureba bölüğü
adlarıyla altı bölükten oluşurdu. Her bölüğün bir "bölük ağası", bundan başka Kethüda Bey, Kethüda Piri, Katip ve Kalfa adlarında bir topluluk erkanı, başçavuş, çavuş isimleriyle de küçük rütbeli subayları vardı.
Bu bölüklerin sırasiyle ikisine baş, ikisine orta, son ikisine de aşağı bölükler denirdi. Baş bölüklerden silahtar bölüğüne "Sarı Bayrak" Sipahi bölüğüne "Kırmızı Bayrak", Osmanlı tarihinde "Bölükat-ı Erbaa" denilen diğer dört bölüğe de ayrıca "Alaca Bayrak" da denilirdi.
Silahtar bölüğü savaş zamanı yolların ve geçitlerin onarım ve yapımında çalıştırılan müsellem ve yürükleri toplayarak onlara nezaret ederdi. Sipahi bölüğü Padişah ordusunun hareket yolu üzerinde geriden gelecek askeri kıt'alara işaret olmak üzere her iki fersahta bir "Ordu Tepesi" adında küçük tepeler kurulmasına büyük çaba gösterirdi.
Bölükteki Erbaa ise "Livayı Şerif" koruyuculuğunda olarak din adamlarının başı ile beraber sadrazamın maiyetinde bulunurdu. Yukarıda saydığımız altı bölük erlerinden ayrılan üçyüz süvari de savaşta verilen emir ve yazıların bildiri ve ulaşımında bir tür yaverlik hizmetinde bulunurlardı. Bunlara mülazım adı verilirdi. Barış zamanı ise kiraya verilen devlet arazisinin yönetiminde Hristiyanlardan alınan vergileri toplamakla görevlendirilirdi.
OSMANLI ORDUSU EYALET ASKERLERİ
Önceleri Osmanlı ülkesi eyalet ve sancaklara bölünmüştü. Eyalet bugünkü deyimle il demekti. Genellikle Vezirler, Beylerbeyi, Mirmiranlar; sancaklara da Mirliva ve Beyler memur edilirdi. Bunlardan vezirlerden gayrısına "Ümera" denirdi.
Osmanlı Devleti salt bir askeri hükümet olarak kurulduğundan, vüzera ve ümera sivil devlet işlerine bakmak ve düzenlemekle beraber askeri görevleri de yerine getirirlerdi. Böylece ülkenin barış zamanında güvenliği ile birliğini yani disiplinini sağlar, savaş zamanında da maiyetlerindeki mevcut askerleriyle savaşa giderlerdi.
Devlet hazinesinin doğrudan doğruya yararlandığı gelir kaynakları; müslüman olmayanlardan alınan vergiler, gümrük, madenler, tuz ocakları gelirleriyle, komşu devletlerden ve mümtaz eyaletlerden "Maktuat" adı ile alınan vergilerden oluşurdu.
Bu gelirlerin büyük ve önemli kısmı olan aşar gelirleri has, zeamet ve tımar adlarıyla yukarıda adı geçen vezirlerle ümeraya ve aşağıda bahsolunacak tımar ve zeamet sahiplerine bırakılmıştır. Bunların dirlikleri yani geçimleri için kendilerine bırakılmış olan gelirleri oranında olmak üzere sefer zamanında bir miktar asker çıkarmaları özel kanunla saptanmıştı.
Yasaya göre geliri yılda yüzbin akçeyi geçen birliğe has adı verilirdi ki, bunlar vüzera ve ümeraya verilirdi. Eyalet paşalarının hassı bir buçuk milyona, sancak idaresine memur olanların has sı ise beşyüzbin akçeye kadar yükseltilebilirdi.
Has sahibi olan eyalet paşaları ve sancak beyleri savaşa gittikleri zaman hasları kaç yüz bin akçe ise, her beşbin akçesi için bir cebelû yani silahları gelişmiş ve savaş kabiliyetleri üstün bir süvari götürmeye zorunlu idiler. Fakat bunlar kendi haslarıyla barış zamanında da daire hakkı adında maiyetlerinde bir askeri kuvvet bulundururlardı. Savaşa, bütün daireleri halkı ile birlikte giderler ve yasa gereği olarak göndermekle yükümlü oldukları askerlerin birkaç katını yanlarına alırlardı.
Eyalet ve sancaklardan bazılarının fethi sırasında ondalık gelirleri has, zeamet, tımar biçiminde ayrılmış ve bölünmüş olmadığından, bütün ondalık ve diğer gelirler doğrudan doğruya devlet hazinesine kalırdı. Bu gelirlerden o yörenin memurları ile ayni yörenin güvenliğini koruyan askerlerin salyane (özel maaşları} alındıktan sonra geriye kalan gelirler İstanbul'a gönderilirdi. Eyalet ve sancakların bu yoldaki yönetimine salyane usulü denirdi.
Önceleri salyane ile yönetilen iller; Bağdat, Basra, Halep, Mısır, Cezayir gibi birkaç eyaletten meydana gelirken, sonraları bu yöntem gittikçe genelleşmiş, yayılmıştır.
Şimdiye kadarki açıklamadan anlaşıldığı gibi eyalet askeri barış zamanında da kısmen silah altında bulundurulur ve kısmen de şimdi olduğu gibi redif ve müstahfız askerlerine benzer bir şekilde savaş zamanı silah altına alınırlardı. Aslında eyalet askeri, yerli kulu piyadesi, serhat kulu ve topraklı adı ile anılan süvari askerinden meydana gelirdi.
Yerli Kulu
Yerli kulu piyadesi aslında Eyalet Paşalarıyla Sancak Beylerinin komuta ve yönetimleri altında bulunur, subayları da bunlar tarafından atanırdı. Yalnız görevlendirildikleri sürece maaş ve tayınları eyalet ve sancağın yönetimine göre ya adı geçenler tarafından veya devlet hazinesinden ödenirdi. Bu askerler şu beş sınıftan meydana gelirdi.
Azab
Sekban ve tüfekçi
İcareli
Lağımcı
Müsellem
Azab
Bekâr anlamında kullanılırdı. Tersane ocaklarında çalıştırılan bir askeri sınıfa bekâr olmaları koşulu ileri sürüldüğünden ötürü Azab denirdi. Taşrada hizmet gören Aazblar sayıca sınırlı ve belirli olmazlardı. Birbirlerine uyum ve bağlılıkları olmamak üzere yurdun mülki bölümüne göre birçok küçük müfrezelere bölünürlerdi. Bu müfrezelere de kapıkulu ocaklarındaki bölünmeye göre Orta adı verilirdi.
Her sancak ve ildeki azablar Azabağası, Azab Katibi adında iki, her orta da Odabaşı ve Bayraktar adlarında iki subayın komutasında bulunurlardı.
Sekbanlar
Olağanüstü gereksinim durumunda kendi istekleri ile hizmete girerek çalışan köylülerden meydana geldikleri için yerli kulu piyadesinin en aşağı sınıfı sayılırlar ve bu sınıfa Hristiyanlar da kabul edilirlerdi.
Azab ve sekban sınıfları sonuna kadar yerli kulu piyadesi arasında kalmışsa da, zamanla önemleri kaybolduğundan yerlerine tüfekçi adında bir piyade sınıfı kullanılmıştır
Her 50—60 tüfekçi bir bayrak sayılır ve gönüllü subay adında bir subayın komutasında bulunurdu.
Her sancak ve eyaletteki tüfekçi bayrakları tüfekçi başı denilen bir subayın komutasına verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beşer tüfekçi başı bulunduğundan bunlardan birine serçeşme adı verilir ve şimdiki Zaptiye Albay Beyleri yerinde tutulurlardı.
İcareliler
Sadece sınırlarda bulunan kent ve kalelerde kullanılan yerli topçulardır. Bunların subayları kuşkusuz topçuluk bilgileri bulunması gerektiğinden Eyalet Paşalarının komutasında bulunmak üzere İstanbul'dan gönderilirlerdi. Buna da Topi ya da Topçu Ağası denilirdi. Bu topçulara ücretli olarak çalıştırılmalarından icareli denmiştir.
Lağımcılar
Sınır üzerinde bulunan bazı Önemli kalelerin ansızın sarılabilmesi düşüncesi nedeniyle, bu gibi hallerde karşıt lağım muharebesini yönetmek üzere barış zamanında da bu kalelerde lağımcılar bulundurulurdu. Çoğunlukla Hristiyan taba olan bu lağımcılar İstanbul'dan Lağımcı Başı adıyla gönderilen bir subayın komutasına verilirdi.
Müsellemler
Eski askeri terimimi/ce çarhacı adı verilen öncünün ilerisinde hareket ederek Padişah ordusunun geçeceği yollan ve geçitleri onarımla görevli olduklarından bunlar yalnız savaş zamanı toplanırlardı. Barış döneminde vergiden bağışık olduklarından, bunlara müsellem denilmiştir. Aslında müsellemler rumeliye özgü ve çoğunlukla Hrİstiyanlardan meydana gelirdi. Anadolu'da ise bu sınıf asker genellikleİslâmlardan kurulur ve adına da yörük denirdi.
Serhat Kulu
17nci Yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti 'nin hiçbir komşu hükümet ile çizilmiş ve saptanmış sınırları olmadığından serhat akıncıları barış döneminde bile fırsat buldukça çeteye gitmek denilen, komşu ülkelere saldırı, yağma ve çapul yaparlar bunlar da anlaşmalara aykırı sayılmazdı. Bu nedenle uzun süre sınır beyliklerinde kalan Mihaloğulları ve Evrenoszadeler gibi eski soylu aile üyeleri, Osmanlı ve yabancı tarihlerinde "Akıncı" adıyla anılan hafif süvari askerlerinin başında bulunarak akınlar dan olağanüstü güç ve iktidar kazanmışlardı.
Sınırlar saptanmağa başlandıktan sonra bile, akıncılık tamamen ortadan kaldırılamamıştır. Bunun ürerine hükümet, düşman tarafından gelebilecek saldırıya karşı koymak ve fırsat düştükçe "çeteye gitmek" üzere sınırlarda "Serhat Kulu" denilen süvari sınıfından askerin sürekli olarak konulmasını ve kullanılmasını gerekli görmüştür.
Bu Serhat Kulu :
Deli (Delil)
Gönüllü
Besli
denilen başlıca üç sınıftan oluşurduysa da, bunlara sonraları levent ve hayta isimli iki sınıf daha eklenmiştir. Bunlardan her elli altmış kişisi bayrak adında müfreze meydana getirir, bu müfrezelerin birkaçı Deli Başı adı verilen bir subayın komutasında bulunurdu. Birkaç Deli Başının askeri Alaybeyli ya da Serçeşme adı verilen bir büyük subayın eşliğine verilirdi.
Yurtiçinde bu saydığımız asker sınıflarından bazıları Eyalet Paşalariyle sancak beyleri nin halkı arasında yerli kulu piyadesinden sayılarak yörenin asayişinin sürekliliğini sağlamakta da çalıştırılırlardı.
Topraklı Süvarisi
Bu süvari askeri has, zeamet ve tımar sahipleri ile savaşta bunların yasal olarak çıkarmağa zorunlu bulundukları cebelulardan oluşurdu. Barışta da devlet tarafından kendilerine gösterilen toprağın aşar geliri ile geçimlerini sağladıklarından bunlara topraklı denilmiştir.
Evvelce de anlatıldığı gibi Eyalet Paşaları ve sancak beyleri has sahibi oldukları gibi, saltanat başkenti ile eyalet ve sancakların ileri gelen memurlarına da geçimlerini sağlamak üzere has verilirdi. Bunlar çoğu zaman hasların kendileri tarafından atanan yerli bir ümena (emin güvenilen kimseler) aracılığıyla toplarlardı. Savaşta ise yukarıda anlattığımız gibi hasların her beşbin akçesi için bir süvari çıkarmaya zorunlu olurlardı.
Has, atanma ile olduğu halde zeamet ve tımar çocuklara geçerdi. Kayıtlı gelirleri yirmibin akçeden yüzbin akçeye kadar olan dirliğe zeamet denirdi. Bunun asıl baş kalemine, yani temeli oluşturan yirmibin akçesine "Kılıç Hakkı" ve ödül olarak da yüzbin akçeye kadar sonradan alınan hak ve tahsis olunan miktarına "Terakki" denirdi.
Zeamet sahibi kayıtlı bulunan gelirin her beş bin akçesi için, en üstün silahlarla donatılmış bir süvari erini savaşa götürmeğe zorunlu idi. Zeamet, Başkent ile eyalet ve sancak merkezlerinde bulunan bazı memurlara da bedeli karşılığı verildiğinden, zeamet sahiplerinin kendilerine bırakılan arazinin başında bulunmaları koşulu ileri sürülmezdi. Babadan evlada intikal eden zeamet sahipleri kendi vatanlarının subay ve sahibi, ülkelerinin ocakzadesi bulundukları için, halk bunları büyük görmüştü. Kendileri de soylulukları ile övünen görkemli kişiler olduklarından, barış döneminde, tımar sahipleri ile birlikte, ilçe ve köylerin asayişinin korunmasını ve düzenini tamamiyle sağlayabilirlerdi. Böylece, kendilerine bırakılan arazinin kalkınmasından maddi olarak yararlandıklarından, ülkenin bayındırlığına ve servetin çoğalmasına olağanüstü çaba gösterir ve çalışırlardı.
Gelir kayıtları üçbin ya da altıbin akçeden yirmibin akçeye kadar olan dirliğe "Tımar" adı verilirdi. Bunun, "kılıç hakkı" denilen üçbin ya da altıbin akçesinden sonra her bir katı için tımar sahibi savaşa bir süvari götürmeye zorunlu bulunurdu.
Tımar, bazı kalelerin korunmasında çalıştırılan erlere ve sınırda bulunan camii şeriflerin imam ve hatipleriyle Padişah Sarayının hizmetlilerine verilebilirlerdi. Bunlardan birincisi ve en çok olanları eşkinci tımarı adındaki kişilerdi ki, kesin olarak kendi topraklarında oturmaya zorunlu idiler. Ancak savaş zamanında muharebeye giderlerdi.
Dirlik sahibi olanlar aşar gelirleri kendilerine bırakılmış olan toprağın yasalara göre sahibi sayılırlardı. Bu arazilerin ürününü, yasal olan aşarını kendilerine almakla beraber mahlülat ını yani doğrudan varisi olmadığı halde ölenlerin vakfa kalan miraslarını isteklilere devretmek, ferağ ve intikal halinde belirli olan harcı ödetmekle tapu senedi vermek hakkı vardı. Ancak toprağın ekim hakkı köy ve kasaba halkından, toprağı kullananlara ait bulunurdu. Zamanla tımar ve zeamet usulü kaldırılmış olduğundan, aşar gelirleri maliye hazinesince, ferağ ve intikal harcı, defteri hakani (Tapu ve Kadastro Bakanlığı) nezaretince alındığından dolayı mirasçısı olmayan araziyi başkasına devretmek de ortadan kalkmıştır.
Her sancakta bulunan tımar ve zeamet sahipleri ile bunların çıkarmaya zorunlu oldukları atlılar savaş zamanı sancak beyinin bayrağı altında toplanır, sancak beyleri de bağlı oldukları Eyalet Paşasının komutasında olarak savaşa giderlerdi.
Savaşa memur olan tımar ve zeamet sahiplerinin onda biri hem yurdu koruma görevinde bulunmak, hemde arkadaşlarının dirliklerinin işlerini düzenlemek üzere korucu adiyle sancaklarında kalırlardı.
Sayıları yüzelli bini geçen bu süvari kuvvetinin savaş zamanı iaşe işleri de has, tımar ve zeamet sahiplerine aitti. Muharebede meydana gelen kayıplardan boşalan yerlere geçmek ve kahramanlıklar göstermek suretiyle yararlanmak için gönüllü adı ile savaş zamanı defterlere kaydolmamış olan bir hayli atlı savaşçı da bu süvari kuvvetine katılırdı.
Osmanlı Devleti nin Kırım Hanlığı, Erdel Krallığı, Eflak ve Buğdan Emaretlerinden oluşan mümtaz eyaletlerinden de savaş zamanında Padişah Ordusuna kuvvet verilerek yardım olunurdu.
Bu mümtaz eyaletler tımar ve zeamete bölünmüş olmadığından, askeri sınıfları kendilerine özgü bir biçimde kurulmuştu. Tümünün askeri kuvveti de kırk elli bin süvariden oluşurdu.
KAYNAK:Bu yazı Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti / Mahmut Şevket Paşa / KKK / 1983 kitabından alımıştır.
Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretlerinin Saltanatı zamanına gelinceye kadar "vezir-i evvel" adıyla anılan Sadrazam sivil işlerde Padişah tarafından kendisine bağışlanan salt vekaleti taşıdığı gibi, eskiden askeri kuvvetlerin de amiri idi. Böylece savaşta "Serdar-ı Ekrem" adı ile Padişah ordusunun başına geçerek savaş alanına doğru gitmek karariyle sefere çıkardı.
Deniz işlerine bakmak konusu Kaptan Paşa'ya verilmişti ve O da seferde Padişah donanması komutanlığını üzerine alırdı.
Padişah ordusu aslında kapıkulu ve eyaletler askeri adları ile başlıca İki bölüme ayrılmıştı. Deniz kuvvetleri son bir ikinci bölümdü. Bu bölümlerin her biri de müteaddit ocaklardan oluşurdu.
Özel bir ad ile anılan veya özel bir görevle çalıştırılan muvazzaf askerlerin tümüne "Ocak" denir, ocağın da en büyük subayına "Ocak Ağası" adı verilirdi.
Padişah Sarayının (Enderunun) iç hizmetleri de ocaklara bölünmüştü. Bu uçaklar arasında da askeri sınıflardan say ilebilenler de bulunurdu.
"Bostancı Başı" adındaki bir kişinin komutasında olarak Padişah saray ve bahçelerinin korunmasına ve daha sonralan Boğaziçi'nin de disiplini İşleriyle görevlendirilen bostancılar, "Müteferrika Ağası" adı verilen bir kişinin yönetimine verilirdi. Asillerden ve büyük kişilerin çocuklarından oluşan ve sürekli olarak silah altında tutulan ve Padişahın sefere gitmesi halinde beraberinde hizmet alan "Muteferrikalar"ı da, Padişah Sarayının (Enderunun("Asker Ocakları" arasında sayılabilir. Hazine, kiler ve seferli adlarında üç koğuştan oluşan "Enderun okula" da önceleri Osmanlı Ordusunun Harp Okulu yerine geçerdi. Her koğuşun öğretim süresi birkaç yıldan oluşurdu.
Askeri sınıfların ocak ağalarına "Dış ağalan" ya da "Birun ağaları" ve Padişah Enderun ocakları ağalarına da "Enderun ağalan" yada "İç ağaları" denir; tüm olarak subaylara da "Ağa" adı verilirdi.
KAPIKULU ASKERLERİ
Kapıkulu diye adlandırılan askeri sınıf bugünkü askeri terimimizce Hassa askerlerinden oluşur, devletten "Ulufe" adı ile ve gündelik hesabiyle maaştan başka tayinat da alırdı. Daha önceleri yalnız İstanbul'da kışlada yaşarken, sonraları Sınır boylarında bazı kalelerle Önemli mevkilerin korunmasıyla görevlendirilerek, taşraya da yerleştirildiler.
Bunlar aslında piyade ve süvari olmak üzere başlıca iki sınıftan oluşurdu.
Kapıkulu Piyadesi
Bu piyade askerleri aşağıdaki 7 ocaktan Kurulu idi :
Yeniçeriler
Acemioğlanları
Cebeciler
Topçular
Top arabacıları
Humbaracılar
Sakalar
Yeniçeri Ocağı
Yaya beyler, bölükler, sekbanlar denilen üç bolümden meydana gelirdi. Yaya beyler birden yüzbire kadar 101 ortadan, bölüklüler birden altmış bire kadar 61 ortadan, sekbanlar da 34 ortadan kurulu idiler.
Yaya beylere cemaat, bölüklere ağa bölükleri yada sadece bölük, sekbanlara da yanlış terimle seymenlerde denirdi.
Kuruluş tarihine göre birbirlerine önceliği bulunan bölümler bazı farklı üstünlükler elde etmişlerdi.
Yeniçeriler yukarıda sayılan üç bölümden, korucular, oturaklar ve fodlahavaran (Fodla: Yassı pide şeklinde bir çeşit ekmek) adlarıyla üç kısıma daha ayrılırlardı.
Korucular bütün yeniçeri ortalarının erleri arasından seçimle ayrılarak, İstanbul, Edirne ve Bursa'da bulunan Padişah saraylarını korumakla görevlendirildi.
Oturaklı da denilen oturaklar emekli askerlerden meydana gelirlerdi. Bunlar muvazzaf hizmetten her ne kadar bağışık idiyseler de, disiplinlerinin sağlanması için kendilerine ayrılmış olan subayların maiyetlerine verilerek eski görevlerine Ödül olarak belirli sürelerdeki ödeneklerini alırlardı.
Fodlahavaran denilen topluluk devlete hizmetleri geçmiş olan yeniçerilerden ölenlerin yetimleridir. Bunların geçimlerini sağlamak için ocaktan az bir ödenek verilirdi.
Bütün yeniçeri ocağı yeniçeri ağası adında bîr kişinin komutasına verilmişti. Yeniçeri ağasından başka ocağın: Sekban başı, kul kethüdası ya da kethüdabey, zağarcıbaşı, tornacıbaşı, mahzar ağa, büyük ve küçük hasekiler, başçavuş, kethüda piri, katip ya da yeniçeri efendisi adlarındaki büyük subaylardan olurdu. Bugünkü piyade bölük yada taburlarının karşılığı olan yeniçeri ortalarından her biri de "çorbacı" adında bir bölükbaşının komutasında bulunurdu. Her ortanın da odabaşı, vekilharç, bayraktar, baş eski ve aşçı ustadan oluşmak üzere bir subaylar topluluğu bulunurdu.
Her ortanın ya da birkaçının; imam, zağarcı, tornacı, talimhaneci, solak gibi bir özel ve ortaklaşa ismi ile ikinci bölümün tuğ ve alem bahsinde anlatılacağı gibi yine ortak bir işaretleri vardı.
Acemi Oğlanları
Düşmandan tutsak alınan ya da devşirme yasasına göre her üç ya da her beş yılda bir 7—8 yaşlarındaki Osmanlı uyruklu Hristiyan çocukların toplanmasından oluşurdu.
Bunlar acemi oğlanları ocağında yedi yıl görevlendirilerek her çeşit zorluk, yorgunluk ve ağır silahları kullanmaya alıştırıldıktan, dinin koşullarıyla eğitilerek Türkçe öğretildikten sonra; yeniçeri ocağı İle kapıkulu ocaklarında açık bulunan boşlukların yerini doldurmak üzere "yeniçeri kapısı" yahut "çıkma" terimleri ile eğilim ve heveslerine göre ocaklara dağıtılırlar. Böylece acemi oğlanlar Osmanlı Ordusu erlerinin özel bir okulu durumunda idi.
59 ortadan oluşan bütün acemi oğlanlarının amiri yeniçeri ağası idi; fakat birçok işi gücü bulunmasından ötürü ağanın bunlara bakmağa vakti bulunmadığından, "İstanbul ağası" ağaya vekaleten bunlarla ilgilenirdi. Bundan başka her ortanın da çorbacı, meydan kethüdası ve kapıcı adlarında üç subayı bulunurdu.
Acemi oğlanları ocağı 1640 (Hicri 1048) yılına kadar sürdü. Ondan sonra devşirme yasası uygulanmadığından bu ocak kaldırıldı.
Cebeci Ocağı
Piyade silahlarıyla mühimmatını onarım, dağıtım ve korumakla görevlendirildiğine göre, Cebeciler bugünkü tubar tüfekçileri yerindedir. Tümü de "Cebeci başı" adında bir kişinin komutasına verilir; Maiyetinde "Cebeciler katibi" adında bir muhasebeci bulunurdu.
Savaşta ordu komutanları eşliğine uygun miktarda cebeci verilir, barışta ise askeri mevkilerde gereği kadar bulundurulurdu.
Topçu Ocağı
Kısmen top doldurmak hizmetlerini yerine getiren, kısmen de top namluları dökümünde ve kundak yapımıyla patlayıcı madde hazırlanmasında çalıştırılanlardan oluşan ve "Topçubaşı" namında bir kişinin komutasında bulunan bir sınıftı. Topçu başının yönetiminde top dökümhanesi müdürü olarak "Dökücü Başı" bulunurdu. Ocağın nazır, topçular katibi, kethüda piri adlarında üst rütbelileri de vardı. Bu ocak birkaç ortalara bölünmüş, her ortanın da çorbacı, odabaşı ve daha başka adlarda subayları bulunurdu.
Topçu ortası denilen birlik bugünkü terimle topçu bölüğü veya bataryası demek ise de, her ortanın oluştuğu topların çap ve sayıları bugünkü topçu bataryalarında olduğu gibi belirli ve sınırlı değildi. Top atmağa ve top arabalarını kullanma ve sürmeye memur olan erler bugünkü topçu bataryalarında olduğu gibi bir kıt'ada toplu olarak bulunmazdı,
Arabacı Ocağı
Top arabalarını çalıştırmak ve sürmekle görevli ve "Arabacıbaşı" adındaki birinin komutasına verilmiş olan sınıftı. Arabacıbaşından başka topçu ocağına benzer büyük yöneticileri olan bu ocak da birkaç orta'ya bölünürdü.
Humbaracılar
Yabancı ordularda eskiden "Bombardiya" denilen askerlerin karşılığı olan ve kale ve mevki muharebelerinde gözle görülmeyen hedefler üzerine "havan" denilen ateşli silah ve "Humbara" atmakla görevli idi. "Humbaracıbaşı" adında birinin komutasında öteki ocaklarda olduğu gibi büyük rütbeli subaylara sahipti ve çeşitli ortalara bölünmüştü, at:
Bugünkü Padişah ordusunda humbaracıların çalışma ve görevleri sonradan kurulan topçu obüs alaylarına çevrilmişti. Htımbara işini görmekte olan obüslerle atılan mermilere "humbara" değil "dane" adı verilirdi.
Lağımcılar
Kalelerin sarılma ve savunmasında toprak altında yollar (Dehlizler) kazarak ve lağım bağlayarak "lağım savaşı" yapmakla görevli mühendislerden oluşurdu. Bunlar öteki ocaklar gibi ortalara bölünmüş değillerdi.
Bununla beraber bağımsız bir ocak sayılarak "lağımcıbaşı" denilen bir subayın yönetiminde bulunur ve erleri arasına Osmanlı uyruklu Hristiyanlar da alınabilirdi.
Saka Ocağı
Yeniçeri çorbacılarından "saka başı" adında bir kişinin gözetiminde bulundurulan kapıkulu ocaklarının en aşağı sınıfı sayılırdı.
Sakaların "saka başı"ndan başka subayları yoktu. Kapıkulu ocaklarını oluşturan ortalardan herbirine erlerin her çeşit gereksinmeleri için gerekli suyu sağlamak üzere birkaç saka eri görevlendirilirdi.
Kapıkulu Süvarisi
Sürekli olarak silah altında bulundurulan bu süvari askerinin İstanbul'da kışlaları yoktu. At beslemekte kolaylık olmak, fakat saltanat başkentine yakın bulunarak gerektiğinde hızla toplanmalarına olanak sağlamak için İstanbul, Edirne ve Bursa kentleri arasındaki köy ve kasabalarda yerleşmelerine izin verilirdi. Bu süvari askeri;
Silahtar
Sipahi
Sağ ulufeciler
Sol ulufeciler
Sağ gureba bölüğü
Sol gureba bölüğü
adlarıyla altı bölükten oluşurdu. Her bölüğün bir "bölük ağası", bundan başka Kethüda Bey, Kethüda Piri, Katip ve Kalfa adlarında bir topluluk erkanı, başçavuş, çavuş isimleriyle de küçük rütbeli subayları vardı.
Bu bölüklerin sırasiyle ikisine baş, ikisine orta, son ikisine de aşağı bölükler denirdi. Baş bölüklerden silahtar bölüğüne "Sarı Bayrak" Sipahi bölüğüne "Kırmızı Bayrak", Osmanlı tarihinde "Bölükat-ı Erbaa" denilen diğer dört bölüğe de ayrıca "Alaca Bayrak" da denilirdi.
Silahtar bölüğü savaş zamanı yolların ve geçitlerin onarım ve yapımında çalıştırılan müsellem ve yürükleri toplayarak onlara nezaret ederdi. Sipahi bölüğü Padişah ordusunun hareket yolu üzerinde geriden gelecek askeri kıt'alara işaret olmak üzere her iki fersahta bir "Ordu Tepesi" adında küçük tepeler kurulmasına büyük çaba gösterirdi.
Bölükteki Erbaa ise "Livayı Şerif" koruyuculuğunda olarak din adamlarının başı ile beraber sadrazamın maiyetinde bulunurdu. Yukarıda saydığımız altı bölük erlerinden ayrılan üçyüz süvari de savaşta verilen emir ve yazıların bildiri ve ulaşımında bir tür yaverlik hizmetinde bulunurlardı. Bunlara mülazım adı verilirdi. Barış zamanı ise kiraya verilen devlet arazisinin yönetiminde Hristiyanlardan alınan vergileri toplamakla görevlendirilirdi.
OSMANLI ORDUSU EYALET ASKERLERİ
Önceleri Osmanlı ülkesi eyalet ve sancaklara bölünmüştü. Eyalet bugünkü deyimle il demekti. Genellikle Vezirler, Beylerbeyi, Mirmiranlar; sancaklara da Mirliva ve Beyler memur edilirdi. Bunlardan vezirlerden gayrısına "Ümera" denirdi.
Osmanlı Devleti salt bir askeri hükümet olarak kurulduğundan, vüzera ve ümera sivil devlet işlerine bakmak ve düzenlemekle beraber askeri görevleri de yerine getirirlerdi. Böylece ülkenin barış zamanında güvenliği ile birliğini yani disiplinini sağlar, savaş zamanında da maiyetlerindeki mevcut askerleriyle savaşa giderlerdi.
Devlet hazinesinin doğrudan doğruya yararlandığı gelir kaynakları; müslüman olmayanlardan alınan vergiler, gümrük, madenler, tuz ocakları gelirleriyle, komşu devletlerden ve mümtaz eyaletlerden "Maktuat" adı ile alınan vergilerden oluşurdu.
Bu gelirlerin büyük ve önemli kısmı olan aşar gelirleri has, zeamet ve tımar adlarıyla yukarıda adı geçen vezirlerle ümeraya ve aşağıda bahsolunacak tımar ve zeamet sahiplerine bırakılmıştır. Bunların dirlikleri yani geçimleri için kendilerine bırakılmış olan gelirleri oranında olmak üzere sefer zamanında bir miktar asker çıkarmaları özel kanunla saptanmıştı.
Yasaya göre geliri yılda yüzbin akçeyi geçen birliğe has adı verilirdi ki, bunlar vüzera ve ümeraya verilirdi. Eyalet paşalarının hassı bir buçuk milyona, sancak idaresine memur olanların has sı ise beşyüzbin akçeye kadar yükseltilebilirdi.
Has sahibi olan eyalet paşaları ve sancak beyleri savaşa gittikleri zaman hasları kaç yüz bin akçe ise, her beşbin akçesi için bir cebelû yani silahları gelişmiş ve savaş kabiliyetleri üstün bir süvari götürmeye zorunlu idiler. Fakat bunlar kendi haslarıyla barış zamanında da daire hakkı adında maiyetlerinde bir askeri kuvvet bulundururlardı. Savaşa, bütün daireleri halkı ile birlikte giderler ve yasa gereği olarak göndermekle yükümlü oldukları askerlerin birkaç katını yanlarına alırlardı.
Eyalet ve sancaklardan bazılarının fethi sırasında ondalık gelirleri has, zeamet, tımar biçiminde ayrılmış ve bölünmüş olmadığından, bütün ondalık ve diğer gelirler doğrudan doğruya devlet hazinesine kalırdı. Bu gelirlerden o yörenin memurları ile ayni yörenin güvenliğini koruyan askerlerin salyane (özel maaşları} alındıktan sonra geriye kalan gelirler İstanbul'a gönderilirdi. Eyalet ve sancakların bu yoldaki yönetimine salyane usulü denirdi.
Önceleri salyane ile yönetilen iller; Bağdat, Basra, Halep, Mısır, Cezayir gibi birkaç eyaletten meydana gelirken, sonraları bu yöntem gittikçe genelleşmiş, yayılmıştır.
Şimdiye kadarki açıklamadan anlaşıldığı gibi eyalet askeri barış zamanında da kısmen silah altında bulundurulur ve kısmen de şimdi olduğu gibi redif ve müstahfız askerlerine benzer bir şekilde savaş zamanı silah altına alınırlardı. Aslında eyalet askeri, yerli kulu piyadesi, serhat kulu ve topraklı adı ile anılan süvari askerinden meydana gelirdi.
Yerli Kulu
Yerli kulu piyadesi aslında Eyalet Paşalarıyla Sancak Beylerinin komuta ve yönetimleri altında bulunur, subayları da bunlar tarafından atanırdı. Yalnız görevlendirildikleri sürece maaş ve tayınları eyalet ve sancağın yönetimine göre ya adı geçenler tarafından veya devlet hazinesinden ödenirdi. Bu askerler şu beş sınıftan meydana gelirdi.
Azab
Sekban ve tüfekçi
İcareli
Lağımcı
Müsellem
Azab
Bekâr anlamında kullanılırdı. Tersane ocaklarında çalıştırılan bir askeri sınıfa bekâr olmaları koşulu ileri sürüldüğünden ötürü Azab denirdi. Taşrada hizmet gören Aazblar sayıca sınırlı ve belirli olmazlardı. Birbirlerine uyum ve bağlılıkları olmamak üzere yurdun mülki bölümüne göre birçok küçük müfrezelere bölünürlerdi. Bu müfrezelere de kapıkulu ocaklarındaki bölünmeye göre Orta adı verilirdi.
Her sancak ve ildeki azablar Azabağası, Azab Katibi adında iki, her orta da Odabaşı ve Bayraktar adlarında iki subayın komutasında bulunurlardı.
Sekbanlar
Olağanüstü gereksinim durumunda kendi istekleri ile hizmete girerek çalışan köylülerden meydana geldikleri için yerli kulu piyadesinin en aşağı sınıfı sayılırlar ve bu sınıfa Hristiyanlar da kabul edilirlerdi.
Azab ve sekban sınıfları sonuna kadar yerli kulu piyadesi arasında kalmışsa da, zamanla önemleri kaybolduğundan yerlerine tüfekçi adında bir piyade sınıfı kullanılmıştır
Her 50—60 tüfekçi bir bayrak sayılır ve gönüllü subay adında bir subayın komutasında bulunurdu.
Her sancak ve eyaletteki tüfekçi bayrakları tüfekçi başı denilen bir subayın komutasına verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beşer tüfekçi başı bulunduğundan bunlardan birine serçeşme adı verilir ve şimdiki Zaptiye Albay Beyleri yerinde tutulurlardı.
İcareliler
Sadece sınırlarda bulunan kent ve kalelerde kullanılan yerli topçulardır. Bunların subayları kuşkusuz topçuluk bilgileri bulunması gerektiğinden Eyalet Paşalarının komutasında bulunmak üzere İstanbul'dan gönderilirlerdi. Buna da Topi ya da Topçu Ağası denilirdi. Bu topçulara ücretli olarak çalıştırılmalarından icareli denmiştir.
Lağımcılar
Sınır üzerinde bulunan bazı Önemli kalelerin ansızın sarılabilmesi düşüncesi nedeniyle, bu gibi hallerde karşıt lağım muharebesini yönetmek üzere barış zamanında da bu kalelerde lağımcılar bulundurulurdu. Çoğunlukla Hristiyan taba olan bu lağımcılar İstanbul'dan Lağımcı Başı adıyla gönderilen bir subayın komutasına verilirdi.
Müsellemler
Eski askeri terimimi/ce çarhacı adı verilen öncünün ilerisinde hareket ederek Padişah ordusunun geçeceği yollan ve geçitleri onarımla görevli olduklarından bunlar yalnız savaş zamanı toplanırlardı. Barış döneminde vergiden bağışık olduklarından, bunlara müsellem denilmiştir. Aslında müsellemler rumeliye özgü ve çoğunlukla Hrİstiyanlardan meydana gelirdi. Anadolu'da ise bu sınıf asker genellikleİslâmlardan kurulur ve adına da yörük denirdi.
Serhat Kulu
17nci Yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti 'nin hiçbir komşu hükümet ile çizilmiş ve saptanmış sınırları olmadığından serhat akıncıları barış döneminde bile fırsat buldukça çeteye gitmek denilen, komşu ülkelere saldırı, yağma ve çapul yaparlar bunlar da anlaşmalara aykırı sayılmazdı. Bu nedenle uzun süre sınır beyliklerinde kalan Mihaloğulları ve Evrenoszadeler gibi eski soylu aile üyeleri, Osmanlı ve yabancı tarihlerinde "Akıncı" adıyla anılan hafif süvari askerlerinin başında bulunarak akınlar dan olağanüstü güç ve iktidar kazanmışlardı.
Sınırlar saptanmağa başlandıktan sonra bile, akıncılık tamamen ortadan kaldırılamamıştır. Bunun ürerine hükümet, düşman tarafından gelebilecek saldırıya karşı koymak ve fırsat düştükçe "çeteye gitmek" üzere sınırlarda "Serhat Kulu" denilen süvari sınıfından askerin sürekli olarak konulmasını ve kullanılmasını gerekli görmüştür.
Bu Serhat Kulu :
Deli (Delil)
Gönüllü
Besli
denilen başlıca üç sınıftan oluşurduysa da, bunlara sonraları levent ve hayta isimli iki sınıf daha eklenmiştir. Bunlardan her elli altmış kişisi bayrak adında müfreze meydana getirir, bu müfrezelerin birkaçı Deli Başı adı verilen bir subayın komutasında bulunurdu. Birkaç Deli Başının askeri Alaybeyli ya da Serçeşme adı verilen bir büyük subayın eşliğine verilirdi.
Yurtiçinde bu saydığımız asker sınıflarından bazıları Eyalet Paşalariyle sancak beyleri nin halkı arasında yerli kulu piyadesinden sayılarak yörenin asayişinin sürekliliğini sağlamakta da çalıştırılırlardı.
Topraklı Süvarisi
Bu süvari askeri has, zeamet ve tımar sahipleri ile savaşta bunların yasal olarak çıkarmağa zorunlu bulundukları cebelulardan oluşurdu. Barışta da devlet tarafından kendilerine gösterilen toprağın aşar geliri ile geçimlerini sağladıklarından bunlara topraklı denilmiştir.
Evvelce de anlatıldığı gibi Eyalet Paşaları ve sancak beyleri has sahibi oldukları gibi, saltanat başkenti ile eyalet ve sancakların ileri gelen memurlarına da geçimlerini sağlamak üzere has verilirdi. Bunlar çoğu zaman hasların kendileri tarafından atanan yerli bir ümena (emin güvenilen kimseler) aracılığıyla toplarlardı. Savaşta ise yukarıda anlattığımız gibi hasların her beşbin akçesi için bir süvari çıkarmaya zorunlu olurlardı.
Has, atanma ile olduğu halde zeamet ve tımar çocuklara geçerdi. Kayıtlı gelirleri yirmibin akçeden yüzbin akçeye kadar olan dirliğe zeamet denirdi. Bunun asıl baş kalemine, yani temeli oluşturan yirmibin akçesine "Kılıç Hakkı" ve ödül olarak da yüzbin akçeye kadar sonradan alınan hak ve tahsis olunan miktarına "Terakki" denirdi.
Zeamet sahibi kayıtlı bulunan gelirin her beş bin akçesi için, en üstün silahlarla donatılmış bir süvari erini savaşa götürmeğe zorunlu idi. Zeamet, Başkent ile eyalet ve sancak merkezlerinde bulunan bazı memurlara da bedeli karşılığı verildiğinden, zeamet sahiplerinin kendilerine bırakılan arazinin başında bulunmaları koşulu ileri sürülmezdi. Babadan evlada intikal eden zeamet sahipleri kendi vatanlarının subay ve sahibi, ülkelerinin ocakzadesi bulundukları için, halk bunları büyük görmüştü. Kendileri de soylulukları ile övünen görkemli kişiler olduklarından, barış döneminde, tımar sahipleri ile birlikte, ilçe ve köylerin asayişinin korunmasını ve düzenini tamamiyle sağlayabilirlerdi. Böylece, kendilerine bırakılan arazinin kalkınmasından maddi olarak yararlandıklarından, ülkenin bayındırlığına ve servetin çoğalmasına olağanüstü çaba gösterir ve çalışırlardı.
Gelir kayıtları üçbin ya da altıbin akçeden yirmibin akçeye kadar olan dirliğe "Tımar" adı verilirdi. Bunun, "kılıç hakkı" denilen üçbin ya da altıbin akçesinden sonra her bir katı için tımar sahibi savaşa bir süvari götürmeye zorunlu bulunurdu.
Tımar, bazı kalelerin korunmasında çalıştırılan erlere ve sınırda bulunan camii şeriflerin imam ve hatipleriyle Padişah Sarayının hizmetlilerine verilebilirlerdi. Bunlardan birincisi ve en çok olanları eşkinci tımarı adındaki kişilerdi ki, kesin olarak kendi topraklarında oturmaya zorunlu idiler. Ancak savaş zamanında muharebeye giderlerdi.
Dirlik sahibi olanlar aşar gelirleri kendilerine bırakılmış olan toprağın yasalara göre sahibi sayılırlardı. Bu arazilerin ürününü, yasal olan aşarını kendilerine almakla beraber mahlülat ını yani doğrudan varisi olmadığı halde ölenlerin vakfa kalan miraslarını isteklilere devretmek, ferağ ve intikal halinde belirli olan harcı ödetmekle tapu senedi vermek hakkı vardı. Ancak toprağın ekim hakkı köy ve kasaba halkından, toprağı kullananlara ait bulunurdu. Zamanla tımar ve zeamet usulü kaldırılmış olduğundan, aşar gelirleri maliye hazinesince, ferağ ve intikal harcı, defteri hakani (Tapu ve Kadastro Bakanlığı) nezaretince alındığından dolayı mirasçısı olmayan araziyi başkasına devretmek de ortadan kalkmıştır.
Her sancakta bulunan tımar ve zeamet sahipleri ile bunların çıkarmaya zorunlu oldukları atlılar savaş zamanı sancak beyinin bayrağı altında toplanır, sancak beyleri de bağlı oldukları Eyalet Paşasının komutasında olarak savaşa giderlerdi.
Savaşa memur olan tımar ve zeamet sahiplerinin onda biri hem yurdu koruma görevinde bulunmak, hemde arkadaşlarının dirliklerinin işlerini düzenlemek üzere korucu adiyle sancaklarında kalırlardı.
Sayıları yüzelli bini geçen bu süvari kuvvetinin savaş zamanı iaşe işleri de has, tımar ve zeamet sahiplerine aitti. Muharebede meydana gelen kayıplardan boşalan yerlere geçmek ve kahramanlıklar göstermek suretiyle yararlanmak için gönüllü adı ile savaş zamanı defterlere kaydolmamış olan bir hayli atlı savaşçı da bu süvari kuvvetine katılırdı.
Osmanlı Devleti nin Kırım Hanlığı, Erdel Krallığı, Eflak ve Buğdan Emaretlerinden oluşan mümtaz eyaletlerinden de savaş zamanında Padişah Ordusuna kuvvet verilerek yardım olunurdu.
Bu mümtaz eyaletler tımar ve zeamete bölünmüş olmadığından, askeri sınıfları kendilerine özgü bir biçimde kurulmuştu. Tümünün askeri kuvveti de kırk elli bin süvariden oluşurdu.
KAYNAK:Bu yazı Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti / Mahmut Şevket Paşa / KKK / 1983 kitabından alımıştır.