• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf oylamasi başladı  BURADAN  En güzel Yapay Zeka resmini seçiyoruz

Osmanlı Önce Ekonomide Yenildi

wien06

V.I.P
V.I.P
Halil İnalcık’a göre, “altı yüzyıllık Osmanlı tarihinin bölümlenmesinde, 1300-1600 arasındaki klasik çağ, otokratik ve merkeziyetçi yönetimi, emir ve kumanda ekonomisi ile, belirgin ve kendi içinde bütünlüklü bir dönemdi; buna karşılık daha sonraki ‘gerileme’ döneminde, bu geleneksel siyasi kuruluşun yapıtaşları bir dönüşüm sürecine girdi...

onyedinci yüzyıl bir geçiş dönemi karakterine büründü ve kapsamlı değişimlere tanık oldu”. Merkeziyetçi yapıyı yeniden canlandırma girişimleri olduysa da, başarılı olamadı. Uzun süreli savaş dönemleri, örneğin 1683 ve 1699 yılları arasında yaşanan savaşlar gibi, sistemi ciddi krizlerin içine soktu.

18. yüzyıla gelindiğinde ise, “taşra eşraf ve ayan ‘hanedan’larının yerel güçler olarak sahneye çıkmalarıyla birlikte, hayli değişik, bir bakıma merkeziyetçiliğini kaybetmiş bir Osmanlı İmparatorluğu ortaya çıktı”.

Bu dönemde, “Osmanlıların Avrupa’ya ve Avrupa uygarlığına ilişkin tutumları da radikal biçimde değişti. İlk defa bu dönemde Osmanlılar Avrupalıların üstünlüğünü kabullenerek batı usullerini taklit ve iktibas yoluna gittiler.

Bu, Osmanlı devletinin ayakta kalabilmesi için giderek Batılı güçlere bağımlılaşmasına yol açtı. Ondokuzuncu yüzyıl, hem Osmanlıların gerek siyasal ve gerekse ekonomik bakımdan Batı’ya bağımlılığının artışına tanık oldu, hem de batılılaşmaya yönelik radikal reformlara sahne oldu”.

Osmanlı İmparatorluğu, “çağdaş Avrupa’nın biçimlenmesine de önemli ölçüde katkıda bulunmuştur”.

İmparatorluğun Avrupa’daki hasımlarına, Habsburg’lara, karşı ittifak içinde oldukları ülkelere verdiği ticari ayrıcalıklar (kapitülasyonlar), her ne kadar bu dönem verilen ayrıcalıklar mali bağımlılık yaratmadıysa da, Venedik, Fransa, İngiltere ve Hollanda’da “ulus-devletlerin merkantilist-kapitalist büyüme süreçlerinin ilk aşamasına damgasını vurdu”. Nitekim batıda ilk tutunan ve ekonomik gelişmenin sürükleyicisi olacak olan “imtiyazlı şirketler, Levant kumpanyalarıydı”.

İşte bu değişim sürecini iyi anlamak gerekiyor. Yoksa, 16. yüzyılda dünya ticaretinde “belirleyici” bir rol oynayan “süper güç” Osmanlı İmparatorluğunun 18. yüzyılda Batıya karşı mali açıdan tökezlemeye başlamasını ve takip eden zaman diliminde de Batı karşısında “ekonomik önem bakımından ilk sıradan ikinci sıraya” düşmesini izah etmek zor olacaktır.

Çok erken dönemlerde, 19. yüzyıl ortalarında, sorgulanmaya başlandı: Batı Avrupa’da kapitalizm gelişirken, dünyanın diğer taraflarında neden bu gelişme sağlanamadı?

Bu konuda yüzlerce kitap yazılmış, binlerce makale kaleme alınmıştır. Sorun, başlangıçta tamamen ve hatta şimdilerde bile önemli ölçüde, Avrupa merkezli olarak ele alınmıştır. Sorunun adı “Doğu sorunu” olarak konulmuş, daha sonraları da genişletilerek “müstemleke” ve sömürgecilik şeklinde biçim almıştır.

Avrupa kapitalizmine acımasız eleştiriler getiren Karl Marks bile, Doğu sorununu işlediği yazılarında, Hindistan örneğinde çok açık ifade edildiği gibi, “donmuş sınıfsal yapıların parçalanması ve kapitalist gelişmelerin zorla da olsa bu ülkelerde ortaya çıkmasını” insanlığın geleceği açısından kutsamış ve hatta alkışlamıştır.

Avrupa merkezci yaklaşımlar, önce Batıda eleştirilmeye başlanmış ve özellikle de Doğu toplumlarının tarihi üzerine yapılan araştırmaların yaygınlaşmasıyla, daha da önemlisi sömürgeciliğe karşı yükselen ulusal direnişlerle birlikte aşılmış ve terk edilmeye başlanmıştır.

Bu çalışmada, tarihsel süreç içinde son dönem yapılan araştırmaların ışığında, Osmanlı ile Batı arasındaki ekonomik mücadelede neyin ne zaman kaybedildiğini ve “gerileme” dönemi olarak adlandırılan sürecin içinde yaşanılanları kısaca sorgulamaya çalışacağız.

Ticaretin klasik dönem Osmanlı İmparatorluğunda son derece önemli bir olgu olduğu, üretimin de lonca sistemi ile birlikte önemsendiği, para kullanımının kırsal kesimde ve hatta göçebeler arasında bile yaygınlaştığını biliyoruz.

Yüzeysel olarak bakıldığında, bu özelliklerin aynı dönemde Batıda da var olduğu görülmekte. Ama Batı ile Doğu arasında daha bu dönemde bir farklı oluşum olduğu da, dikkatli hiçbir gözlemcinin, atlamaması gereken bir yandır:

Batı Avrupa’daki krallıkların neredeyse tamamında merkantilizmin sürükleyici unsuru olan tüccar ve üretici kesim, ülkelerinin tüm karar alma mekanizmalarını doğrudan etkileme şansına sahip ve bu mekanizmaları ekonomi ile ilgili konularda yönetme iddiasındadır. Bu nedenledir ki, kapitalizmin gelişme tarihini inceleyenler, bu tarihi 12. yüzyıla kadar geri götürmektedirler.

Osmanlı’da ise, ne loncalar ne de tüccar taifesi İmparatorluğun karar alma mekanizmalarını yönetme şansına ve yeteneğine hiçbir zaman sahip olamamışlardır.

İnalcık ve Quataert, Batı ile Osmanlı arasında ortaya çıkan farkı şu şekilde özetliyor: “Amerika’nın bütün o ucuz gümüş, pamuk ve şeker kaynaklarıyla Atlantik ekonomisinin yükselmesi ve hepsinden önemlisi Avrupa’nın güttüğü saldırgan merkantilist politika, Osmanlı para sistemini çökertti ve onyedinci yüzyılda çarpıcı değişimlere yol açtı”.

1750 ile 1850 yılları arasında Osmanlı dış ticaretinde mutlak miktar açısından büyük bir artış ve uluslararası ticaret hacminde görülmedik düzeylere yükselme gözlenmesine rağmen, süreç Osmanlı’nın aleyhine işlemeye başlamıştır.

Osmanlı’da, gelişkin bir para ekonomisinin erken dönemlerden itibaren oluşmasına rağmen, merkantilizmin gelişmemesinin sebepleri, bilim adamlarını hala meşgul etmektedir.

Büyük malikanelerin varlığına rağmen, tüm Osmanlı tarihi boyunca pazarlanabilir ürün fazlalarının büyük kısmının küçük işletmelerde, çift-hane birimine dayalı bir toplumsal formasyon içinde, “aile emeğine dayalı köylü çiftliğinde” üretilmiş olması dikkat çekmektedir.

Yararlandığımız yazarlarımızın şu tespiti, sanırım, dikkatinizi çekecektir: “Osmanlı devleti, Avrupa’nın geniş ekonomik ve askeri alanlarda gösterdiği olağanüstü gelişme ve yayılmanın etkilerinden ilk etkilenen Asya imparatorluğu oldu. Bir yandan merkantilist Batı, ekonomisi bu hayati pazarı kaptırmamaya ve sömürmeye bağlanırken, diğer yandan Habsburg ve Rus imparatorlukları, yeni ve ileri savaş teknolojisinin sağladığı olanaklarla, Osmanlı İmparatorluğu’nu istila ve paylaşmaya yönelik saldırgan askeri bir politika izlemeye koyuldular. Böylece, daha onsekizinci yüzyılın başlarında Doğu Sorunu Avrupa siyasetine girdi ve doğrudan doğruya imparatorluğun varlığının sürüp sürmemesi sorunu gündeme geldi. Avrupa hegemonyası, Osmanlı İmparatorluğu’nu üstünlük konumundan derinleşen bir bağımlılık konumuna itti. Bu krizden bir çıkış yolu bulmak amacıyla Osmanlılar, önce askeri, sonra da idari örgütlenmelerini değiştirmeyi denediler. Böylece, Osmanlılar açısından, geleneksel bir Müslüman toplumunun ne ölçüde Avrupa’nın yolundan gidebileceğini belirleme çabası anlamında, Batı Sorunu diye ifade edebileceğimiz bir durum ortaya çıktı”.

Sorun, tarihin bu döneminde, “Müslüman bir toplumun” Avrupa’nın yolundan gidebilme sorunu olmaktan çok daha derin ve karmaşıktır.

Kısaca özetlenen bu neredeyse üç yüzyıllık serüvenin içinde yer alan bazı önemli kavşaklara göz atmanın faydası vardır.

Böylelikle, tarihsel süreçte kolayına tasfiye edilemeyen bir imparatorluğun nasıl dönüşüme uğradığını, yapılan hataları, adım atmaktaki gecikmeleri – ki hala devam eden bir hastalıktır, en önemlisi de Batıya nasıl bağımlı hale geldiğimizi biraz daha yakından izleme imkanımız olacaktır.

Bu dönemle ilgili yazdıklarımızı okurken, Cumhuriyetin kuruluş dönemi hariç, son elli yıllık serüvende de benzer hataların yapılıp yapılmadığını ve en acısı hatalarda ısrar edilip edilmediğini düşünme fırsatı verecektir.

Batıda gelişen savaş teknolojileri, Osmanlı’nın da savaşlarda yenilmeye başlamasına yol açmıştır. Bu savaş teknolojilerindeki gelişmeyi yaratan ise, Avrupa’daki merkantilizm ve bu temelde dünya ekonomisini kontrol altına almaya çalışan ekonomik hakimiyet hırsı idi.

Merkantilizmden sanayi devrimine doğru yol alan Batı, “altın buzağı”ya tapmaktadır. Milyonlarca insanı, hem kolonilerde hem de kendi ülkelerindeki milyonlarca insanı, sömürme ve yok etme pahasına da olsa, kar etme ve zenginliğin gücünü elde etme hırsı, tarihin bilmediği bir anlayışa sahiptir.

Halil İnalcık, gelişmeyi şu şekilde anlatıyor: “Osmanlı diplomasisinin ... temel prensibi, iki cephede birden savaşmaktan kaçınmaktı... Osmanlıların Habsburglar’la uzun ve yıkıcı bir kapışma (1593-1606) içinde olduğu bir sırada, 1603’te Şah Abbas’ın da savaş ilan edip Azerbaycan’daki bütün Osmanlı fetihlerini geri alması, bu politikanın çöküşü demekti. Onun için, 1606’da Habsburglar’la yapılan Zsitva-Törok andlaşmasını, Osmanlılar için talihin dönüşü ve gerilemenin başlangıcı saymak yanlış değildir... Bu noktada Osmanlı gerilemesinin, üstün Avrupa askeri teknolojisinden olduğu kadar, Batı Avrupa’nın modern ekonomik sisteminden de kaynaklandığını kaydetmeliyiz. Osmanlı ekonomisinin ve para sisteminin 1600’lü yıllarda uğradığı çöküntünün ardında, bu sırada Doğu Akdeniz’de Venediklilerin yerini alan Batı ülkelerinin saldırgan merkantilist ekonomileri yatıyordu”.

Zaten, “üstün Avrupa teknolojisi”ni yaratan da, aynı ekonomik sistem değil midir?

Bu süreci besleyen Osmanlı iç sorunları yok mudur?

Vardır.

Miri toprakların devlet denetiminden mülk vakıf statüsüne geçirilmesi gibi toprak sistemini giderek bozan uygulamalar bunların başında geliyordu. Ama, daha beteri, uzun savaş yükünü taşımakta zorlanan Osmanlı maliyesinin, bu savaşlar nedeniyle yıkıcı sonuçlarla karşılaşmasıydı.

Savaşlarda giderek ateşli silah kullanılması, yeniçeri sayısını arttırmış ve yanı sıra da sekban denilen para asker sayısında da muazzam artışlara neden olmuştu. Savaşların olmadığı dönemlerde de, bu paralı askerler İmparatorluğun içinde asayişsizliğin gelişmesine neden olmaya başladılar.

Tımar sisteminin önemini yitirmesi ve çökmesi sonucu, sipahiler de bu güruhlara katılarak celali isyanları diye bilinen ve kırsal nüfusta azalmalara neden olan, tarımın yıkıma uğramasına yol açan gelişmeler ortaya çıktı. Bütün bu faktörlerin savaşlarla birleşmesi sonucunda Osmanlı sistemi adeta felç olmuş ve ilk kez 1590 tarihinden itibaren, daha önceleri hiç görülmeyen, hazinede muazzam açıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

“Osmanlı mali istikrarını darmadağın eden bir etmen de”, der Halil İnalcık, “gümüş paranın tağşişiydi”.

1580 sonrasında Avrupa’dan ucuz gümüş akışını başlıca neden olarak gösterse de, savaşların merkezi hazinede yol açtığı devasa açıkların tağşiş olayında, yani gümüş sikke içindeki gümüş miktarını azaltmak, baş etken olduğu biliniyor. İnalcık eklemektedir: “Bu kargaşalıklar sonucu onyedinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, artık onaltıncı yüzyıldaki hayat gücüne sahip değildi. Ortaçağa özgü koşulların doğurmuş olduğu tımar sistemi bir daha onarılmaz biçimde parçalandı. Yerini, paralı tüfekçilerden oluşan bir ordu ile, gitgide nakdi vergi tahsilatına kayan bir merkezi hazineye bıraktı. Osmanlı akçesinin yerini Avrupa paraları aldı ve ekonomi, Avrupa merkantilizminin yörüngesine girdi.”

Bununla da kalınmaz, bir nevi iç borçlanma sistemi olan iltizam ve mukataa sistemi gelişmeye başlar.

Burada, yine İnalcık’ın değerlendirmelerinden yararlanarak, Osmanlı bakış açısı ile Avrupa’da oluşan zihniyet arasındaki farkı ortaya koyan bir saptama daha yapalım: “... batılı merkantilist hükümetler(i) Osmanlı Devleti’nden farklı kılan şey, Avrupa devletlerinin zenginlik-güç-zenginlik denkleminde sanayi ve manifaktüre büyük ağırlık tanıması, böylece tüccar sınıfının ve merkantilizmin toplumda önderlik konumuna yerleşmesiydi. Başka bir deyişle, Batı, kapitalist bir sistem altında biteviye genişleyen sanayi ve pazar aracılığıyla gelişen bir ulusal zenginlik ekonomisine doğru yol alırken, Osmanlılar fetihle toprak kazanmayı vurgulayan bir imparatorluk politikasına bağlı kalıyorlar ve manifaktür alanında lonca sistemine, toprak tasarrufu ve tarım alanında miri devlet kontrolü yöntemine önem veriyorlardı.”

Batının homo economicus kavramı yerine, Osmanlı’nın reayanın refahını her şeyin üstünde tutan değerler sistemi arasındaki farkı tartışan İnalcık, bu farkın tezahürünün de, “yoksul ve muhtaçları gözetmek, gelecek nesillerin refahına kaynak tahsis etmek ve cemaat yaşantısını iyileştirmeye çalışmak” şeklinde olduğunun altını çizmektedir.

Sonuçta, gelişmiş bir para ekonomisine sahip olduğu ve kapitalist piyasa ekonomisi uygulamalarına imparatorluğun içinde rastlanıldığı halde, “Batı’dakine paralel herhangi bir gelişme Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkmamaktadır”.

Halil İnalcık eserinde daha da ileriye giderek, Avrupa merkantilizmi ile “Osmanlı bolluk ekonomisi” arasındaki ayrımı ortaya koyar: “Osmanlıların Avrupa ile ekonomik ilişkilerinin, Batılı ulusların Levant’da (yani Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde) faaliyetleriyle birlikte belirli bir değişime uğraması ve doğrudan doğruya kapitülasyonlar rejiminin de bu arada yeni bir yönelime girmesi kaçınılmazdı. Ulus çapında bir anonim şirket gibi düşünülen ve yönetilen ulusal ekonomi kavramından yola çıkan Batı merkantilizmi, İtalya’daki ilk filizlerine kıyasla kapitalizmin daha ileri bir biçimini temsil ediyordu. Merkantilizm, Osmanlıların ekonomik anlayışıyla tam bir tezat teşkil ediyordu. Batı ekonomileri, Osmanlıların ekonomiye ilişkin bu anlayışlarından azami ölçüde yararlanarak kendi merkantilist politikalarını geliştirip kendi kapitalist çıkarlarına avantaj sağladılar.”

Merkantilizm, servet birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine verdiği önemle gelişir ve Batının sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine doğru evrimleşmesini sağlar. Doğuda ise, ülke refahı için gerekli olan piyasalardaki altın ve gümüş bolluğu ve temel, zorunlu ihtiyaç maddelerinin karşılanabilirliği önemli idi.

Doğu ile Batı arasındaki bazı benzerliklere rağmen, der İnalcık, “Osmanlılar ile merkantilistler arasındaki temel fark, Batı’da bir ülke ekonomisinin global olarak bir anonim şirket gibi düşünülmeye başlaması, bilanço toplamının ülke lehine olmasına önem verilmesi ve bunun kıymetli madenler ile dayanıklı mallar olarak hesaplanır hale gelmesiydi”, ki bu anlayış daha sonra yükselecek olan “ulus-devletlere bir model oluşturmuştu”.

Ekonomiyi bir bütün olarak göremeyen Osmanlılarda, yerli sanayii koruma ve himaye fikri de gelişmez. İthalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyor ve bunun sonucu olarak da Batılı tüccarlara çok rahat kolaylıklar sağlanıyordu.

Bütün bu farklılıkların sonucunda, Doğu ile Batı arasında bir tezat ortaya çıkar: “... bu tezat daha çok bir himaye ve kumanda ekonomisi ile, düzenleyicilik değil, özgürlük aracılığıyla bolluğa ulaşmaya çalışan bir burjuva toplumunun laissez-faire ekonomisi arasındadır”... “Daha ucuz ve kaliteli mal üretebilen yeni teknolojilerin gelişmesini teşvik eden” ve bunun sonucunda da genişleme ve rekabeti hedef alan Avrupa karşısında Doğu sanayileri çaresiz kalacaktır ve Doğuya ucuz sanayi ürünleri ithalatında patlama yaşanacaktır.

Şunu belirtmekte fayda var: Osmanlı’nın klasik döneminde kapitülasyonların oynadığı olumsuz rol, bu dönem ekonomik faaliyetlerin içinde görülmez.

Tarihin akışı içinde olumsuzluklar ortaya çıkar. Hele de 19. yüzyıl başlarında, örneğin İngilizlerle, imzalanan anlaşmalardan hem içerik hem de yakın vadeli sonuçlar itibariyle çokça farklıdırlar.

İmparatorluğun son yüzyılındaki kapitülasyonlar, bir ekonomik esaret belgesidirler. Osmanlının klasik çağında ise, karşılıklılık temelinde birer anlaşmadır kapitülasyonlar ve Türkçe’deki ifadesiyle de ahidname olarak adlandırılırlar.

Yukarıda bahsettiğimiz sorun ise, bu tür anlaşmaların (kapitülasyon) bizatihi kendisinden kaynaklanan bir sorun olmasında değil; Avrupa’da yaşanan ekonomik gelişmeleri fark edemeyen imparatorluk yönetiminin ülke içinde sanayii geliştirmek yerine, üstelik de zamanla çok büyük ölçekli mali transferlere ve dış ticaret açıklarına neden olacak eski bir anlayışı sürdürmesindedir.


Yoksa, klasik dönem Osmanlı İmparatorluğunun imzaladığı kapitülasyonların, dönemin siyasi şartları içinde Osmanlı’ya faydası olmuştur ve hatta imparatorluğun güç kullanma ve Avrupa krallıklarını birbirine karşı kullanma aracı olarak da müspet bir rol oynadığı bilinmektedir. İnalcık da, eserinde, bu dönem kapitülasyonları hakkında, dönemin kendi şartları içinde, çok olumsuz sözler ifade etmez.

Avrupa ile ticari anlaşmaların tarihi de oldukça eskilere uzanmaktadır: Bilinen ilk ticaret ayrıcalığı (kapitülasyon), Cenovalılara Orhan Bey tarafından 1352’de verilmiştir.

Bursa’nın tarihi, Osmanlıların ticaret ve üretim tarihini anlamak açısından son derecede önemlidir. Bursa, daha fethedildiğinin hemen ertesinde, uluslararası ipek ticaretinin bir antreposu ve dokumacılıkta da dünya çapında iş yapan bir merkez konumundaydı.

Bursa’nın tarihi, bu anlamda, Osmanlı ticaret ve sınai üretiminin gelişme çizgisini tek başına görmemizi sağlayan ve inişleri çıkışları ve bunların sebeplerini anlamamızı temin eden örneklerle doludur. İnalcık, eserinde, bu nedenlerle “Bursa ve İpek Ticareti”ne uzun bir bölüm ayırır.

Bursa, sonraki yüzyıllarda da, imparatorluğun adeta aynası olma işlevini sürdürecektir. Bursa’dan ticaret yüzyıllar boyunca coğrafyanın her yönünde sürecektir; tabii ekonomik gelişmelerin ve savaşların izin verdiği ölçüde.

1600’lü yıllara gelindiğinde manzarayı şu şekilde özetler İnalcık: “Hollanda ve İngiltere sanayiinin sağladığı daha yüksek kalitede ve daha ucuz mallar karşısında Osmanlı ekonomisi, yünlü kumaş ve sof, çelik ve öteki maden mamulleri, özellikle gümüş üretiminde rekabet gücünü tamamıyla kaybetti. Keza, Kanarya adaları ve Brezilya’daki plantasyonlardan gelen ucuz şeker karşısında Kıbrıs ve Mısır’daki şekerhaneler kapandı. Kapitülasyon rejimi altında Osmanlı açık-kapı politikasının sonucu olarak, yerli sanayii iyileştirmek ve himaye etmek amacını güden herhangi bir ekonomi politikası uygulanmadı. 1630’lara doğru Osmanlı ülkesi ... bir ekonomik düşüş gösterdi... düşüş, temelde, Batı’da yükselen modern kapitalist sistem karşısında Osmanlı’nın zamanı geçmiş bir Ortaçağ gelenekçi sistemine inatla bağlanması sonucu olarak gözükmektedir.”

Batı, artık sömürgelerinden gelen ucuz mallarla dünya ticaretinde hızlı bir yükseliş trendi yakalamış ve bunun karşısında Ortadoğu ticareti de önemini kaybetmeye başlamıştır.

Başka araştırmacılar da, örneğin Suraiya Faroqhi, benzer görüşleri paylaşmaktadır: “Bilim adamları Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisaden, 16. yüzyıl başında genişlemekte olan Avrupa ekonomisinin uydusu olmadığı konusunda genellikle fikir birliği içindedir. Aynı şekilde, 1840’a gelindiğinde de artık bunun tam tersinin geçerli olduğuna ilişkin de genel bir fikir birliği vardır... Osmanlı zanaatlarının büyük ölçekli bir yıkıma 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında uğradığı anlaşılmaktadır, daha önce değil.”

Faroqhi, 17. yüzyıldaki gelişmeleri özetlemeye devam eder: “17. yüzyılın büyük bölümünde Batı ve Orta Avrupa’nın oldukça fazla sayıda bölgesi ve sanayisi bir depresyon konağından geçmekte olduğu için, Avrupa’nın iktisadi etkisi sınırlı kaldı. Osmanlı tarafında ise, 17. yüzyılda Osmanlı devleti Avrupa’nın, bölgesine sınırsız bir şekilde nüfuz etmesini önlemeye yetecek askeri güce sahipti. Osmanlı tüccarları el sanatları sanayilerini organize etmeyi ve etkin dağıtım şebekeleri kurmayı başarmışlardı; Osmanlı pazarlarına girmeye çalışan Avrupalı tüccarlar karşılarında genellikle zorlu rakipler buluyorlardı.”

17. yüzyılda belirgin bazı değişiklikler yaşanmaya başlar: İzmir, basit bir kaza merkezi olarak bırakılmış ve bu vasfıyla da üst mevkilerdekilerin işe karışmasından uzak duran bu küçük liman kasabası, gelişmeye başlar.

İzmir giderek hem ticarette hem de üretimde Bursa’nın yerini alacaktır. Akdeniz’de İngilizler Venediklileri gölgede bırakır. Denizde Osmanlı hakimiyetinde gerileme başlar, sadece askeri açıdan değil taşımacılık açısından da bu böyle olur: “Osmanlı padişahları Akdeniz’de yüreklere korku salan bir donanma bulundurmaya devam ettikleri halde, Osmanlı gemi taşımacıları imparatorluk limanları arasındaki kıyı ticaretini Avrupalı rakiplerine kaptırdılar. Bu durum tonaj eksikliğinden değil, siyasi etkenlerden kaynaklanmaktaydı... Osmanlı kıyı ticaretinde ‘kervan’ denilen Avrupa gemilerinin kullanılması uygulaması tercih ediliyordu...Osmanlı İmparatorluğu’nun dahili kıyı ticaretinde Avrupa gemilerinin bu şekilde kullanılması, yerli armatörlerin iş fırsatlarını kısıtlayarak ithal yarı-mamul mallara bağımlılığı artırdı.” 17. yüzyılın başka bir farklı göstergesi de, “gayrimüslimlerin ticari faaliyetlerindeki artıştır”.

Üstelik, imparatorluğun tebaası olan gayrimüslimlerin ticari etkinliklerinin artmasının yanı sıra, Venedikliler, Fransızlar, Hollandalılar, İngilizler ve hatta Hintliler de ticari etkinliklerini artırırlar.

Osmanlı’da, Avrupa’da modern dönem öncesi görülen “toplumsal tabakalar” ile karşılaştırılabilecek bir kurum olup olmadığını tartışan Faroqhi; ulema dışındaki bütün yönetici kesimin mal ve mülklerinin sık sık padişah tarafından müsadere edilmesi, kalıtsal bir soyluluk bulunmaması, siyaset sınıfı içinde yer alanların en az birkaç kuşak kalıcı ve kabul edilmiş bir konum edinme imkanlarına sahip olmaması gibi olguları anlatır. Bazı benzer gelişmeler gözlenirse de, Osmanlı toplumunun Batı’dan keskin çizgilerle ayrıldığına kuşku yoktur.

17. yüzyılda Osmanlı toprak sistemindeki çözülme, vergi toplamada iltizam ve malikane sisteminin ağırlık kazanması neticesi, giderek artmıştır. Taşrada “siyasal hane halkları”nın giderek daha fazla dikkat çekmesi ve bunların reislerinin güç, özgüven ve itibar kazanmaları tesadüf olmasa gerek. Faroqhi, bu dönemi şöyle anlatır: “17. yüzyıldaki ademi merkezileşme taşrada Osmanlı hakimiyetinin zayıflamasına yol açmadıysa, bu kısmen merkezde yetkinlik konusunda elde edilen kazanımlar sayesinde olmuştur”.

Merkezin bürokratik gücünün giderek arttığı bir dönem olarak ortaya çıkıyor 17. yüzyıl. Şu veya bu şekilde ticaret yaygın olarak yapılıyorsa da, Batı’da örnekleri görülen türden bir sermaye birikimine izin verilmez.

18 yüzyılla ilgili olarak, başka bir araştırmacı, şu tespiti yapmaktadır: “Osmanlı devleti, hassas dengeler üzerinde duran uluslararası şöhretini 18. yüzyılın büyük bölümünde başarıyla koruduktan sonra hızlı bir bozulma yaşanmaya başladı”.

McGowan, incelediği 18. yüzyılı değerlendirirken şu özeti yapar: “”1699-1812 dönemini kapsayan ‘uzun’ yüzyılı ikiye bölersek, iki parçayı birleştiren dikiş Katerina’nın Osmanlılarla yaptığı birinci savaştır (1768-1774)... Osmanlı 18. yüzyılının ekonomik tarihinde de aynı sıralarda, çok da belirgin olmayan bir bölünme hattı ortaya çıkmaktadır. Yüzyılın ilk altmış yılında cam, sabun, şeker, barut ve kağıt gibi bir takım yeni teknolojilerin gösterişsiz ama inandırıcı ilk adımlarına tanık olunmuştu. 1760’lardan sonra ise bu çabalar duraksamış, hatta bazı durumlarda gerilemiş görünmektedir.”

Bu yüzyıl, olumlu ve olumsuz gelişmelerin iç içe ortaya çıktığı bir yüzyıldır. Haremin vezirler üzerindeki uzun süredir artarak devam eden nüfuzu kalkar ve “kafes sistemi”ne de son verilir. Yeniçeri teşkilatı artık neredeyse askerlik hariç her şeyle uğraşmakta, esnaflık yapan, ticaretle uğraşan “bir tür milis gücüne dönüş”müş bulunmaktadır.

En dikkate değer gelişme, 18 yüzyılda, Sırp, Romen ve Yunanlıların giderek fethedilmiş uluslar olduklarının bilincine varmaya başlamalarıdır.

McGowan, bu kesimlerin Avrupalı tüccar ile kurdukları ilişkilerin böylesi bir bilinçlenmede rolü olduğunu düşünmektedir: “Osmanlıların yabancı tüccara karşı nispeten liberal bir tavır içinde olması nedeniyle, istemeden de olsa, üç gelişme yaşandı: Birincisi, sömürge tipi (ya da periferileşmiş) bir ticaret örüntüsü oluştu; ikincisi, azınlıklara mensup tüccarlar ve temsilcileri kısmen yabancılaştırıldı; üçüncüsü, insanların enerjisi ve sermayesi endüstriden uzaklaşıp ticarete yöneldi”.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Belki de bu nedenlerledir ki, 1760 sonrasında sınai üretim tamamen ihmal edilir.

McGowan, 18. yüzyılla ilgili eserinde şu çarpıcı tespiti yapmaktadır: “Osmanlıların, Avrupalıların iyi niyetine bağımlılığı giderek daha gözle görünür bir hal alıyordu. Kah Fransızlarla, kah İngilizlerle, kah Prusyalılar, İsveçliler ya da Ruslarla ittifaklar kuruluyordu. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, artık onlar olmadan, ne savaş ne de barış yapma olanağı kalmıştı. Öte yandan birbirleriyle rekabet içindeki Avrupalılar, ironik bir şekilde, Osmanlılara kendilerine hammadde temin etme ve mamul mallarını satın alma dışında başka işler için de ihtiyaç duymaktaydı. Osmanlıların üzerinde yaşadığı topraklar, rakip hükümetlerin eline geçmesine göz yumulmayacak kadar değerli olduğu için, bu arazinin Osmanlılarda kalmasına izin vermek evla olmuştu.”

Bu yaklaşımın Avrupa’daki güçlü ülkeler arasında yol açtığı gerginliklere ve bu tür gerginlikleri giderme yollarına, 19. yüzyılın başlarında “Doğu Sorunu” adı verilecektir.

McGowan, bu yüzyıldaki ıslahat girişimlerini şöyle değerlendirir: “18 yüzyıl Osmanlı önderliği, imparatorluktan geriye kalanı etkin bir biçimde savunmaktan ve sistemi, değişen dünya düzenini göz önüne alarak ıslah etmekten acizdi. 18 yüzyılda getirilen pragmatik çözümlerin toplamı reform etmiyordu... Önemli Osmanlı kurumları, tıpkı yaşlanan bir bedenin dokuları gibi, 18. yüzyılda artık kendilerinden beklenen işlevleri yerine getiremez olmuşlardı. Habsburgların toplumdan ayrı bir bürokrasi inşa ederek güç kazanmakta olduğu bir yüzyılda, Osmanlı bürokrasisi hizmet etiğini büyük ölçüde, toplumdan ‘ayrı’lığını da kısmen yitirdi. Aracılar kullanmak ve seçkinlerle ittifaklar kurmak yaygın olarak başvurulan bir yöntem olduğu için, güç, özel kişi çıkarlarının hizmetinde merkez ile taşra arasında gitti geldi. Bu yüzyılda merkez eyaletlerinde yaşanan karakteristik gelişme olan, vergi tahsil etme ve asker toplama yetkilerini taşra seçkinlerine devretme deneyi, güç ilişkilerinde devlet ve hanedan açısından ölümcül denebilecek fiili bir tersine dönüşe yol açtı.”

Toprak mülkiyetinde Miri mülkiyetten kopmanın yolu bulunmuş ve yaygınlaştırılmıştı: “19. yüzyıl başına gelindiğinde bazı yabancı gözlemciler, Osmanlı arazilerinin yarısı ila üçte ikisinin devlet denetimi dışındaki aile vakıfları statüsünde olduğu kanaatindeydi”. Bu, devletin vergi gelirlerinin düşmesi demekti.

18. yüzyılda vergi toplama sisteminin ihaleler ile mültezimlere verilmesi ve para sıkıntısı çeken hazineye gelir getirsin diye mukataaların kaydı hayat şartıyla iltizama verilmesi ve malikane sisteminin ortaya çıkması, bankerlerin işine yaramış çünkü finansman sağlamışlardır: “18 yüzyıl boyunca İstanbul’da yapılan iltizam ihalelerine, arkalarında bankerleri olan bin kadar büyük ihaleci hakimdi. Makam satma, tefecilik, aile vakıfları ihdası gibi suiistimaller yapmaya bu yüzyılda da devam eden ulema da iltizam sisteminin parçasıydı”.

Bu yozlaşmanın ve merkezi kontrol sisteminin dışında güç odakları oluşmasının sonucu, tüccar, tefeci, askeri sınıf mensubu veya toprak sahiplerinden oluşan yerel güçler “ayan” adı altında önemli roller üstlenmeye ve giderek nüfuzlarını arttırmaya başladılar. Hatta, “savaş ortamını bahane ederek, Anadolu, Suriye ve Mısır’da da çeşitli kökenlerden gelme ayan savaş ağaları ortaya çıktı ve Rumeli ayanı gibi bunlar da, siyasi gücün fiili olarak ademi merkezileşmesi doğrultusunda büyük mesafe kaydettiler”.

19. yüzyıla gelindiğinde, Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Suriye, Irak ve Mısır’da “merkezi iktidara rakip feodaller” karşımıza çıkmaktadır. Böylesine çözülen bir toplumsal yapı içinde, ilk başta Sırplar, Avrupa ülkelerinden aldıkları destekle ulusal bir karakter taşıyan isyana kalkışırlar. Karışıklıklar Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’ya da sıçrar. Ayanları ve merkezi iktidara rakip güçleri kontrol altına almakta geciken Osmanlı yönetimi, bedelini çok ağır ödeyecektir.

McGowan, 18 yüzyılı incelediği araştırmasında, en ilginç gelişmenin tüccar ve zanaatkarlar arasında yaşandığına işaret etmektedir: “Osmanlı zanaat örgütleri 1750’den sonra özellikle hızlı değişen ve bir sonraki yüzyıl başında Batı mamulleriyle şiddetli bir rekabete girilmesine yol açan koşullarla karşı karşıya kaldılar. Osmanlı tüccar sınıfı ise, Batıyla ilişkileri arttığı için 18 yüzyılda çeşitli bakımlardan değişti. Avrupalıların belirli Osmanlı mallarına, özellikle de pamuğa ilgisinin artması, her dinden Osmanlı tüccarları için fırsatlar yarattı ve bunların bazılarını, özellikle de güney doğu Avrupa’nın (Balkanlar) Hıristiyan Ortodoks tüccarlarını, halklarının bağımsızlığa hazırlanmasında önemli bir rol oynamak üzere eğitti.”

Osmanlı’nın klasik dönemdeki sisteminin çözülmesi, vergi toplamada tüccarlara uygulanan keyfilikler peşinden yeni sorunları da getirmektedir: 18. yüzyılın ikinci yarısında, “yabancı konsolosluklar, himayeleri altında Osmanlı azınlıklarından, giderek genişleyen bir beratlılar lejyonu toplamaya başladılar. Bu beratlıların, hepsi değil, sadece bir kısmı ticaretle uğraşmaktaydı.”

Bir kısmı zanaat, mültezimlik ve tefecilik gibi işlerle uğraştığı bilinen bu beratlıların sayısı da oldukça kabarıktı. Esnaf örgütleri de, yeniçerilerin sızması ve yoğunlaşması ile sıkıntılı bir dönem yaşamaya başladı. Yeniçerilerin çok azı gerçek anlamında askerilikle uğraşıyordu.

İzmir limanı, aynı yüzyıl içinde, hızlı bir büyüme yaşamıştır. Buradaki ticaret tamamıyla Levanten yerli azınlıkların eline geçmiştir. McGowan, ileride şu değerlendirmeyi yapmayı da ihmal etmeyecektir: “18. yüzyıl Levant ticareti, sömürge ticareti değildi. Ama yine de burayla ticaret yapan Batılıların, özellikle de Fransızların merkantilist planları içine iyi oturuyordu.”

İzmir sadece hammadde ihraç limanı olmaz, aynı zamanda imparatorluğun kumaş başta olmak üzere önemli bir ithalat limanı haline de gelir.

McGowan, 18. yüzyılın Osmanlı ekonomi anlayışını bakın ne güzel özetlemiş: “Himayecilikle hiç ilgileri olmayan (savaşla ilgili malzemeler dışında) Osmanlılar, külçe altın/gümüş ve sikke de dahil, kendilerine cazip gelen her şeyi ithal etme konusunda hep rahat oldular. İhracat yapılıyordu yapılmasına, ama genel bir ulusal çıkar veya amaç düşüncesi olmaksızın, işin doğal akışı içinde yapılıyordu. Osmanlı tüccarları (artık genellikle gayrimüslimler) kendi toplumlarından takdirden çok, müsamaha görüyorlardı; ticarete verilen tek destek yasaklamama şeklinde kendini gösteriyordu. Tüccar mülklerinin müsaderesi, normal bir olay olmamakla birlikte, hükümet yüzyılın sonuna doğru aşırı bir sıkışıklık içine girince bu sınırlama da hükmünü yitirmeye başladı.”

“Bir yandan modernite öncesi yaşama özgü pazar belirsizlikleri ve sermaye mallarının hızla bozulması, bir yandan da tüccarların ve girişimci adaylarının statülerinin güvensizliği, her türlü yatırımı engellemekteydi”.

Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılı, en uzun ve en çileli yüz yılıdır; üstelik gecikerek de olsa olumlu adımların atıldığı ama hataların da bir o kadar çok olduğu bir yüzyıl.

Bu uzun yüzyıl içinde Osmanlıların sosyal, iktisadi ve siyasi hayatında çokça değişiklik yaşanır. Batının gözünde “Avrupa’nın Hasta Adamı”dır artık. Bazı Batılı araştırmacılar, daha da ileri giderek, “ticari ve mali menfaatleri tehdit edilmediğinden Büyük Devletler Osmanlı Devletinin devamına muvafakat ettiler” diye pervasız hükümler ileri sürebilmektedir.

Yunanistan, Sırbistan, Eflak ve Boğdan gibi vilayetler, Büyük Devletlerin de yardımıyla, Osmanlılardan kopar. Batı, olanca ikiyüzlülüğü ile, hem gevşeyen bazı parçaları koparma hem de ani bir çöküş olmaması için “Osmanlı merkez teşkilatının takviyesi”ne yönelik de yardımcı olmaktadır.

Quataert bu dönemi yorumlarken acımasızdır: “İmparatorluğun pazarlarına merkezi bir idareden elde edilen imtiyaz ve muafiyetlerle hakim olmak 18. yüzyıl boyunca ticareti güçleştiren sayısız yerel hanedanlardan elde edilenlerden hem daha kolay, hem de daha karlıydı. Bu sebepten Büyük Devletler Osmanlı Devletinin devamına müsaade ettiler ve gelişmeye başlayan bürokrasinin büyümesini, faaliyet ve mesuliyet sahasını genişletmesini teşvik ettiler.”

Bu yüzyılda, birbirine zıt uygulamaların farklı dönemlerde ortaya çıktığını görürüz. İlk kırılma noktası, 1826 yılında yeniçeri teşkilatının kaldırılması ile olur. Yeniçeri teşkilatının lağvedilmesi için gerektiğinden fazla neden vardır ama, bu teşkilatın kaldırılması ile himayesiz kalan lonca üyeleri zayıflar.

1826 hareketinin liberalizme yol açtığı savunulmaktadır; zaten rekabet edemez hale gelmiş yerli üretim ve ticaretin tümüyle dış güçlerin eline mahkum olacağı bir “liberalizm”.

Tarih araştırmacıları 1826 hareketi ile, getireceği sonuçlar itibariyle Osmanlı İmparatorluğunu yarı sömürge konumuna sürükleyecek olan 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşmasını ve hatta Tanzimat Fermanını birbiri ile ilişkili olarak anlatır: Yeniçerilerin kaldırılmasını “1838’in meşhur Balta Limanı Antlaşması takip etti. (Mısır’da egemenliğini ilan eden) Mehmet Ali ile olan savaşta İngiliz desteğini kazanmak için baskı altında imzalanan muahede, devlet inhisarlarını ve Avrupa tüccarlarına çıkarılan bir çok engelleri ortadan kaldırdı... 1826’da tespit edilen iktisadi serbestiyi devam ettirdi. Tıpkı 1839 ve 1856 Islahat fermanlarının ve 1876 Anayasasının Orta Doğu strüktürünü Batınınkine yaklaştırması gibi, bu iki karar Osmanlı ve Avrupa ekonomilerini daha da yakınlaştırdı.”

Devletin içinde serbest ticaret taraftarlarıyla himaye taraftarları arasında çekişme devam etse de, Bab-ı Ali’nin fikri Avrupa ekonomisine katılmaktan yanadır.

Yapılan ıslahatlar ve hem askeriyeyi hem de tüm bürokrasiyi yenileme çalışmaları neticesinde kısmi başarılar sağlandıysa da, bu yüzyılda kaybedilen topraklar muazzam boyutlara ulaşır:
Mısır,
Besarabya,
Sırbistan,
Yunanistan,
Abhazya,
Mingrelya,
Eflak ve Boğdan,
Bosna-Hersek,
Bulgaristan,
Kars,
Ardahan,
Kıbrıs,
Girit,
Bingazi,
Trablus,
Makedonya ve Arnavutluk.
Kuzey Afrika’da da işler kötü gider: Cezayir, Tunus ve Libya da kopacaktır imparatorluktan.
Sonunda Selanik de kopartılır.
Bu toprak kayıpları, peşi sıra göç olayını getirdi ve hem sosyal hem de ekonomik yönden daha da sıkıntılı bir dönem yaşanmaya başlandı.

Aynı yüzyıl içinde ise, Avrupa hızla gelişir: “Avrupa’nın kişi başına düşen geliri yılda %0,9 oranında arttı... Akdeniz ve Doğu Avrupa memleketlerinde büyüme nispeti genel nispetin yarısıydı... Diğer bir tahmine göre Avrupa’nın zengin ülkelerinde kişi başına düşen gelir 1820 ile 1870 arasında (yılda) %1,1 ve 1913’e kadar da %1,4 arttı. Avrupa’nın iktisadi merkezi 17. yüzyıldan beri Akdeniz havzasını terk edip kuzeye doğru kaymaya başlamıştı... 19. yüzyıl boyunca Büyük Britanya’da kişi başına gelir Avrupa’nın en yüksek seviyesiydi... Bu devrenin sonunda zengin Avrupa devletleriyle ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri arasındaki açık genişledi. Osmanlı İmparatorluğu da (artık) bu Üçüncü Dünya ülkeleri grubuna dahildi.”

19. yüzyıldaki genel tabloyu incelemeye devam edelim: “Sanayileri gelişmiş olan dört büyük devlet – Büyük Britanya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya – dünya ticaretinin külliyetli miktarını temsil ediyorlardı.”

Yüzyılın son çeyreğinde dünyanın diğer ülkelerinin dünya ticaretindeki toplam payı ise dörtte birdir. Az gelişmiş ülkelerin ihracatının %77’si hammadde iken; dört dev ülke dünya sanayi üretiminin dörtte üçünü karşılamaktadır.

Sanayiinin yarattığı muazzam karlar neticesinde, Avrupa 1830’lu yıllarda sermaye ihracına da başlar.

Ama Osmanlı söz konusu olduğunda, her nedense, tablo farklıdır: “Osmanlı İmparatorluğu’nun kamu ve özel sektörlerinde yapılan dış yatırımlar da genel sermaye akışının aynıydı. 1880 yıllarına kadar Avrupa Osmanlı topraklarında çok az yatırım yaptı. Halbuki Bab-ı Ali 1850’lerden itibaren bir hayli borca girmişti. Uluslararası sermaye akımının artması ve Osmanlı Devleti’nin Kırım Savaşı’nı finanse etmek ihtiyacı ilk dış borca sebebiyet verdi”.

Dikkat edin, Osmanlı’ya borç savaş için veriliyor. Halbuki, Avrupa sermayesi bir çok ülkeye kamu ve özel yatırım alanlarında gidip destek vermektedir aynı dönemde. Okumaya devam edelim: “İhracatın ve refahın keskin olarak arttığı bir çağda borç üstüne borç alındı. Bu, 1870’lerde Osmanlı Devleti’ni borcunu ödeyememek durumuna düşürdü. Borçlar gittikçe daha az elverişli şartlarla alınıyor, gerçek faiz hadleri %10-12’yi buluyordu”.

Dünyanın en yüksek faiziydi. “1869 ile 1875 yılları arasında Devlet toplayacağını tahmin ettiği gelirlerden fazla borca girdi. 1873 buhranı sermaye ithalini (yani borçlanmayı) durdurdu. Bab-ı Ali moratoryum ilan etti... Bu buhran Osmanlı İmparatorluğu’na 1881’de Düyun-u Umumiye İdaresini kurdurttu. Bu İdareyle Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemeye sadık kalacağı ve dünya mali piyasasında bir borçlu devlet olarak tanınılacağı garanti ediliyordu.”

Başka bir yazar, Şevket Pamuk, Osmanlı borçlanmasını Tunus ve Kahire ile kıyaslayarak şu şekilde anlatır: “Bütçe açıkları ortadan kaldırılmadan tağşişlerden vazgeçilmesi, ne yazık ki, uzun vadede her üç hükümet için de bir hayli pahalıya mal olmuştur. Her üç devlet de bütçe açıklarını kapatmak amacıyla, 1850’lerden itibaren Avrupa finans piyasalarından borç almaya başladı. 1870’lerin ortalarına gelindiğinde, her yıl ödenmesi gereken borç miktarı bu üç devletin kapasitelerinin çok üzerine çıkmıştı. Borç ödemeleri durdurulunca, İstanbul’da Avrupalı alacaklıların çıkarlarını gözetmek üzere Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Tunus ve Mısır’da ise dış borçların ödenemez hale gelmesiyle hızlanan gelişmeler, çok daha dramatik sonuçlara yol açtı. Tunus 1881 yılında Fransa tarafından, Mısır da ertesi yıl İngiltere tarafından işgal edildi. Bu iki ülke, 20. yüzyılın ortalarına kadar, Avrupa sömürge imparatorluklarının bir parçası konumunda kaldılar.”

19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı topraklarında yabancı yatırım da gelmiştir. Bu da, büyük ölçüde tren yolu yapımı için olmuştur ve belli maksatlar taşımaktadır.

Quataert şöyle açıklıyor: “Yatırımların en büyük kısmı dış ticaretle meşgul olan işletmelerdeydi. Demiryolları için yapılan yatırımlar yabancı sermayenin belki üçte ikisini teşkil ediyordu: %10 limanlara ve kamu servislerine vakfedildi... Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticaretinin büyüme haddi yabancı yatırımlarınınkiyle gayri mütenasiptir... 1870’den sonra Fransa ve İngiltere Osmanlı İmparatorluğu’ndan ithallerini azalttılar. 1840 ile 1913 yılları arasında kişi başına dünya ticareti ve kişi başına merkez-çevre ticaretinin büyüme oranınkinden çok daha yavaş arttı. 1850’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun ticaretinin gelişmesi sanayileşmiş ülkelerin ve hatta tropik diye adlandırılan ülkelerininkinin gerisinde kaldı. Yabancı sermayenin hareketi de bunun gibiydi. 1852-1881 arasında dışarıya yatırılan Fransız sermayesinin dörtte biri Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Mısır’daydı. 1881-1914 devresinde yatırım miktar olarak çok yükseldi. Fakat Fransız sermayedarları için Osmanlı İmparatorluğu’nun önemi çok azaldı ve dışarıya yatırdıkları sermayenin yalnız %2’sini teşkil etti.”

Adeta, Osmanlı Düyun-u Umumiye idaresi altında tam teslim olduktan sonra, yabancılar yatırıma ihtiyaç duymuyorlar.

İlginç değil mi?

Gelin daha vahim bir karşılaştırmaya da göz atalım: “Batı ve Orta Avrupa’daki komşuları ile mukayese edilirlerse Osmanlılar fakirdiler. 1913’te kişi başına gelirleri İngilizlerininkinin yirmide biri ve genel olarak Avrupalılarınkilerin onda biriydi. Belki daha bile kötü, Bab-ı Ali’nin hükmü altında olan yerlerde kişi başına düşen gelir Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ınkinin beşte biri ve Romanya’nınkinin yedide biriydi.”

Bu çok vahim bir tablodur ve bu noktaya gelinmesi hiç de tesadüf eseri değildir; Avrupa’nın bu tablonun oluşmasındaki katkı ve iradesi çok fazladır.

19. yüzyılda her şeye rağmen yavaş da olsa bazı olumlu gelişmeler de olur: “1840 ile 1913 yılları arasında şehir nüfusunun nispeti %17’den %22’ye” çıkar. Kaybedilen topraklardan gelen göç dalgası, İmparatorluk içinde Müslüman nüfusun oranını arttırır: Bu oranın %60’tan %74’e çıktığı tahmin ediliyor.

Ama bu yüzyıl içinde dışarıya göç vermeye de başlamıştır Osmanlılar; özellikle de ABD’ye...

Yabancı bilim adamlarının demiryolları yapımı ile ilgili de ciddi kuşkuları olduğunu görüyoruz: Demiryolları yapılmasında “siyasi, içtimai ve askeri menfaatlerin mevcut olduğu muhakkak; iktisadi faydaların da ne olduğu tam olarak belli değil. Demiryolları İmparatorluğa önemli iktisadi, siyasi ve askeri menfaatler temin ettiyse de, bunlar için ödenen fiyat çok yüksekti; bugün için istikbal temlik ediliyor, Avrupa mali ağının içinde takılıp kalınıyor ve bağımsızlık feda ediliyordu. 1911’de Osmanlı Devleti kilometre garantisi olarak 170 milyon frank ve Hicaz hattı için de ayrıca 100 milyon frank ödemişti.”

İşin bir başka yanı daha vardı: “Demiryolları Osmanlı sanayiine çok az katkıda bulundu. Rusya, Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde demiryolları demir ve çelik gibi ağır sanayii teşvik etmişti... Fakat (Osmanlılarda) demiryolu inşa edenler ray, lokomotif ve vagon ithaline bağlıydılar. Bundan dolayı, bunların Osmanlı ekonomisine çok az tesiri oldu.”

Üstelik bazı hatların hiç iktisadi önemi de yoktu. Hat döşenen bazı bölgeler ise, hem tarımsal hem de ticari olarak gelişti.

Bu yüzyıl boyunca dış ticaretin içindeki ithalat payı sürekli artmıştır. Artmıştır ama, “dış ticaret açığını Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi ve Düyun-u Umumiye İdaresi vasıtasıyla elde edilen dış borçlar” ödemekteydi.

İthalatın başında pamuklu mensucat geliyor ve yanı sıra buğday, un, pirinç, şeker, kahve ve çay gibi kalemler de önemli bir pay tutuyordu. Dış ticarette dalgalanmalarla birlikte aslan payı önce Fransa’da, sonra İngiltere’de, Avusturya’da ve nihayetinde ise Almanya’da idi.

19. yüzyılda “İmparatorluğun sanayii durmadan geriledi, zayıfladı ve rekabet kabiliyetini kaybetti... sanayi merhametsiz bir şekilde çökmüştü, yani 1850’lerde İmparatorluğun sanayi sektörü önemini tamamen kaybetmişti”.

Bilhassa mensucat sanayii harap vaziyete geldi. 1870’lerden sonra iç talebe yönelik sanayi sektöründe bazı olumlu gelişmeler olur. İhracata yönelen sanayilerde de hareketlenme gözlenir: Halı, dantel ve ibrişim gibi...

Önce devletin kurduğu bazı buharlı makine kullanan fabrikalar ortaya çıktı. Sonra da, vergi muafiyeti politikası ile birlikte özel teşebbüsün de hareketlendiği görüldü. Halı sanayii için yün ipliği ve boya fabrikaları kuruldu. Sanayide ağırlık daha çok askeri malzeme sağlamaya yönelikti.

Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, kurulan sanayi ihtiyaca cevap vermekten uzaktı. Mesela, mensucat ihtiyacını karşılamaya yönelik kurulan fabrikalar “ancak ufak bir oranını karşılıyordu”. Pamuklu kumaş imalatında üretimin ithal edilenlerin %2’si kadar olduğu tahmin edilmektedir.

Sanayi özellikle İstanbul ve İzmir’de gelişmişti. Bursa’daki tarihi ipek sanayiinin bu yüzyılda çöktüğüne şahit oluruz; bunun yerini ise İngiliz ipliği ile pamuklu kumaş üretimi alır.

İpek sanayiinde de hem yabancı sermaye (Fransızlar) girişi hem de makine kullanımı ile birlikte gelişme olduğu gözlenir ama Bursa eski ticari ihtişamından oldukça uzaklaşmıştır artık.

1870’lerden sonra el emeği ile yapılan imalatın tüm ülkede artış gösterdiği ifade ediliyor. En fazla gelişme gösteren halı imalatında ise, 1908 yılına gelindiğinde, Avrupalı bir şirketin tröst kurduğunu görürüz. Böylelikle, “memleketin en büyük ihracat sanayiinde elde edilen karlar dışarıya, şirketin Londra’daki merkezine” akmaya başlar.

19. yüzyılda para konusunda da bazı gelişmeler olmuştur: Kırım savaşı sırasında, daha önce az miktarda basılan kağıt para basma işine ağırlık verilmiş ve piyasa değeri itibari değerlerinin yarısına düşmüştü. Bu ilk kağıt para deneyimi, böylelikle büyük bir enflasyon dalgasıyla sonuçlanır.

Yine bu dönemde Fransız ve İngiliz sermayesiyle Bank-ı Osmani-i Şahane kurulur ve para basma tekeli bu bankaya verilir. Kağıt para serüvenini, Şevket Pamuk şöyle açıklıyor: “Devletin mali bir önlem olarak dönüştürülebilir olmayan kağıt paraya başvurmasının iki farklı nedeni vardı. Rusya’yla süren 1877-78 savaşı 1873-76 kriziyle zaten oldukça tehlikeli bir hal alan mali problemleri daha da ağırlaştırmıştı. Bu koşullar atında, kaimeler savaşı finanse etmeye yardım etmesi için bir kez daha basıldı. Ancak, devlet bazı ödemeleri kağıt parayla yapmayı kabul etmesine rağmen, fazla sayıda olmalarından ötürü iki sene içinde itibari değerlerinin dörtte birine düştüler. Aynı şekilde, 1. Dünya Savaşı’nda, dönüştürülebilir olmayan paralar düzenli olarak dolaşımdaydı ve mali gelirlerin en temel kaynaklarından biriydi. 1917’ye gelindiğinde, bir altın lira altı kağıt liraya eşitti. Bir kez daha, kaime kullanımı, kağıt para cinsinden fiyatlarda hatırı sayılır bir artışla sonuçlanmıştı.”

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, özellikle Balkan Harbi ve sonrasında, iktisadi esaretten sıyrılmak ve milli bir iktisat sistemi kurmak için çokça çaba harcanır.

Kapitülasyonların tümü kaldırılır.

Levanten sermayeye karşı tedbirler alınır ve milli sermaye desteklenir.

Yapılanlar ve yapılması düşünülenler, Osmanlı son döneminde gelinen bağımlılık zincirlerini kırmaya yönelik önemli girişimlerdi.

Ama ardı ardına yaşanan savaşlar ve nihayetinde de Birinci Dünya Savaşı, sonuca ulaşmayı engeller.

Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan Cumhuriyet, Atatürk’ün iktisadi bağımsızlığa verdiği önemle gerçek bir silkiniş dönemi olacaktır. Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyıllarında yapılan hataların tekrarlanmaması için tedbirler alınır.

1923’te düzenlenen İzmir İktisat Kongresi, gidilecek yolu belirler. Ülke, yokluklar içinde olmasına rağmen, sanayide kalkınma seferberliğini başlatır.

Devletin bütçesi denk tutulur ve çok partili sisteme geçene kadar da taviz verilmez.

Bankacılığa ve milli bankaların kurulup gelişmesine önem verilir. Osmanlıdan kalan borçlar ödenir.

Merkez Bankası kurularak, para politikaları bu banka vasıtasıyla belirlenir.

Mali dengeler ve dış ticaret dengeleri dikkatlice takip edilir. Elindekini avucundakini hovardaca harcamayan bir anlayış hakim olur.

Yabancı yatırımcıya kapılar kapatılmaz, ama teslim de olunmaz.

Ülke menfaati her şeyin üstünde gelmektedir. Borçlanma politikası terk edilir.

1929 yılında uluslararası yaşanan ekonomik kriz döneminde, bu krizin ülkeyi etkilememesi için tedbirler alınır. İlk defa planlı kalkınma ve sanayileşme programı uygulanır ve belirlenen hedeflere ulaşılması için seferber olunur.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı karşısında önce ekonomide yenilmiş ve bu yenilgiyi savaş meydanlarındaki yenilgiler ile toprak kayıpları takip etmiş; bilahare de koca imparatorluk yarı sömürge durumuna düşmüş ve en sonunda da parçalanıp işgal edilmiştir.


Cumhuriyet Türkiye’si, bu yaşanılanları unutmamalıdır.


KAYNAK
Halil İnalcık ve Donald Quataert, “Genel Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi içinde, C. 1, s. 39. Eren Yayıncılık, İstanbul 2000.
 
Top Bottom