Osmanlıcada ''B''ile başlayan kelimelerin anlamları

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
BA'
Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref, kerem. * Vergili, verimli olma.

Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.
BAAD
Helâk olmak.
BA-ANKİ
Şu sûretle ki, o şartla ki.
BAAS
(Bak: Ba's)
BA-ASAM
Günahlarla.
BÂB
Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.
BÂB
f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur.
BAB HARCI
Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.
BAB(A)
f. Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. * Gemi halatlarının bağlandığı yer. * İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. * Mânevi rehber, şeyh. * Bektaşi şeyhi. * Hayırhah ve muhterem. * Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatta en büyük eseri, yetiştireceği hayırlı evlâttır. Evlâdın yaptığı hayır ve sevap işleri, onu yetiştiren babanın amel defterine de geçer. Her baba çocuğunu müslüman olarak yetiştirmekle görevlidir. Evlâd da dine aykırı olmayan emirlerini saygı ile yerine getirmekle yükümlüdür. İslâm ailesinde baba-evlat ilişkisi sadece bu dünya hayatıyla sınırlı değildir. Ebedi âlemde de devam edeceği esasına göre olur.
BABACAN
Biraz kalender davranışlı, cana yakın.
BABAYAN
(Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri.
BABA-YI ÂLEM
Hz. Adem (A.S.)
BABA-YI ATİK
Babaeski. (Trakya'da bir şehir)
BABAYİĞİT
Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.
BA-BERAT
Berat ile.
BABET
f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki.
BABEYN
İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret.
BÂB-I ÂLEM
Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer.
BÂB-I ÂLÎ
Yüksek kapı. * Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina. * Mc: Osmanlı Hükümeti.
BÂB-I ÂSAFÎ
Tar: Sadrazam konağı.
BÂB-I FETVA
Eskiden şeyhülislamların oturduğu daire. Fetvalar burada verilirdi.
BÂB-I HÂNE
f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu.
BÂB-I HIFZ VE HAFÎZİYET
Cenab-ı Hakk'ın herşeyi muhafaza edip varlığını devam ettirmesi bahsi.
BÂB-I HİKMET
Cenab-ı Hakk'ın herşeyi hikmetli ve maslahatlı yaratması bahsi.
BÂB-I HÜKÜMET
Hükümet dairesi, hükümet kapısı.
BÂB-I HÜMAYUN
Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı.
BÂB-I İHYA VE İMATE
Öldürmek ve diriltmek bahsi ve mevzuu.
BÂB-I SAADET
Saadet kapısı. * Sultanın sarayı. * İstanbul şehri.
BÂB-I SERASKERÎ
Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.
BÂB-I ŞERÎF
Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.
BÂBİL
Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.
BÂBİL KULESİ
Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelbül-i akvam" denir.) Müslümanlıkta, bu kuleyi Nemrud'un gökyüzüne yükselerek Allah'ın işlerine karışmak maksadıyla yaptırmış olduğu rivayet edilir. Milâttan önce yaşamış olan eski Yunan tarihçisi Herodot, Bâbil'deki Baal Ma'bedinin gayet yüksek bir kule olduğunu seyahatinde görerek anlatmıştır ki; Bâbil ve Nemrut Kulesi denen şeyin bu olması ihtimali vardır. (T.L.)
BÂB-UL MENDEB
Kızıldeniz'de Hint Denizi yakınlarında bulunan bir boğazın adı.
BABUR
(Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494)
BABUR-NAME
f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı.
BABÜK
Ahmak, sersem adam.
BABZEN
f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi.
BA'C
Karına dürtmek, karın yarmak.
BÂC
f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. * Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit.
BÂC-BÂN
f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur.
BACENG
f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi.
BÂC-GİR
f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru.
BÂC-GÜZAR
f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi.
BÂC-I KIRTIL
Hayvanlardan alınan vergi.
BA'D
Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır.
BAD'
Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak.
BÂD
f. "Olsun, ola, olaydı" mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd $ : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd $ : Afiyet olsun.
BÂD
f. Yel. Rüzgâr. Soluk. Nefes.
BAD'A
(C.: Bida') Et parçası.
BA-DAD
f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru.
BADAM
f. Badem.
BADAME
f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü şey. * Eski hırka.
BADAŞ
f. Mükâfat.
BAD-BAN
f. Yelken. * Gemi sereni.
BAD-BAZ
f. Yelpaze.
BAD-BEDEST
f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş.
BAD-BER
f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse.
BAD-BİZ
f. Yelpaze.
BADD
Az az akmak. * Nazik deri.
BAD-DAR
f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi.
BA'DE
Sonra.
BÂDE
f. şarap, içki. Kadeh. (İçkinin her çeşiti haramdır, büyük günahtır. İnsan sağlığına zararları ilmî bir gerçektir. Aile, cemiyet hayatı ve ahlâk için de yıkıcıdır. İçkiden ve içenlerden uzak durmak gerekir.)
BA'DE BU'DİN
Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra.
BA'DE HARAB-İL BASRA
Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra.
BAD-EFRA(H)
f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak.
BA'DEHÂ, BA'DEHÛ
Bundan sonra. Ondan sonra.
BA'DEHUM
Onlardan sonra.
BÂDE-İ İKBAL
İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.
BÂDEKEŞ
İçki içen.
BA'DEL EDA
(Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra.
BA'DEL HARB
(Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra.
BA'DEL İFA
(Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra.
BA'DEL MEVT
(Ba'de-l mevt) Ölümden sonra.
BA'DEL MİLAD
(Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri seneden sonra.
BA'DEL MUSÂLAHA
(Ba'de-l musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra.
BA'DEL MÜTÂLAA
(Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra.
BA'DEL YEVM
(Ba'de-l yevm) Bugünden sonra.
BA'DEMA
(Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.
BADEMCİK
Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler.
BADEN
Semiz, iri gövdeli kimse.
BA'DETTEŞEKKÜL
(Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra.
BA'DEZA
(Ba'dezin) Bundan sonra.
BA'DEZZEVAL
(Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra.
BA'DEZZUHR
(Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra.
BAD-GÂN
f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar.
BAD-GÂNE
f. Kafesli pencere.
BAD-GERD
f. Kasırga.
BAD-GÎR
f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı.
BAD-HERZE
f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik.
BÂD-I BERÎN
Sabah rüzgârı. * Lâtif hava.
BÂD-I CEM
Hz. Süleyman Peygamberin hükmettiği yel, rüzgar.
BÂD-I CENUBÎ
Güney rüzgârı.
BÂD-I HAZÂN
Sonbahar rüzgârı.
BÂD-I HEVÂ
Hevâ ve heves. Eğlence. Bedava. Boş.
BÂD-I PÜRGÛ
Devamlı sesler çıkaran, ıslık çalan rüzgar.
BÂD-I SABÂ
Baharda esen hafif ve hoş rüzgar, seher yeli.
BÂD-I SEMÛM
Çölde, sıcakta gündüz esen sıcak yel. Sam yeli. Zehirli rüzgâr.
BÂD-I SUBH
Sabah rüzgârı.
BÂD-I ŞİMALÎ
f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap.
BÂD-I TECELLİ
Tecelli rüzgârı. * Kader.
BADİ
Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile. * Zâhir ve âşikâr olan. * Halkeden. Hâlık. Yaratan.
BADİ
f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit.
BADİ'
Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri.
BÂDÎ
Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici.
BADİA
Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.
BADİH
(Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire gelen ilham. * Ansızın, âniden.
BADİLE
(C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et.
BADİN
Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.
BADİNC
f. Hindistan cevizi.
BADİNCAN
f. Patlıcan.
BADİR
Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş (çocuk). * Olgun (meyva).
BADİRE
Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden, zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu. * Zor geçit.
BÂDİYE
f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl.
BÂDİYET-ÜŞ-ŞAM
Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden, batıya doğru uzanan çöl.
BADK
Tükürmek.
BAD-NÜMA
f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak.
BAD-PA(Y)
f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire).
BAD-PER
f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. * Kamçı topacı.
BAD-PEYMA
f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri.
BAD-REFTAR
f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli.
BAD-SENE
f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli.
BAD-SER
f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb.
BAD-SEYR
f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk.
BAD-SÜVAR
f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı.
BAD-ZEHR
f. Panzehir.
BAD-ZEN
f. Yelpâze.
BÂF
f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ:
BAGAJ
Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu.
BAGAL
f. Koltuk.
BAGAL
(C.: Bigâl) Katır.
BAGAN
f. Bahçeler. Bostanlar.
BAGAR
Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur.
BAGARE
Şiddetle yağan yağmur.
BAGAT
(Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları.
BAGAYA
(Bagiyy. C.) Fahişeler.
BAGBAGA
Evmek, acele.
BAG-BAN
f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
BAG-BANÎ
f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği.
BAG-ÇE
f. Bahçe.
BAGDA'
şiddetli nefret, hiç sevmemek.
BAGEL
f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su.
BAGGAL
(Bagl. dan) Katırcı.
BAGİ
İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı Adile âsi olan.
BAGİLİK
Serkeşlik, âsilik.
BAGİYANE
f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere yakışır şekilde.
BAGİYY
(C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni.
BAGİZ
(Bugz. dan) Herkese nefret eden, buğzeden. Hiç kimseyi sevmeyen. Tiksinen.
BAGİZ
Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış.
BAGL
Katır, ester.
BAGLE
Dişi katır.
BAGSA'
Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun.
 
BAGŞE
(C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur.
BAGT
Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek.
BAGTETEN
Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız.
BAG-VAN
f. Bahçıvan, bağcı.
BAGY
Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak.
BAGZA
şiddetli nefret, hiç sevmeme.
BAG-ZAR
f. Bağlık yer, bağ, bostan.
BAĞ
f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması.
BAĞ-ÇE
Küçük bağ, bahçe.
BAĞDADÎ
Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.
BAĞİSTAN
f. Bağlık ve bahçelik yer.
BAH
şehvet.
BAH'
Helâk etme.
BAHÂ
Güzellik. Zariflik. * Zinet. * İzzet. * Bir şeye alışıp ünsiyet etmek.
BAHÂ
f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ.
BÂHA
Ev ortası.
BÂHÂ
Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe.
BÂ-HABER
Haberi olan, haberli. * Zeki, akıllı. * İhtiyatlı, tedbirli.
BÂ-HABERAN
(Bâ-haber. C.) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.
BAHA-DAR
f. Pahalı değerli, kıymetli.
BAHADIR
f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver.
BAHADIRANE
f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette.
BAHADIRÎ
f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık.
BAHAİM
(Bak: Bahayim)
BAHAK
Göz patlama veya patlatma.
BAHAL
Malını kimseye vermeyip saklamak.
BAHANDAT
Gövdeli, besili kadın.
BAHANE
f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz.
BAHANE-CÛ
f. Bahane arayan, fırsat kollayan.
BAHAR
Ağız kokusu.
BAHAR
f. Kış ile yaz arasındaki mevsim. İlk bahar. Rebi'.
BAHAR
Güzellik. * Güzel. * Papatya. * Ölçek. * Put, sanem. * Atılmış pamuk. * Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır. * Sığır gözü. * İyi kokulu bir sarı çiçek.
BAHARAT
Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler.
BAHARET
Galip olmak.
BAHARET
Üstünlük, seçkinlik.
BAHAR-I HAYAT
Hayatın baharı olan gençlik çağı.
BAHAR-I ÖMR
Ömrün baharı, gençlik.
BAHARÎ
İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili.
BAHARİSTAN
f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla Câmi'nin eseri.
BAHARİYYE
Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside. * Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.
BAHAS
Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.
BAHATİR
(Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.
BAHAYİM
(Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar. * Dört ayaklı hayvanlar.
BAHBAH
İyi iyi demek.
BAHBAH
Şâdlık, şenlik.
BAHBAHA
Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve çağırmak.
BAHBAHA
Boğazdan boğuk ses çıkartmak.
BAHDELE
İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için).
BAHE
f. Kaplumbağa.
BAHEK
f. İşkence, eziyet.
BA-HEM
f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki "Maa" mânasına)
BAHH
Ses kesilmek, boğaz kısılmak.
BAHHA'
Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)
BAHHAL
(Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam.
BAHHAR
(Bahr. den) Gemici, denizci.
BAHHAS
(Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven.
BAHÎ
şehvete dâir. şehvetle ilgili.
BAHİCE
Ses, savt, sadâ.
BAHİK
Tek gözü kör olan adam.
BAHİKA
Görmiyen, kör (göz).
BAHİL
Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.
BAHÎL
Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.
BAHÎLÂN
f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar.
BAHİLE
Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın.
BAHİR
(Bak: Bahr)
BÂHİR
Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan.
BÂHİR
Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık. * Güzel. * Meşhur, namdar. * Galip.
BAHÎRA
Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuş ve Şam yolu üzerinde Busra civârında bir manastır edinmişti.İbn-i Hişam'ın siretinde İbn-i İshak'tan rivâyet olunarak: "Bahîra, kilise âleminde büyükten büyüğe intikal edip gelen bir kitaba malik bulunuyordu. Resül-i Ekremin bütün ahvâl ve evsafı bu kitabda yazılıydı." deniliyor ki, bu kitab "El-Enbâ" ünvânıyla bıraktığı rivâyet olunan bir kitab olacaktır. Kitabın başlıca bahisleri, yakında Arabistanda bir Nebi-i Zişân çıkacağı, tevhid itikadına dâvet edeceği ve putlara ibâdetten nehyedeceği mevzuu etrafında toplanıyordu.(Meşhur Bahîra-yı Rahib'in meşhur kıssasıdır ki: Nübüvvetten evvel, Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Tâlib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar. Bahira-yı Râhib'in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar ile ihtilât etmiyen münzevi Bahira-yı Râhib birden çıka geldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin'i (A.S.M.) gördü. Kafileye dedi: "Şu Seyyid-ül-Alemîndir ve Peygamber olacaktır." Kureyşîler dediler: "Neden biliyorsun?" Mübarek Râhib dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül-Emin (A.S.M.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapılır. M.)
BAHİRE
Kulağı kesik deve.
BÂHİRE
Vapur. Gemi.
BÂHİRE
Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve.
BÂ-HİRED
f. Akıllı, zeki.
BÂHİS
Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.
BAHİT
Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan)
BÂHİZ
Güçsüz, âciz. Meşakkatli.
BÂHİZA
Musibet. Belâ.
BAHKA'
Gözü çıkmış.
BAHL
Cimrilik.
BAHR
(C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. * Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse. * Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan tevellüd eden vezinler mecmuası. Bunlardan Arap nazmı haricinde kullanılan bahirler şunlardır:1- Hezec (Neş'eyle şarkı söyleme):a) Mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün.b) Mefâîlün, mefâîlün, feûlün.c) Mefâîlün, feûlün, mefâîlün, feûlün.d) Mef'ûlü, mefâîlün, mef'ûlü, mefâîlün.e) Mef'ûlü, mefâîlü, mefâîlü, feûlün.g) Mef'ûlü, mefâîlü, feûlün.2- Recez (Titrek):a) Müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün. b) Müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün.c) Müfte'ilün mefâilün, müfte'ilün, mefâilün.d) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.e) Müstef'ilâtün, müstef'ilâtün.f) Mefâilün, mefâilün, mefâilün, mefâilün.3- Remel (Koşan):a) Fâilâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün.b) Fâilâtün, fâilâtün, fâilün.c) Fâilâtün (feilâtün) feilâtün, feilâtün, feilün (fa'lün).d) Fâilâtün (feilâtün), feilâtün, feilün (fa'lün).4- Münserih (Akıcı):a) Müfte'ilün, fâilün, müfte'ilün, fâilün.b) Müstef'ilün, feûlün, müstef'ilün, feûlün.5- Muzari' (Benziyen):a) Mef'ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün.b) Mef'ûlü, fâilâtün, mef'ûlü, fâilâtün.6- Müctes (Kopmuş): a) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilâtün.b) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilün (fa'lün).7- Seri' (Çabuk):a) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.8- Hafif:a) Fâilâtün (feilâtün), mefâilün, feilün (fa'lün)9- Mütekarib (Yakın):a) Feûlün, feûlün, feûlün, feûlün.b) Feûlün, feûlün, feûlün, feûl.10 - Kâmil:a) Mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün. b) Mütefâilün, feûlün, mütefâilün, feûlün.
BAHRE
Arz, belde.
BAHREN
Denizden. Deniz yolu ile.
BAHREYN
İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Halkı, Arap ve Acemlerdir. (Yüzolçümü 662 km2, nüfusu 1972'de 216 078) * İki büyük esas ve temel şey.
BAHRÎ
Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı.
BAHR-İ AHDAR
Hint Okyanusu.
BAHR-İ AHMER
Kızıl deniz, Şap Denizi.
BAHR-İ BÎKERÂN
Hudutsuz, sınırsız deniz.
BAHR-İ BÎPAYAN
Çok büyük sonsuz deniz.
BAHR-İ EBYAZ
Beyaz Deniz İskandinavya Yarımadasının doğusunda Kanin Yarımadasına kadar olan deniz.
BAHR-İ HAZER
Hazer Denizi.
BAHR-İ LÛT
Filistinde seviyesi denizden aşağıda olan şaplı bir göl.
BAHR-İ MUHİT-İ ATLASÎ
(Bahr-ı Muhit-i Garbî) Atlas Okyanusu.
BAHR-İ MUHİT-İ HAVAÎ
Yıldızların, seyyarelerin içinde dolaştığı feza. Büyük feza denizi.
BAHR-İ MUHİT-İ HİNDÎ
(Bahr-i Muhit-i Şarkî) Hindistan Yarımadasının doğusunda kalan deniz.
BAHR-İ MUHİT-İ KEBİR
(Bahr-i Muhit-i Mutedil) Büyük Okyanus. Pasifik Okyanusu.
BAHR-İ MUHİT-İ ŞİMALÎ
İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan deniz.
BAHR-İ MUTAVASSIT
Akdeniz.
BAHR-İ MÜNCEMİD-İ CENUBÎ
Güney kutbunu çeviren deniz. Güney Buz Denizi.
BAHR-İ MÜNCEMİD-İ ŞİMALÎ
Kuzey kutbunu çeviren deniz. Kuzey Buz Denizi.
BAHR-İ RECEZ
(Bak: Bahr)
BAHR-İ RUM
(Bahr-i Sefid) Akdeniz.
BAHR-İ SİYAH
Karadeniz.
BAHR-İ SÜKÛN
(Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim verilmiştir.
BAHR-İ UMMAN
Arabistan ve İran'ın güneyinde kalan deniz.
BAHRİYE
Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri.
BAHRİYYUN
Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.
 
BAHS
Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az. * Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.* Zulüm. İşkence. * Uzaklık. * Gümrük almak. * Göz çıkarmak.
BAHS
Kazmak. * Ayırmak. * Saçmak. * Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey. * Teftiş. * Söz münazarası, muaraza, mübahese. * Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama. * İddialaşma.
BAHSAN
f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde.
BAHSERE
Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek tane tane olma.
BAHSET
f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu.
BAHSÎ
(Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait.
BAHŞ
f. Bağış. Verme. İhsan.
BAHŞAYENDE
f. Bağışlayıcı, afvedici.
BAHŞAYİŞ
f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye.
BAHŞENDE
f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden.
BAHŞ-I KALENDERÎ
Cömertçe ihsan yapma, dağıtma.
BAHŞİŞ
f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen. İhsan. Hediye, mükâfat.
BAHŞÛDE
f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş.
BAHT
f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet.
BAHT
Öz. Hâlis. Saf. Sade.
BAHTAK
f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer.
BAHT-AVER
f. Talihli, şanslı, bahtlı.
BAHTE
Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç.
BAHTEK
f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans.
BAHTERÎ
Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.
BAHT-I BÎDÂD
Kötü şans, insafsız tâlih.
BAHTİYAR
f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.(Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın. Âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. M.)(Bahtiyar odur ki: Kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir. L.)
BAHTİYARANE
f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde.
BAHTİYARÎ
f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli bir kavim.
BAHUR
Çok sıcak. Çok sıcaklık.
BAHÛR
Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.
BAHÛRDÂN
f. İçinde tütsü yakılan kap.
BAHUSUS
Hususiyle. En çok. Hele.
BAHUZÛR
Huzur ile. Huzuru ile.
BAHV
Hurmanın yaş olanı.
BAHYE
f. Dikiş, teyel.
BAHYE-ZEN
f. Terzi, dikiş diken, dikişçi.
BAHZ
Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. * Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.
BAHZEC
Yaban sığırının buzağısı.
BÂ-İ CERRE
Arabçada kendinden sonraki kelimeyi "esre" okutan bâ. (Bismillâhi'deki gibi).
BÂ-İ KASEM
Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. $ "Billâhi" gibi. * Farsçada: Bâ $ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.
BAİD
(Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık.
BAİD-ÜL İHTİMÂL
İhtimalden uzak.
BAİKA
(C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.
BAİM
Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse.
BAİN
Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin)
BAİR
Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu.
BAİR
Erkek deve.
BAİRE
Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak.
BAİS
(Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. * Peygamber gönderen (Allah C.C.)
BAİS
Fakir. * Şiddet ve zahmete uğramış kimse.
BAİS-İ MESERRET
Sevinmeye sebep olan, sevinç sebebi.
BAİS-İ SÜR'AT
Hızlı gitmesine, sür'atli olmasına sebeb olan.
BAJ
f. Haraç. Gümrük parası.
BAJ-BÂN
f. Haraççı, gümrükçü.
BA-JURNAL
Zabıt varakası ile.
BAK'
Geniş olmak, büyük olmak.
BÂK
f. Korku, havf, çekinme, sakınma.
BAK'Â
Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.
BÂKA
Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi.
BAKALORYA
Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması.
BAKAN
(Bak: Nâzır)
BAKAR
(C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.(Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir. E.T.)
BAKARA
İnek. Dişi sığır.
BAKARA SÛRESİ
Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan şeylere perestiş etmesi gibi, gaflet ve dalâletin köklerini kesecek bir külli düsturu, her vakit hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olarak ulvi bir icaz ile beyan eder. Asrımızda hâlâ ineğe tapanların mevcudiyyeti ve bu sureye El-Bakara isminin verilmesi ne kadar mânidâr olduğunu akıl sahiplerine bildirir, ihtar eder...)
BAKAR-PEREST
f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet.
BAKAYA
Artıklar, fazlalıklar. * Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. (Bakayadan sayılmak suçtur.)
BAKBAK
Çok söyleyici. Çok konuşan.
BAKBAKA
Desti ve bardaktan çıkan ses.
BAKIA
Dert, belâ, musibet.
BAKIL
Sakalı belirmiş kişi.
BAKIR
Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.
BAKÎ'
(C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri.
BÂKİ
Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan. Geri kalan. * Bundan başka.(Madem beka, Bâki-i Zülcelâl'e mahsustur ve mâdem Bâki'nin esması bâkiyedir ve mâdem Bâki'nin âyineleri Bâki'nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. L.)
BÂKİ'
Geniş, vâsi.
BÂKÎ
Ağlayan.
BAKÎR
Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve.
BÂKİR
Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken.
BÂKİRE
Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş.
BÂKİYÂNE
f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca.
BÂKİYÂNE
f. Ağlayarak.
BÂKİYÂT
Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar.
BÂKİYÂT-I SÂLİHÂT
İnd-i İlahîde ecr-i sâliha. Bâki olan sâlih ameller. * Elhamdülillah, Sübhanallah ve Allahuekber gibi kudsî kelâmlar.
BAKİYYE
Artık. Geri kalan. Artan.
BAKİYYE-İ ÂSÂR
Eserlere âit geri kalan izler. Eserlerin geri kalanı.
BAKİYYET-ÜS-SÜYÛF
Kılıçtan kurtulan kimseler. * Mc: Arta kalan kişiler.
BAKKA
Sivrisinek. * Tahtabiti.
BAKKAL
Sebzevât satıcı.
BAKKAR
Sığır çobanı, sığırtmaç.
BAKL
(C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.
BAKLA'
Bakla. * şahtere dedikleri ota " baklat-ül melik" derler. * Semizotu denilen bitki.
BAKR
Açmak. * Genişletmek.
BAKTERİ
Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaşayabilenleri olduğu gibi havasız yaşayanları da vardır. Faydalı enzimler çıkaranlar olduğu gibi, boya maddeleri, gaz ve toksin (zehir) çıkaranları da vardır.
BAKTERİ TEDAVİSİ
Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması ile yapılan tedavi.
BAKTERİYOLOJİ
yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.
BAKÛRE
Turfanda yemiş. * Evvel yetişen.
BAKÛRE
Sığır sürüsü. * Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen.
BAKVA
Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk.
BAKY
Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek.
BA'L
(C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık.
BÂL
f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam.
BÂLÂ
f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat.
BÂLÂ-BÜLEND
f. Uzun boylu.
BÂLÂDEST
f. Galip, eli üstün.
BÂLÂDESTÎ
f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm.
BÂLÂHÂN
f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren.
BÂLÂHÂNE
f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası.
BÂLÂHÂNÎ
f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme.
BÂLÂHİMMET
f. Himmeti fazla olan kimse.
BÂLÂKAMET
f. Yüksek boy. * Yüksek şeref.
BALAM
Sığır.
BALANİŞİN
f. Üstte, yukarıda oturan.
BALAPERVAZ
Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.
BALAPERVAZANE
Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.
BALAPÛŞ
f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya.
BALAREV
f. Yüksekten giden.
BALAST
ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.
BALATER
f. Pek yüksek, daha yüksek.
BÂLÂ-YI BÜLEND
Uzun boy.
BA'LE
Erkeğin karısı, zevce.
BALGAM
Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât)
BALGAM-I CİSSÎ
Beyaz ve yoğun balgam.
BAL-GÜŞÂ
f. Kanat açan, uçan.
BALIKHANE KAPISI
Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.
BALİ
Eski, köhne.
BALİDE
f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş.
BÂLİGA
Koyun ve keçi ayağı.
BÂLİĞ
f. Boynuzdan yapılan kadeh.
BÂLİĞ
(Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş, varmış.
BALİMEZ
16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez)
BALİN
f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık.
BALİNA
Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan.
BALİN-PEREST
Hizmetçi, hâdim, hademe. * Tenbel, uykucu.
BALİSTİK
yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.
BALİŞ
f. Yastık. * Altın. * Nakit.
BALİYE
Zayıf ve çürümüş olan şey.
BALKAN
Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası.
BALKANLAR
(Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.
BALKAR
Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.
BALON
Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır.
BALOTAJ
Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali.
BAL-ŞİKESTE
f. Kanadı kırık.
BÂLÛ
f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce.
BÂLÛAT
Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu.
BALÛDE
f. Boy atmış, büyümüş.
BALVANE
f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu.
BALYEMEZ
Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.
BALYOZ
Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç.
BALZEN
f. Kanat vuran. Uçan.
BAM
Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda en kalın tel.
BAMDAD(AN)
f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri.
BAMDADÎ
f. Seher vakti, erken.
BAME
f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal.
BAM-GAH
f. Seher vakti. * Seher vaktinde.
BAM-I BÜLEND
Yüksek çatı. * Gökyüzü, sema.
BAM-I ÇEŞM
Gözkapağı.
BAN
Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.
BANBU
(Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.
BANDIRA
İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak.
BANDO
Askeri mızıka takımı.
BANEVA
f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar.
BANG
f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış.
BANG-İ NEMAZ
f. Ezan.
BANİ
Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.
BANKA
İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu malın fiatına, ödedikleri faizi de ekliyerek paranın asıl sahibine satarlar. Böylece bankada faiz karşılığı para yatıran dar gelirliler, kendi paralarıyla üretilen bu malları satın almakla kendi aldıkları faizden daha fazlasını yani zenginin bankaya ödediği faizi ödemiş olurlar. Hem bankacıyı, hem banka ile iş yapan ticaret erbabını kendi paralarıyla çalışmadan zengin etmiş, fiatlarını yükseltmesine ve dar gelirlilerin zulme uğramasına âlet olmuş olurlar.İslâma uygun olan; iş ortaklığıdır. İş adamı paralarını kullandığı insanları, paraları ölçüsünde işine ortak yapmalı, kârını da zararını da buna göre bölüşmelidir. Böyle olursa hem fiatlar yükselmez, hem de bir kısım insanlar zenginleşirken, diğerleri fakirleşmez.
BANKER
Fr. Çok zengin kimse. Büyük sarraf.
BANKET
Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.
BANKINOT
(Banknot) ing. Kâğıt para.
BANKİZ
Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.
BANLİYÖ
Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri.
BANT
(Band) Fr. Ensiz, uzun zarf.
BÂNÛ
f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri.
BANÛC
f. Salıncak.
BÂNÛ-Yİ MISIR
Zeliha.
BANYOL
Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.
BÂ-POSTA
Posta ederek, posta ile.
BÂR
f. Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. * Def'a. Kerre. * Yemiş, meyve. * Sebeb-i masraf ve ıztırab olan şey. Kale duvarı. * İzin.
BÂR
f. Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran.
BARAJ
Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set.
BARAKA
İtl. Temelsiz küçük yapı.
BARAKLİT
(Bak: Faraklit)
BÂRÂN
f. Yağmur. Rahmet.
BÂRÂN Ü TEGERG
Yağmur ve dolu.
BÂRÂNÎ
f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. * Yağmurla ilgili.
BÂRÂN-RİZ
f. Yağmur saçan, yağmur döken.
BARAS
Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.
BARBAKAN
Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat.
BARBAR
Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel.
BARBARLIK
Medeniyetsizlik, vahşilik.
 
BARBAROS
Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir göl halinde devlete kazandırdı. Preveze'de, Haçlı donanmasını perişan etti. Dinin hayırlı evlâdı Hayreddin Paşa bir korsan değil, din yolunda muharebe eden mücâhid gazi idi... Beşiktaş'taki evinde vefat etti ve oradaki türbesine defnedildi.
BAR-BER
f. Hamal, yük taşıyan kimse.
BAR-BERDAR
f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal.
BARBUT ALTINI
Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.
BAR-DAR
f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan.
BARE
f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre.
BAREKALLAH
Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun.
BAREKTE
Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua).
BAREM
Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını gösteren sistem veya cetvel.
BARENDE
f. Yağdıran, yağdırıcı.
BA-RENG
f. Renkli.
BARGÂH
f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer.
BARGAM
Levreğe benzer bir cins balık.
BARGİR
Yük taşıyan. * Beygir.
BARHA
f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak.
BAR-HANE
f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer.
BARI
(Farsça: Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer.
BÂR-I DİL
Gönül yükü, elem, keder, gam, hüzün.
BÂR-I GİRÂN
Ağır yük.
BÂR-I MİHNET
Eziyet. * Elem yükü.
BÂR-I SAKİL
Ağır yük.
BARİ
f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a.
BARİ'
Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)
BARİ'
Tam üstün. Mükemmel.
BARİA
Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel.
BARİD
Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan.
BARİDANE
f. Soğukça.
BARİH
(C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.
BARİHA
Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün.
BARİK
Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.
BARÎK
f. İnce. Nârin. Dakik.
BÂRİKA
(C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.
BÂRİKA-ÂSÂ
şimşek gibi.
BÂRİKA-İ HAKİKAT
Hakikatın parıltısı ve parlaklığı. Hakikat nuru.
BARİKAT
Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel.
BARİK-BÎN
f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren.
BARİK-NÜMA
f. Işıklı. Parlak.
BARİMETRE
Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet.
BARİMETRİ
Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme.
BÂRİŞ
f. Yağmur. * Sağnak.
BARİYA
(C.: Bevâri) Hasır.
BARİYY
(C.: Bevâri) Kaba hasır.
BARİZ
Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
BAR-KEŞ
f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı.
BAR-MEND
f. Yemiş veren, yemişli ağaç.
BAR-NAME
f. Eşya, yük pusulası.
BAROGRAF
yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)
BAROK
Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme tarzı.
BAROMETRE
Fr. Hava basıncını gösterir âlet.
BAROSKOP
Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet.
BAROTAKSİ
Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri.
BAROTERAPİ
Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi.
BARR
(C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin.
BAR-SENC
f. Yük tartan, dirhem.
BÂRÛ
f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak, siper.
BARUT
yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.
BAR-VER
f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı.
BARYUM
yun. Kim: "Ba" sembolü ile gösterilen bir element.
BA'S
Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.
BAS'
Cem' etmek, toplamak.
BA-SAFA
Safalı. Safa ile.
BASAİR
(Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları.
BASAL
Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler.
BASALA
Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.
BASAL-İ HARİF
Acı soğan.
BA-SAMAN
f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün.
BASAR
(C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.
BASARET
(Bak: Besaret)
BASARIK
Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık.
BASARÎ
(Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait.
BA-SAVAB
Doğruca, doğrulukla.
BASBASA
Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması. * Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.
BA'SERET
Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke.
BASIK
Eli açık. Cömert. Dolup taşan.
BASIK
Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış.
BASIKA
Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma.
BASIM
(Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı.
BASIN
Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.
BASINÇ
(Bak: Tazyik)
BÂSIR
Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.
BÂSIT
Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan. * Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.
BÂSIT-ÜR-RIZK
Allah.
BASİ'
(C.: Busu') Ter.
BA'S-İ ENBİYA
f. Peygamberlerin gönderilmesi.
BASİA
Çok kırmızı dudak.
BASİK
Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)
BASİKA
Su ile tamamen dolu olan kuyu.
BASİL
Fr. İnce, uzun bir bakteri çeşidi.
BASİL
Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. * Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse.
BASİLE
Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.
BASİM
(Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse.
BASİNE
Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval.
BASİR
Kararmış. * Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse.
BASİR
Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp.
BASİRANE
f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde.
BASİRET
Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki tarafının arası. * Yer üstündeki kan. (Bak: Süveydâ-i kalb)
BASİRET-İ KALB
Gönül uyanıklığı. Kalb basireti.
BASİRET-KÂR
f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören.
BASİRET-KÂRÎ
Basiretlilik, önceden görmeklik.
BASİT
Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz. * Edb: Aruz vezinlerinden biri.
BASİT KESİR
Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi.
BASİTA
Uzak yer.
BASİTE
Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer.
BASKI
t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi. * Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.
BASKIN
t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire hücum.
BASKÜL
Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet.
BASRA
Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, "Basra" diye isimlendirilmiştir.)
BASRİYYUN
Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.
BAST
Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"dır.)(... Teellümât-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbani bir kamçıdır. Çünki emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, Celâl ve Cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur. K.L.)
BAST FÎ MAKAM-İL-KALB
Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve ünsü kabule işarettir.
BASTÂN
f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski.
BASTÂN-ŞİNÂS
f. Geçmiş zaman, tarih.
BAST-I DÂVÂ
Dâvâ açma.
BAST-I MAKAL
Söz açma.
BAST-I MUKADDEMAT
Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme.
BAST-I ÖZÜR ETMEK
Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.
BAST-I YED
Elini bir şeye uzatmak. * Mc: Tasallut ve istilâ manasındadır.
BAST-I ZAMAN
Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.(Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur'ân gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velâyet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan "bast-ı zaman" sırrı ile çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mirac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mirâcın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'atı ve ihâtası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mirac yolu ile, beka âlemine girdi, beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliyâ kesretle vuku bulmuş olan bast-ı zaman hâdiseleridir. Bâzı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bâzıları bir saatte bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada bir hatme-i Kur'âniyeyi okumuş olduklarını rivâyet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle bast-ı zaman hakikatını aynen müşâhede ettikleri medar-ı şüphe olamaz. Şu bast-ı zaman herkesçe musaddak bir nevi rüyada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır. L.)
BA'S-UL EMVAT
Ölmüşlerin dirilmesi.
BÂSÛR
(C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.
BA'S-Ü BA'D-EL MEVT
Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek. (Bak: Ahiret)
BAŞ
t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim.
BAŞALTI
t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece.
BAŞAM
f. Perde, örtü.
BAŞAME
f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü.
BAŞBUĞ
t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı. * Lider.
BAŞE
f. Atmaca kuşu.
BAŞED
f. Olur, ola...
BÂŞE-İ FELEK
Nesr-i Tâir ve Vâki adı verilen iki yıldız.
BAŞENG
f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma üzerindeki üzüm salkımı.
BAŞGÛN
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
BAŞIBOZUK
t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır.
BAŞİK
(C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş.
BAŞİR
Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut.
BAŞKENT
t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi. Payitaht.
BAŞKIRDİSTAN
Rusya'da halkı Türk olan bir bölge.
BAŞMAK
Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.
 
BAŞTİNA
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.
BÂŞÛRE
(C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne.
BATAET
Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık.
BATALESE
Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar.
BATALET
Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret.
BATANET
Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık.
BATAR
Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme. * Çok sevinme.
BATARİKA
(Batrik. C.) Patrikler.
BATARYA
İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.
BATERE
f. Tef.
BATH
(C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.* Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma.
BATHA
Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer.
BATIL
Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid)(Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arıyanlar içinde, ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip, hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadakası üzerine eğilen beyaz bir kıl, nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhâl : "Hilâli gördüm."der, "İşte bu gördüğüm aydır." diye hükmeder.İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da; ihtiyarsız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de, çâr nâçâr alır saklar; yavaş yavaş kabul ve tasdikine mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir. İ.İ.)
BÂTIN
İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn)
BÂTINEN
İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
BÂTIN-I KALB
Kalbin içi. Kalbdeki hisler.(Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. "Ne kadar güzel yapılmış" de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. S.)
BÂTIN-I UMÛR
İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri.
BATINÎ
İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan.
BATINİYYE
Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve te'vil ile keşfedip bulmak vardır. Fakat zâhir mânaları ve bunlardan çıkan kat'i hükümleri esas almak ve bunlara aykırı olmamak ve şeriattaki ve tefsir ilmindeki usûle uygun olmak gibi şartlara riâyet etmekle makbul olur.O.T.D. Sözlüğünde bu hususta şu malûmat verilmiştir: Bâtınîlere, muhtelif vesileler ile verilmiş olan isimler şunlardır : 1- Karamıta, 2- Saibiye, 3- İsmailiye, 4- Mübarekiye, 5- Bâbekiye.Bunlardan başka Bâtınîlere; hakikatın, yalnız Mâsum İmamın talimi ile öğrenilebileceği iddialarından dolayı Talimiye; dini mahremata riayet etmedikleri için İbahiye vs. isimleri de verilmiştir. Tohumu İbni Sebe tarafından atılmış olup Abbasilerden Mutasım zamanında yaşıyan Ehvaz'lı Meymun tarafından filizlendirilen Bâtıniye mezhebine en evvel, takiyyeyi terk ile alenen davet eden Muhammed Ali Berkaî'dir. (Hicri : 255)
BATÎ
Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan.
BATİH
Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer.
BATİHA
(C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere.
BATİK
Keskin.
BATİN
Uzak yer. * Şişman.
BATİR
f. Turna kuşu.
BATİR
Hayvanları nallayan kimse.
BATİR(E)
(C.: Bevâtir) Keskin kılıç.
BATİŞ
(Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü.
BATÎ-ÜL HAREKE
Davranış ve hareketi ağır.
BATÎ-ÜL HAZM
Sindirimi güç, hazmi zor.
BATİYE
Büyük çanak.
BATMAN
Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
BATN
İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
BATNEN BA'DE BATNİN
Nesilden nesile, soydan soya.
BATŞ
Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.
BATT
Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı.
BATTAL
Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal.
BATTALİYE
(Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi.
BAÛDA
(Baûza) Sivrisinek. Sinek.
BA-VEHİM
Vehim ile, şüphe ile.
BA-VEKAR
Ciddi, vakarlı, ağırbaşlı.
BAVER
f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma.
BÂ-VÜCUD Kİ
f. Bununla beraber, böyle iken.
BAY
f. Bey. Mir. Emir. Zengin.
BAY U GEDA
Zengin ve fakir.
BAYESTE
f. Lüzumlu, gerekli, zaruri.
BAYEZİD-İ BİSTAMÎ
(Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir. (K.Sırruhu)
BAYGAN
f. Muhafız, koruyucu, bekçi.
BAYINDIR
Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.
BAYIR
Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.
BAYIZ
(Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan.
BAYİ'
Satıcı. Mal satan.
BAYİCE
(C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye.
BÂYİİYYE
Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.
BÂYİKA
(C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye.
BAYİN
(Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
BAYİR
Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak.
BÂYİSTE
f. Zaruri, lâzım, gerekli.
BAYKAL
Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.
BAYKAR
Çulha, bez ve kumaş dokuyan.
BAYKARA
Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme. * Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş.
BAYRAK
Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem.
BAYRAKDAR
f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı, reisi.
BAYRAM
Bir dinde mübarek addolunan gün.
BAYRAMİYYE
Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır.
BAYSUNGUR
Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş.
BAYTAR
Hayvan tedavicisi, veteriner.
BAYTARA
Hayvan hekimliği, baytarlık.
BAYZAR
Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası.
BAZ
f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan.
BA'Z
Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
BÂZ
f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş.
BAZAK
Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)
BAZAR
f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. * Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık.
BÂZ-BAN
f. Kuşçu. Doğancı.
BÂZ-DÂR
f. Kuşçu, avcı, doğancı.
BÂZEK
f. Küçük doğan (kuş).
BAZENDE
f. Oynıyan, oynayıcı.
BAZENDE-ZEBAN
f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan.
BÂZERGÂN
f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki yahudilere verilen isim.
BÂZERGANÎ
f. Tüccarlık, tâcirlik.
BAZ-GEŞT
f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş.
BAZGÛN(E)
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
BAZ-GÜŞA
f. İnsandaki ayırdetme kuvveti.
BAZIA
Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.
BAZIK
Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu.
BÂZİ
Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen. * Küfürbaz.
BÂZİ
f. Oyun. Eğlence.
BÂZİÇE
f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe.
BÂZİG
Ortak, şerik.
BAZİGÂH
f. Eğlence yeri, oyun yeri.
BAZİGEDE
f. Oyun yeri, eğlence yeri.
BAZİGER
f. Oynayan, rakseden, köçek.
BAZİGÛŞ
f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse.
BAZİH
Büyük. Âli. Yüce.
BAZİHANE
f. Oyun yeri, eğlence yeri.
BAZİL
(Bezil. den) Bol bol veren, dağıtan. Cömert.
BAZİL
(C.: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve. * Devenin, önce biten dişi. * Şey. * Kan akan baş yarığına "şecce-i bâzile" denir.
BAZİLE
Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil.
BAZİR
Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze.
BAZİRGÂN
Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.
BA'ZİYET
Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.
BAZMANDE
f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış.
BAZOKA
(Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.
BAZPES
f. Tekrar, yeniden. * Geri.
BÂZU
f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc: Güç, kuvvet ve istidat.
BÂZUBEND
f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt.
BÂZUDİRÂZ
f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim, zulmeden.
BÂZ-UL EŞHEB
Akdoğan. * Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.
 
BE
f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan, ile, için" mânalarında kullanılır.
BEBAN
Tarz, yol, üslup, metod.
BEBGA
Papağan.
BEBR
f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır.
BECA'
Geniş, bol.
BECÂ
f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste.
BE-CÂ
f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib.
BECÂ NÂ-BECÂ
f. Yerli yersiz.
BECAYİŞ
f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma.
BECAYİŞ-İ MEKÂNÎ
f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği.
BECBAC
Semiz, besili. * Zayıf kimse.
BECBECE
Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü.
BECC
Yarmak. * Vurmak.
BECE
Çıban, arpacık, sivilce.
BECEL
Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira.
BECER
Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun.
BECİDD
f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten.
BECİL
Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman.
BECİR
Birçok.
BECRA'
Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın.
BECREC
Sığır buzağısı.
BECREM
(C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye.
BEÇE
(C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu.
BEÇE-DAR
f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile.
BEÇE-GÂN
(Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular.
BEÇE-İ HUNİN
Kanlı yavru. * Mc: Acı gözyaşları.
BEÇE-İ TAVUS-U ULVÎ
Gökteki tavusun yavrusu. * Kamer, ay. * Güneş, şems. * Ateş, nar.* Gündüz.* Yâkut.
BEÇEK
f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah.
BED
f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
BED'
(C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç. * Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk.
BEDA
(Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme.
BEDA'
Fikir, rey. * Çöle çıkmak.
BEDÂD
Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran. * Nasib, hisse, pay.
BEDÂDÂN
Eyerin iki yanı.
BED-AGAZ
f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış.
BEDAH
(C.: Büduh) Geniş yer.
BEDAHAT
(Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.
BED-AHD
f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız.
BEDAHET
Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi.
BEDAHETEN
Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.
BED-AHLAK
f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse.
BED-ÂHÛ
f. Karakteri bozuk, huyu kötü.
BEDAL
Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa.
BED-AMEL
f. Hareketi ve işi fenâ olan.
BED-ÂMUZ
f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten.
BEDAN
(Bed. C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler.
BEDANET
Yağlı, besili olma. Semizlik.
BEDARF
Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.
BED-ASL
f. Aslı kötü, soyu fena.
BEDAVA
f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.)
BEDAVE(T)
Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet)
BEDAYİ'
(Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar.
BEDAYİ'
(Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar.
BEDBAHT
f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara.
BEDBİN
f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan. $ sırriyle $ kaidesinin sırriyle $ gayet kısacık bir meâli: "Sözleri dinleyip en güzeline tâbi olup fenasına bakmayanlar, hidâyet-i İlâhiyeye mazhar akıl sahibi onlardır" meâlinde. Bizler için şimdi herşey'in iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz'de, bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği hâlde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir. ş.)
BEDBİNÂNE
f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine.
BEDBİNÎ
f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük.
BED-BU
f. Fena kokulu, pis kokan.
BED-BUK
f. Hâin, korkak.
BED-CİNS
f. Cinsi bozuk.
BED-CU
f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen.
BED-ÇEŞM
f. Nazarı değen, haset kimse.
BEDDA'
Gövdeli, şişman kadın.
BEDDAL
Bakkal.
BEDDE
Derman, takat, güç, kuvvet.
BED-DİL
f. Korkak, yüreksiz.
BED-DUA
(Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ.
BEDE'
Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.
BEDED
İki uyluk arasının geniş olması.
BED-EDA
f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse.
BEDEL
(C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâtı olursa, zikredilen sıfat veya vasfa " bedel" denir." Kardeşin Ahmedi gördüm" derken, kasdedilen kardeşin değil Ahmet'in kendisidir. İşte bu sözde "kardeşin" kelimesi "Ahmet"in" bedel'i olur.
BEDELEN
Mukabilinde, karşılığında, yerine.
BEDELEYN
İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.
BEDEL-İ FERAG
Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir.
BEDEL-İ İCAR
Huk: Arazi hukukunda tasarruf hakkı mukabilinde verilen emsâline uygun peşin para.
BEDEL-İ MÜSEMMA
Huk: Akidde belirlenen bedel.
BEDEL-İ NAKDÎ
Eskiden fiili askerlik hizmeti yerine belli bir miktarda para verilmesi usülü idi.
BEDEL-İ NÜZÛL
Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında yapılacak olan masraflar için alınan vergi.
BEDEL-İ ÖŞR
Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.
BEDEL-İ RAKABE
Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet akçesi.
BEDEN
(C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni.
BED'EN
Başlangıçta. İlk önce, ilkin.
BED-ENDAM
f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık.
BED-ENDİŞ
f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen.
BEDENE
(C.: Büdün) Kurbanlık deve.
BEDENEN
Vücutça. Beden ile.
BEDER
f. Hariç. Dışarı. Taşra.
BEDERGAH
f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri.
BEDESTAN
f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.
BED'ET
Başlangıç.
BEDEVÎ
Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. * Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî)
BEDEVİYANE
f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi.
BEDEVİYET
(Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik.
BED-FERCAM
f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena.
BED-FİAL
f. Yaptığı işleri kötü olan.
BEDG
Bulaşmak.
BED-GÛ
f. Fitnekâr, dedikoducu.
BEDH
Ansızdan olmak.
BEDH
Vurmak, darp. * Âcizlik. * Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık.
BED-HAH
f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen.
BED-HAL
f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan.
BED-HİSAL
Hasletleri kötü, fena huylu.
BED-HU(Y)
f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy.
BEDİ'
(Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. * Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * Beğenilen. * Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. * Edb: Sözün garib ve güzel olması hâli.
BEDİA
Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
BEDİA-İ HAYALİYE
İdeal, ülkü, gaye, mefkûre.
BEDİD
Su az az akmak.
BEDİD
Büyük sahra, geniş çöl.
BE-DİDAR
f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar.
BEDİH
Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.
BEDİHE
Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. * Başlangıç.
BEDİHE-GÛ
f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
BEDİHÎ
Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
BEDİHİYYAT
(Bedihî. C.) Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.(Mister Karlayl yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammedin (A.S.M.) sözüdür. Çünkü: Hakiki söz onun sözleridir." Hem yine diyor ki: "Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyyede iştibah edersin. Çünki, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir."İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış. H.)
BEDİHİYYET
Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.
BEDİH-ÜL BUTLAN
Bâtıl olduğu âşikar surette belli. Bâtıl, haksız bir hüküm veya görüş olduğu herkesçe bilinen.
BEDÎÎ
Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.
BEDÎÎ KIRAET
Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.
BEDİ-İ PÜR-MAÂNÎ
Çok mânâları bulunup bedi' olan. Çok mânaların bedi' ve güzel oluşu.
BEDİL
Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi.
BEDİ-ÜL BEYAN
İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan.
 
BEDİ-ÜZ ZAMAN
(Bak: Bediüzzaman)
BEDİÜZZAMAN
Zamanın bedi'i olan. Zamanında kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemiyen ve zamanın garib ve acibi bulunan. (Bak: Said Nursî)Bediüzzaman hakkında Said Nursî kelimesinde bir derece izahat verildiği için burada sadece kronolojik hayat safhalarına ait bir liste ile sonunda ibretamiz bir vakayı koymakla iktifa edildi.Bilinmeyen taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî isimli eserin kronolojik fihristinden seçmeler:1894 - 1895- Müsbet ilimleri tetkik ve kısa zamanda her birisine vâkıf olması.- "Bediüzzaman" lâkabının verilmesi.- 80-90 cild kitabı üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması.1907- İstanbul'a üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi. - Şekerci Hanı'nın kapısına " Her suale cevap verilir" levhasını asıp âlimleri sual sormaya dâveti.- Sultan Abdülhamid'e Şarkta üniversite açılması için müracaatı.1909 - 31 Mart'ta Bediüzzaman'ın yatıştırıcılığı.- İsyan etmiş olan sekiz taburu itaate getirmesi - Bediüzzaman'ın Divan-ı Harb'e verilişi.- Divan-ı Harb'de beraet edişi ve serbest bırakılması.1911 - 1914- şam'a gelişi ve Câmi-i Emeviye'de muhteşem bir hutbe irad etmesi.- Sultan Reşad'la beraber Rumeli seyahatine çıkması. - Van'a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini attırması.1915 - 1916- Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışıyor.- Bediüzzaman'ın Ruslara esir düşmesi.1918-Bir bahar günü Bediüzzaman'ın Kosturma'dan firar edişi.-17 Haziran 1918 : Bediüzzaman'ın Varşova, Viyana ve Sofya tarikıyla İstanbul'a avdeti.- Enver Paşa'nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman'a Harbiye Nezareti ikramiye ve harb madalyası veriyor.-13 Ağustos 1918 : Ordu-yu Hümayun'un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet'e âzâ oluşu.1920- İngiliz işgaline karşı "Hutuvât-ı Sitte" yi neşrederek mücadele etmesi.1922- Bediüzzaman güz mevsiminde İstanbul'dan Ankara'ya geliyor.-9 Kasım 1922: Bediüzzaman'a Meclis'te hoşâmedî yapılması.1923 -19 Ocak 1923 : Bediüzzaman Meclis'te mebuslara hitaben bir beyanname neşrediyor.-17 Nisan 1923 : Ankara'da umduğunu bulamayan Bediüzzaman'ın Van'a gitmek üzere yola çıkması.1925 - 1927-Bediüzzaman'ın Van'dan nefyi. - Isparta'da bir müddet kalan Bediüzzaman önce Eğridir oradan da Barla'ya getiriliyor.- Risale-i Nur'lar te'lif edilmeye başlanıyor.1934 -Yaz ortalarında Barla'dan alınan Bediüzzaman'ın Isparta'ya getirilişi.- 27 Nisan 1935 : Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî bir kıt'a ile Isparta'ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor.- Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere Eskişehir'e götürülüyor.1936 -27 Mart 1936 : Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu'da ikamete mecbur ediliyor.1943-20 Eylül 1943 : Bediüzzaman'ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla Ankara'ya getirilmesi. 1944 - Denizli mahkemesinin başlaması.- 15 Haziran 1944 : Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Bediüzzaman'ın beraetini ilân ediyor.- Ağustos 1944 sonlarında Ankara'dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ'da ikamete mecbur ediliyor.1948-23 Ocak 1948 : Emirdağ'da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki.- 6 Aralık 1948 : Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz.1952- Ocak 1952 de İstanbul'da mahkeme için gelen Bediüzzaman Sirkeci'de Akşehir Palas Oteline yerleşti.- 5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti.1958- Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda neşredilmesi.- 23 Mart 1960 Çarşamba : Bediüzzaman Ramazan'ın 25. günü gece saat 03.00 civarı Urfa'da bu fani âleme veda etti.(Bediüzzaman'ın akıllara hayret veren bir seciyesi)(Ehl-i Sünnet Mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet Gazetesi sahibi avukat bir zâtın makalesidir.)Ben, Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibirya'ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakü'nün Nangün Adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman'ın önünden geçen Nikola Nikolaviç'e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Baş kumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahâne ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü def'asında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhâvere geçiyor:- "Beni tanımadılar mı?- "Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çar'ın dayısıdır, Kafkas Cephesi başkumandanıdır."- "O halde ne için hakaret ettiler?"- "Hayır, afvetsinler ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım."- "Mukaddesat ne emrediyormuş?"- "Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim."- "Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harb kurulunda isticvab edilsin."Bu emir üzerine divan-ı harb kuruluyor, karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bediüzzaman'a rica ederek başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevab bu oluyor:- "Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resülullah'a varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem."Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemâl-i şetaretle: "Müsaade ediniz, onbeş dakika vazifemi ifa edeyim." diye abdest alıp iki rek'at namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:- " Beni affediniz! Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dini salâhatinizden (sâlihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz; sizi rahatsız ettim; tekrar tekrar rica ediyorum beni afvediniz."Bütün müslümanlar için şâyân-ı misâl olan bu salâbet-i diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu. Abdurrahim) (ş.)
BEDİY
Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan.
BED-KÂR
f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan.
BEDLİGAM
f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. * Bedevi, çöl adamı.
BED-LİKA
f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü.
BEDMAYE
f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk.
BEDMEST
f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş.
BED-MİHR
f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz.
BEDNAM
f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan.
BED-NİGAH
f. Kötü bakışlı.
BEDNİHAD
f. Kötü huylu.
BEDPESEND
f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend.
BEDPEYMAN
f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan.
BEDR
(Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması. * Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın zâhir olması.* Tam ve münasib olan âzâ. * Dolu şey. * İyi hizmet eden köle.
BEDR MUHAREBESİ
Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 13 zâtın türbeleri mevcuttur. Bedir harbi, Ramazanda Cuma günü vuku bulup Peygamber Efendimizin (A.S.M.) maiyetinde 320 kişi vardı. Bunların sekseni muhacirînden, gerisi ensardandı. Kureyş kervanı ile Şam'dan dönen Ebû Süfyan'ın önüne çıkılmış iken, Ebû Süfyan haber alarak Mekke'den yardım istemiş, Ebû Cehil'in maiyetinde Mekke'den gelenlerle beraber Kureyşliler 1000 kişi kadar olmuşlardı.
BED-RAH
f. Kötü yola sapan.
BEDRAKA
f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu.
BEDRAKA-İ EFKÂR
Fikirlerin mürşid ve kılavuzu.
BED-RAM
f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı.
BEDRE
(C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese. * Onbin dirhem.
BED-REFTAR
f. Gidişi ve hareketi fenâ olan.
BED-REG
f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan.
BEDREKA
(Bak: Bedraka)
BED-RENG
f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk.
BEDRÎ
Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)
BEDRUC
Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.
BED-SİGAL
f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen.
BED-SİYRET
f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan.
BED-TER
f. Çok kötü, daha kötü, beter.
BED-TIYNET
f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam.
BEDUD
Suyu az olan kuyu.
BEDUH
Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.
BE-DUŞ
f. Omuza, omuzda.
BED-ÜSLÛB
f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü.
BEDV
Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama. * Sahraya çıkma.
BED-ZEBAN
f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil.
BEDZEHRE
f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse.
BEFM
f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü.
BEFŞ
f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe.
BEFTERE
f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş.
BEGAYA
Askerin ön karakol takımı.
BEGAYE
Talep etmek, istemek.
BEGAYET
f. Son derece. Pek ziyâde.
BEGEND
f. Yuva. * Kümes, folluk.
BEGNEK
f. Kuyruğu kesik hayvan.
BEGONYA
Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi.
BEGTER
f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise.
BE-GÜN
f. (Bak: Bikün tevbe)
BEHA
(Bak: Bahâ)
BEHA
Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak.
BEHACET
Güzellik. Güzel yüzlü olma.
BEHAK
İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.
BEHAMİN
f. Bahar mevsimi.
BEHANET
Nefesi iyi ve lâtif olan kadın.
BEHAS
Susama.
BEHATT
Sütlaç, süt lapası.
BEHBEHAN
Papağan, tûti kuşu.
BEHBEHÎ
Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman.
BEHBUD
f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik.
BEHC
Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme. * Güzellik, hüsn.
BEHCET
Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
BEHDEL
Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması.
BE-HEM
f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem)
BEHEM-BER-ÂMEDEN
f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ("Behemâmeden" de denir.)
BEHEMEHAL
f. İster istemez. Mutlaka. Her halde.
BEHEMZEDE
f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş.
BEHER
f. Her, her bir, herbirisine.
BEHER-HAL
f. Mutlaka, her hâlde.
BEHET
f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva.
BEHETTA
Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği.
BEHİ
Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye)
BEHİC
Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
BEHİCE
Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.
BEHİM
(Behime) Dört ayaklı hayvan.
BEHİM
Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses.
BEHİMÂT
Hayvanlar.
BEHİME
(Bak: Behim)
BEHİMÎ
Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.
BEHİMİYYET
Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş.
BEHİN
(Bak: Bihin)BEHİR(E) : Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.
BEHİŞT
f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs.
BEHİŞT-HIRÂM
f. Cennete gitmiş.
BEHİŞTÎ
f. Behiştle ilgili, cennetlik.
BEHİŞT-İ GINÂ
Cenab-ı Hak'tan başka hiç kimseye minnet etmeden hâsıl olan saadet, cennet. Gına ve istiğnânın cenneti.
BEHİŞT-NİŞİN
f. Cennette oturan.
BEHİŞT-ZÂR
f. Cennet gibi yer.
BEHİTE
İftira etmek. * Kabile ismi.
BEHİYE
Güzel.
BEHKELE
Nârin vücutlu kız, sevgili.
BEHKEN(E)
Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.
BEHKEŞE
Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.
BEHL
Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe.
BEHLE
(Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven.
BEHLEL
Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude.
BEHLÜL
Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.
BEHM
Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
BEHMAN
f. Filân, filânca.
BEHMAR
f. Çok, ziyade, fazla.
BEHME
(C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. * Keçi otu.
BEHNAN (E)
Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse.
BEHNANE
f. Beyaz pide. * Maymun.
BEHNE
Yumuşak yer.
BEHNEKE
Etli, büyük, şişman kadın.
BEHNES
Çirkin, sakil ve kaba olan adam.
BEHR
Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması. * Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe.
BEHRA
f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için.
BEHRAM
f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih yıldızı.
BEHRAME
f. Yeşil elbise.
BEHRAMEC
Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği.
BEHRAMEN
f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği.
BEHRE
f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta.
BEHREBER
f. şerik, ortak.
BEHREBERÎ
f. Ortaklık, şeriklik.
BEHREC
Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey, iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey.
BEHREDAR
Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış.
BEHREK
f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması.
BEHREM
Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse.
BEHREME
f. Burgu, matkab.
BEHREME
Saç ve sakalın kınayla boyanması. * Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı. * Hindlilerin ibadeti.
BEHREMEND
f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan.
 
BEHREVER
f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş.
BEHREYAB
f. Nasibi olan, hissesi olan.
BEHS
Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık.
BEHSALE
(C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.
BEHSUS
Az miktar, az şey.
BEHŞ
Muki otunun yaşı. * Kara yüz.
BEHT
Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek. * Şaşkınlık. Hayranlık.
BEHTERE
Yalan söyleme.
BEHUR
Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)
BEHUT
(C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.
BE-HÜKM
Hükmiyle, hükmünce.
BEHV
f. Çardak. * Köşk. * Sofa. Salon. * Cumba.
BEHV
(Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık. * Rahim ile mahrecinin arası.
BEHVET
Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda.
BEHZ
Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle göğse vurma.
BEHZERE
(C.: Behâzere) Semiz davar.
BEHZET
Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek.
BEİS
(Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed.
BEJENDÎ
f. Geçim darlığı. Maişet derdi.
BEJMAN
f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı.
BEK'
(C.: Bilkâ) Sütü az olan davar.
BEK'
Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek.
BEKA
Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. * İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. * Bâki olmak. Ebedîlik.(... Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidâdını hissetmiş. Ve insan, acib cemiyetli istidâdiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayâliyeye denilse : "Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakiki insaniyetini kaybetmiyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvâhlarla saâdet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak. H.)
BEKA-İ DÜNYEVÎ
Dünya hayatında devamlılık. Uzun ömür.
BEKA-İ NEV'
Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi.
BEKALE
Yağla karışmış keş. * Karıştırmak.
BEKAM
f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen. Mesut, bahtiyar.
BEKAMET
Dilsizlik, dili olmamaklık.
BEKÂR
Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede)
BEKÂRET
Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali.
BE-KAVL
f. Sözüne göre, dediğine göre.
BEKAYA
Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
BEKBEKE
Depretmek, tahrik.
BE-KEF
f. Elde, avuçta olan.
BEKİL
Yakışıklı delikanlı, genç.
BEKİLE
Yağla karışmış keş.
BEKİM
Dilsiz adam.
BEKK
Bir şeyi kakmak.
BEKKÂÎN
(Bükâ. dan) Ağlayanlar.
BEKKE
Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık.
BEKL
Karıştırmak, halt.
BEKR
Genç erkek deve. (Müe: Bekre)
BEKRE
Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.
BEKRÎ
Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş.
BEKTAŞ
f. Akrân. Eş. Arkadaş.
BEKTAŞÎ
Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse.
BEKTAŞİYÂN
f. Bektâşiler. Yeniçeriler.
BEKÛRÎ
İlk evlat, ilk doğan çocuk.
BEKÛRİYYET
İlk evlâtlık.
BEKÜSİSTE
f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük.
BEL
t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası. * Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.
BEL
f. Ökçe. Ayakkabı altının topuğa rastlayan yüksek kısmı.
BEL
Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.
BEL'
Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma.
BELA
Evet. (Nefiyden sonra isbat için söylenir.) Meselâ: Kur'ân-ı Kerim'de mezkûr; Cenab-ı Hakkın ruhlara karşı, "Ben Azîmüşşan sizin rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, ruhlar $ Yâni: "Evet sen bizim Rabbimizsin" dediler. (Bak: Bezm-i Elest) * Farsçada "Belî" diye söylenir.
BELÂ
(c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne. (Bak: Sadaka)(Ey insan! Mâdem canavar sûretinde bir hayvan, insanların hânesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise, mahlukatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alil ihtiyareler; ve alil ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyâde lâyık ve müstahak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi en hakiki dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık hâlinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve $ sırriyle yâni: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti." ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle. M.)
BELABİL
(Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
BELÂ-CÛ
Belâ arayan. Belâsını istiyen.
BELAD(E)
Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey.
BELADET
Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.
BELÂ-DİDE
f. Belâ görmüş, belâya çatmış.
BELADİR
f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka.
BELÂ-ENDER-BELÂ
f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet.
BELÂG
Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
BELÂGAN MÂ-BELÂG
Bol bol. Çok kâfi derecede.
BELÂGAT
Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i belâğat denilir. (Edb. L.)(Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, hey'etlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.... Belâgat, muktezâ-yı hâle mutabakattan ibarettir. Kur'anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta'mim için hazf yapıyor; çok yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimâller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın. İ.İ.)
BELÂGAT-FÜRUŞ
f. Belâgat taslıyan.
BELÂGAT-PERDÂZ
f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen.
BELÂGAT-PİRÂ
Belâgata süs veren. Süslü ve belâgatlı konuşan.
BELAH
Büyüklenmek, kibir.
BELAHA
Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak.
BELAHET
Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
BELAK
Ayakları alacalı at.
BEL'AK
Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi.
BELÂKEŞ
f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan.
BELAKİK
(Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar.
BELAL
Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan.
BEL'AM
Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.
BEL'AME
Yutmak.
BELAREK
f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası.
BEL'AS
Büyük karınlı dişi deve.
BELAT
Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı.
BELAYA
(Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
BELÂ-YI NÂGÂH
Ansızın gelen musibet. Habersiz gelen belâ.
BELÂ-YI SİYÂH
Kara belâ. * Mc: Acı olan olaylar, kötü hâdiseler.
BELA-ZEDE
f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan.
BELBAL
(Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic ve tahrik eylemek.
BELBED
Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez.
BELBEL
Tasa, kaygı. Yürek yanması.
BELBELE
(C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek.
BELBÛS
f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak.
BELCA'
Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)
BELDAH
Kişinin kendini yere vurması.
BELDARAN
Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.
BELDE
Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.
BELDE-İ TAYYİBE
Güzel ve hoş belde. Medine-i Münevvere.
BE-LEB
f. Dudakta.
BELEC
Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.
BELED
(Belde. C.) Beldeler. Memleketler.
BELED SÛRESİ
(El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
BELEDÎ
(Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli.
BELEDİYE
Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.
BELEH
Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık.
BELEL
Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder, üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük.
BELEM
Üzerinden yol geçen tepe.
BELEMUN
Çakır dikeni.
BELENDAH
Bodur, şişman kimse.
BELENDÎ
Enli.
BELENSEM
Katran.
BELES
İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur.
BELEŞ
(Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava.
BELET
Kesilmek, inkıtâ.
BELGE
(Bak: Vesika)
BELGİN
Belâ, zahmet, dâhiye.
BELH
Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder.
BELHA'
Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.
BELHÂ
Gönlü kibirli olan kadın.
BELHAM
Nalbant. Baytar.
BELHAM
Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.
BELİ
f. Evet.
BEL'-İ LOKMA
Lokmanın yutulması.
BELİD
(Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala.
BELİGANE
f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak.
BELİĞ
Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan.
BELİL
Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr.
BELİNOGRAF
Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz.
BELİTA
Kamış kap.
BELİYYAT
(Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler.
BELİYYE
(C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
BELK
Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi.
BELKA'
Alaca. Alaca bacaklı olan at.
BELKA'
Tenha çöl. Harap ve boş yer. * Yazı. * Yalan yere yemin etmek. * Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler. * Bir hurma cinsi.
BELKAA
Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak nesne.
BELKIS
Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerîlerden bir melikedir. Süleyman (A.S.) bunu Filistin'e çağırdı, geldi ve iman etti. (Bak: Taht-ı Belkıs)(Hz. Süleyman (A.S.) Taht-ı Belkısı yanına celb etmek için, vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim" olan hâdise-i harikaya delalet eden şu âyet $ ilââhir... İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vâki'dir ki; risaletiyle berâber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize sûretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek Cenab-ı Hakk'a itimad edip Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadiyle Cenab-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken Şam'da aynıyla veyahud sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor. S.)
BELKİ
Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.
BELL
Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması.
BELLET
(C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.
BELMA
f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey.
BELSEK
Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.
BELT
Kesmek.
BELTA'
Her hususta hazakati ve feraseti olan.
BELTAH
Kişi nefsini yere vurmak.
BELTEM
Akılsız kimse. * Peltek adam.
BELÛ
(Bel'. den) Çok yiyici, obur.
BELUL
Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma.
BELÛS
f. Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan.
BELÛT
Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut.
BELV
(Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe.
BELVAZ
f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu.
BELVE
Belâ.
BELY
Mahvolmak. * Belirsiz olmak.
BELYAD
f. Nakışsız, sade kostüm.
BELZİ
Muhkem, güçlü, sağlam deve.
BEM
Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder.
BEMBEYAZ
Her tarafı beyaz, çok beyaz.
BEN
(Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurlu kişiliği, beni ortaya çıkar. Ben, kendi menfaatına gördüğü, haz duyduğu herşeyi ister. İsteklerine kendisi için tehlikeli, acı verici gördüğü yerde, yani yine kendisi için sınır koyar. Başkalarını hesaba katmaz. Ahlâk ve din terbiyesiyle ben, her istediğini yapmaması gerektiğini öğrenir. Vicdan ve namus duygusuna sahip olur. Böylece "üst ben" mertebesine ulaşır. İsteklerini dizginlemesini öğrenir. "Alt ben"in had, sınır tanımayan arzularıyla din ve ahlâkın benliğimizdeki sesi durumunda olan "üst ben" arasında bir zıddiyet ve çatışma vardır. Ben, bu ikisi arasında ahenkle denge kurmaya çalışır. Bir suç ve günah işlediğinde benlikte suçluluk duygusu uyanır. Bundan kurtulmak için en küçük bahane ve şüphelere yapışır. Ve ahlâk ve dinî esasları inkâra yönelir. Bu sebeple her günahta küfre giden bir yol açılır. İslâm terbiyesi alan bir insanın benliği meşru sınırlarda Allahın emir ve rızası dairesinde kalır. Günah sınırlarına varmaz. Benin mahiyeti hakkında felsefî ve psikolojik muhtelif görüşler vardır. Henüz benliğin mahiyeti açıklanamamıştır. İslâm açısından bu mevzuda yazılan en esaslı yazı Risale-i Nurlardan Ene ve Zerre Risalesi'dir.
 
BENADIK
(Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar.
BENADİR
(Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar.
BENAM
Parmak ucu.
BE-NAM
f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
BENAN
Parmak uçları. Parmaklar.
BENANE
(C: Benân-Benânât) Parmak başı.
BENÂT
(Bint. C.) Kızlar. * Bebekler.
BENÂT-I Bİ'SE
Musibetler, belâlar, felâketler, âfetler.
BENÂT-ÜD DEHR
Âfetler. * Zahmetler.
BENÂT-ÜL ARZ
Pınarlar, ırmaklar.
BENÂT-ÜR RÜŞDE
Nikâhlı kadından doğan evlat.
BENÂT-ÜS SADR
Endişe. * Hayal. * Kederler.
BENAVER
f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı.
BENBEL
f. Ekşi şey. * Ekşi elma.
BENC
Türkçede "benek" adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna "bezr-ül benec" derler.
BENCİL
t. (Bak: Hodbin, Hodgâm)
BENCİLEYİN
t. Benim gibi.
BEND
f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. * Aldatmak.* Birisini emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana gelen ve kısım kısım gazel tarzında kafiyeleri değişen manzûmelerin her bir parçası. (Bak: Terkib-i bend)
BENDE
f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul.
BENDEGÂNE
Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.
BENDEGÎ
Kölelik. Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk.
BENDE-HİRÎDE
Satın alınmış köle.
BENDE-İ FERMÂN
Emir kulu, ferman kölesi.
BENDE-İ HALKA-BEGÛŞ
Kulağı halkalı olan köle, esir. * Mc: İtaatli, muti'.
BENDEKA
Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma.
BENDENE
f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça.
BENDENÜVAZ
f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden.
BENDEPERVER
f. Köle besleyici, adam besleyici.
BENDER
(C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.
BENDEREK
f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek.
BENDERGÂH
f. İşlek iskele, liman, şehir.
BENDERZ
f. Çuvaldız.
BENDEYAN
Hizmetçiler. Kullar. * Mensuplar.
BENDE-ZADE
f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan.
BEND-İ ÂHENİN
Demir bağ. Demirden mânia.
BENDİDE
f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış.
BENDİME
f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik.
BENDİŞ
f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış.
BEND-RÛG
f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur.
BENE
f. İnce urgan, ip.
BENEFSEC
Menekşe.
BENEFŞ(Î)
f. Menekşe rengi, mor renk.
BENEFŞE
f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor.
BENEFŞE-GÛN
f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü.
BENEFŞE-ZÂR
f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik.
BENEK
f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş.
BENES
Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma.
BENEVRE
f. Temel, esas, asıl.
BENG
f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik.
BENGAH
f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli şahıslara ait çadır.
BENGERE
f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni.
BENGÎ
f. Beng tiryakisi, esrarkeş.
BENÎ
Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn)
BENÎ ÂDEM
Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları.
BENÎ BEŞER
İnsanlar.
BENÎ İSRÂİL
İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi.
BENÎ ÜMEYYE
Emeviler.
BENİKA
(C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.
BENİMSEMEK
t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek.
BENÎN
(İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli kimse.
BENİYYE
Kâbe-i Muazzama.
BENK
Her nesnenin aslı.
BENNA
Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı.
BENNA-GÛŞ
f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir.
BENNE
(C.: Binân) Güzel, hoş koku.
BENS
Tehir etmek, geciktirmek.
BENŞ
Tenbellik. İhmâl.
BENÛ
Oğullar.
BENÛ(H)
f. Yığın, küme, demet.
BENU-D DÜNYA
Beni Âdem, insanlar.
BENU-L ALLAT
Baba bir kardeş.
BENU-L A'YAN
Baba ve ana bir kardeş.
BENU-L GABRA
Dervişler, uğrular.
BENU-L ÜMM
Ana bir kardeş.
BENÛN
(Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler.
BENU-S SEBİL
Misafirler.
BEN-VAN
f. Harman, tarla, ekin bekçisi.
BENZOL
Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.
BEPGA
f. Papağan.
BER
f. (Burden) "Götürmek" mastarının emir köküdür. Kelimenin sonuna getirilerek terkipler yapılır. Emirber $ : Emir dinleyen, emir götüren. Fermanber $ : Emir veren. Emir dinleyen... gibi.
BER
f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) * Göğüs, sine, bağır, sadır. * Fayda. * Hamil. * Hıfz. * Yan. * Taraf. * Nâkil. Götürücü. * Meyve. * Yaprak. Varak. * Meme.* Genç kadın.* Evin kapısı.
BE'R
Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.
BERA'
Her ayın ilk ve son günü.
BERAA
(Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)
BERÂAT
Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.
BERÂAT-ÜL İSTİHLÂL
Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç. * Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi. * Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen yazı gibi vesika.
BERABER
f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat, birlik.
BERABER MÎ-ZENEND HER ŞEY
Herşey berâber söylüyor, çarpıyor, konuşuyor.
BERABERÎ
f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik.
BERACİM
(Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar.
BERÂET
Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma. * Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak: Ber')
BERÂET-İ ZİMMET
Zimmetinde birşey olmayış, suçsuzluk.
BERAGİS
(Bürgus. C.) Pireler.
BERAH
Açık işlenmiş yer. * Zâil olmak. * Ağaçsız arazi.
BERAH
şiddet. Ezâ ve meşakkat.
BERAHİDE
f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş.
BERAHİHTE
f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir.
BERAHİME
Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri.
BERAHİN
(Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
BERAHİN-İ ALENİYYE
Meydanda ve açık olan deliller.
BERAHİN-İ KATIA
Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.
BERAHİN-İ KAVİYYE
Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.
BERAİL
Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek.
BERAK
(C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu.
BER-AKİS
f. Aksine, zıddına, tersine.
BERARENDE
f. Üste getiren, üzerine çıkaran.
BERARİ
(Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar.
BERAS
Leke hastalığı.
BERASİN
(Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri.
BERAŞ
Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.
BERAT
Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt.
BERAT GECESİ
Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı sahiha vardır.(Bu gelen gece olan "Leyle-i Berât" bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin programı nev'inden olması cihetiyle "Leyle-i Kadr"in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur'anın sevabı, yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhûrede, onbinler yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'anla ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır. Ş.)
 
BERAT-I CİBAYET
Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları toplamak salâhiyetini veren vesika.
BERAT-I HÜMAYUN
Padişahlara mahsus ferman.
BERATİL
(Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler.
BER-AVER
f. Yemiş ağacı.
BERAVERDE
f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış şey. * Yükseğe kaldırılmış.
BERÂY
f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki "Li, li ecli" yerinde bir tâbirdir.)
BERAYA
(Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.
BERÂY-I İSTİKBÂL
Karşılamak için.
BERÂY-I MALÛMAT
Mâlûmat için.
BERÂY-I TENEZZÜH
Tenezzüh için, gezinti için.
BERÂY-I TİCÂRET
Ticâret için. Ticâret maksadı ile.
BERAZ
Az olan şey, kalil.
BERAZİK
Bölük, cemaat.
BERBAD
f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş.
BERBAR(E)
f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş. Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir.
BERBEKAN
Arapların giydiği bir elbise cinsi.
BER-BELEND
f. Çok yüksek yer veya rütbe.
BER-BEND
f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı.
BERBER
f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim.
BERBERE
Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.
BER-CA
f. Yerinde, münâsib.
BERCED
Kalın kilim. * Halı.
BERCESTE
f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz.
BERCİS
Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve.
BERÇİDE
f. Devşirilmiş, toplanmış.
BERÇİN
f. Toplayıcı.
BERD
Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek. * Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko. (L.R.)
BERDAHT
f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme, düzeltme.
BERDAR
f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici. * Meyveli. Meyve verici olan.
BERDAŞTE
f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış.
BERDE
Tıb: Mide dolgunluğu.
BERDEC
Sürmek. (Farisîden muarrebtir).
BERDEGİ
f. Esirlik, esaret, kölelik.
BERDENG
f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe.
BERDEVAM
f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden.
BERDİ
Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.
BERD-İ BEYZÂ
(Bak: Nâr-ı beyzâ)
BERDİS
Habis kişi, pis kimse.
BERDİYY
Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.
BER-DÛŞ
f. Omuzda, omuz üzerinde.
BERD-ÜL ACÛZ
Kocakarı soğuğu. (Rûmi şubatın 26'sında başlar ve 7 gün şiddetle devâm eder.)
BERE
t. Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk.
BERE
f. Kuzu. Koyun yavrusu.
BERE
Fr. Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık.
BERED
Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu.
BEREDE
Dolu. * Çok yemekten midenin dolması.
BEREHMEN
(Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları.
BEREHNE
f. Çıplak.
BEREHNEGÎ
f. Çıplaklık.
BEREHREHE
Güzel, nâzik kadın.
BEREKÂT
(Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar.
BEREKET
Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet.(.. Kanaat-ı kat'iye verecek derecede tecrübeler vardır ki: Nasıl çocukların aczlerine binâen rahmet tarafından rızıkları hârika bir sûrette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor... Öyle de, mâsumiyet kesbeden imanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket sûretinde gönderiliyor. Hem bir hânenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir hâneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu, Hadis-i Şerifin bir parçası olan $ yani: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti." diye ferman etmekle, bu hakikatı isbat ediyor. L.)
BEREM
f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek.
BEREM
(C.: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.
BERENCEN
f. Kadın bileziği.
BEREND
f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. * Kılıcın suyu.
BERENDAHTE
f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış.
BER-ENDAZ
f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan.
BERERE
(Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
BERESTÛK
Kırlangıç denilen deniz balığı.
BERE'TE
Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber')
BEREVÂT
(Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.
BEREZE
(Bak: Bürüz)
BERF
f. Kar.
BERF-ÂB
f. Karlı soğuk su. Kar suyu.
BERF-ÂLUD
f. Kar içinde, kara batmış.
BERF-DÂN
Buzhane, buzluk, karlık.
BERF-DÂR
f. Karlı.
BERFEND
f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer.
BERFİN
f. Kar ile ilgili, kardan.
BERF-NAK
f. Kış yaz devamlı karlı olan yer.
BERFÛK
f. Şeftali yemişi.
BERFÛZ
f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi.
BERG
f. Sed, bend.BERG : f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık. Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam.
BERGAB
f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj.
BERGAL
(C.: Beragil) Sırtlan eniği.
BERGAMAN
f. Ejder. Büyük yılan.
BERGAMOT
Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.
BERGAŞ
(C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti.
BERGAŞTE
f. Yüz çevirmiş.
BERGERDE
f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş.
BERGEŞİDE
f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış.
BERGEŞTE
f. Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs.
BERGEŞTE-HÂL
f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün.
BERG-İ DİRAHT
Ağaç yaprağı.
BERG-İ SEBZ
Hediye. * Yeşil yaprak.
BERGRİFTEN
f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek.
BERG-RİZ
f. Yaprak döken. Sonbahar, güz.
BERGÜZAR
f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek.
BERGÜZİDE
f. Seçkin. Seçilmiş.
BERH
f. Balık, semek. * Parça, kısım, hisse, nasib. * Su birikintisi. * Şimşek, berk. * Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık.
BERH
şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.
BERHABE
Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan kimse.
BERHÂNE
f. Eskiyip harap olmuş konak.
BERHAST(E)
f. Ayaklanmış, kalkmış.
BERHAVA
(Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş.
BERHAY
Yaramaz, haylaz.
BERHAYAT
f. Yaşayan. Hayat üzere olan.
BERHE
Müddet, an, zaman.
BERHEM
f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber.
BERHEME
Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.
BERHEMEN
(C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu.
BERHEM-ZEDE
f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş.
BERHEM-ZEN
f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren.
BERHEM-ZENED
f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor.
BER-HEVA
f. Kaybolmuş, havaya gitmiş.
BERHİHTE
f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş.
BERHİZ
f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden.
BERHÛD
f. Saçmasapan söz, mânasız söz.
BERHUDAR
f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli.
BERHÛH
f. Sabun.
BERHÛN
f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre.
BERHÛR
f. Pay, nasib, hisse.
BERHÛZ
f. Torba, dağarcık.
BERÎ
(Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber')
BERİA
Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak: Beraa)
BERİBERİ
(Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.
BERİCEN
f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın.
BERİD
Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe.
BERİD-İ FELEK
Satürn (Zühal) gezegeni.
BERİG
f. Set, bent.
BERİK
Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı, ışık, ziya.
BERİKE
Yırtmak. Paralamak. * Un helvası.
BERİLYUM
yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.
BERİM
Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz yemek.
BERİN
f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik.
BERİSA'
Halk, insan topluluğu.
BERİT
(C.: Berâyıt) Halk, beriyye.
BERİYYE
Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır.
BERJ
f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı.
BERK
Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak.
BERK
t. Katı. Sert. * Serin. * Metin, sağlam.
BERK
f. Yaprak.
BERK
(C.: Bürük) Göğüs, sadr. * Çok çöken deve.
BERKA'
(Bak: Burku)
BERKA'
(C.: Berkavât) Yüksek yer. * Taşlı balçık.
BERKAA
Dört ayak üstüne durmak.
BERKAN
Parıldama. * Volkan.
BERKAN
f. Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü.
BERKARAR
Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
BERK-ASA
f. şimşek gibi parlak.
BERK-ÂSÂ
şimşek gibi. Berk gibi.
BERKAŞ(A)
Nakşetmek, nakışlamak.
BERKATA
Birbirine yakın olan adım.
BERK-EFŞAN
f. şimşek saçan.
BER-KEMAL
f. Mükemmel.
BERKENAR
f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda.
BERK-ENDAZ
f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE : f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış.
BERKEŞİDE
f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE : Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf.
BERKİ'
Yedinci kat gök.
BERK-İ BASAR
Gözün şimşek çakması. * Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder. (E.T.)
 
Geri
Top