OSMANLI'DA DEVLET YÖNETİMİ
OSMANLI PADISAHLARI
Osmanli hânedani, Oguzlarin Kayi boyuna mensuptu. Bu boy, Avsar, Beydili ve Yiva gibi hükümdar çikaran boylardandi. Bir uç beyligi olarak tarih sahnesine çikisindan itibaren bünyesinin gerektirdigi dini, sosyal ve ekonomik degisIklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanli Beyligi, kisa bir müddet içerisinde köklü bir devlet haline geldi. Döneminin sartlarina göre çok kisa denilebilecek zamanda, tarihin akisini degistirecek kadar büyüyen bu devletin gelismesini, basit ve bazi tesadüflerle izah etmeye çalismak mümkün degildir.
Gerçekten, çok genis topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare etmisti. Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli yapidaki topluluklari cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hakimiyet anlayisinin sonucu olmasa gerekir. M. Fuad Köprülü'nün n bir madde halinde siraladigi ve Rasonyi'ye göre batili tarihçilerce de kabul edilen basarinin bu sebepleri de pek tatmin edici görünmemektedir. Zira onun isaret ettigi bu on bir maddenin birçogunda diger Anadolu beylikleri de ortakti. Osmanlilarin din, irk ve cografi ortam bakimindan Anadolu beyliklerinden pek farki yoktu. Hal böyle olunca Osmanli basarisinin sebeplerini baska sahalarda da aramak gerekir. Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, diger beyliklerin sahip olmadiklari veya yapamadiklari bazi seyleri basarmislardi. Bu konuyu arastiran pek çok tarihçi gibi Mustafa Nuri Pasa da baslangiçta küçük bir uç beyligi olan bu devletin basarisini, maddî ve manevî sebeplere baglar. Ona göre bu sebepler sunlardir:
1-Kurulus dönemindeki hükümdarlarin tamami, Islâm dinine ve bu dinin prensiplerine bagli olan kimselerdi. Onlar, hukukî ve ser'î meseleleri bütünüyle kadilara havale etmislerdi. Bu mevzuda kendilerini halktan ayri görmezlerdi. Dolayisiyla halktan herhangi birine yapilan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza onlar, hukuk adamlarina baski yapmadiklari gibi, tamamen Islâm hukukunun ruhuna uygun olarak verilen kararlarina da müdahalede bulunmazlardi. Bu da ülke içinde saglam bir adlî mekanizmanin çalismasina ve adaletin gerçeklesmesine sebep oluyordu. Iste bu adalet anlayisi sayesindedir ki, devletleri büyüyüp gelisti.
2- Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bagli kaldilar. Bu baglilik, adi geçen devletin varligina son verildigi ana kadar devam etti. Onlarin bu baglilik ve vefalarindan dolayi Allah, kendilerini mükâfatlandirdi. Zaman zaman ortaya çikan isyan ve bas kaldirmalarda hep onlara yardimci oldu.
3- Selçuklu Devleti'nin ortadan kalkmasi ve Bizans'in içinde bulundugu sIkIntili durumlar yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmamasi.
4- Osmanlilar, Islâm dünyasinin hudud boylarinda kurulmuslardi. Cihad ve ilay-i kelimetullah için devamli harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve söhretleri de artiyordu. Onlarin bu durumunu ögrenen ve baska ülkeler ile topraklarda yasayan Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardi. Bu da onlarin kuvvetlenmesine sebep oluyordu.
5- Osmanli hükümdarlari, ilim adami ile fazilet ehli kimselere karsi son derece hürmetkâr davranip onlari gözetiyorlardi. Devlet için hizmet edip yardimci olanlara timar arazisi vermek suretiyle onlari devlete ortak ediyorlardi. Ayrica topraklarini genisletip Müslüman nüfusunu artirmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardi. Çikardiklari kanunlara da sIkI sIkIya bagli kaliyorlardi. Mustafa Nuri Pasa'ya göre, Osmanli Devleti'nin kisa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal mertebesine ulasmasina ve emsâllerine göre daha uzun ömürlü olmasina sebep olan âmiller, onlarin bu anlayis ve davranislaridir.
Selçuklu-Bizans hududlarinda tesekkül eden bir uç beyliginin, yeni bir din ve kültürün tasiyicisi olarak eski Bizans Imparatorlugu'nun enkazi üzerinde kurulan bu yeni devlete bir Türk ve Islâm damgasi vurmasi hadisesi, çagdas tarihçiler arasinda henüz tam anlamiyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir. Öyle anlasiliyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edecege benzemektedir. Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazi kimseler de bu gelismeyi padisah sahsiyetlerine, askerî sisteme ve toprak uygulamasi gibi maddî manevî bazi unsurlara baglarlar.
Tarihin uzak dönemlerinden itibaren kurulmus bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre, Osmanlilarda da ülke, ailenin müsterek mali olarak kabul ediliyordu. Osmanlilarda saltanatin intikalinde yerlesmis bazi merasimler önemli yer tutmaktadir. Bunlarin basinda bey'at, cülûs ve kiliç kusanma merasimleri gelmektedir. Saltanatin intikali, baslangiçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padisahta "amûd-i nesebî" denilen babadan ogula geçmek suretiyle olmustur. Eski Türklerdeki devletin, hânedanin ortak mülkü olma telakkisi Osmanlilarda özellikle Fâtih döneminde degisIk bir anlayisa bürünmüstür. Kanunnâmenin meshur olan maddesi ile saltanatin babadan ogula intikalinde kolaylik saglanmistir. 1617'de I. Ahmed'in ölümü üzerine "ekberiyet" usûlü benimsenmis. Daha sonraki dönemde bir iki istisna disinda "ekberiyet ve ersediyet" usûlüne göre hânedanin en yasli erkek üyesi padisah olmustur. Hükümdarlik ailesinin reisi olan ve "Ulu Bey" adini tasiyan kisi, ayni zamanda devletin de reisi olurdu. Osmanli Beyligi'nin ilk zamanlarinda da görülen bu âdet, I. Murad zamanindan itibaren sadece hükümdarin çocuklari için geçerli hale gelmisti. Buna göre belirtilen dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarinin hakki olarak telakki edilmeye baslandi. Bununla beraber bir veliahd tayini söz konusu degildir. Devlet adamlari ve askerlerce sevilip takdir edilen sehzade, ölen babasinin yerine hükümdar ilan olunurdu.
Osmanli padisahlari cülûslan münasebetiyle çikardiklari fermanda Allah'in lütfu ile "bi'l-irs ve'l-istihkak" saltanatin kendilerine müyesser oldugunu ifade ederler. Öyle anlasiliyor ki ilk dönemlerde devletin kurulus hamurunda mayasi bulunan ahi teskilatinin da bu seçimde büyük bir payi bulunmaktadir. Çok nadir de olsa, zaman zaman padisahlarin, yerlerine geçecek sehzadeyi devlet ileri gelenlerine vasiyet ettikleri görülmektedir. Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslilarin yaninda bulunan kardesi Mustafa Çelebi'nin tekrar hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikma ihtimalini göz önüne alarak hayatindan ümidini kestigi sirada yanindaki vezir ve beylerine oglu Murad'in hükümdar yapilmasini ve o yetisinceye kadar ölümünün gizli tutulmasini vasiyet etmisti. Böylece Çelebi Mehmed, kardes kavgasinin sebep olacagi politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almis oluyordu.
Biraz önce temas edildigi gibi, Osmanlilarda hükümdarin çocuklarindan kimin padisah olacagina dair kesin bir saltanat kanunu yoktu. Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne geçmek için kardeslerini öldürürlerdi. Kardes katli, Yildirim Bâyezid zamanindan beri tatbik edilmekle beraber Fâtih kanunnâmesiyle yazili hale getirilmistir. Bu kanunnâmede "Ve her kim esneye evladimdan saltanat müyesser ola, karindaslarini nizâm-i âlem içün katl etmek münasibtir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmistir. Aninla âmil olalar" denilerek memleketin selameti için kardeslerin katline bir nevi izin verilmistir.
Töreye göre Osmanli padisahi, memleketin sahibi sayilirdi. Bu sebeple tebeasinin mali ve cani üzerinde tasarruf hakki vardi. Vasitali vasitasiz bunu kullanirdi. Her türlü kuvvet padisahin elindeydi. Fakat o bunu keyfî olarak degil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak muamelatin icaplarina göre yürütürdü. Fâtih Kanunnâmesi (s. 16)'nde, padisahin yetkilerini nasil kullandigina isaretle söyle denilmektedir: "Ve tugrayi serifim ile ahkam buyrulmak üç canibe mufazzdir. Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile yazila ve malima müteallik olan ahkâmi defterdarlarim buyruldusu ile yazalar. Ve ser'-i serîf üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar." Bu ifadelerden anlasildigina göre bütün dünyevî ve dinî idare padisah adina yapilmaktadir. Buna dayanilarak padisahin, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamlari, dinî yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerleri, daha sonra da seyhülislâmlari vekil tayin ettigi söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapilacak tayin ve azillerde padisahin mutlak selâhiyet sahibi oldugu bilinmektedir. Bundan baska divan toplantilarinda alinan her türlü kararin "arz" yolu ile onun tasdikine sunulmasi da padisahin nihaî karar mercii oldugunu teyid etmektedir.
Islâm hukukuna göre devletin basinda bulunan hükümdarin, hakkinda nass bulunmayan mevzularda tebeasinin maslahatini gözeterek çikardigi kanunlarina uymak dinin emridir. Islâm hukukuna göre hükümdar her istedigini yapan ve her türlü arzusuna uyulmasi gereken bir kisi degildir. O da ser'î hukukun gerektirdigi emirlere uymak zorundadir. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in "Allah'in emirlerine uymayana itaat yoktur" Hadis-i Serifi ile Hz. Ebu Bekir'in halife seçildigi zaman yaptigi ilk konusmasinda dedigi gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar.
Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli devlet adamlari, bundan baska türlü hareket de edemezlerdi. Zira bu devletin geleneginde hâkim bulunan anlayisa göre "devlette din asil, devlet ise onun bir fer'idir" Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dinî anlayisin disina çikmamak için Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Islâm fikhina (hukuk) yakindan âsina olan ulemâya devlet idaresinde yer veriyorlardi. Nitekim
Bağlantıyı görüntüleme izniniz yok, görüntülemek için:
Giriş yapın veya üye olun.
'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarli Halil ulemâdandi. Esasen, XIV. asir Türk dünyasini gezip onlar hakkinda canli levhalar gibi saglam bilgiler veren Ibn Batuta'nin müsahede ettigi gibi, Anadolu Türkmen beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yaninda en serefli mevkide yer almakta idiler.Bernard Lewis'in dedigi gibi; "Kurulusundan düsüsüne kadar Osmanli Devleti, Islâm gücünün ve inananin ilerlemesine veya savunmasina adanmis bir devlet idi. Osmanlilar, alti yüzyil, ilk önce esas itibariyla basarili olarak, Avrupa'nin genis bir kisminda Islâm egemenligi kurma çabasiyla, daha sonra da Bati'nin amansiz karsi saldirisini durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen hemen devamli olarak Hiristiyan Bati ile savas halinde idiler. Yüzyillar boyu süren bu mücadele, Türk Islâmliginin tâ köklerindeki kaynaklari ile Türk toplumunun ve kurumlarinin bütün yapisini etkilememezlik edemezdi. Osmanli hükümdarinin halki, her seyden önce kendini Müslüman sayardi. Daha önce gördügümüz gibi Osmanli ve Türk, nisbeten yeni kullanilan deyimlerdir. Osmanli Türkleri, kendilerini Islâm ile özdes görmüslerdir. Diger herhangi bir Islâm ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini Islâmiyet içinde eritmislerdi. Türk kelimesi, Türkiye'de hemen hemen kullanilmaz iken, Bati'da Müslümanin es anlami haline gelmesi ve Müslüman olmus bir Batiliya, olay Isfahan veya Fas'ta olsa bile "Türk olmus" denmesi ilginçtir."
Osmanli pâdisahlarinin, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri, onlarin keyfî bir sekilde hareket etmelerine mani oluyordu. Hatta öyle ki, bazan devlet güvenligi için tehlike teskil edenlerin durumu bile hükümdarlarin fevrî hareketlerine terk edilmiyordu. Nitekim II. Murad dönemi olaylarindan bahs edilirken görüldügü gibi Haçlilarla birlik olup Osmanli vatandasi olan Müslümanlari arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoglu Ibrahim Bey'in bu tecavüzünü, Islâmla bagdastiramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine müracaatla Karamanoglunu yola getirmek üzere onlardan fetva istemisti. Ibn Hacer el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bagdadî, Bedreddin Tenesî ve Bedreddin el-Bagdadî gibi dört mezheb otoritesi, onun, Karamanoglu ile mücadele etmesi için fetva vermislerdi. Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoglu üzerine yürümüstü. Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafina topladigi bazi çapulcularla birlikte isyan baslatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike haline gelen Seyh Bedreddin Mahmud, yakalandigi zaman hemen öldürülmedi. Hareketinin Islâm'a uygunluk derecesinin arastirilmasi ve cezanin, âlimler tarafindan kurulacak bir heyet tarafindan takdir edilmesini bizzat padisah istemisti. Padisahlar, her zaman bir kurulun danisma niteligindeki kararlarini almazlarsa bile hiç olmazsa en az seyhülislâm veya müftüden fetva aldiktan sonra hüküm verirlerdi. Onlarin bu emir ve iradeleri, hatt-i hümâyun, biti, ferman, berat, irâde, ahidnâme ve emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi. Bunlardan hatt-i hümâyunun bizzat padisahin kendi el yazisi oldugu, digerlerinin onun adina Divan-i Hümâyundan çiktigi bilinmektedir.
Osmanlilarda, devlet islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüsülürdü. Bu görüsmelerden sonra son karar hükümdarin olurdu. Hükümdarin herhangi bir mesele hakkinda verdigi karar ve kesin olarak beyan ettigi fikir, kanundu. Bununla beraber pâdisah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser'î ve hukukî konularda gerekli gördügü kimselerle görüsüp onlarin fikirlerini alirdi. Bu durumdan anlasilacagi üzere zâhiren genis ve hudutsuz selâhiyeti oldugu görülen padisah, gerçekte bir takim kanunlarla bagli di. Bu da bir devletin devam ve bekasi için sartti. Osmanli hükümdarlarinin ilk ve en kudretli zamanlarinda bile divan kararlarina tamamen riayet ettikleri ve alinan kararlarin disina çikmadiklari görülmektedir.
Osmanli padisahlari, XVI. yüzyil sonlarina kadar sehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun kollarinda komutanlik yaparak memleket idaresinde ve muharebe usûllerinde tecrübe kazaniyorlardi. Hükümdar olduklari zaman bu bilgi ve tecrübe birikiminden istifade ediyorlardi. Osmanli hükümdarlari, ordularinin baskomutani idiler. Büyük ve önemli savaslara bizzat kendileri istirak edip komutanlik yapiyorlardi. Küçük savaslara ise selahiyetli bir komutan tayin ediyorlardi.
Fâtih Sultan Mehmed döneminin ortalarina kadar Osmanli padisahlari, Divan-i Hümâyuna baskanlik ederlerdi. Divan'da halki ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri verirlerdi. Hastalik veya baska bir sebepten dolayi padisahin istirak etmemesi halinde onun yerine vezir-i azam baskanlik ederdi. Solakzâde'nin bir ifadesine dayanilarak Fâtih'in, Divan baskanligini terk edisi söyle bir hadiseye baglanir: Bir gün Fâtih'in baskanliginda Divan toplantisi yapildigi sirada isini takip etmek üzere payitahta gelmis olan bir Türk köylüsü, Divan çavuslarinin ellerinden kurtularak toplanti yerine girer ve "Devletlû Hünkâr kanginizdir, sIkayetim var" demis. Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket, padisahin canini sIkmis. Vezir-i A'zam Gedik Ahmed Pasa'nin tavsiyesiyle hükümdarin Divan müzakerelerini bir perde arkasindan dinlemesi ve vezâret mührünün yani mühr-i hümayunun vezir-i a'zama verilmesi sistemi kabul edilmisti. Bundan sonra adi geçen vezir-i a'zamin teklifi üzerine padisahlar için toplanti mahallinin arkasinda biraz yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapilmisti. Bundan sonra padisahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye baslamislardi.
Bu hadiseden sonra Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine baskanlik etmeyip bir perde veya kafes arkasindan dinlerdi. Meshur kanunnâmesinde de "Cenab-i serifim pes-i perdede oturup" demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmisti. Görüldügü gibi II. Murad da dahil olmak üzere Osmanli hükümdarlari devamli olarak halkla temasta bulunuyor, bizzat davalari dinleyip devlet islerini görüyorlardi.
Öyle anlasiliyor ki, Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her firsatta halka yardimci olmaya çalisiyorlardi. Bunu bilen halk, sIkâyet, taleb ve arzularini çesitli vesilelerle hükümdarlara ulastiriyordu. Bu anlayis, kökleri mazide olan eski bir an'anenin yerlesmesine sebep oluyordu. Bu an'anelerden biri, Hz. Peygamber'den beri devam edegelmekte idi. Buna göre Medine sehir devletinde, oldukça sade bir yapi içerisinde halk, külfetsizce Hz. Peygamber ile görüsüyordu. Süphesiz ki bu davranis, daha sonraki Müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek teskil ediyordu. Hulafa-i Rasidîn döneminde gelisen fetihlerle büyüyen idarî yapida, çok farkli inanç ve düsüncede olan kimselerin mevcud olmasi, bazi suikast ve cinayet ihtimallerini de akla getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarinda bazi tedbirlerin alinmasi ihtiyaci dogdu.
Halk ile Osmanli hükümdarlari arasindaki münasebeti saglayan çesitli vesileler vardi. Cuma ve bayram namazlari, ava çikma, Istanbul'un içi ve çevresindeki mesire yerlerine, saray ve kasirlara yapilan ziyaretler, halka hükümdara ulasma imkani veren firsatlardi.
Osmanli hükümdarlari, daha Osman Bey'den itibaren mesru mazeretlerinin disinda Cuma namazini sarayin disinda ve halka açik bir camide kilmaya büyük bir itina gösteriyorlardi. Bu durum, vekayinâme, hatirat ve seyahatnâmelerden açikça anlasilmaktadir. Cuma selamligi sirasinda üzerinde durulmasi gereken en önemli husus, halkin dilek ve bilhassa sIkayetlerini bizzat hükümdara ulastirmis olmasidir. Osmanli tarihi boyunca bunun pek çok örnegini görmek mümkündür. Aslinda Osmanli Devleti'nde tebeanin padisaha ulasmasi yerlesmis bir gelenekti.
Padisahlarin zaman zaman kiyafet degistirerek halk arasinda dolasip kamuoyunu yoklamalari (tebdil gezmeleri), günlük hayatlari, yemekleri, Istanbul ve civarinda çesitli gezintiler' saltanat kurumu açisindan önemli hususlardir.
Gerek günümüzde gerekse tarihteki devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da hükümdarin hakimiyet (egemenligini)'ini temsil eden ve adina "Hükümdarlik alametleri" denilen isaret ve semboller vardi. Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna göre kurulus döneminde Osmanli padisahlarinin hakimiyet sembolü olan hükümdarlik alametleri sunlardir: Payitaht, saray, çadir (otag), taht, tac, hutbe, sIkke, ünvan ve lakaplar, nevbet, kiliç, bayrak, tiraz, tug.
Padisahlarin kullandiklari unvanlar, bunlarin kullanildigi yerler Osmanli hâkimiyet anlayisi açisindan önemlidir. Halil Inalcik ("Padisah", ÎA, IX) bunlari, ser'î ve örfî ünvanlar olarak iki kisimda degerlendirmekte ve resmî belgelerde bunlarin itina ile kullanildigina isaret etmektedir. Bunlar: bey, han, hâkan, Hüdavendigâr, gazi, kayzer, sultan, emîr, halife ve padisah gibi ünvanlardir. Bundan baska Yavuz Sultan Selim, Mercidabik zaferinden hemen sonra Haleb'de "Hadimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" ünvanini kullandi. Bu ünvan daha sonraki padisahlarca da kullanildi.