Panik atağı nasıl bir şeydir? Panik atak geçiren insanlar ne hisseder
G. M. kırk dört yaşında ev kadını. Yirmi üç yıl önce evlenmiş. Eşi memur. Yirmi bir yaşında yeni evlenmiş bir kızı, on altı yaşında lise öğrencisi bir oğlu var.
G. M. bir gün lodos varken vapura binmek zorunda kalmış. Atağın geldiği günü şöyle anlatmıştır: “O gün kızım ve damadımla, Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmemiz gerekiyordu. Sirkeci’den vapura bindik. Yolculuk sadece ve sadece yirmi dakika sürecekti. Vapur kalkmadan önce biraz dalga olduğu seziliyordu, ama sesimi çıkarmadım. Nihayet yolculuğumuz başladı. Bu arada vapur hafif hafif sallanıyordu. Damadım kızıma ve bana birer çay söyledi. Çaylar geldi, içmeye başladık. Ben hem çayı içiyor, hem de etrafi kolaçan ediyordum. Tedirginliğim bir türlü geçmek bilmiyordu. Biraz sonra dalgaların boyu yükselmeye başladı. Vapur epeyce kuvvetli bir biçimde sallanıyordu, ama kimse sesini çıkarmıyordu. Kendime hâkim olmaya çalışıyor, ama alamıyordum. Mümkün değildi. ‘Ben inmek istiyorum’ dedim kızıma ve damadıma. Tabii ki aynı anda bunun mantıksız olduğunu, inemeyeceğimi de anladım.
G.M ''benim bu vapura binmeme olanak yok,” demiş kesin bir şekilde. Binmemiş de. Sonraki günlerde bu nöbeti neden yaşadığını düşünüp dururken ve nedenini bulamazken ikinci bir nöbeti yaşamış. Fakat ikinci nöbet çok daha ani ve şiddetli gelmiş. Bu defa neden, öyle vapur, dalga falan değilmiş, öylesine durup dururken, kalbi sıkışıyor sanmış, boğuluyormuş adeta. “Nefes alamıyorum,” diye bağırmış. Bir yandan da, “Doktora götürün beni,” diye haykınyormuş, çünkü öleceğini sanıyormuş.
Hemen bir hastanenin acil servisine götürülmüş, tüm tahlilleri yapılmış. Doktorlar bir şeyi olmadığını ve korkmaması gerektiğini söylemişler. Yapacak bir şey olmadığını anlayıp çaresizce eve dönmüşler. Sürekli atakların gelmeye başladığı talihsiz bir dönem geçirmiş.
“Durum değişmiyordu ve her defasmda başka başka görüntülerle çıkıyordu karşıma. Sonunda bir yakınımızın da tavsiyesiyle bir psikiyatra gitmeye karar verdik.
K.C. yirmi üç yaşında genç bir kız. Üniversite son sınıf öğrencisi geçirdiği panik atağını şöyle anlatıyor:
“Akşamüstü alacakaranlıkta tenha bir yolda yürüyordum. Birden kaldırımda kalakaldım. Adım atamıyordum. Yanımdan geçen insanlar anlamasın diye çantamı karıştırıyordum. Son yarım saattir çantamı karıştırmama rağmen orada öylece durduğumu fark ettiğimde iyice paniğe kapıldım. O sırada cep telefonum çaldı. Arayan annemdi. Nöbetin hemen öncesinde konuştuğumuz ve eve çok yakın olduğumu söylediğim için beni bekliyordu, ama nafile. Ağlayarak durumu anlattım ve nerede olduğumu söyleyebildim. Bana asırlar gibi gelen beş dakika içinde yanıma geldi. Sarıldı. Ne olduğunu belki biraz anlamıştı, o nedenle sakin duruyordu, ama gözlerindeki sıkıntılı ifadeyi görmüştüm, Üzgündü. Boğulacak gibi hissettiğim için, 'Doktora gitmek istiyorum" diye haykırdım adeta. Her türlü araştırma yapildi. Sonuç belliydi. Organik bir sorunum yoktu. Psikiyatra götürülmem önerildi.”
Bulutlu, karanlık, karlı, tipili, sisli, yağmurlu havalarda sokağa çıkmaktan, hatta pencereden bakmaktan korkan, zorlandığında panik atağı nöbeti geçiren 38 yaşındaki G. Y. korkusunun başlangıcını şöyle anlatıyordu:
“Askerliğimi Sarıkamış’ta yaptım. Askerliğimin ikinci yılında, ısının sıfırın altında 25 derece olduğu, dondurucu soğuğun dışarıda kol gezdiği karlı, tipili bir günde garnizona on beş kilometre uzakta bulunan küçük bir birliğe malzeme götürmemiz gerekti. Biri şoför olmak üzere dört kişiden oluşan ekibimizle bir cipe binerek sabah 8’de garnizondan ayrıldık. Lastiklerine zincir takılı olan cipi yavaş yavaş sürerek on-on beş dakika kadar yol aldık. Birdenbire araç sol tarafa doğru yan yattı. Sonra karların üzerine doğru devrildi. Araçtan indik. Düzeltmeye çalıştık. Başaramadık.
Yürüyerek garnizona dönmeye karar verdik. Dondurucu soğuk ve tipi, soluk almamızı, yürümemizi engelliyor, hatta imkânsız duruma getiriyordu. Rüzgâra karşı yürümemiz gerektiği için tipi kar taneleri ciğerimizin içine kadar giriyordu sanki. Bu durumda yürümek değil, ayakta durmak bile bir mucizeydi. Bir-iki adımda bir, birimiz düşüp kalkıyordu karların içinde. Zorla kaldırıyorduk düşeni. Bu koşullar içinde yaklaşık yarım saat yürüdüğümü sanıyordum. Beyaz, soğuk bir cehennemdeydik (!) sanki! Bu cehennemden kurtulamayacağımızı düşünüyordum. Soğuktan ve korkudan titriyordum. Ayaklarımdan, ellerimden başlayan bir soğukluk bütün bedenimi sarmaya başlamıştı. Birbirimize destek olacak, yardım edecek durumda değildik. Açıkça konuşamıyorduk ama hepimiz bu beyazlığın, soğuğu ortasında garnizona ulaşmadan donup kalacağımıza inanmıştık sanıyorum.
Durum iyice kötüleşmişti. Çaresiz, çözümsüz bir ölümcül beyazlığın, karın, soğuğun, tipinin cehenneminde donuyorduk. Ne çelişki değil mi? Cehennemde yanmak yerine donmak!
Çenemin kitlendiğini, her tarafımın buz kesildiğini, donduğumu hissettim. Bu ölüm demekti. Belki de ölmüştüm. Bedenim ölmüştü. Ruhum yaşıyor muydu bilmiyorum. Karların üzerine yığılıp kaldığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarıma, siz gidin bende hayır kalmadı diye mırıldandım. Sanıyorum işitmediler Gözlerimi kapadığım zaman kendimi, sonsuz bir karanlığın içinde buldum. Yüksek, çok yüksek bir yerden boşluğa, sonsuzluğa doğru düşüyordum sanki. Düşüyordum, hızla düşüyordum. Ama düşüş bitmiyordu...
Kendime geldiğimde garnizonun revirindeydim. Başımda doktor ve hemşire vardı... İğne yapıyordu.
Garnizona çok yakın bir yerde kendimi kaybetmiştim.Arkadaşlar ellerimden çekip karın üzerinde beni sürüklemişler, ölümden kurtulmuşum. Ancak ölüm korkusundan hâlâ kurtulamadım.
Bulutlu, karanlık, karlı, tipili, sisli, yağmurlu havalarda sokağa çıktığımda, hatta pencereden baktığımda yeniden ölüyordum sanki, korkuyorum... panik başlıyor.”
Özcan Köknel, Kaygıdan Korkuya
G. M. kırk dört yaşında ev kadını. Yirmi üç yıl önce evlenmiş. Eşi memur. Yirmi bir yaşında yeni evlenmiş bir kızı, on altı yaşında lise öğrencisi bir oğlu var.
G. M. bir gün lodos varken vapura binmek zorunda kalmış. Atağın geldiği günü şöyle anlatmıştır: “O gün kızım ve damadımla, Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmemiz gerekiyordu. Sirkeci’den vapura bindik. Yolculuk sadece ve sadece yirmi dakika sürecekti. Vapur kalkmadan önce biraz dalga olduğu seziliyordu, ama sesimi çıkarmadım. Nihayet yolculuğumuz başladı. Bu arada vapur hafif hafif sallanıyordu. Damadım kızıma ve bana birer çay söyledi. Çaylar geldi, içmeye başladık. Ben hem çayı içiyor, hem de etrafi kolaçan ediyordum. Tedirginliğim bir türlü geçmek bilmiyordu. Biraz sonra dalgaların boyu yükselmeye başladı. Vapur epeyce kuvvetli bir biçimde sallanıyordu, ama kimse sesini çıkarmıyordu. Kendime hâkim olmaya çalışıyor, ama alamıyordum. Mümkün değildi. ‘Ben inmek istiyorum’ dedim kızıma ve damadıma. Tabii ki aynı anda bunun mantıksız olduğunu, inemeyeceğimi de anladım.
G.M ''benim bu vapura binmeme olanak yok,” demiş kesin bir şekilde. Binmemiş de. Sonraki günlerde bu nöbeti neden yaşadığını düşünüp dururken ve nedenini bulamazken ikinci bir nöbeti yaşamış. Fakat ikinci nöbet çok daha ani ve şiddetli gelmiş. Bu defa neden, öyle vapur, dalga falan değilmiş, öylesine durup dururken, kalbi sıkışıyor sanmış, boğuluyormuş adeta. “Nefes alamıyorum,” diye bağırmış. Bir yandan da, “Doktora götürün beni,” diye haykınyormuş, çünkü öleceğini sanıyormuş.
Hemen bir hastanenin acil servisine götürülmüş, tüm tahlilleri yapılmış. Doktorlar bir şeyi olmadığını ve korkmaması gerektiğini söylemişler. Yapacak bir şey olmadığını anlayıp çaresizce eve dönmüşler. Sürekli atakların gelmeye başladığı talihsiz bir dönem geçirmiş.
“Durum değişmiyordu ve her defasmda başka başka görüntülerle çıkıyordu karşıma. Sonunda bir yakınımızın da tavsiyesiyle bir psikiyatra gitmeye karar verdik.
K.C. yirmi üç yaşında genç bir kız. Üniversite son sınıf öğrencisi geçirdiği panik atağını şöyle anlatıyor:
“Akşamüstü alacakaranlıkta tenha bir yolda yürüyordum. Birden kaldırımda kalakaldım. Adım atamıyordum. Yanımdan geçen insanlar anlamasın diye çantamı karıştırıyordum. Son yarım saattir çantamı karıştırmama rağmen orada öylece durduğumu fark ettiğimde iyice paniğe kapıldım. O sırada cep telefonum çaldı. Arayan annemdi. Nöbetin hemen öncesinde konuştuğumuz ve eve çok yakın olduğumu söylediğim için beni bekliyordu, ama nafile. Ağlayarak durumu anlattım ve nerede olduğumu söyleyebildim. Bana asırlar gibi gelen beş dakika içinde yanıma geldi. Sarıldı. Ne olduğunu belki biraz anlamıştı, o nedenle sakin duruyordu, ama gözlerindeki sıkıntılı ifadeyi görmüştüm, Üzgündü. Boğulacak gibi hissettiğim için, 'Doktora gitmek istiyorum" diye haykırdım adeta. Her türlü araştırma yapildi. Sonuç belliydi. Organik bir sorunum yoktu. Psikiyatra götürülmem önerildi.”
Bulutlu, karanlık, karlı, tipili, sisli, yağmurlu havalarda sokağa çıkmaktan, hatta pencereden bakmaktan korkan, zorlandığında panik atağı nöbeti geçiren 38 yaşındaki G. Y. korkusunun başlangıcını şöyle anlatıyordu:
“Askerliğimi Sarıkamış’ta yaptım. Askerliğimin ikinci yılında, ısının sıfırın altında 25 derece olduğu, dondurucu soğuğun dışarıda kol gezdiği karlı, tipili bir günde garnizona on beş kilometre uzakta bulunan küçük bir birliğe malzeme götürmemiz gerekti. Biri şoför olmak üzere dört kişiden oluşan ekibimizle bir cipe binerek sabah 8’de garnizondan ayrıldık. Lastiklerine zincir takılı olan cipi yavaş yavaş sürerek on-on beş dakika kadar yol aldık. Birdenbire araç sol tarafa doğru yan yattı. Sonra karların üzerine doğru devrildi. Araçtan indik. Düzeltmeye çalıştık. Başaramadık.
Yürüyerek garnizona dönmeye karar verdik. Dondurucu soğuk ve tipi, soluk almamızı, yürümemizi engelliyor, hatta imkânsız duruma getiriyordu. Rüzgâra karşı yürümemiz gerektiği için tipi kar taneleri ciğerimizin içine kadar giriyordu sanki. Bu durumda yürümek değil, ayakta durmak bile bir mucizeydi. Bir-iki adımda bir, birimiz düşüp kalkıyordu karların içinde. Zorla kaldırıyorduk düşeni. Bu koşullar içinde yaklaşık yarım saat yürüdüğümü sanıyordum. Beyaz, soğuk bir cehennemdeydik (!) sanki! Bu cehennemden kurtulamayacağımızı düşünüyordum. Soğuktan ve korkudan titriyordum. Ayaklarımdan, ellerimden başlayan bir soğukluk bütün bedenimi sarmaya başlamıştı. Birbirimize destek olacak, yardım edecek durumda değildik. Açıkça konuşamıyorduk ama hepimiz bu beyazlığın, soğuğu ortasında garnizona ulaşmadan donup kalacağımıza inanmıştık sanıyorum.
Durum iyice kötüleşmişti. Çaresiz, çözümsüz bir ölümcül beyazlığın, karın, soğuğun, tipinin cehenneminde donuyorduk. Ne çelişki değil mi? Cehennemde yanmak yerine donmak!
Çenemin kitlendiğini, her tarafımın buz kesildiğini, donduğumu hissettim. Bu ölüm demekti. Belki de ölmüştüm. Bedenim ölmüştü. Ruhum yaşıyor muydu bilmiyorum. Karların üzerine yığılıp kaldığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarıma, siz gidin bende hayır kalmadı diye mırıldandım. Sanıyorum işitmediler Gözlerimi kapadığım zaman kendimi, sonsuz bir karanlığın içinde buldum. Yüksek, çok yüksek bir yerden boşluğa, sonsuzluğa doğru düşüyordum sanki. Düşüyordum, hızla düşüyordum. Ama düşüş bitmiyordu...
Kendime geldiğimde garnizonun revirindeydim. Başımda doktor ve hemşire vardı... İğne yapıyordu.
Garnizona çok yakın bir yerde kendimi kaybetmiştim.Arkadaşlar ellerimden çekip karın üzerinde beni sürüklemişler, ölümden kurtulmuşum. Ancak ölüm korkusundan hâlâ kurtulamadım.
Bulutlu, karanlık, karlı, tipili, sisli, yağmurlu havalarda sokağa çıktığımda, hatta pencereden baktığımda yeniden ölüyordum sanki, korkuyorum... panik başlıyor.”
Özcan Köknel, Kaygıdan Korkuya