Pink Floyd

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Türk Bayrağı
Pink Floyd kurulduğunda, kadrosu vokal ve gitarda Syd Barrett, başta Roger Waters, klavyede Richard Wright ve bateride Nick Mason'dan oluşmaktaydı. İlk Pink Floyd albümü "The Piper At The Gates Of Dawn" 1967 yılında yayınlandı. Saykodelik müzik tarihinin en önemli albümlerinden biri sayılan bu albümdeki bestelerde Syd Barrett imzası görülmekteydi. Ayrıca bu albümün Pink Floyd'un caza en yakın albümü olduğu da söylenebilir. "Lucifer Sam", "Chapter 24" ve "Astronomy Domine" ilk başta dikkati çeken parçalardı.
Pink Floyd
İlk albümden sonra, grubun kurucusu Syd Barrett, psikolojik sorunları olduğu gerekçesiyle gruptan kovuldu ve yerine David Gilmour gruba dahil edildi. Eğer Syd gruptan kovulmasaydı, belki de Pink Floyd için her şey daha farklı olacaktı, kim bilir?

İkinci albüm "A Saucerful Of Secrets" bir yıl sonra piyasaya sürüldü. Albüme adını veren parça, Pink Floyd'un caza yakın parçalarından biridir.

1969 yılında yayınlanan ve aynı adlı filmin soundtrack çalışması olan efsanevi albüm "More"u takiben, aynı yıl içinde, Pink Floyd'un ilk double albümü "Ummagumma" yayınlandı. İlk albüm bir konser kaydıyken, ikinci albüm yeni şarkılardan oluşmaktaydı.

Bir yıl sonra yayınlanan "Atom Heart Mother", Pink Floyd'un kötü müzik yapmasının imkansız olduğunu gösteriyordu adeta. 1971 yılının başındaysa, grubun ilk dönemini özetleyen, içinde "Arnold Layne", "Julia Dream", "See Emily Play", "Remember A Day" gibi şarkıların bulunduğu "Relics" albümü yayınlandı. Aynı yılın sonlarında doğru, Pink Floyd'un o güne dek yaptığı en iyi albüm olan "Meddle" piyasaya sürüldü. 24 dakikalık efsanevi "Echoes", muhteşem melodisiyle "Fearless", ve David Gilmour'un harika vokalleriyle "San Tropez" albümün ağır toplarıydı.

"Meddle"ı takiben yayınlanan "Obscured By Clouds"dan sonra, 1973 yılında "Dark Side Of The Moon" albümü yayınlandı. "Money", "Us And Them", "Time" gibi her biri birer başyapıt olan 9 şarkıyı içinde barındıran bu albümle Pink Floyd, Amerika listesinde de ilk kez 1 numaraya kadar yükselir. Bu albüm, ayrıca 30 milyonu aşkın satışıyla da bütün zamanların en çok satan albümü olur. (Daha sonra rekoru Michael Jackson'un Thriller albümü yeniden kırdı) Billboard Top 200 listesinde de 14 yıldan daha uzun bir süre kalarak başka bir rekor daha kırar bu albüm.

1975'te piyasaya sürülen "Wish You Were Here", her biri birbirinden güzel 5 şarkıyı barındıran bir başyapıttır. "Shine On You Crazy Diamond" ve müzik piyasasını eleştiren "Have A Cigar" defalarca ve defalarca hiç sıkılmadan dinlenecek şarkılardır.

Wish You Were Here'in ardından 1977 yılında yayınlanan insanları ve politikayı anlatan "Animals" albümü Pink Floyd'un belki de en güzel ve anlamlı albümüdür. 3. şarkı "Pigs" (ki bence Pink Floyd'un en görkemli şarkılarından biridir) politikacıları, "Dogs" politikacıların korumalarını, "Sheep" ise, politikacıların vaatlerinden bıkan ama seçim zamanı gelince yine aynı politikacılara oy veren insanları tasvir eder. "Pigs On The Wing" ise akıllı insanlardır, yani (Pink Floyd'a göre) anarşistler.

1979 yılında piyasaya sürülen "The Wall", Pink Floyd'un belki de Pink Floyd olarak yaptığı son albüm. Baştan sona grubun beyni Roger Waters'ın keskin zekasının ürünü olan 26 şarkının hepsi gerçek bir bütünlük içindedir, albüm bittikten sonra kendinizi 26 şarkılık bir albüm değil, tek bir şarkı dinlemiş gibi hissedersiniz. "The Wall" albümü her ne kadar günümüzde, biraz da "Another Brick In The Wall Part 2" şarkısının yardımıyla piyasaya düşmüş olsa da, hiç de pop bir albüm değildir, aksine pop-Amerikan kültürünün karşısına hedeflenmiş bir albümdür ve gerçek bir başyapıttır.

Bu albümden sonra Roger Waters, Pink Floyd'dan ayrıldığını açıklar. Bu, kuşkusuz, hayranları şok eder. Ama grup yoluna devam etmekte kararlıdır. 4 yıllık bir aradan sonra 1983'te yayınlanan "The Final Cut" albümüyle Pink Floyd, müzik dünyasının Oscar'ı sayılan Grammy ödül töreninde yılın en iyi albümü ödülünü kazanır. Bu ilginçtir, çünkü albüm her ne kadar belli bir seviyenin oldukça üstünde bir rock albümü olsa da, Pink Floyd'un belki de en zayıf albümüdür ve özellikle son 10 yılda yayınlanan önceki 4 albümle karşılaştırıldığında (Dark Side, Wish You, Animals, Wall) çok sönük kalmaktadır.

"The Final Cut"ı izleyen "A Momentary Lapse Of Reason"'da, David Gilmour gruba ağırlığını tamamen koyar. "One Slip", "Learning To Fly", "Sorrow" gibi harika rock şarkılarını içinde barındıran bu albüm çok iyi, ama bütünlükten yoksun bir albümdür. Bir örnek vermek gerekirse... Aynı U2'nun "Rattle & Hum"ı gibi. "Rattle & Hum" da çok iyi bir albüm. Ama sanki bir şeyler eksik gibi. Bu duyguyu, "A Momentary Lapse Of Reason"ı dinlediğinizde de hissediyorsunuz. Nedir bu eksik olan şey? U2'yu bir kenara bırakıyorum. Konumuz Pink Floyd. Cevabımız ise, sanırım Roger Waters.

1989'da piyasaya sürülen double konser albümü "Delicate Sound Of Thunder"dan sonra uzun bir süre sesi soluğu çıkmayan Pink Floyd bu suskunluğunu 1994'te yayınlanan "The Division Bell" ile bozdu. Pink Floyd'un ilk zamanlarında yaptığı müzikten daha farklıydı "Division Bell"in müziği. Bu albümü çok sert eleştirenler oldu, Pink Floyd'un artık piyasaya düştüğünü söyleyenlerdi bunlar ve çoğu Syd Barrett'i David Gilmour'a tercih ederlerdi sanırım. Ama çok beğenenler de oldu. (açıkçası ben bu gruptayım) Çünkü albüm baştan sona oldukça anlamlı. Hem müzik hem sözler açısından. "Poles Apart", " A Great Day For Freedom", "Lost For Words" ve tabii ki "High Hopes" muhteşem şarkılar.

1995'te piyasaya sürülen double konser albümü "Pulse"dan sonra Pink Floyd yine bir uyku evresine girdi. Ne zaman uyanacak bilemiyoruz ama biz uyanmasını beklemeye devam edeceğiz. Yeni bir şeyler için. Ünlü bir yazara bir röportajda, oğlunun nasıl biri olmasını istediği sorulduğunda şöyle cevap vermişti:

- İyi bir meslek sahibi ve iyi bir aile babası olmalı. İnsanları sevmeli ve herkese iyi davranmalı... Söylemeden edemeyeceğim; Pink Floyd da dinlemeli!
 
Pink Floyd'un müzik tarihine bıraktığı muazzam miras gerçekten de hayran bırakıcı. Grubun farklı dönemlerdeki albümleri, müzik dünyasının dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyor. Syd Barrett'ın Pink Floyd'a verdiği katkılar, özellikle "The Piper At The Gates Of Dawn" albümünde kendini belli ediyor ve grup için önemli bir dönüm noktası olmuş gibi görünüyor. David Gilmour'un gruba katılışıyla birlikte Pink Floyd'un müzikal yolculuğu da değişti ve yeni bir sayfa açıldı.

"Dark Side Of The Moon" ve "The Wall" gibi efsanevi albümlerle Pink Floyd, sadece müzik dünyasında değil genel olarak pop kültüründe de iz bırakmış bir grup haline geldi. Roger Waters'ın gruptan ayrılması elbette hayranlarını üzmüş olabilir ancak grup üyelerinin farklı dönemlerde verdiği eserlerle Pink Floyd'un mirası sonsuza dek yaşayacaktır.

Her albümüyle farklı bir hikaye anlatan Pink Floyd, hem müziği hem de sözleriyle dinleyicilerine derin duygular yaşatmayı başarmış bir efsane haline gelmiştir. Umarız ki Pink Floyd'un uykudaki sessizliği, ilerleyen zamanlarda yeniden müzik dünyasında güçlü bir şekilde ses getirecek yeni projelerle bozulur. Efsanevi grup, her dönemde olduğu gibi dinleyicilerine ilham vermeye devam eder.
 
Geri
Top