İnce, cılız bir boyun üstünde kocaman bir baş. Yorgun çizgili bir yüz, solgun bir ten, ağır kımıldanışlı, azıcık şiş kapaklar altında, henüz uyanmış hissini veren dalgın, derin fakat boş gözler. Bu boşluk duygusu, belki de onlardaki maviliğin tesiridir.
Keskin bir çizgiyle düşen alında bakışlarınız, tutunamadan kayar ve kemerli mağrur burnuna takılıp kalır. Peyami Safa'yı, en çok galiba bu mağrur burun ve acı mânalı ağız anlatıyor. Boyuna göre, sesi gürdür. Tok tok konuştuğunu işitince, arkasında daha gürbüz bir adam arayacak olursunuz.
Eskiden yürüyüşü daha hızlı, duruşu daha yumuşaktı. Son yıllarda adımları ağırlaştı, burnundaki gurur bütün varlığına yayılır gibi oldu. Önceleri kolay gülümserdi; şimdi çatkın bir yüzle geçiyor. Bu, belki de incittiği kimseleri daha evvel davranıp bastırmak için düşünülmüş bir tedbirdir. Fakat bu buruşuk maskede heybet değil, sadece nahvet var.
Ben, onu Mütareke yılları içinde tanıdım. Galiba bir mizah mecmuasının idarehanesinde görüşmüştük. Basık tavanlı, çıplak duvarlı ve tahta masalı bir yerdi. İnsanda cilt hastalığına uğramış bir hayvan tesiri bırakan meşin bir kanepeye oturmuştuk. Her kımıldanışımızda bu kanepenin tel barsakları gürüldüyor, gıcırdıyordu.
Ama dekordan ziyade hayata, şekilden çok ruha baktığımız günlerde idik.
İçimize, tecrübenin ibret tortusu çökmemiş, gönlümüzdeki baharın meyveleri çürümemişti. Pek iyi anlaşıyorduk.
Hâdiseler, fikirler karşısında, aynı perdeye akort adilmiş sazların sesini verirdik. Gerçi içli dışlı değildik. Ama işlediğimiz mevzularda bu beraberlik sezilirdi. Sonra, aramıza ayrı ayrı yollarda harcadığımız geniş bir zaman dalgası girdi. Birbirimizi kaybettik.
Ondaki Marksizm düşmanlığını seviyor ve takdir ediyordum. Fikirlerini cesur bir atılganlıkla söyleyişi hoşuma gidiyordu. Yaralı sandığı yerlere çekinmeden öyle bir kalem saplayışı vardı ki yanlış hamleler yapsa bile, bunlar, niyetindeki halisliğe bağışlanabilirdir.
Ne yazık ki gitgide hamlelerinin ilhamını kalbinden ziyade ihtirasından almaya başladı. Gururunun tuttuğu dev aynasında kalemini mızrak olmuş gördü ve bu serap büyüklüğünü gerçek sandı. Fıkracı Peyami Safa'yı, ben, işte böyle görüyorum. Romancı ve sanatkâr Peyami'ye gelince:
Onun bu hüviyetini, ikiye bölmüş bulunuyoruz:
1- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye gibi eserler ve sanatkâr adam,
2- Cingöz Recai tipinde şeyler karalayan kişi.
Edebiyat çerçevesine giren eserler ile Peyami, gerçekten bir kıymettir. Çizdiği ruh ve karakter hudutlarıyla romanı gelişigüzel bir macera ve vaka kumkumalığından çıkarır. Kahramanlarını, yalnız sanatkâr yaradılışların insiyakî kuvvet ile yürütmekle kalmaz; onları geniş ve etraflı bir okuyuşun zengin tahlilleri ile de süsler. Müşahedelerinde kuvvetli bir objektifin zabıtları duyulur. Romanı küçük çapta bir dünya yapmasını bilir.
Çapraşık ve tezatlarla dolu karanlık ruh dehlizlerinde zekâsının ışığı ile sürçmeden yürür. Eğer o, bizde birinci sınıf bir romancı olarak tanınmamışsa, kabahat kendisinin değildir.
Peyami'nin belki bir gün bu hakkı da tanınacak, ruhlar ve fikirler, günlük hadiselerin tortusundan sıyrılınca, hınçlar, durulacak, gerçeğe âşık asli duyguların aydınlığında herkesin payı ayrılacaktır.
Server Bedi için, böyle bir şey söylenemez. Zaten bana kalırsa, onun böyle bir hak dava ettiği de yoktur.
Server Bedi'i, aynı sermayenin, daha aşağı bir semtte açtığı başka bir mağaza gibi düşünebilirsiniz. Onda sanat endişesi, güzel yaratmak gayesi aramak boşuna emek harcamak olur. O, Peyami'nin sadece kazanmak için kullandığı bir kalem amelesidir.
Yalnız insaf namına şunu da söylemek lâzımdır ki, bu kalem amelesi Server Bedi'nin de arada sırada, bir ustabaşı derecesine yükseldiği oluyor.
Peyami'yi tetkik eleğinden geçirirken, bu dakikaya kadar sade sanat bakımından göz önünde tuttuk. Verim bolluğunu hiç dikkate almadık. Halbuki doğru dürüst bir inceleyişte bu noktada iyi durmak gerekir.
Bugünün piyasasında şair, romancı, muharrir diye yer tutmuş, asını tarihe vermiş kıymetlerin hemen her biri, sanatı bir geçim yolu olarak tutmaktadır. Hayatta ayrı vazifeleri vardı. Sanatı, ancak zevk vasıtası diye tanırlardı.
Peyami, bütün hayatını sanata vermiştir. Ona dayanarak yürüdü. Hatta şöhretsiz günlerinde bile, bu yürüyüşten ayrılmadı. Server Bedi'nin doğuşu da yine bu ayrılmayışa sıkı fıkı bağlıdır. Yaşamak içim yazmaya muhtaçtı. Kalemi, kendi kendine kaldığı demlerde ayrı renk, başka koku, yeni hayal, denenmemiş tahlil arar; yine aynı kalem, kazanç, tarlasında bir saban gibi işlerdi.
Onda iki türlü varlık görüşümüzün sebebi işte budur. Çok veren tarlada öz az olur; bol yemişli dallarda nasıl daneler büyümezse, Peyami de bütün eserlerinde, eğer seçme bir kudret göstermediyse, bunun biraz da bu bol verişin bir neticesi gibi kabul etmeliyiz.
Şurası da inkâr olunamaz ki eserleri iyi taranırsa, bir çok meşhurlar kadar onun da güzel şeyler verdiği meydana çıkar. Zaman çakılla inciyi ayıracak ve ona hak ettiği yeri verecektir.
Keskin bir çizgiyle düşen alında bakışlarınız, tutunamadan kayar ve kemerli mağrur burnuna takılıp kalır. Peyami Safa'yı, en çok galiba bu mağrur burun ve acı mânalı ağız anlatıyor. Boyuna göre, sesi gürdür. Tok tok konuştuğunu işitince, arkasında daha gürbüz bir adam arayacak olursunuz.
Eskiden yürüyüşü daha hızlı, duruşu daha yumuşaktı. Son yıllarda adımları ağırlaştı, burnundaki gurur bütün varlığına yayılır gibi oldu. Önceleri kolay gülümserdi; şimdi çatkın bir yüzle geçiyor. Bu, belki de incittiği kimseleri daha evvel davranıp bastırmak için düşünülmüş bir tedbirdir. Fakat bu buruşuk maskede heybet değil, sadece nahvet var.
Ben, onu Mütareke yılları içinde tanıdım. Galiba bir mizah mecmuasının idarehanesinde görüşmüştük. Basık tavanlı, çıplak duvarlı ve tahta masalı bir yerdi. İnsanda cilt hastalığına uğramış bir hayvan tesiri bırakan meşin bir kanepeye oturmuştuk. Her kımıldanışımızda bu kanepenin tel barsakları gürüldüyor, gıcırdıyordu.
Ama dekordan ziyade hayata, şekilden çok ruha baktığımız günlerde idik.
İçimize, tecrübenin ibret tortusu çökmemiş, gönlümüzdeki baharın meyveleri çürümemişti. Pek iyi anlaşıyorduk.
Hâdiseler, fikirler karşısında, aynı perdeye akort adilmiş sazların sesini verirdik. Gerçi içli dışlı değildik. Ama işlediğimiz mevzularda bu beraberlik sezilirdi. Sonra, aramıza ayrı ayrı yollarda harcadığımız geniş bir zaman dalgası girdi. Birbirimizi kaybettik.
Ondaki Marksizm düşmanlığını seviyor ve takdir ediyordum. Fikirlerini cesur bir atılganlıkla söyleyişi hoşuma gidiyordu. Yaralı sandığı yerlere çekinmeden öyle bir kalem saplayışı vardı ki yanlış hamleler yapsa bile, bunlar, niyetindeki halisliğe bağışlanabilirdir.
Ne yazık ki gitgide hamlelerinin ilhamını kalbinden ziyade ihtirasından almaya başladı. Gururunun tuttuğu dev aynasında kalemini mızrak olmuş gördü ve bu serap büyüklüğünü gerçek sandı. Fıkracı Peyami Safa'yı, ben, işte böyle görüyorum. Romancı ve sanatkâr Peyami'ye gelince:
Onun bu hüviyetini, ikiye bölmüş bulunuyoruz:
1- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye gibi eserler ve sanatkâr adam,
2- Cingöz Recai tipinde şeyler karalayan kişi.
Edebiyat çerçevesine giren eserler ile Peyami, gerçekten bir kıymettir. Çizdiği ruh ve karakter hudutlarıyla romanı gelişigüzel bir macera ve vaka kumkumalığından çıkarır. Kahramanlarını, yalnız sanatkâr yaradılışların insiyakî kuvvet ile yürütmekle kalmaz; onları geniş ve etraflı bir okuyuşun zengin tahlilleri ile de süsler. Müşahedelerinde kuvvetli bir objektifin zabıtları duyulur. Romanı küçük çapta bir dünya yapmasını bilir.
Çapraşık ve tezatlarla dolu karanlık ruh dehlizlerinde zekâsının ışığı ile sürçmeden yürür. Eğer o, bizde birinci sınıf bir romancı olarak tanınmamışsa, kabahat kendisinin değildir.
Peyami'nin belki bir gün bu hakkı da tanınacak, ruhlar ve fikirler, günlük hadiselerin tortusundan sıyrılınca, hınçlar, durulacak, gerçeğe âşık asli duyguların aydınlığında herkesin payı ayrılacaktır.
Server Bedi için, böyle bir şey söylenemez. Zaten bana kalırsa, onun böyle bir hak dava ettiği de yoktur.
Server Bedi'i, aynı sermayenin, daha aşağı bir semtte açtığı başka bir mağaza gibi düşünebilirsiniz. Onda sanat endişesi, güzel yaratmak gayesi aramak boşuna emek harcamak olur. O, Peyami'nin sadece kazanmak için kullandığı bir kalem amelesidir.
Yalnız insaf namına şunu da söylemek lâzımdır ki, bu kalem amelesi Server Bedi'nin de arada sırada, bir ustabaşı derecesine yükseldiği oluyor.
Peyami'yi tetkik eleğinden geçirirken, bu dakikaya kadar sade sanat bakımından göz önünde tuttuk. Verim bolluğunu hiç dikkate almadık. Halbuki doğru dürüst bir inceleyişte bu noktada iyi durmak gerekir.
Bugünün piyasasında şair, romancı, muharrir diye yer tutmuş, asını tarihe vermiş kıymetlerin hemen her biri, sanatı bir geçim yolu olarak tutmaktadır. Hayatta ayrı vazifeleri vardı. Sanatı, ancak zevk vasıtası diye tanırlardı.
Peyami, bütün hayatını sanata vermiştir. Ona dayanarak yürüdü. Hatta şöhretsiz günlerinde bile, bu yürüyüşten ayrılmadı. Server Bedi'nin doğuşu da yine bu ayrılmayışa sıkı fıkı bağlıdır. Yaşamak içim yazmaya muhtaçtı. Kalemi, kendi kendine kaldığı demlerde ayrı renk, başka koku, yeni hayal, denenmemiş tahlil arar; yine aynı kalem, kazanç, tarlasında bir saban gibi işlerdi.
Onda iki türlü varlık görüşümüzün sebebi işte budur. Çok veren tarlada öz az olur; bol yemişli dallarda nasıl daneler büyümezse, Peyami de bütün eserlerinde, eğer seçme bir kudret göstermediyse, bunun biraz da bu bol verişin bir neticesi gibi kabul etmeliyiz.
Şurası da inkâr olunamaz ki eserleri iyi taranırsa, bir çok meşhurlar kadar onun da güzel şeyler verdiği meydana çıkar. Zaman çakılla inciyi ayıracak ve ona hak ettiği yeri verecektir.