Post-yapısalcılık terimi, içerdiği "post" öntakısının bildirdiği "sonralık" tan da anlaşılacağı üzere, yapısalcılığa karşı son derece önemli bir dizi eleştirinin dile getirildiği ortak bir felsefe düzlemini ya da çerçevesini ifade eder. Bu eleştiri damarının çok büyük bir bölümü hiç kuşkusuz yakın dönemlerin en büyük felsefecileri Derrida, Foucault, Deleuze, Lacan ve Lyotard tarafından dillendirilip temellendirilmiştir.
Post-yapısalcı felsefe salt bir felsefe konumu olmaktan öte dilbilimden yazın kuramına, toplumbilimden insanbilime, ruhbilimden göstergebilime pek çok disiplinin bir araya geldiği ortak bir düşünme düzlemidir. Nitekim post-yapısalcı felsefenin temel savlarından biri de başta felsefe olmak üzere disiplinler arasındaki sınırların çözüştürülüp yok edilerek, disiplinlerarası hatta disiplinlerötesi yeni bir söylem olanağını yaşama geçirmektir.
Post-yapısalcı felsefe anlayışında, özellikle felsefe metinlerinde görülen bilgiyi dizgesel yollarla temellendirme çabası sırasında, sorunsuz olduğu düşünülerek yapılan belirtik ya da örtük varsayımların ortaya konarak sorun haline getirilmesi amacı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu açıdan bakıldığında post-yapısalcı felsefenin önemli bir bölümünü yazarlarca ya da okurlarca metinlerde oluşturulan anlamların nasıl oluşturulduklarını sorgulamaya yönelik bir anlam, dil ya da metin felsefesi oluşturmaktadır.
Post-yapısalcı felsefenin en önde gelen düşünürlerinden Derrida özellikle Nietzsche ile Heidegger'in başlattıkları özgün eleştirel düşünce damarını izleyerek, bütün bir Batı felsefesi geleneğinin insan düşüncesinin ya da var oluşunun sınırlarını çiğnemek pahasına bilgi ile gerçekliğin özsel yapısını bulgulamak amacıyla gerçekleştirmiş olduğu araştırmalara ilişkin yapısökümcülük adıyla anılan kapsamlı bir eleştirel okuma sunmaktadır. Derrida'nın bir dizi eleştirel okumadan oluşan yapısökümcü eleştirisinin önemli vurgularının başında "sözmerkezcilik eleştirisi" gelmektedir. Buna göre Derrida, Platon'dan Husserl'e gelinene dek bütün klasik Felsefe metinlerinin birtakım sıradüzenli ikilikler (varlık/hiçlik, gerçeklik/görünüş, konuşma/yazı) üstüne kurulduklarına, bu ikiliklerde yer alan ilk terimin her durumda daha sağlam, şaşmaz bir kesinlikte doğru, bütün düşünce dizgeleri için Arşimet Noktası olma işlevini yerine getirecek denli güvenilir bir dayanak olarak görüldüğüne parmak basmaktadır.
Derrida yaptığı yapısökümcü okumalarda çeşitli stratejiler izleyerek, klasik felsefe metinlerinin bilinçdışı kaynaklı dile getirilmemiş yönlerini ortaya serip metnin üstüne kurulduğu ikilikçi yapıyı çökertmeyi amaçlamaktadır. Buna bağlı olarak da metnin içinde ilk okunuşta tutarlı ve mantıksal olan ayrımların gerçekte kendi içinde tutarsız ve mantıkdışı oldukları gösterilmiş olmaktadır.
Yapısökümcü yaklaşımda, anlam metnin dışında bırakılandır ya da metince görmezden gelinip kendisine karşı suskun kalınan. Nitekim yapısökümcülük tam da kuramlar ile kavramsal dizgelerin varlığına meydan okumak olduğu için, gerek Derrida gerek onun yolundan yürüyenler mantıksal tanımlara, ussal temellendirmelere, felsefe uslamlamalarına daha bir dikkatlice yaklaşmakta, bunların yerine metnin gidimli ve çizgisel olmayan yönlerini, metinde dillendirilen sözcük oyunları ile retorik öğeleri daha bir öne çıkarmaktadırlar. Bu bağlamda yapısökümcülüğün başlıca izlencelerinden biri, metinlerin gerçek dünyadaki olgulara ya da şeylere göndermede bulunmayıp yalnızca başka metinlere göndermede bulunabileceği saptamasına bağlı olarak, metinlerin başka metinlere nasıl ve ne biçimlerde göndermelerde bulunduklarının izini sürmektir. Bu temel izlenceye dayanaklık eden düşünceyi Derrida, "Metnin dışında metinden başka hiçbir şey yoktur" tümcesi ile dile getirmektedir.
Yapısalcılık, bilindiği üzere, İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure'ün ölümünden sonra öğrencilerince Genel Dilbilim Üstüne Dersler başlığıyla yayımlanmış derslerinde ortaya attığı düşüncelerden çıkılarak çatısı kurulmuş bir felsefe anlayışıdır. Geleneksel "temsilci" ya da "yansıtımcı" dil anlayışının doğruluğunu bütün bütün yadsıyan Saussure, bunun yerine "biçimsel" bir dil anlayışı geliştirmektedir. Buna göre, dil ne sanıldığı gibi fiziksel nesneler ile sözcükler arasındaki karşılık gelme ilişkisine dayalıdır, ne de anlamlar zihinde olduğu varsayılan birtakım kendilikler (düşünceler) aracılığıyla oluşuyordur. Saussure'ün yapısalcı dil yaklaşımında, hem "gösterenler" (sesler ile imler) hem de "gösterilenler" (düşünceler) ait oldukları özel dil dizgesinin biçimsel yapısı uyarınca anlamlarım edinmektedirler. Burada sözü edilen biçimsel yapı, bir yanda sesler öbür yanda düşünceler olmak üzere her türden dilsel öğe arasında kurulu bulunan özdeşlikler ile ayrımlar dizgesine karşılık gelmektedir.
Saussure dili işte bu biçimsel yapıyla özdeşleştirerek, gerçekte dilin nasıl işlemekte olduğunu tam olarak açıklamamasına karşın yüzyıllardır süregelen geleneksel dil anlayışına son noktayı koymuştur. Levi-Strauss'un kültürel insanbilimi, Saussure'ün yapısala dil görüşünün kapsamının genişletilerek toplum bilimlerinin bir başka alanına başarıyla uygulanışına çok iyi bir örnektir. Yapısalcı dilbilim yaklaşımının temel ilkelerini, insanbilimin kendisine konu edindiği akrabalık ilişkileri ile söylen dizgeleri gibi görüngülere uygulayan Levi-Strauss, söz konusu görüngüleri her durumda "gösteren/gösterilen" ayrımı doğrultusunda betimlemektedir. Sözgelimi akrabalık ilişkileri bağlamında, gösterilenler akrabalık ilişkilerine yönelik bir kültürün düşüncelerine karşılık gelirken (akrabalık ilişkilerinde sevgi ile saygının dereceleri ya da ensest tabusunun yeri gibi), gösterenlerse bu düşünceleri dile getiren özgül birtakım pratiklerle (gelenekler, görenekler, kuttörenler gibi) eşdeğerdirler. Aynı Saussure'ün savunduğu gibi Levi-Strauss'un yaklaşımı da başından sonuna dek "temsil" mantığı üstüne kurulu dil tasarımının bütünüyle yadsınması amaçlanarak uygulanmaktadır. Örneğin Levi-Strauss, bir toplumu ya da kültürü akrabalık ilişkilerine yönelik taşınan birtakım temel düşüncelere karşılık gelen belli yaşam pratiklerinin yerine getirilmesi olarak, başka bir deyişle toplumun kendisini kavrayışının maddi imgeleri olarak görmek yerine, toplumun ya da kültürün, hem pratiklerin hem de düşüncelerin ortaklaşa paylaştıkları biçimsel yapı tarafından yapılandıklarını belirtmekte, buna bağlı olarak da açıkça bir dizgenin içerisindeki değişik öğeler arasındaki ayrımların izini sürmektedir. Bu anlamda bir toplumun düşüncelerini ya da yaşam pratiklerini kavrayabilmenin yolu, sanıldığı gibi kesinlikle o toplumun öznelerinin kafalarında olup bitenlere bakmaktan geçmemektedir.
Post-yapısalcı felsefe salt bir felsefe konumu olmaktan öte dilbilimden yazın kuramına, toplumbilimden insanbilime, ruhbilimden göstergebilime pek çok disiplinin bir araya geldiği ortak bir düşünme düzlemidir. Nitekim post-yapısalcı felsefenin temel savlarından biri de başta felsefe olmak üzere disiplinler arasındaki sınırların çözüştürülüp yok edilerek, disiplinlerarası hatta disiplinlerötesi yeni bir söylem olanağını yaşama geçirmektir.
Post-yapısalcı felsefe anlayışında, özellikle felsefe metinlerinde görülen bilgiyi dizgesel yollarla temellendirme çabası sırasında, sorunsuz olduğu düşünülerek yapılan belirtik ya da örtük varsayımların ortaya konarak sorun haline getirilmesi amacı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu açıdan bakıldığında post-yapısalcı felsefenin önemli bir bölümünü yazarlarca ya da okurlarca metinlerde oluşturulan anlamların nasıl oluşturulduklarını sorgulamaya yönelik bir anlam, dil ya da metin felsefesi oluşturmaktadır.
Post-yapısalcı felsefenin en önde gelen düşünürlerinden Derrida özellikle Nietzsche ile Heidegger'in başlattıkları özgün eleştirel düşünce damarını izleyerek, bütün bir Batı felsefesi geleneğinin insan düşüncesinin ya da var oluşunun sınırlarını çiğnemek pahasına bilgi ile gerçekliğin özsel yapısını bulgulamak amacıyla gerçekleştirmiş olduğu araştırmalara ilişkin yapısökümcülük adıyla anılan kapsamlı bir eleştirel okuma sunmaktadır. Derrida'nın bir dizi eleştirel okumadan oluşan yapısökümcü eleştirisinin önemli vurgularının başında "sözmerkezcilik eleştirisi" gelmektedir. Buna göre Derrida, Platon'dan Husserl'e gelinene dek bütün klasik Felsefe metinlerinin birtakım sıradüzenli ikilikler (varlık/hiçlik, gerçeklik/görünüş, konuşma/yazı) üstüne kurulduklarına, bu ikiliklerde yer alan ilk terimin her durumda daha sağlam, şaşmaz bir kesinlikte doğru, bütün düşünce dizgeleri için Arşimet Noktası olma işlevini yerine getirecek denli güvenilir bir dayanak olarak görüldüğüne parmak basmaktadır.
Derrida yaptığı yapısökümcü okumalarda çeşitli stratejiler izleyerek, klasik felsefe metinlerinin bilinçdışı kaynaklı dile getirilmemiş yönlerini ortaya serip metnin üstüne kurulduğu ikilikçi yapıyı çökertmeyi amaçlamaktadır. Buna bağlı olarak da metnin içinde ilk okunuşta tutarlı ve mantıksal olan ayrımların gerçekte kendi içinde tutarsız ve mantıkdışı oldukları gösterilmiş olmaktadır.
Yapısökümcü yaklaşımda, anlam metnin dışında bırakılandır ya da metince görmezden gelinip kendisine karşı suskun kalınan. Nitekim yapısökümcülük tam da kuramlar ile kavramsal dizgelerin varlığına meydan okumak olduğu için, gerek Derrida gerek onun yolundan yürüyenler mantıksal tanımlara, ussal temellendirmelere, felsefe uslamlamalarına daha bir dikkatlice yaklaşmakta, bunların yerine metnin gidimli ve çizgisel olmayan yönlerini, metinde dillendirilen sözcük oyunları ile retorik öğeleri daha bir öne çıkarmaktadırlar. Bu bağlamda yapısökümcülüğün başlıca izlencelerinden biri, metinlerin gerçek dünyadaki olgulara ya da şeylere göndermede bulunmayıp yalnızca başka metinlere göndermede bulunabileceği saptamasına bağlı olarak, metinlerin başka metinlere nasıl ve ne biçimlerde göndermelerde bulunduklarının izini sürmektir. Bu temel izlenceye dayanaklık eden düşünceyi Derrida, "Metnin dışında metinden başka hiçbir şey yoktur" tümcesi ile dile getirmektedir.
Yapısalcılık, bilindiği üzere, İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure'ün ölümünden sonra öğrencilerince Genel Dilbilim Üstüne Dersler başlığıyla yayımlanmış derslerinde ortaya attığı düşüncelerden çıkılarak çatısı kurulmuş bir felsefe anlayışıdır. Geleneksel "temsilci" ya da "yansıtımcı" dil anlayışının doğruluğunu bütün bütün yadsıyan Saussure, bunun yerine "biçimsel" bir dil anlayışı geliştirmektedir. Buna göre, dil ne sanıldığı gibi fiziksel nesneler ile sözcükler arasındaki karşılık gelme ilişkisine dayalıdır, ne de anlamlar zihinde olduğu varsayılan birtakım kendilikler (düşünceler) aracılığıyla oluşuyordur. Saussure'ün yapısalcı dil yaklaşımında, hem "gösterenler" (sesler ile imler) hem de "gösterilenler" (düşünceler) ait oldukları özel dil dizgesinin biçimsel yapısı uyarınca anlamlarım edinmektedirler. Burada sözü edilen biçimsel yapı, bir yanda sesler öbür yanda düşünceler olmak üzere her türden dilsel öğe arasında kurulu bulunan özdeşlikler ile ayrımlar dizgesine karşılık gelmektedir.
Saussure dili işte bu biçimsel yapıyla özdeşleştirerek, gerçekte dilin nasıl işlemekte olduğunu tam olarak açıklamamasına karşın yüzyıllardır süregelen geleneksel dil anlayışına son noktayı koymuştur. Levi-Strauss'un kültürel insanbilimi, Saussure'ün yapısala dil görüşünün kapsamının genişletilerek toplum bilimlerinin bir başka alanına başarıyla uygulanışına çok iyi bir örnektir. Yapısalcı dilbilim yaklaşımının temel ilkelerini, insanbilimin kendisine konu edindiği akrabalık ilişkileri ile söylen dizgeleri gibi görüngülere uygulayan Levi-Strauss, söz konusu görüngüleri her durumda "gösteren/gösterilen" ayrımı doğrultusunda betimlemektedir. Sözgelimi akrabalık ilişkileri bağlamında, gösterilenler akrabalık ilişkilerine yönelik bir kültürün düşüncelerine karşılık gelirken (akrabalık ilişkilerinde sevgi ile saygının dereceleri ya da ensest tabusunun yeri gibi), gösterenlerse bu düşünceleri dile getiren özgül birtakım pratiklerle (gelenekler, görenekler, kuttörenler gibi) eşdeğerdirler. Aynı Saussure'ün savunduğu gibi Levi-Strauss'un yaklaşımı da başından sonuna dek "temsil" mantığı üstüne kurulu dil tasarımının bütünüyle yadsınması amaçlanarak uygulanmaktadır. Örneğin Levi-Strauss, bir toplumu ya da kültürü akrabalık ilişkilerine yönelik taşınan birtakım temel düşüncelere karşılık gelen belli yaşam pratiklerinin yerine getirilmesi olarak, başka bir deyişle toplumun kendisini kavrayışının maddi imgeleri olarak görmek yerine, toplumun ya da kültürün, hem pratiklerin hem de düşüncelerin ortaklaşa paylaştıkları biçimsel yapı tarafından yapılandıklarını belirtmekte, buna bağlı olarak da açıkça bir dizgenin içerisindeki değişik öğeler arasındaki ayrımların izini sürmektedir. Bu anlamda bir toplumun düşüncelerini ya da yaşam pratiklerini kavrayabilmenin yolu, sanıldığı gibi kesinlikle o toplumun öznelerinin kafalarında olup bitenlere bakmaktan geçmemektedir.