Psikanalist, öğrenme kuramcılarının yüzeyine bakıp derinlerdeki olası nedenler hakkında fikir yürüttükleri suya dalan ve bilinçle bilinçdışı arasındaki sınırlarda dolaşan kişidir. Onu, geçmişle işlenmiş bir cinayeti soruşturmak üzere zaman tünelinde yol alan dedektiflere benzetebilirsiniz. Serbest çağrışımın, düş yorumunun ya da başka bir çözümleme tekniğinin açtığı gedikten içeri girip, unutulmak üzere bilvnçdışına bastırılmış yaşantıların izini sürer, kayıp anılar arasında dolaşıp, bugünü oluşturan dönemeçlerin fotoğrafını çekmeye çalışır.
Depresyona psikanalist gözüyle bakan ilk araştırmacı Sigmund Freud’dur. Freud, depresyonda rol oynayan ruhsal süreçleri anlamak için, onu yas tutma davranışıyla karşılaştırmış, aradaki benzerlik ve farklılıkları saptamıştır.
Yakınını kaybeden kişi, yaşamın bu ağır darbesiyle sarsıldığında, yeniden toparlanabilmek için bazı ruhsal manevralar yapmaya çalışır. Bilinçdışı etkiler altında ve dolayısıyla (farkında olunmadan gerçekleşen bu manevraların ilki ölen kişinin hala yaşadığı yanılsamasının sürdürülmesidir Böylece, büyük bir acıyla yüzleşmekten bir süre için kaçınılmış ve zaman kazanılmış olur. Özlen kişiyle özdeşleşmek, kendini onun yerine koymak, oymuş gibi hissetmek bir diğer önemli manevradır. Yas tutan kişi, şu ya da bu yönüyle yitirdiği yakınına benzemeye başlar Örneğin vaşlı babasını yitiren kişinin saçları ağarabilir. Ölenin jestleri ve mimikleri benimsenebilir. Eğer bir kalp hastalığından öldüyse, yasını tutan kişide kalp ağrıları ve çarpıntılar başlayabilir.
Üçüncü manevra ölen kişinin sembolik olarak içe alınmasıdır. içe alınmış bir nesneyle bağların koparılması, dışarıdaki bir nesneye göre daha kolaydır. Yasın acısını yatıştıran ve ölümü kabullenmeyi kolaylaştıran bu davranış, bazı ilkel topluluklarda bugün kabul edilmesi olanaksız tarzlarımda yaşanmış, ölenin etinin, onun olumlu özelliklerinin geride kalanlara geçirilmesi amacıyla yendiği törenlerde somut içe almanın en tipik örnekleri verilmiştir. Bu davranış zaman içinde değişim geçirerek günümüzde cenaze yemeği biçimini almıştır. Psikanalizin önemli isimlerinden Otto Fenichel, ölenin yakınlarında aşırı bir iştah ya da kimi zaman tam tersi ağır bir iştahsızlık görülmesinin söz konusu içe - alma davranışının sembolik anlamlarıyla ilişkili olduğuna dikkati çekmektedir.
Psikanalitik kurama göre, yas tutma davranışına rengini veren, onun ne şekilde yaşanacağını, ne kadar süreceğini, ne tür ek sorunlara yol açacağını ve bir depresyona açılıp açılmayacağını belirleyen önemli bir bileşen, yas tutanın yitirdiği kişiyle ilişkisinin biçimidir. Ölüm olayı, ölen kişiye karşı duyulan olumlu ve olumsuz duyguları harekete geçirmiştir. Eğer sevgiye eşlik eden nefretin dozu belirli bir düzeyi aşarsa, sembolik içe alma eylemi sadistçe bir anlam kazanır. Sevilen kişiyi koruma ve onunla bütünleşmenin yanı sıra, onu parçalayıp yutma niyetlerini de içermeye başlar. Bu durum, yas tutan kişi tarafından farkına varılmasa da, bilinçdışı bir etkiyle, suçluluk duygulan yaratır. Ancak yine
de, yaşananlar çoğu zaman yas tutma sınırları içinde taf!r ve depresyonla sonlanmaz.
Depresyona sürüklenen kişilerin ruhsal yapılarında, buna yol açan üç temel özellik olduğu düşünülmektedir. Birincisi yitirilen kişinin bir erişkin gibi değil, çocukça bir sevgiyle sevilmiş olmasıdır. Bunun nasıl olduğunu anlamak için, bakışımızı önceki sayfalarda öğrenme kuramlarını tartışırken yaptığımız gibi, yine yaşamın erken dönemlerine, henüz ayak basmış olduğu gezegenin fizik ve ruhsal atmosferini tanımaya çalışan bebeğin dünyayı nasıl algıladığına çevirmemiz gerekir. Ben ve öteki ayrımının oluşmadığı, dünyanın ve benliğin suları sonsuza uzanan bir okyanus gibi yaşandığı bu dönemde, gökyüzünden yaklaşan dev bir bulut gibi belirip kaybolan, geldiğinde sıcaklık, doyum ve hoşnutlukla getiren, geri çekildiğindeyse ardında güvensizlik ve tedirginliği büyüten bir boşluk bırakan anne, bebeğin kendine ve dünyaya duyduğu güvenin tek kaynağıdır. Kendine güvenin böylesine dış destekler tarafından sağlandığı bir döneme takılıp kalan kişiler, dünyayı tıpkı bir bebek gibi doymak bilmez gözlerle gözden geçirir, sevildikleri ve korunup kollanacakları konusunda sürekli güvence arar, gördükleri sevgi ve ilgiyle bir türlü doyum bulmazlar. Bu noktada yeniden “Alıngan bir adam* adlı öyküye dönüp, Ercüment Bey’in itirafları arasında söz konusu doymak bilmez sevgi ve ilgi arayışının nasıl dile getirildiğine bakabiliriz. Anımsayacağınız gibi, yaşamı karamsar yorumlar ve depresyon dönemleriyle geçen bu adam, yıllar süren psikiyatrik görüşmelerden sonra çocukluğundan beri sürükleyip getirmekte olduğu bazı kişilik özelliklerinin farkına varmış ve depresyonlarını, ruhunda, değer verdiği insanların ilgi ve yakınlığıyla sürekli doldurulması gereken çatlaklar bulunmasına bağlamıştı. Karısının, patronunun ya da annesinin bir an için ilgilerini üzerinden çekmeleri, başka bir şeyle ya da kişiyle ilgilenmeleri, kendisini yalnız ve terkedilmiş hissetmeye başlaması için yeterli olmaktaydı.
Kişiyi depresyona taşıyan ruhsal yapının ikinci temel özelliği, yitirilen kişiye duyulan sevgi ve nefretin bir kararsızlık ve karmaşaya yol açacak derecede yakın şiddetlerde olmasıdır. Yukarıda anlatılmış olduğu gibi, her türlü yas tutma sürecine eşlik eden bu durumun, depresyona neden olup olmaması, bir taraftan diğer iki temel özelliğin gücüne, öte yandan ölen kişiye duyulan nefretin ağırlığına bağlıdır.
Üçüncü temel özellik, bilinçdışı yeme arzularının şiddetli olmasıdır. Yine her türlü yas tutma sürecine eşlik eden bir özellik olan içe alma eğilimi ve bunun sadistçe parçalayıp yutma arzularıyla bir arada olması durumu, depresyona yatkın kişilerde olmayanlara göre nicel olarak daha güçludür.
Şimdi artık, anlatılanları birleştirip. Freud un çizdiği dep resvon tablosunun bütününe bakabiliriz. Buna göre, depresyona yatkın kişi, doymak bilmez bir ilgi açlığıyla çevreyi ımmbı. benlik saygısını, övgü, onay, beğenilme, tercih edilme gibi ruhsal besinleri oburca tüketerek ayakta tutabilmektedir. Söz konusu beslenmeye gereksinimi depresyona yatkın olmayan kişilerden daha fazla, yeterli beslenmenin aksadığı dönemlerde eldeki yakıtla benlik saygısını ayakta tutabilme yeteneği daha düşüktür. Bu çocuksu ilgi arama bçmıi. iigıyı veren kişilere karşı gösterilen tavrı da etkilemekte, onu sürekli besleyen ve destekleyen birinin bir an için ilgisini üzerinden çekmesi ya da onun gereksinimlerine aymayan bir davranışta bulunması şiddetli bir nefret ve düşmanlığın tetiğim çekmektedir. Bu nefret ve düşmanlığım. bilînçdışındaki izdüşümü parçalayıp yutma arzularıdır.
Böyle bir kişi bir yakınını kaybettiğinde, kendisini annenin ilgisini yitiren bir bebek gibi çaresiz hissetmekte ve ölerek ondan bu ilgiyi çeken kişiye karşı yoğun bir nefret duymaktadır. Bu olumsuz duygu yumağı, yas süreci içten içe alınan kişiye yönelmekte, sevgi, destek ve koruma beklenen kişi aynı zamanda ağır bir nefret ve saldırganlığın hedefi olmaktadır.
Depresyona giren kişi, yakın şiddetteki olumlu ve olumsuz duyguların ağır yükü altındayken, başkalarını se- vemediği gibi, kendisini de sevemez. Buna karşılık, bu iki olgunun dışavurumları farklıdır. Ölen kişiyle ilişkisinde, sevme ya da onun tarafından sevilme arzulan ön plandayken duyduğu nefret gizlenmiş, ortaya konmamıştır. Kendisiyle ilişkisindeyse, ön planda olan nefret, gizli kalan yan sevgidir. Ancak, ölen kişiye duyduğu nefret, onu içine almış ve onunla özdeşim yapmış olduğu için, kendisine döner. Söz konusu durum, kendini öldürme eyleminin altında yatan ruhsal dinamiklere de ışık tutar. Nefret edilen ve öldürülmek istenen varlık içe alınmış olduğu için ona yönelik her türlü saldırı kişinin kendisine zarar verir. Bu anlamda intihar, katilin ölümüne yol açan bir cinayet girişimi ya da ateş edeni vuran bir kaza kurşunu olarak görülebilir.
Buraya kadar, tartışmayı kolaylaştırmak için, depresyonu, sevilen bir kişinin kaybını izleyen, ona tepki olarak ortaya çıkan bir ruhsal bozukluk gibi ele aldık. Ancak, depresyon yalnızca ölümün ardından ortaya çıkmaz. Kayıp yaşantısı, ölümün yanı sıra, başarısızlık, prestij yitirme, ekonomik açıdan kayba uğrama gibi nedenlerle de yaşanabilir. Aşkta hayal kırıklığı ya da sevilen eşten ayrılma gibi yaşantılar sık rastlanan ve depresyona neden olabilen kayıplar arasındadır. Ayrıca, bir başkası için benlik değeri artışına yol açacak başarılar bile, bir misilleme tehdidi ve dolayısıyla bir güvenlik kaybı olarak algılanıp, kendine duyulan güveni ve benlik saygısını düşürebilir. Dolayısıyla, önemli olan, gerçek bir kayba uğramaktan çok, kişinin önemli bir kayba uğradığı duygusuna kapılmış olmasıdır.
Levent Mete'nin Depresyon kitabından..
Depresyona psikanalist gözüyle bakan ilk araştırmacı Sigmund Freud’dur. Freud, depresyonda rol oynayan ruhsal süreçleri anlamak için, onu yas tutma davranışıyla karşılaştırmış, aradaki benzerlik ve farklılıkları saptamıştır.
Yakınını kaybeden kişi, yaşamın bu ağır darbesiyle sarsıldığında, yeniden toparlanabilmek için bazı ruhsal manevralar yapmaya çalışır. Bilinçdışı etkiler altında ve dolayısıyla (farkında olunmadan gerçekleşen bu manevraların ilki ölen kişinin hala yaşadığı yanılsamasının sürdürülmesidir Böylece, büyük bir acıyla yüzleşmekten bir süre için kaçınılmış ve zaman kazanılmış olur. Özlen kişiyle özdeşleşmek, kendini onun yerine koymak, oymuş gibi hissetmek bir diğer önemli manevradır. Yas tutan kişi, şu ya da bu yönüyle yitirdiği yakınına benzemeye başlar Örneğin vaşlı babasını yitiren kişinin saçları ağarabilir. Ölenin jestleri ve mimikleri benimsenebilir. Eğer bir kalp hastalığından öldüyse, yasını tutan kişide kalp ağrıları ve çarpıntılar başlayabilir.
Üçüncü manevra ölen kişinin sembolik olarak içe alınmasıdır. içe alınmış bir nesneyle bağların koparılması, dışarıdaki bir nesneye göre daha kolaydır. Yasın acısını yatıştıran ve ölümü kabullenmeyi kolaylaştıran bu davranış, bazı ilkel topluluklarda bugün kabul edilmesi olanaksız tarzlarımda yaşanmış, ölenin etinin, onun olumlu özelliklerinin geride kalanlara geçirilmesi amacıyla yendiği törenlerde somut içe almanın en tipik örnekleri verilmiştir. Bu davranış zaman içinde değişim geçirerek günümüzde cenaze yemeği biçimini almıştır. Psikanalizin önemli isimlerinden Otto Fenichel, ölenin yakınlarında aşırı bir iştah ya da kimi zaman tam tersi ağır bir iştahsızlık görülmesinin söz konusu içe - alma davranışının sembolik anlamlarıyla ilişkili olduğuna dikkati çekmektedir.
Psikanalitik kurama göre, yas tutma davranışına rengini veren, onun ne şekilde yaşanacağını, ne kadar süreceğini, ne tür ek sorunlara yol açacağını ve bir depresyona açılıp açılmayacağını belirleyen önemli bir bileşen, yas tutanın yitirdiği kişiyle ilişkisinin biçimidir. Ölüm olayı, ölen kişiye karşı duyulan olumlu ve olumsuz duyguları harekete geçirmiştir. Eğer sevgiye eşlik eden nefretin dozu belirli bir düzeyi aşarsa, sembolik içe alma eylemi sadistçe bir anlam kazanır. Sevilen kişiyi koruma ve onunla bütünleşmenin yanı sıra, onu parçalayıp yutma niyetlerini de içermeye başlar. Bu durum, yas tutan kişi tarafından farkına varılmasa da, bilinçdışı bir etkiyle, suçluluk duygulan yaratır. Ancak yine
de, yaşananlar çoğu zaman yas tutma sınırları içinde taf!r ve depresyonla sonlanmaz.
Depresyona sürüklenen kişilerin ruhsal yapılarında, buna yol açan üç temel özellik olduğu düşünülmektedir. Birincisi yitirilen kişinin bir erişkin gibi değil, çocukça bir sevgiyle sevilmiş olmasıdır. Bunun nasıl olduğunu anlamak için, bakışımızı önceki sayfalarda öğrenme kuramlarını tartışırken yaptığımız gibi, yine yaşamın erken dönemlerine, henüz ayak basmış olduğu gezegenin fizik ve ruhsal atmosferini tanımaya çalışan bebeğin dünyayı nasıl algıladığına çevirmemiz gerekir. Ben ve öteki ayrımının oluşmadığı, dünyanın ve benliğin suları sonsuza uzanan bir okyanus gibi yaşandığı bu dönemde, gökyüzünden yaklaşan dev bir bulut gibi belirip kaybolan, geldiğinde sıcaklık, doyum ve hoşnutlukla getiren, geri çekildiğindeyse ardında güvensizlik ve tedirginliği büyüten bir boşluk bırakan anne, bebeğin kendine ve dünyaya duyduğu güvenin tek kaynağıdır. Kendine güvenin böylesine dış destekler tarafından sağlandığı bir döneme takılıp kalan kişiler, dünyayı tıpkı bir bebek gibi doymak bilmez gözlerle gözden geçirir, sevildikleri ve korunup kollanacakları konusunda sürekli güvence arar, gördükleri sevgi ve ilgiyle bir türlü doyum bulmazlar. Bu noktada yeniden “Alıngan bir adam* adlı öyküye dönüp, Ercüment Bey’in itirafları arasında söz konusu doymak bilmez sevgi ve ilgi arayışının nasıl dile getirildiğine bakabiliriz. Anımsayacağınız gibi, yaşamı karamsar yorumlar ve depresyon dönemleriyle geçen bu adam, yıllar süren psikiyatrik görüşmelerden sonra çocukluğundan beri sürükleyip getirmekte olduğu bazı kişilik özelliklerinin farkına varmış ve depresyonlarını, ruhunda, değer verdiği insanların ilgi ve yakınlığıyla sürekli doldurulması gereken çatlaklar bulunmasına bağlamıştı. Karısının, patronunun ya da annesinin bir an için ilgilerini üzerinden çekmeleri, başka bir şeyle ya da kişiyle ilgilenmeleri, kendisini yalnız ve terkedilmiş hissetmeye başlaması için yeterli olmaktaydı.
Kişiyi depresyona taşıyan ruhsal yapının ikinci temel özelliği, yitirilen kişiye duyulan sevgi ve nefretin bir kararsızlık ve karmaşaya yol açacak derecede yakın şiddetlerde olmasıdır. Yukarıda anlatılmış olduğu gibi, her türlü yas tutma sürecine eşlik eden bu durumun, depresyona neden olup olmaması, bir taraftan diğer iki temel özelliğin gücüne, öte yandan ölen kişiye duyulan nefretin ağırlığına bağlıdır.
Üçüncü temel özellik, bilinçdışı yeme arzularının şiddetli olmasıdır. Yine her türlü yas tutma sürecine eşlik eden bir özellik olan içe alma eğilimi ve bunun sadistçe parçalayıp yutma arzularıyla bir arada olması durumu, depresyona yatkın kişilerde olmayanlara göre nicel olarak daha güçludür.
Şimdi artık, anlatılanları birleştirip. Freud un çizdiği dep resvon tablosunun bütününe bakabiliriz. Buna göre, depresyona yatkın kişi, doymak bilmez bir ilgi açlığıyla çevreyi ımmbı. benlik saygısını, övgü, onay, beğenilme, tercih edilme gibi ruhsal besinleri oburca tüketerek ayakta tutabilmektedir. Söz konusu beslenmeye gereksinimi depresyona yatkın olmayan kişilerden daha fazla, yeterli beslenmenin aksadığı dönemlerde eldeki yakıtla benlik saygısını ayakta tutabilme yeteneği daha düşüktür. Bu çocuksu ilgi arama bçmıi. iigıyı veren kişilere karşı gösterilen tavrı da etkilemekte, onu sürekli besleyen ve destekleyen birinin bir an için ilgisini üzerinden çekmesi ya da onun gereksinimlerine aymayan bir davranışta bulunması şiddetli bir nefret ve düşmanlığın tetiğim çekmektedir. Bu nefret ve düşmanlığım. bilînçdışındaki izdüşümü parçalayıp yutma arzularıdır.
Böyle bir kişi bir yakınını kaybettiğinde, kendisini annenin ilgisini yitiren bir bebek gibi çaresiz hissetmekte ve ölerek ondan bu ilgiyi çeken kişiye karşı yoğun bir nefret duymaktadır. Bu olumsuz duygu yumağı, yas süreci içten içe alınan kişiye yönelmekte, sevgi, destek ve koruma beklenen kişi aynı zamanda ağır bir nefret ve saldırganlığın hedefi olmaktadır.
Depresyona giren kişi, yakın şiddetteki olumlu ve olumsuz duyguların ağır yükü altındayken, başkalarını se- vemediği gibi, kendisini de sevemez. Buna karşılık, bu iki olgunun dışavurumları farklıdır. Ölen kişiyle ilişkisinde, sevme ya da onun tarafından sevilme arzulan ön plandayken duyduğu nefret gizlenmiş, ortaya konmamıştır. Kendisiyle ilişkisindeyse, ön planda olan nefret, gizli kalan yan sevgidir. Ancak, ölen kişiye duyduğu nefret, onu içine almış ve onunla özdeşim yapmış olduğu için, kendisine döner. Söz konusu durum, kendini öldürme eyleminin altında yatan ruhsal dinamiklere de ışık tutar. Nefret edilen ve öldürülmek istenen varlık içe alınmış olduğu için ona yönelik her türlü saldırı kişinin kendisine zarar verir. Bu anlamda intihar, katilin ölümüne yol açan bir cinayet girişimi ya da ateş edeni vuran bir kaza kurşunu olarak görülebilir.
Buraya kadar, tartışmayı kolaylaştırmak için, depresyonu, sevilen bir kişinin kaybını izleyen, ona tepki olarak ortaya çıkan bir ruhsal bozukluk gibi ele aldık. Ancak, depresyon yalnızca ölümün ardından ortaya çıkmaz. Kayıp yaşantısı, ölümün yanı sıra, başarısızlık, prestij yitirme, ekonomik açıdan kayba uğrama gibi nedenlerle de yaşanabilir. Aşkta hayal kırıklığı ya da sevilen eşten ayrılma gibi yaşantılar sık rastlanan ve depresyona neden olabilen kayıplar arasındadır. Ayrıca, bir başkası için benlik değeri artışına yol açacak başarılar bile, bir misilleme tehdidi ve dolayısıyla bir güvenlik kaybı olarak algılanıp, kendine duyulan güveni ve benlik saygısını düşürebilir. Dolayısıyla, önemli olan, gerçek bir kayba uğramaktan çok, kişinin önemli bir kayba uğradığı duygusuna kapılmış olmasıdır.
Levent Mete'nin Depresyon kitabından..