Ruhbilim Öğretileri

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Özcan Köknel'in KİŞİLİK kitabından alıntılar

RUHBİLİM ÖĞRETİLERİ

Kişiliğin oluşması ve gelişmesi için gereken gücün kaynağı, her çağda insanların ilgisini çeken ancak günümüzde bile açıklığa kavuşamamış bir sorun olmuştur. İçgüdüler ve dürtülerle dünyaya gelen bebeğin duyan, düşünen, çalışan, üreten, yaratan bir insan olmasını sağlayan güç nedir? Başka bir deyişle. kişiliği oluşturan geliştiren, sürdüren, tutum kazanmasına/ davranışta bulunmasına neden olan etken ya da etkenler var mıdır? Bedensel ve ruhsal gelişmeyi sağlayan güç tek midir? Ayrı mıdır? Bedenden ayrı bir ruh var mıdır? Kişilik gelişmesi bir anlamda ruhsal gelişme demek midir?

Günümüze kadar ruhbilim ve ruhbilim öğretileri bu sorulara cevap bulmaya çalışmıştır.

Görülmeyen, bir öz olarak düşünülen, tasarlanan, ruhun varlığı yokluğu ya da bendensel ölümden sonra yaşayıp yaşamadığı gibi sorunlar ruhbilimin ve ruhbilim öğretilerinin dışında kalır. Bu konular Tanrıbilim (Teoloji) alanı içine girer. Bilindiği gibi, Tanrıbilim doğaüstü ya da deneyüstü varlıklar alanıyla ilgilenip «mutlak yaratıcı», «ruh», «öteki dünya» gibi gözlem ve Çeneyle ^özlenemeyen olguları açıklamaya çalışır.

Kişiliği ve ruhsal yapıyı inceleyen ruhbilim ve ruhbilim öğretilerinin konulan gözlenebilir. Deneysel bir varlık alanı ve nesnel bir gerçekliği vardır. Ayrıca en Önemlisi tanımlama, açıklama ve yorumlara dayanarak öngörüde bulunur (tahmin) (prediction) bulunulur. Böylece insana kendisini, başka insanları, doğayı, toplumu tanıma, bir ölçüde denetleme olanağını sağlar.


DENEYSEL RUHBÎLÎM ÖNCESİ DÖNEM

Tarihsel gelişme içinde, ruhbilim öğretilerinin ilginç öyküsü vardır. İlk çağlarda ya da ilkel insanların yaşadığı çevrelerde, ruh insanın içinde görülmeyen bir varlık olarak değerlendirilmiştir. Bu tür değerlendirmelerde rüyaların büyük etkisi olmuştur. Uyku sırasında kendisini başka yerlerde, başka uğraşılar içinde, değişik kişilerle birlikte gören insan, uyanıp eski durumunda bulunduğunda bedeninden görülmeyen bir varlığın çıkıp dolaştığına ve geri döndüğüne inanmıştır. Ayrıca ölülerin rüyalara girmesi bu inancı pekiştirmiştir. Böylece insanın kafasına ruhun nasıl bir varlık olduğu sorusu takılmıştır. Bu soruya yanıt arayan eski Yunan filozoflarından, bir bölümü, ruhu bedenin her tarafını kaplayan ince bir sıvı, hava ya. da buhar yapısında bir varlık olarak kabul etmişlerdin Bu görüşe göre, katı cisimlere oranla hava ne denli ince ve hafifse, havaya oranla ruh da o denli ince ve hafiftir. Ruhun varlığı canlıyı cansızdan ayıran tek niteliktir. Bedenden ayrı olarak da varlığını sürdürür. Uykuda bedenden ayrılıp başka yerlere gider, beden ölünce serbest kalır, başka bir bedene ya da sadece ruhların oluşturduğu bir dünyaya göçer.

Beden içinde, ince bir sıvı, hava, buhar olarak ikinci bir varlık gibi yorumlanan ruh anlayışına ilk karşı çıkan eski Yunan filozofu Platon (M.ö. 427-342) olmuştur. O ruhu, duyum yoluyla algılayamadığımız, fark edemediğimiz bir «cevher», bir «öz»

olarak ele almış, varlığının duyumlarla değil akılla kavrandığını ileri sürmüş, ancak beden ortadan kalktıktan sonra da varlığı- ni sürdürdüğünü kabul etmiştir.

Aristo (M.Ö. 384-322), Ruh Üzerine adlı kitabında, geleneksel ruh yorumunu bir yana bırakarak, ruh ve ruhla ilgili olayları, yaşamla ilgili işlevlerin bir toplamı olarak görmüş ve çağdaş ruhbilimin temellerini atmıştır. Aristo'ya göre, bir nesnenin ruhunun olması onun canlılık özelliklerine sahip olduğunu gösterir. Beden, kaybolduktan sonra ruhsal işlevlerin sürdürülüp sür- dürülmediğine ilişkin yorumlar yapmak yerine, ruhun bedenle birlikte ele alınmasının gereğini vurgulamıştır.

Zenon (265-340), yüksek ruhsal işlevlere yöneldikçe, dürtü ve isteklerin baskısından arındıkça, kişiliğin gelişip olgunlaşacağını ileri sürmüştür.

Ortaçağda, St. Augustin ve Thomas Aquina, Platon ve Aristo'nun görüşlerini geliştirip sürdürmüşlerdir. St. Augustin'e göre, insanın temeli doğaya dayanır. Kötü davranış ve eylemlerin nedeni doğadan kaynaklanan dürtülerdir. Bunları engellemek için insanın suç ve günah korkusunu geliştirmesi gereklidir. Bu nedenle kötülüklerin cezalandırılması korkusu, kişiliğin gelişmesinde ve olgunlaşmasında önemli rol oynar. Zamanla bu cezalandırma işlevini insanın kendi iradesi üstlenir. Kötülüklerden kaçan, iyiye yönelen davranış ve eylemler kişilik yapısını dengede tutar. Her insanın kendine özgü bir iradesi olduğuna göre, kendine özgü bir kişilik yapısının bulunması da doğaldır. Thomas Aquina da bu görüşleri daha ayrıntılı olarak inceleyerek dinle bağlantılar kurmuş, kişilik gelişmesinde dinsel öğretilerin önemini vurgulamıştır.

Francis Bacon (1521-1629) kişiliğe bilimsel açıdan yaklaşım gerektiğini, bu amaçla felsefenin ampirik görüşünden ve dinin etkisinden kurtulup gözlem, deneme, İnceleme yöntemlerinden yararlanmanın zorunlu olduğunu savunmuştur. İnsana bu açıdan bakan Bacon, kişiliğin gelişip olgunlaşması için dışardan alınanlarla İçte bulunanların dengeli olarak birleştirilmesinin

gerekli olduğunu ileri- sürerek, insanların doğuştan getirdikleri ve sonradan kazandıkları saplantılardan kurtuldukları ölçüde üstün kellik yapısına erişeceklerini belirtmiştir.

BEDEN VE RUH AYRIMI

Yeni ve yakın çağlarda etkisini sürdüren büyük Fransız filozofu 'Descartes'in (1699-1750) Felsefenin İlkeleri, Yöntem üzerinde Konuşma, Ahlâk Üzerine Mektuplar, Düşünceler, Tutkular gibi değerli birçok yapıtından ruhbilime önemli yansımalar ve katkılar olmuştur. Felsefeye ve bilimsel düşünceye «Şüpheyi» getiren Descartes bilimsel yöntemin temelini atmıştır. Şüphe etmek, düşünmek demektir. Şüpheye karşı nesnel gerçek, düşüncenin kendisidir. Bunu «Cogito Ergosum» (Düşündüğüme göre varım) biçiminde anlatmıştır. «Varım» düşüncesi ruhsal o- larak duyulan, algılanan, kavranılan bir gerçektir ve insan kişiliğinin temelidir. Descartes'a göre, beden ve ruh birbirinden ayrı iki yapıdır. Bedenin kendi başına işleyen bir gücü vardır. İnsan bedenine giren ruh, ona yeni bir güç katarak hayvandan ayrı nitelikler kazandır. İnsan ruhunun beyinde bulunduğu yer pi- neal bezdir. Yaşam boyu sürüp giden bütün ruhsal işlevler ve buna bağlı olarak kişiliğin gelişmesi, bu bezin salgısına, etkin ve dürtüsel niteliği olan iradenin çalışmasına, edilgin niteliği olan zihinsel denetime bağlıdır. Zihinsel işlevler üstünlük kazandıkça kişilik olgunlaşır.

Leibniz'e (1646-1716) göre, kişiliğin gelişmesinde rol oynayan ruh, evreni oluşturan küçük güç birimlerinden (monad) meydana gelmiştir. Düşünüre göre, bütün evren son derece küçük güç birimlerinden oluşur, insanın ruhsal yapısında, evrende bulunan bu küçük güç birimleri yanında, kendisine özgü temel güç birimleri de bulunur. Bu İki güce bağlı birimlerin karışımı, ruhsal yapıya ve kişiliğe biçim kazandırır. Bu güç birimleri kaybolmadığına göre ruh İçin de ölüm sözkonusu olamaz.

Kant (1724-1804), insan algısı ve bilincinin yalnızca dene
me olanağı bulunan nesneleri, olayları, olguları tanıyıp anlayabileceğini, ancak zihinsel yapının bunun ötesine geçebildiğin! ileri sürerek, kişiliğin denenen ve deneme üstüne çıkan (transcendantal) öğelerden oluştuğu varsayımını savunmuştur. Zihinsel yapı ve mantık, insana hem ruh kavramını, hem de bu kavrama ilişkin süreçleri anlatır.


ÇEVRESEL GÜÇLER

Yakın çağın düşünce akımında büyük etkisi olan Auguste Comte (1798-1857) ve onu izleyen düşünürler, kişiliği oluşturan beden ve ruh ayırımına karşı çıkarak, kalıtımla bedensel olarak gelen ve kuşaktan kuşağa aktarılan özellikler yanında, insanin içinde gelişip yetiştiği aile, çevre ve toplumdan gelen etkilerin kişiliği oluşturduğunu kabul etmişlerdir. Bu nedenle bedensel ve çevresel güçler kişiye düşünme, tasarlama, davranma, eylemde bulunma yeteneklerini kazandırır. Bu yeteneklerin kişiliğinde geliştiği oranda insan kendisini ve çevresini geliştirip değiştirir. Yaşam ve uygarlık düzeyinde aşama ve sıçramalar yapabilir. Bütün bunlar beynin işlevi sonunda ortaya çıkan ruhsal yapının ürünü olup, bunun dışında kişilik yapısında etkili olan başka bir etken sözkonusu değildir.

Bu yaklaşımın etkisi altında Bergson (1859-1541) ruh ve kişiliğe ilişkin görüşlerini Spritüel Enerji adlı kitabında toplamıştır. Kişiliğin gelişmesini yeni boyutlar kazanmasını beynin gelş- mesine bağlamış, bugüne kadar görüp tanıdığımız, algıladığımız sınırlı dünyanın dışında kalan evrenin anlaşılmasının ancak böyle olabileceğini düşünmüştür. Kişiliği geliştiren, ona yeni boyutlar kazandıran, tanıdığı dünyanın sınırlarını zorlayıp, tanımadığı evrene geçecek tasarımları yapma olanağını veren temel güce, Bergson, «Yaşam gücü» (Elan Vital) adını vermiştir.

Bir yanda çağlar boyu insanı tanımaya yönelen düşünürlerin yapıtları, öte yanda XVIII, ve XIX, yüzyılda gelişmeye başla-

yanbilimsel yöntemlerin ruhblllme yansıması, İnsanı tanırnay yardımcı olan ruhblllm öğretilerinin doğmasına yol açmıştı? 1800’l erin sonu ve 1900'lerln başında ruhbilimin felsefeden ov! rılmasıyla ruhblllm «öğretileri», «okulları» ve «...izm'lerl» orta, ya çıkmıştır. Değişik öğretileri ortaya atan ya da benimseyen kişiler arasındaki anllşmazlıklar, hatta tartışmalar sonucu yeni yeni öğretiler ve okullar doğmuştur.

İnsanı tanımaya ve anlamaya yönelik ruhbilim öğretilerin, den kısaca sözedilecek, bunlar arasında etkisini ve geçerlili. ğini sürdürenlere daha geniş yer verilecektir,


PSİKOLOJİ DENEYSEL BİR BİLİM OLUYOR

Görüldüğü gibi, deneysel ruhbilim çalışmaları başlamadan önce ruh zihinsel bir İşlev olarak kabul edilmiş ve insan zihninde bellek, algı, irade, dikkat gibi yetilerin (meleke) (faculty) bulunduğu ileri sürülmüştür. Zihinsel işlevin birbirinden bağımsız özel güçlerden oluştuğunu savunan bu ruhbilim akımının etkinliği oldukça azalmış olmakla birlikte hâlâ sürmektedir.

Deneysel, çağdaş ruhbilim öğretileri fizyolog Weber’in (1795-1878) yaptığı deneylerle başlamıştır. Weber, ellerine çeşitli ağırlıklar alan deneklerin, ağırlıklar arasında farkına varabildikleri en küçük ağırlığı araştırmış, farkedilen ağırlığın, iki ağırlık arasındaki orantıya bağlı olduğunu göstermiştir.

Daha sonra Fechner (1801 -1887) bu konudaki çalışmaları geliştirmiş ve Weber-Fechner ilkelerini saptamıştır. 1860'da yayınladığı psiko-fizyolojik yapıt deneysel psikolojinin başlangıcı sayılır.

Çağdaşruhbilimin kurucusu olan Wudt (1832-1920), 1879 yılındaAlmanya'nın Leipzig Ünivesltesinde ilk deneysel psikoloji laboratuvarmıkurmuş, daha önce, felsefe alanı içinde yer

alanzihinsel yaşantıyı ruhbilimin temel konuları arasına almış-

tir XIX. yüzyılsanlarında Pavlov'un (1849-1936) geliştirdiği ko-

şullu tepke (şartlı refleks) (conditioned response) deneyleri, kişiliğe davranışçı açıdan yaklaşan ruhbilim öğretilerinin temelini oluşturmuştur.

Böylece, XX. yüzyılın başına kadar biyoloji ve fizyoloji gibi doğa bilimlerinde kullanılan araştırma yöntemleri ruhbilim alanında da kullanılmaya başlandı.

Kişiliği, çağdaş görüş içinde ele akın ruhbilim öğretilerinin her biri, kendi açılarından kişiliğin oluşmasına ve davranışlarına yeni bir yaklaşım getirmiş, yorum yapmıştır. Ne var ki, bugüne dek kişiliğin oluşumunu sağlayan, davranışı ortaya çıkaran, temelde yatan güç ya da etkene ilişkin ortak bir görüşe varılmamıştır. Bu güç ya da etken Hint felsefesinde «Karma», Platon’da «Eros», Aristo'da «Horme», Schopenhauer'de «Vo- lonty», Bergson'da «Elan Vital», Nietzsche'de «Superiority», Fre- ud'da «Libido», Adler'de «Inferiority Feeling» olarak yer almıştır.

Bugüne kadar kişiliği inceleyen ve ruhbilim alanında etkili olmuş çeşitli ruhbilim öğretileri vardır. Değişen zamana ve çağa paralel olarak insanın gelişmesi ve yaşantısı değiştikçe, insanın kendisini, çevreyi, doğayı ve toplumu anlanmak, yorumlamak için görgüsü, bilgisi, deneyi arttıkça, başka bir deyişle, kendisi ve çevreye ilişkin bilinçlenme düzeyi yükseldikçe, kişiliğe ilişkin öğretiler de gelişip değişmiştir. Günümüze dek bu konuyu işleyen öğretiler, bireysel ve toplumsal-kültürel olmak üzere başlıca iki büyük grup içinde toplanabilir.
 
Geri
Top