SAKA ERİ HÜSEYİN
TAK! Bir topuk selâmı, cılız.
“HAYRABOLULU HÜSEYİN EMRET KUMANDANIM!”
Hüseyin oğlum, kaç yaşındasın? diye sordu kumandan. Karşısında hazrola geçmiş kibrit çöpünden hallice, çipil gözlü delikanlıya. Delikanlı dediysek de, asker kaputunun içinde ha var ha yok gibiydi. Henüz bıyıkları bile bitmemiş, parlak yüzlü bir oğlancıktı aslında Hüseyin, Hayrabolulu Hüseyin.
“Onüçümden ay aldım kumandanım.”
“Küçüksün!”
“Ama kuma..”
“Çocuksun!”
“Ama kumanda..”
“Sana silah emanet edemem. Seni cepheye süremem”
Hüseyin, ağlamaklı oldu.
“Lakin mühim bir vazife verebilirim. Seni Saka Eri yaptım Hüseyin. Bu bölüğün su ihtiyacını sen karşılayacaksın. Sana bir de katır verecekler. Eratı susuz koma. Koma ki; koşacak, hendek aşacak, fişenk atacak hâli dermanı kesilmesin.”
“TAK!” Bir topuk selâmı, cılız.
“Emredersin kumandanım!”
Kendisine silah emanet edilmeyen Hüseyin, alacakaranlıkta katırını alır yola çıkardı. En yakın köye varır, tahta damacanalarını su doldurur ve akşam karanlığında bölüğe taşırdı. Görevini hiç aksatmazdı. “Aman erat susuzluktan yanıyordur şimdi” der, hiçbir yerde oyalanmazdı.
İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Devlet-i Âli’nin ordusu Anafarta Ovası’na ve tepelere yerleşmişti. Bu birlikler, kendilerine göre siperler kazıyorlar ve zaman zaman da İngilizler’in kısmî taarruzları karşısında, direnemeyip bu siperleri düşmana kaptırıyorlardı.
İşte böyle bir günün arifesinde Saka Hüseyin, sabahın alacakaranlığında katırı ile yola çıktı. Bigali Köyü’ne gidip, kuyulardan su çekecek, akşam karanlığında da, geri dönecekti.
Bir kaç saat sonra köye vardı. Kuyuyu bulup, damacanalarını silme doldurdu. Kuyunun başında bir miktar oyalanıp, günün batmasını bekledi. Hava alacalandı. Gün batmak üzereydi. Saka Hüseyin yola çıkmadan önce, her zaman yaptığı gibi katırının kulağına eğilerek:
“Deh! Büyük Anafarta Köyü’nün üstünden, Otuzbeşinci Piyade Alayı’nın bulunduğu siperlere!” Katır gide gele bu yolu iyice bellemişti. Emri alır almaz yola koyuldu. Katır önde Hüseyin arkada yola çıktılar.
Hüseyin elinde bir değnek taşa çalıya çaktıra çaktıra giderken, bir de türkü tutturmuş:
Çeşmeye varmadın mı
Gül koydum almadın mı
Ben sevdadan ölüyom
Sen sevdalanmadın mı?
Rina rina yarim
Rina, rina….
Hava iyice karardığında Hüseyin, alayın yakınlarına varmıştı. Varmıştı ama, o gün iş de iyice kızışmıştı. İngiliz topçusu, nefes aldırmadan siperlere bomba yağdırıyordu. Güllenin merminin sayısı belli değil. Saka Hüseyin siperlere yaklaşmanın imkânı olmadığını anlayınca katırıyla birlikte bir çukur bulup sindi. Saatler sonra bataryalar durdu. Makineli tüfeklerin tarrakası sustu. Ses, duman, gümbürtü kıyamet kesildi.
Hüseyin çukurdan çıkıp katırı dehledi. Katır önde, o arkada, yollarına devam ettiler. “Bölük su bekler” diye iç geçirdi. “Üstelik yaralılar da vardır şimdi. Onlar iki kere su bekler.”
Ansızın bir ses karanlıkta kükredi. Hüseyin bu garip kelâmın ne olduğunu anlamadı ama, hiddetinden ve şiddetinden “dur” anlamına geldiğini anladı. Durdu. Birden iki yanında iki karaltı belirdi. Yine hiç duymadığı bir lisan ile bağırmaktaydılar. Saka Hüseyin vaziyeti farketti. Siperler el değiştirmişti. Burası artık Otuzbeşinci Piyade Alayının değil, bilmem kaçıncı düşman alayınındı. Auckland Taburu’nun Anzak devriyelerine yakalanmıştı.
Saka Hüseyini aldılar, katırı da arkasından çeke çeke kumandanlarının karşısına çıkardılar. Hüseyin önceleri çok korktuysa da, hissettirmedi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, ellerini kollarını sallıyor ve katırın üzerindeki su damacanalarını gösteriyordu.
İngiliz kumandan Hüseyin’in bu tuhaf neşesine bir anlam veremedi. “Tercüman bulunsun” diye emretti. Buldular.
“Kimsin?”
“Otuz Beşinci Piyade Alayı İkinci Bölükten Saka Eri Hayrabolulu Hüseyin, emret gavur kumandanı.”
“Burada ne işin var?”
“Bu su damacanalarını kumandanım gönderdi. Git dedi. Yaralıları vardır. Su bizim tarafta kaldı gelip alamazlar, sevaptır. Eğer suyun zehirli olduğundan şüphe ederlerse de gözlerinin önünde bir tas iç.”
Anzak teğmen kıpkırmızı kesildi. Bütün gün başlarına gülle yağdırdığı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmasın diye yapmadığını bırakmadığı insanlar, nasıl bu kadar iyi olabiliyorlardı. Bu akıl alacak iş miydi? Gözleri doldu. İlk iş Hüseyin’i tutup yanaklarından öpmek oldu. Oturtup biraz dinlendirdiler. Sonra suları katırdan indirip yerine paket paket sarma tütünü, çikolata, et konserve.. artık ellerinde ne varsa erzak, yığma yaptılar.
“Haydi, good bye, good bye, yallah!”
Saka Hüseyin, gecenin karanlığında siperden sipere atlaya zıplaya alayının mıntıkasına vardı. Başından geçenleri bir bir anlattı. Gerçi Mehmetçik, domuz etidir diye ete konserveye dokunmadı ama diğer kumanya pek makbule geçti. Kumandanı Hüseyini tebrik etti, alnından buseledi. “Harp sonunda göğsünde nişanını hazır bil” diye de muştuladı. O gece sessiz geçti. Saka Hüseyin, çehresine sabitlenmiş bir tebessümle yıldızları saya saya uyudu. Sair erat, yaralarını sardı, şehitlerine dualar etti ve Hüseyin’in cinliğini anlatıp anlatıp gülüştü. O gün de cephede işte böyle geçti.
KAYNAK: Kahraman Çocuklar kitabından alınmıştır.