“Keşke bir gün keşke demeyi unutmuş olsam...”
Sümen, geçmişten günümüze gelen eski bir kavram. Günümüzde ise neredeyse hemen hiç kullanılmıyor. Sözlük anlamına göre sümen, çalışma masalarının üzerine konulan genelde deriden imal edilmiş yazı altlığı demek.
Aynı zamanda altına çeşitli evrakın konmasına müsait olan bir yapısı da var. Genelde görülmesi istenmeyen, gizlenmek veya gözden uzaklaştırılmak istenilen evrak, sümenin altına konulur. Bu tabire de ‘sümen altı etmek’ denir.
Bilgisayar dünyasına geçmemizle sümen altı kavramı biraz olsun kayboldu, sümenin yerini dizüstü bilgisayar veya klavye aldı. Onlarında altına pek bir şey konulamadığı için ‘sümen altı etmek’ yalnızca mecazi anlamı ile akıllarda kaldı. Ancak ben bu kavramı mecazi anlamından yola çıkarak hayatımıza aktarmak istedim ve bu nedenle de yazının başlığına “Sümen altı yaşamlar” adını verdim.
Birçoğumuz hayal ettiğimiz, dilediğimiz hayatı yaşamayı içtenlikle isteriz. Ama bazen hayat şartları veya imkansızlıklar hayal ettiklerimizi yaşamamıza izin vermez. Bir açıdan baktığımızda bu gerçek, aslında değiştiremeyeceğimiz alanlar içerisine girer. Bu alanın dışında yer alan bir başka bölüm vardır ki o da, değiştireceğimiz alanlar içerisinde yer alan ama çeşitli nedenler ile ertelediğimiz, öz disiplinsizlik ile kaçtığımız, iradesizlik nedeni ile başlayıp da vazgeçtiğimiz, özgüvensizlik nedeni ile belki de hiç başlamadığımız, kendimize zaman zaman itiraf bile edemediğimiz nedenler ile boşverdiğimiz etkenlerdir.
İşte ben bunlara kelimenin tam anlamı ile “Sümen altı ettiğimiz yaşamlar” adını veriyorum.
“Hep bunu düşünmüşümdür...”, “Keşke yapsaydım...”, “Keşke o şansı kullansaydım...”
Keşkeler ile yaşansaydı, hepimizin başı göğe ererdi.
Yaşam aslında bazen bize sunulan sonsuz bir açık büfe gibidir. O açık büfede yenilebilecek çok şey vardır, hepimiz elimize kaşığımızı alıp açık büfeden neyi ne kadar yiyebileceğimize bakabiliriz. Ancak herkesin kaşığı farklıdır; her kaşık yaşama bakışımız, bir başka deyişle vizyonumuzdur.
Neden bakış açımızı genişletemiyoruz?
Aslında açık büfenin fırsatlarını görmek bizim elimizde. Fakat bizler yine de açık büfede tadını bildiğimiz yemeklere yöneliyoruz, tadını bilmediklerimizi ise zaman zaman denemeye korkuyoruz. Çünkü bilmediğimiz bir yemeği yemek bir risk. Belirsizlik. İşin ucunda aç kalmak var. Tadını bildiğimiz yemek ise kendi güvenlik alanımızın içerisinde. Daha doğrusu alışılagelmiş. Yaşam da böyle bir şey değil mi? Yaşamımızda bir alışkanlık alanımız var. Sürekli yaptığımız davranışlar veya düşünce yapımız ile bir nebze belirli ölçüde karakterimiz var. Bu alanın içerisinde de en baştan, çok uzun zamandır tanıdığımız, bildiğimiz arkadaşlarımız, dostlarımız, sosyal çevremiz var.
Peki, yeni bir sosyal çevre edinmek için veya yeni insanlar tanımak için bu alanın dışına çıkmak durumunda değil miyiz? İşte, bu alanın dışına çıkmak demek, tıpkı farklı yemekleri denemek gibi güvenlik alanının dışına çıkmak, hesaplanmış riskleri almak ve belirsizliklerin üzerine gitmek demektir.
Çevrenizde sürekli bulunan birisine aşık olursunuz, ancak yıllarca ona bunu söyleyemezsiniz. Bu birçoğumuzun başına gelmiştir. Söyleyememe nedenimizin başında ise “ya reddederse ?” kaygısı, yani kaybetme korkusu gelir. Kaybetme korkusunun bize faydası nedir? Hiç!
Neden mi ?
Ne kazandınız ki ne kaybedeceksiniz? Henüz bir şeyi kazanmadan nasıl kaybedebilirsiniz ki?
Bizim odaklanmamız gereken yaşamdaki kaybetme korkusu değil, tam aksine kazanma arzusuna sahip olmaktır. Sürekli aynı alanlarda dolaşırsak vizyonumuzu genişletmemiz imkansızlaşacağı gibi, bir diğer yandan vizyonsuzluğa adım atıp, bakış açımızı köreltmeye de başlarız. İşte o zaman gerçek kaybetme ile karşı karşıya geliriz. Kazanma arzusuna odaklanmak isteyen bir bireyin en büyük silahı ise kendini tanıması, özgüveni ve bunu kendisine yaptırabilecek özgüvenidir. Özgüven ve hesaplanmış riskleri alabilmek kazanma arzunun temelidir.
Keşkeler ile yaşamamak için, kaybetme korkusuna değil kazanma arzusuna odaklanmak için, özgüvenimizi hep tazelemek zorundayız. Yaşamda ayakta kalmanın anahtarı da budur; yani özgüvendir. Kazanmak için yaşamalıyız, ya kaybedersem diyerek değil. Yaşam sahasında maça, kaybedersem diye değil, kazanacağım diye çıkmak zorundayız. Aksi takdirde yaşam bizi delice esen rüzgarı ile savurup atar. Savrulup atılan bir yaprak olmamak için, yaşam rüzgarında oradan oraya atılmak yerine yelken açıp yeni limanlara gidebilmek, yeni dünyayı keşfedebilmek için...
‘Keşke’leri unutalım ve yaşamımızı sümen altından çıkarıp yaşayalım...
kağan ünver
Sümen, geçmişten günümüze gelen eski bir kavram. Günümüzde ise neredeyse hemen hiç kullanılmıyor. Sözlük anlamına göre sümen, çalışma masalarının üzerine konulan genelde deriden imal edilmiş yazı altlığı demek.
Aynı zamanda altına çeşitli evrakın konmasına müsait olan bir yapısı da var. Genelde görülmesi istenmeyen, gizlenmek veya gözden uzaklaştırılmak istenilen evrak, sümenin altına konulur. Bu tabire de ‘sümen altı etmek’ denir.
Bilgisayar dünyasına geçmemizle sümen altı kavramı biraz olsun kayboldu, sümenin yerini dizüstü bilgisayar veya klavye aldı. Onlarında altına pek bir şey konulamadığı için ‘sümen altı etmek’ yalnızca mecazi anlamı ile akıllarda kaldı. Ancak ben bu kavramı mecazi anlamından yola çıkarak hayatımıza aktarmak istedim ve bu nedenle de yazının başlığına “Sümen altı yaşamlar” adını verdim.
Birçoğumuz hayal ettiğimiz, dilediğimiz hayatı yaşamayı içtenlikle isteriz. Ama bazen hayat şartları veya imkansızlıklar hayal ettiklerimizi yaşamamıza izin vermez. Bir açıdan baktığımızda bu gerçek, aslında değiştiremeyeceğimiz alanlar içerisine girer. Bu alanın dışında yer alan bir başka bölüm vardır ki o da, değiştireceğimiz alanlar içerisinde yer alan ama çeşitli nedenler ile ertelediğimiz, öz disiplinsizlik ile kaçtığımız, iradesizlik nedeni ile başlayıp da vazgeçtiğimiz, özgüvensizlik nedeni ile belki de hiç başlamadığımız, kendimize zaman zaman itiraf bile edemediğimiz nedenler ile boşverdiğimiz etkenlerdir.
İşte ben bunlara kelimenin tam anlamı ile “Sümen altı ettiğimiz yaşamlar” adını veriyorum.
“Hep bunu düşünmüşümdür...”, “Keşke yapsaydım...”, “Keşke o şansı kullansaydım...”
Keşkeler ile yaşansaydı, hepimizin başı göğe ererdi.
Yaşam aslında bazen bize sunulan sonsuz bir açık büfe gibidir. O açık büfede yenilebilecek çok şey vardır, hepimiz elimize kaşığımızı alıp açık büfeden neyi ne kadar yiyebileceğimize bakabiliriz. Ancak herkesin kaşığı farklıdır; her kaşık yaşama bakışımız, bir başka deyişle vizyonumuzdur.
Neden bakış açımızı genişletemiyoruz?
Aslında açık büfenin fırsatlarını görmek bizim elimizde. Fakat bizler yine de açık büfede tadını bildiğimiz yemeklere yöneliyoruz, tadını bilmediklerimizi ise zaman zaman denemeye korkuyoruz. Çünkü bilmediğimiz bir yemeği yemek bir risk. Belirsizlik. İşin ucunda aç kalmak var. Tadını bildiğimiz yemek ise kendi güvenlik alanımızın içerisinde. Daha doğrusu alışılagelmiş. Yaşam da böyle bir şey değil mi? Yaşamımızda bir alışkanlık alanımız var. Sürekli yaptığımız davranışlar veya düşünce yapımız ile bir nebze belirli ölçüde karakterimiz var. Bu alanın içerisinde de en baştan, çok uzun zamandır tanıdığımız, bildiğimiz arkadaşlarımız, dostlarımız, sosyal çevremiz var.
Peki, yeni bir sosyal çevre edinmek için veya yeni insanlar tanımak için bu alanın dışına çıkmak durumunda değil miyiz? İşte, bu alanın dışına çıkmak demek, tıpkı farklı yemekleri denemek gibi güvenlik alanının dışına çıkmak, hesaplanmış riskleri almak ve belirsizliklerin üzerine gitmek demektir.
Çevrenizde sürekli bulunan birisine aşık olursunuz, ancak yıllarca ona bunu söyleyemezsiniz. Bu birçoğumuzun başına gelmiştir. Söyleyememe nedenimizin başında ise “ya reddederse ?” kaygısı, yani kaybetme korkusu gelir. Kaybetme korkusunun bize faydası nedir? Hiç!
Neden mi ?
Ne kazandınız ki ne kaybedeceksiniz? Henüz bir şeyi kazanmadan nasıl kaybedebilirsiniz ki?
Bizim odaklanmamız gereken yaşamdaki kaybetme korkusu değil, tam aksine kazanma arzusuna sahip olmaktır. Sürekli aynı alanlarda dolaşırsak vizyonumuzu genişletmemiz imkansızlaşacağı gibi, bir diğer yandan vizyonsuzluğa adım atıp, bakış açımızı köreltmeye de başlarız. İşte o zaman gerçek kaybetme ile karşı karşıya geliriz. Kazanma arzusuna odaklanmak isteyen bir bireyin en büyük silahı ise kendini tanıması, özgüveni ve bunu kendisine yaptırabilecek özgüvenidir. Özgüven ve hesaplanmış riskleri alabilmek kazanma arzunun temelidir.
Keşkeler ile yaşamamak için, kaybetme korkusuna değil kazanma arzusuna odaklanmak için, özgüvenimizi hep tazelemek zorundayız. Yaşamda ayakta kalmanın anahtarı da budur; yani özgüvendir. Kazanmak için yaşamalıyız, ya kaybedersem diyerek değil. Yaşam sahasında maça, kaybedersem diye değil, kazanacağım diye çıkmak zorundayız. Aksi takdirde yaşam bizi delice esen rüzgarı ile savurup atar. Savrulup atılan bir yaprak olmamak için, yaşam rüzgarında oradan oraya atılmak yerine yelken açıp yeni limanlara gidebilmek, yeni dünyayı keşfedebilmek için...
‘Keşke’leri unutalım ve yaşamımızı sümen altından çıkarıp yaşayalım...
kağan ünver