TAŞ ADAM
Uçsuz bucaksız düz bir ovanın ortasında, gökyüzüne doğru uzanan yüce bir yanardağ varmış. Görkemli görüntüsüyle, dimdik, alımlı duruşu ile taa uzaklardan, herkesin ilgisini çekermiş. Tepesi çoğu zaman bulutlarla kaplıymış. Bazen bulutların arasından ak saçları, beyazlaşmış sakalı görünür, ama yüzü pek seçilmezmiş. O hep kendi dünyasında, bulutların arasına sakladığı başıyla sesizce ovayı gözlemlermiş bir bekçi gibi. Bazı günler, ova halkı onun gülmeyen yüzünü, çatık kaşlarını bile gördüklerini sanırmış.
Bir söylenceye göre bu sönmüş yanardağ, çok eskilerde buraların tek hakimi olan Ulu Kral'ın ta kendisiymiş. Ulu Kral, bir gün üzüntüden ovanın otasında ağlamaya başlayınca bu yanardağ oluşmuş. Akan lavlarla yanardağ göklere kadar yükselmiş, ova halkını acılara boğduktan çok sonra durulmuş, bugünkü konumuna dönmüş. Söylenceye göre yanardağın tepesindeki bulutlar, Ulu Kral yeniden insan oluncaya kadar dağın tepesini ova halkından saklayacakmış. Ova halkı, Ulu Kral yine öfkelenirse, yanardağ korkunç lavlarını çevreye saçabilir diye çok korkarmış.
Söylencenin etkisinde kalan ova halkı yanardağa pek yaklaşmaz, ondan uzak durmaya çalışırmış. Bazı istekliler yanardağa çıkıp söylenceyi araştırmaya kalkışmışlar. Meraktan dağa çıkanlar, çoklukla hiç dönmemişler. Dönenler de dağ hakkında hiç konuşmamışlar.
Sonunda ova halkı, sönmüş yanardağın sesiz yaşamını kurcalamadan, onun kendilerine sunduğu dünya nimetlerinden yararlanmayı seçmişler. Yazın yanardağın eteklerinde yer alan verimli topraklardan ürün toplarken, kışın dağın eteklerine kadar uzanan karlar üzerinde kayak yapar yaşantılarını sürdürürmüşler.
Ovadaki evlerin tümü yanardağın lav pürkürttüğü dönemde oluşan granitten yapılmış sağlam evmişler. Ova halkı, kendileri için bir geçim kaynağı ve yaşamları için önemli olduğunu bildikleri için bu dağa şükran duyar, saygı gösterirmiş. Dağ da çevresinde mutluluk içinde yaşayan ova halkına belli belirsiz gülümserken, bulutların arkasında kendi gizemli dünyasının anılarına dalar gidermiş...
Sönmüş yanardağın başlarda hırçın ve sinirli davranışları olmuş. Her an çevresindekileri ürkütür, onlara hep korkulu anlar yaşatırmış. Kafası kızdığında başından dumanlar çıkarken, homurtularından yer gök inlermiş. Tepesinden çıkan dumanlar karardığında, gözleri şimşek çakarak kızarır, önce yoğun bir kurum bulutu, sonra koyu yakıcı lavlar saçarmış çevresine. Bu durumda ova halkı ancak canlarını kurtaracak kadar zaman bulup uzaklara kaçışırmış. Kaçamayanlar, evler, ekinler, kısacası geride bıraktıkları her şey kızgın lavların altında eriyip yok olurmuş. Yanardağın kızgınlığı geçince lavlar soğur ve çevre sakinleşirmiş.
Sonra lapa lapa yağan kar, yanardağ bir daha kızmasın diye onun üstünü örter, soğutur, sinirlerini yatıştırırmış. Ova halkı, yanardağın neden durup dururken kızdığını bilmediklerinden, türlü söylenceler üretmişler. Dilden dile, kuşaktan kuşağa gelmiş bu söylenceler.
Ova halkının soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattıkları öyküler ve söylencelerle büyümüş olan küçük bir kız, hep bu yüce dağın neden kızdığını öğrenmek istemiş.
İnsanlara sessizce elindeki nimetleri sunan bu dağın, birden köpürüp çevresini yok edişine bir türlü akıl erdiremiyormuş. Bu işin gizemini öğrenmek amacıyla yanıp tutuşuyormuş gönlü. Çevresindeki yaşlılara sormuş, dağa çıkıp sağ ve sağlıklı dönenlerden bilgi almaya çalışmış. Ama, doyurucu bir yanıt alamamış bir türlü. Bir gün evinin bahçesinden yüce dağa bakarken :
- Senin gizemini bir gün çözeceğim yüce dağ.
diye mırıldanmış. Onun sesini duyan yanardağdan o anda bir homurtu çıkmış. Yer sarsılmış belli belirsiz. Ne küçük kız, ne de ova halkı bu kıpırdanmayı ve sesi duyamamışlar.
Küçük kız, sürekli dağı ve görkemli görüntüsünü izlermiş hayranlıkla. Fırsat buldukça da eteklerine kadar gider, gözlerini dağı doruğuna diker, bulutların içine gömülmüş başına, omuzlarına kadar sarkan ak saçlarına, upuzun duran sakalını bakarmış. Bakıp bakıp düşüncelere dalarmış.
"Eğer söylence doğru ise, bu Ulu Kral neden dağ oldu? Neden hırçın bir tavırla çevresini yıktı? Neden şimdi sessizce duruyor?" diye sorarmış kendi kendine. Onun büyüklüğü, görkemli duruşu rüyalarına bile girermiş. Rüyalarında kendisini onun dizine oturmuş, onunla konuşurken görürmüş.
Küçük kız, bir gün dayanamamış ve dağın eteklerinden yukarıya tuırmanmaya başlamış. Dağın en tepesine kadar çıkmaktan korktuğu için, ağaçların azalıp, kayaların sertleştiği bir yere gelince durmuş. Biraz dinlenip başını dağın doruğuna doğru kaldırmış ve:
- Çok merak ediyorum. Eğer sen kıralsan neden böyle taş kesildin? Neden böyle sesizce duruyorsun?
diye sormuş. Sesi elemini ve kaygısını yansıtıyormuş. Sorusunun ardından homurtuya benzer bir gürültü ve sarsıntı hissetmiş. Birden yer sarsılacak, lavlar akacak sanmış. Küçük kız, sesi kayalara çarpa çarpa yankılanırken ve dalga dalga uzaklara doğru uçup giderken, homurtuyu bir kez daha duymuş. Ama ne yer yarılmış, ne de lavlar akmış. Bir kaya bile kıpırdamamış. Homurtuyu bir kez daha duymuş. Bu kez, homurtunun gürültüden çok bir konuşmaya benzediğini algılamış.
"Acaba başka biri mi var çevremde?" diyerek şöyle bir kayalara, çalıların arkasına göz gezdirmiş. Kimseyi göremeyince dağın kendisine yanıt verdiğini düşünerek, biraz da korkuyla yinelemiş sorusunu:
- Yüce dağ! Sen gerçekten Kral mısın?
Boğuk bir ses yanıtlamış sorusunu:
- Evet, ben Kral'dım.
O zaman küçük kız rahatlamış ve derin bir nefes almış. Sorna sürdürmüş konuşmasını:
- Korkmuştum. Bir başkası var diye endişelenmiştim.
- Benden korkmuyor musun?
- Hayır.
- Herkes benden çekinirken, sen niye korkmuyorsun?
- Senin gizemini öğrenmek istiyorum. Sen artık kötülük yapmadan böyle sessizce duruyorsun. Ben kötülük gelecek yerden korkarım.
- Ben de eskiden insanlara kötülük yaptım, onlara çok zarar verdim.
- Ne kadar eskiden?
- Çok uzun yıllar önce.
- Şimdi?
- Şimdi sessizce ovayı bekliyorum.
- Kimseye zarar vermezsin değil mi?
- Artık kimseye zarar vermem.
- O zaman senden korkmam. Senin arkadaşın olurum istersen.
- Benim insan arkadaşım olmaz. Benimle ancak dağlar arkadaşlık edebilir. Ama görüyorsun ki burada ovanın ortasında tek başımayım. Çevremde dağ falan da yok.
- Ben dağ değilim ama seninle arkadaş olabilirim. Sormak öğrenmek istediğim çok şey var. Sen yıllardır buradasın. Herkesi gördün, her şeyi duydun bunca yıl. Benim soracaklarımı biliyor olmalısın.
- Sen hem çok küçüksün, hem insansın. Nasıl arkadaş oluruz?
- Sen beni duyabiliyorsun, ben de seni. Bence bu arkadaş olmak için iyi bir başlangıç. Sen ne dersin? İstersen arkadaşlığımızı gizleriz.
- Bir deneyelim bakalım. Ama beni çok zorlama. Zorlanırsam öfkelenebilirim. O zaman yer sarsılır. Kızmaya başlayınca da felaket gelir. Duymuşsundur.
- Korma seni yormayacağım. Sen az konuşursun, gereksinimi olanları yanıtlarsın. Göreceksin ben daha çok konuşan kişi olurum.
- Geç oldu. Git istersen. Birazdan hava kararacak. Seni merak etmesinler.
- Olur. Yarın yine gelirim. Tamam mı?
- Ben hep buradayım. Beklerim seni.
Küçük kız elini sallayarak dağı selamladıktan sonra, çalıların arasından eteklere doğru hızla koşmaya başlamış. Dağ ile konuşmuş olduğu için çok sevinçliymiş. En azından artık söylencenin tümüyle hayal olmadığını, gerçeğin ta kendisi olduğunu biliyormuş. O gece erkenden yatağına yatıp uyumuş. Yaşlı dağ karlı başını bulutların üzerinden yukarılara, yıldızlara çevirerek, karanlıkta parlayan bu küçük inci parçalarını gözlemiş. Uzun yıllardan beri ilk kez birini ürkütmeden, onunla konuşmuş olmanın mutluluğunu, çok derinden gelen, ta gönülden gelen sıcaklığını duymuş. Bu duyguyu nice zamandır unutmuş olduğunu anımsamış birden...
Ertesi gün çok daha erken gelmiş küçük kız. Bir kayanın üzerine iliştikten sonra, şöyle bir çevresine bakınmış.
"Acaba dağ geldiğimi anlar da seslenir mi?" diye beklemiş birazcık. Kendisine yüzyıllar kadar uzun gelen bu sürede dağdan hiçbir ses çıkmayınca seslenmiş:
- Hey! Dağ burada mısın? Ben geldim.
- Küçük kız! Geldin demek.
- Evet. Söz verdiğim gibi geldim işte.
Birazcık duraksamışlar. Bu kısa sessizlikte aşağılardaki ağaçların dallarına konan kuşlardan tek tük cıvıltılı sesler gelmiş kulaklarına. Sessizliği yine ilk bozan küçük kız olmuş:
- Senin adın ne? Ben sana nasıl sesleneyim?
- Ben yaşarken bana "Ulu Kral" derlerdi. Sonra bu yanardağ lavlar püskürtünce "Kızgın Dağ" dediler. Şimdi sönmüş bir yanardağ olduğum için "Taş Dağ" demeye başladılar. Sen istersen bu adlardan birini kullan, ya da kendin bana yeni bir ad ver.
- Yeni bir ad vermek istiyorum. İçinde dostluk ve sevgi olsun. Seninle benim dostluğumu yansıtsın. Senin yüceliğini, bilgeliğini anlatsın. Ben sana "Sezgi Baba" diyeceğim.
- Ne güzel bir ad. Teşekkür ederim. Ama neden Sezgi Baba?
- "Uzun yıllar gördüklerine ve duyduklarına dayanarak sezgilerin de güçlenmiştir" diye düşünüyorum. Doğru mu?
- Sanırım öyle küçük. Bu dağ benim bedenim olduğuna göre, sonsuza değin onun içinde yaşayacağım her halde.
- Bir kurtuluş yolu olmalı. Bana başından geçenleri anlatsana! Ne olduğunu, senin bu dağa nasıl girdiğini öyle çok öğenmek istiyorum ki!
- Başımdan geçenleri anlatmaya çalışayım. Benim için çok acı dolu günler onlar. Ama anlatacaklarım seni de üzebilir.
- Ben şimdi senin dizinde mi oturuyorum?
- Öyle gibi birşey.
- Ellerimle şu taşlara yaslanınca senin dizini mi tutmuş oluyorum?
- Öyle diyebiliriz.
- Senin kucağına oturmuş, senin anlatacaklarını dinlemek için bekliyorsam, ben niye sıkılayım? Niye üzüleyim? Hem sen beni hissediyor musun?
- Hayır seni hissedemem. Ancak var olduğunu bilirim. Seni görmüyorum.
- Gözlerin bulutların üzerinde olduğu için mi? Bulutlar engel mi oluyorlar?
- Hayır benim gözlerim yok. Yani senin anladığın anlamda yok. Ben bu cansız varlığın, bu kocaman taş yığınının içindeyim. Senin anladığın anlamda duymadan, görmeden ve dokunmadan yaşıyorum.
- Soğuk bir ruh gibi mi?
- Öyle de diyebilirsin. Ama ben yaşayan biriyim.
- Beni nasıl duyuyorsun?
- Kulaklarım olmadığı için senden çıkan titreşimleri, yani sesini algılayamam. Senin duygularını ve düşüncelerini duyuyorum desem beni anlar mısın?
- O zaman benim söylemediklerimi de bilirsin.
- Gönlünden geçirdiğin ve benim bilmemi istediğin şeyleri bilirim yalnızca.
- Gizemini öğrenmek istediğimi de biliyorsundur o zaman.
- İlk konuştuğumuzdan bu yana evet.
- O zaman sen gizemini anlatacaksın ve ben de merakımı gidereceğim.
- Anlatmak istiyorum. Anlayabilir misin bilemem.
- Anlamayacak ne var bunda?
- Küçüksün. Sevgiyi ve aşkı daha öğrenmemiş olabilirsin. Benim gizemimde bu kavramlar var. Onları anlatmaya çalışmam gerekecek.
- O söylediklerini daha yaşamamış olabilirim. Ya da yaşadıklarımla senin yaşadıkların aynı şeyler olmayabilir. Ama çevremde gördüklerimden, okuduklarımdan ve duyduklarımdan ne demek istediğini anlarım sanıyorum.
- Ben de senin anlayabileceğin bir biçimde anlatmaya çalışacağım.
"Çok uzun yıllar önce bu ovada, yanardağ yokken, buraları yöneten Ulu bir Kral'dım. O zaman çok genç olmama karşın halkı hoşnut etmesini iyi bilirdim. Yalnız yaşardım. Halka daha çok hizmet edebilmek için çok çalışırdım. Onlara adamıştım kendimi. Onların mutluluğunu görmek çok güzeldi. En güzel sevgiden de güzel. Ovadaki pek çok genç kız, benimle olabilmek için dolanır dururdu çevremde. Herkese bakan, her çiçekten bal toplamaya istekli biri olmadığım için, onlar benim ilgimi çekmezdiler desem yanlış olmaz".
- Güzel, ya da alımlı olanı yoktu her halde.
- Olur mu? Çok güzelleri de vardı aralarında. Benim duygularıma, sevgime uygun olanı yoktu yalnızca. Halkın sevdiği "Ulu Kral" olarak her önüme gelenle birlikte olamazdım. Benimle beraber olan, halkın da sevgisini kazanmalı, halk ona saygı duymalıydı. Kısacası bana yakışan ağır başlı biri olmalıydı".
"Bir gün vezirlerimden biri, ileride bir köyde, tam bana uygun bir kız olduğunu söyledi.
"Yolumuz o yöne düşünce bir bakarız" deyip geçiştirdim. Çok istekli değildim. Bir köylü kızının aradığım özellikleri taşıyabileceğine de pek inanmamıştım doğrusu. "Bir başka nedenle o yöne gidecek olursak bir bakar, kız gerçekten benim aradığım türden birimi öğreniriz" diye düşündüm. Bu yöntemle bana çok kız tanıştırmıştılar. Hepsinin gerçek amacını öğrenince vazgeçmiştim. Bıkkınlık gelmişti bana. Kızların adı geçince biraz sinirleniyor, yılgınlığımı belli etmeden konuyu değiştirmeye çalışıyordum. Aradığım tür bir kızla karşılaşabileceğime olan inancımı yitirmiştim aslında. Uzatmadan konuya dönelim.
Bir gün yolumuz vezirin söylediği köye düşünce, kızı anımsadım. "Evlerine gidip hallerini sorayım" dedim. Kız beni sıradan biri gibi ağırladı. Davranışlarındaki ağır başlılığı ve onuru hiç bozmadı. Heyecanlanmadı bile. Onun da gönlünden "Ulu Kral" ile beraber yaşama olasılığı geçmiyordu her halde. Fazla ümitlenmedi. Ailecek saygıyla beni uğurladılar. Sonra o köyden bir kez daha geçmem gerekti. Bir iş için uzaklara gitmiştim. Dönüşte köyden geçerken
"Şu aileye bir kez daha uğrayayım" dedim. Evlerine gittim. Bu kez daha uzun konuştum onlarla. Yine beni sıradan bir misafir gibi ağırladılar. Zamanla kızla aramızda bir arkadaşlık kuruldu. Ben onlara, onlar da bana daha yakın davranmaya başladılar. Aramızda bir sevgi ve saygı zinciri oluşmuştu. Bir gün, o köylü kızından ülke yönetiminde benim yanımda ve bana destek olmasını istedim. Önce "Olmaz öyle şey.
Ben bu köyden pek çıkmadım. Ülke yönetmeyi bilmem. Sana nasıl yardımcı olabilirim?" diyerek kabul etmedi önerimi. Zamanla beni daha iyi tanıdıkça, birbirimize olan sevgimiz arttıkça, birbirimizden ayrılamayacağımızı gördükçe, düşünceleri değişti ve benim yanıma gelmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Görkemli bir düğün yaptık. Ova halkı, o dönemde yaşamlarının en büyük şölenini gördüler. Herkes patlayıncaya kadar yedi, içti, yorulup baygın düşünceye kadar dans etti. Günlerce sürdü eğlenceler. Halkın arasında dolaşıp kutlamalarını kabul ettik, neşelerine neşe kattık".
"Mutlu yıllar çok uzun sürmedi. İyi kalpli Kraliçe birden, amansız bir hastalığa yakalandı. Hiç kimse hastalığına bir çare bulamadı. Onun hasta yatağında yattığı günlerde, ova halkı da acılıydı. Ağızlarını bıçak açmıyor, bir an önce Kraliçe'lerinin iyileşmesini bekliyordular. Gözlerimin önünde, sevdiğim kadın eriyip giderken benim de içim parçalanıyordu. Bazen odama çekilir gizli gizli ağlardım. Sonunda Kraliçe acılar içinde son nefesini verdi.
Sarayın bahçesinde gül fidanlarının dibine gömdük onu. Akşam olup hava kararınca mezarının başına gider, saatlerce ağlar ve onu nasıl sevdiğimi haykırırdım karanlığa. Bir gün gözlerim ağlamaktan kızarmış, haykırmaktan sesim kısılmış;
"Taş olsam da bu acıya katlanmasam" dedim bağırarak. Bunu öyle içten söylemişim ki, birden sarayımız taş yığınına dönüştü. Sonra kendimi bu taş yığınının içinde buluverdim. Önce çok sinirlendim. Taş kafesten kurtulmak için haykırdım, bağırdım. Ben tepindikçe, hırçınlık yaptıkça içinde durduğum kocaman kayadan dumanlar çıkmaya başladı. Kayanın kara dumanı ovaya yayılırken, çevreye kızgın ve yanan kayalar uçuyordu. Ova birden savaş alanı gibi olmuştu.
Dağdan kızgın kayalar fırlıyor, oluk oluk lavlar akıyordu. Benim kızgınlığım, beni taparcasına seven halkıma çok zarar verdi. Onları acılara boğdu. Baktım kurtuluş yok. Ben kızdıkça halk daha çok zarar görecek, bu dağın içinden çıkamayacağımı kabul edip, acımı içime gömdüm ve sesizce yaşamaya başladım. Artık kızmıyorum. Kızınca felaket oluyor".
Bu ana kadar sessizce ellerini çenesine dayayarak dağın anlattıklarını dinlemiş olan küçük kız gözlerinden yaşlar akarken dağa seslenmiş:
- Sezgi Baba, öykün çok acıklıymış. Çok üzüldüm. Çektiğin acıları duyunca elem sardı içimi. Bu kadar çok mu sevmiştin karını?
- Sanırım. Ondan sonra kimseyi sevemedim. İçimi acı kapladı. Sevgiyi unuttum. Yoksa o kadar çok felakete neden olmazdım.
- Anlattıkların benim merakımı giderdi. Seni böyle yalnız bırakamam. İstermisin zaman buldukça yanına geleyim, seninle konuşayım. Sana arkadaş olayım. Belki acını azaltırım. Belki de beni seversin, kim bilir?
- Sevgi olmaz her halde. Gelirsen seninle dertleşiriz. Hoşlandım seninle konuşmaktan.
- Yine geç oluyor. Ben gideyim de beni merak etmesinler. dedikten sonra küçük kız oturduğu kayadan aşağıya doğru kaymış ve koşar adımlarla oradan uzaklaşmış.
Küçük kız, evine gelince doğruca odasına çekilmiş ve Sezgi Babanın yaşam öyküsünü düşünmüş. Söylencenin doğru olduğunu, Ulu Kral'ın dağın içinde hapis olduğunu biliyormuş artık. "Boşuna çıkmıyor bu söylenceler. Hepsinin de bir gerçek payı var anlaşılan" demiş kendi kendine. Sonra Sezgi Baba'nın sevgisini kazanmaya karar vermiş.
"Öyle ya, acı çekmemek için taşın içine giren adam, severse belki o taştan girdiği gibi çıkar" diye düşünmüş. Ona yaklaşıp acılarını unutturmayı, ona yeniden sevmeyi öğretmeyi kendine ödev bilmiş.
Küçük kız artık fırsat buldukça Sezgi Baba'ya gidiyor, onunla dertleşiyormuş. Birkaç yıl süren bu ilişki, sonunda kendi içinde bir sevgi, Sezgi Baba'nın sesinde bir yumuşama olarak belirmiş. Her ikisinde de dostluğun ötesinde bir duygu oluşmaya başlamış. Güzel bir duyguymuş bu. Bu dönemde küçük kız büyümüş, serpilip güzel bir genç kız olmuş. Kral da hoşnutluk duyuyormuş bundan. Genç kız, büyüdüğü (ya da duyguları değiştiği) için olsa gerek, ona artık "Sezgi Baba" demiyor, "Taş Adam" diye sesleniyormuş. Genç kız, beline kadar inen alımlı uzun saçları, uzun bacakları ve düzgün bedeniyle tüm ova halkının dikkatini çekmeye başlamış. Güzelliği dilden dile, kulaktan kulağa dolaşır olmuş. Ovadaki gençler peşinde dolanırken o kimseye bakmazmış. Bir gün Taş Adam'ın yanına gittiğinde:
- Çok güzel bir genç kız oluğunu söylüyorlar doğru mu?
- Sen görmediğin için bilemiyorsun. Gerçekten güzel olsam beni sever miydin?
- Ben senin iç dünyanı tanıyorum. Onun dürüst, candan ve sevgi dolu olduğunu biliyorum. Görmesem de bu bana yetiyor sevmek için.
- Diyorum ki, şimdi beraberce bir dilekte bulunsak, aynı senin taş olmayı istediğin gibi içten gelerek, yeniden insan olsan ve beni görüp güzelliğmin büyüsüne kapılsan, beni sever miydin?
- Neden olmasın. Son iki yıldır senin iç dünyanı o kadar iyi tanıdım ki, ben de bu taşın içinden çıkmak ve seninle olmak istiyorum ama korkuyorum.
- Neden korkuyorsun?
- "Taşın içine girerken oluşan felaket zinciri taşın dışına çıkarken de oluşursa" diye korkuyorum. "Çevreye zarar vereceğime, sevgimi içime gömerim, onun yüceliği ile bu taşın içinde kendimi avutur, ömrümü sürdürüp giderim" diyorum. Hem zaman en iyi ilaçtır. Zamana bırakmalıyız. Sen de, ben de birbirimizi unuturuz zamanla.
- Ya hiç unutmazsam, senden başkasına bakmazsam? Değmez mi beni görmeye?
- Değmez olur mu? Aslında öyle çok istiyorum ki...
- Gönülden iste. O zaman gerçekleşir. Korkma, dene bir kez. Taş Adam! Haydi dene.
- Deniyorum işte...
dedikten sonra birden hava kararmış. Her tarafı kara bulutlar kaplamış. Şimşek çakıyormuş. Gök gürlüyormuş. Yanardağdan gelen gümbürtüyü ve tepesinden çıkan kara dumanı gören ova halkı, panik içinde sağa, sola koşuşturuyormuş. Yer kısa aralıklarla sarsılmış. Evler ve ağaçlar durdukları yerde hoplayıp zıplamış. Hayvanların ve insanların çığlıkları yeri göğü inletir olmuş.
Genç kız, bu gürültü ve patırtıdan hiç etkilenmeden heyecanla, Taş Adam'ın kayalardan çıkmasını bekliyormuş. Genç kızın yanı başındaki ak duman yavaş yavaş dağılırken, genç kızın arkasında, belli belirsiz bir adamın gölgesi oluşmaya başlamış. Dumanın etkisi ile yaşlanan gözlerini oğuştururken, genç kız, kulağının dibinde yumuşak bir ses duymuş:
- Çok güzelsin. Gördüğüm, bildiğim en güzel kızsın sen.
- Taş Adam!
- Evet benim. Oldu işte.
- Biliyordum. Başaracağını biliyordum. Beni çok sevdiğini biliyordum.
diyerek adamın boynuna sarılmış. Gözlerinden yaşlar akıyor, boğazına düğümlenen hıçkırıklar, Taş Adam'ın omzunda boğulup gidiyormuş.
- Acele edelim. Gidelim buradan. Yanardağ yine patlayacak galiba.
demiş Taş Adam. Genç kızın elinden tutmuş. Beraberce hızla oradan uzaklaşmışlar.
O günden sonra ova halkı bir daha o güzel genç kızı görememiş. Patlamalar sırasında "Herhalde yer yarıldı içine düştü" demişler. Bir süre, genç kızın arkasından yas bile tutmuşlar, sonra unutmuşlar onu...
Taş adam ve genç kız yaşamlarına uzaklarda, bir başka ülkede, mutluluk içinde geçirmişler…
Uçsuz bucaksız düz bir ovanın ortasında, gökyüzüne doğru uzanan yüce bir yanardağ varmış. Görkemli görüntüsüyle, dimdik, alımlı duruşu ile taa uzaklardan, herkesin ilgisini çekermiş. Tepesi çoğu zaman bulutlarla kaplıymış. Bazen bulutların arasından ak saçları, beyazlaşmış sakalı görünür, ama yüzü pek seçilmezmiş. O hep kendi dünyasında, bulutların arasına sakladığı başıyla sesizce ovayı gözlemlermiş bir bekçi gibi. Bazı günler, ova halkı onun gülmeyen yüzünü, çatık kaşlarını bile gördüklerini sanırmış.
Bir söylenceye göre bu sönmüş yanardağ, çok eskilerde buraların tek hakimi olan Ulu Kral'ın ta kendisiymiş. Ulu Kral, bir gün üzüntüden ovanın otasında ağlamaya başlayınca bu yanardağ oluşmuş. Akan lavlarla yanardağ göklere kadar yükselmiş, ova halkını acılara boğduktan çok sonra durulmuş, bugünkü konumuna dönmüş. Söylenceye göre yanardağın tepesindeki bulutlar, Ulu Kral yeniden insan oluncaya kadar dağın tepesini ova halkından saklayacakmış. Ova halkı, Ulu Kral yine öfkelenirse, yanardağ korkunç lavlarını çevreye saçabilir diye çok korkarmış.
Söylencenin etkisinde kalan ova halkı yanardağa pek yaklaşmaz, ondan uzak durmaya çalışırmış. Bazı istekliler yanardağa çıkıp söylenceyi araştırmaya kalkışmışlar. Meraktan dağa çıkanlar, çoklukla hiç dönmemişler. Dönenler de dağ hakkında hiç konuşmamışlar.
Sonunda ova halkı, sönmüş yanardağın sesiz yaşamını kurcalamadan, onun kendilerine sunduğu dünya nimetlerinden yararlanmayı seçmişler. Yazın yanardağın eteklerinde yer alan verimli topraklardan ürün toplarken, kışın dağın eteklerine kadar uzanan karlar üzerinde kayak yapar yaşantılarını sürdürürmüşler.
Ovadaki evlerin tümü yanardağın lav pürkürttüğü dönemde oluşan granitten yapılmış sağlam evmişler. Ova halkı, kendileri için bir geçim kaynağı ve yaşamları için önemli olduğunu bildikleri için bu dağa şükran duyar, saygı gösterirmiş. Dağ da çevresinde mutluluk içinde yaşayan ova halkına belli belirsiz gülümserken, bulutların arkasında kendi gizemli dünyasının anılarına dalar gidermiş...
Sönmüş yanardağın başlarda hırçın ve sinirli davranışları olmuş. Her an çevresindekileri ürkütür, onlara hep korkulu anlar yaşatırmış. Kafası kızdığında başından dumanlar çıkarken, homurtularından yer gök inlermiş. Tepesinden çıkan dumanlar karardığında, gözleri şimşek çakarak kızarır, önce yoğun bir kurum bulutu, sonra koyu yakıcı lavlar saçarmış çevresine. Bu durumda ova halkı ancak canlarını kurtaracak kadar zaman bulup uzaklara kaçışırmış. Kaçamayanlar, evler, ekinler, kısacası geride bıraktıkları her şey kızgın lavların altında eriyip yok olurmuş. Yanardağın kızgınlığı geçince lavlar soğur ve çevre sakinleşirmiş.
Sonra lapa lapa yağan kar, yanardağ bir daha kızmasın diye onun üstünü örter, soğutur, sinirlerini yatıştırırmış. Ova halkı, yanardağın neden durup dururken kızdığını bilmediklerinden, türlü söylenceler üretmişler. Dilden dile, kuşaktan kuşağa gelmiş bu söylenceler.
Ova halkının soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattıkları öyküler ve söylencelerle büyümüş olan küçük bir kız, hep bu yüce dağın neden kızdığını öğrenmek istemiş.
İnsanlara sessizce elindeki nimetleri sunan bu dağın, birden köpürüp çevresini yok edişine bir türlü akıl erdiremiyormuş. Bu işin gizemini öğrenmek amacıyla yanıp tutuşuyormuş gönlü. Çevresindeki yaşlılara sormuş, dağa çıkıp sağ ve sağlıklı dönenlerden bilgi almaya çalışmış. Ama, doyurucu bir yanıt alamamış bir türlü. Bir gün evinin bahçesinden yüce dağa bakarken :
- Senin gizemini bir gün çözeceğim yüce dağ.
diye mırıldanmış. Onun sesini duyan yanardağdan o anda bir homurtu çıkmış. Yer sarsılmış belli belirsiz. Ne küçük kız, ne de ova halkı bu kıpırdanmayı ve sesi duyamamışlar.
Küçük kız, sürekli dağı ve görkemli görüntüsünü izlermiş hayranlıkla. Fırsat buldukça da eteklerine kadar gider, gözlerini dağı doruğuna diker, bulutların içine gömülmüş başına, omuzlarına kadar sarkan ak saçlarına, upuzun duran sakalını bakarmış. Bakıp bakıp düşüncelere dalarmış.
"Eğer söylence doğru ise, bu Ulu Kral neden dağ oldu? Neden hırçın bir tavırla çevresini yıktı? Neden şimdi sessizce duruyor?" diye sorarmış kendi kendine. Onun büyüklüğü, görkemli duruşu rüyalarına bile girermiş. Rüyalarında kendisini onun dizine oturmuş, onunla konuşurken görürmüş.
Küçük kız, bir gün dayanamamış ve dağın eteklerinden yukarıya tuırmanmaya başlamış. Dağın en tepesine kadar çıkmaktan korktuğu için, ağaçların azalıp, kayaların sertleştiği bir yere gelince durmuş. Biraz dinlenip başını dağın doruğuna doğru kaldırmış ve:
- Çok merak ediyorum. Eğer sen kıralsan neden böyle taş kesildin? Neden böyle sesizce duruyorsun?
diye sormuş. Sesi elemini ve kaygısını yansıtıyormuş. Sorusunun ardından homurtuya benzer bir gürültü ve sarsıntı hissetmiş. Birden yer sarsılacak, lavlar akacak sanmış. Küçük kız, sesi kayalara çarpa çarpa yankılanırken ve dalga dalga uzaklara doğru uçup giderken, homurtuyu bir kez daha duymuş. Ama ne yer yarılmış, ne de lavlar akmış. Bir kaya bile kıpırdamamış. Homurtuyu bir kez daha duymuş. Bu kez, homurtunun gürültüden çok bir konuşmaya benzediğini algılamış.
"Acaba başka biri mi var çevremde?" diyerek şöyle bir kayalara, çalıların arkasına göz gezdirmiş. Kimseyi göremeyince dağın kendisine yanıt verdiğini düşünerek, biraz da korkuyla yinelemiş sorusunu:
- Yüce dağ! Sen gerçekten Kral mısın?
Boğuk bir ses yanıtlamış sorusunu:
- Evet, ben Kral'dım.
O zaman küçük kız rahatlamış ve derin bir nefes almış. Sorna sürdürmüş konuşmasını:
- Korkmuştum. Bir başkası var diye endişelenmiştim.
- Benden korkmuyor musun?
- Hayır.
- Herkes benden çekinirken, sen niye korkmuyorsun?
- Senin gizemini öğrenmek istiyorum. Sen artık kötülük yapmadan böyle sessizce duruyorsun. Ben kötülük gelecek yerden korkarım.
- Ben de eskiden insanlara kötülük yaptım, onlara çok zarar verdim.
- Ne kadar eskiden?
- Çok uzun yıllar önce.
- Şimdi?
- Şimdi sessizce ovayı bekliyorum.
- Kimseye zarar vermezsin değil mi?
- Artık kimseye zarar vermem.
- O zaman senden korkmam. Senin arkadaşın olurum istersen.
- Benim insan arkadaşım olmaz. Benimle ancak dağlar arkadaşlık edebilir. Ama görüyorsun ki burada ovanın ortasında tek başımayım. Çevremde dağ falan da yok.
- Ben dağ değilim ama seninle arkadaş olabilirim. Sormak öğrenmek istediğim çok şey var. Sen yıllardır buradasın. Herkesi gördün, her şeyi duydun bunca yıl. Benim soracaklarımı biliyor olmalısın.
- Sen hem çok küçüksün, hem insansın. Nasıl arkadaş oluruz?
- Sen beni duyabiliyorsun, ben de seni. Bence bu arkadaş olmak için iyi bir başlangıç. Sen ne dersin? İstersen arkadaşlığımızı gizleriz.
- Bir deneyelim bakalım. Ama beni çok zorlama. Zorlanırsam öfkelenebilirim. O zaman yer sarsılır. Kızmaya başlayınca da felaket gelir. Duymuşsundur.
- Korma seni yormayacağım. Sen az konuşursun, gereksinimi olanları yanıtlarsın. Göreceksin ben daha çok konuşan kişi olurum.
- Geç oldu. Git istersen. Birazdan hava kararacak. Seni merak etmesinler.
- Olur. Yarın yine gelirim. Tamam mı?
- Ben hep buradayım. Beklerim seni.
Küçük kız elini sallayarak dağı selamladıktan sonra, çalıların arasından eteklere doğru hızla koşmaya başlamış. Dağ ile konuşmuş olduğu için çok sevinçliymiş. En azından artık söylencenin tümüyle hayal olmadığını, gerçeğin ta kendisi olduğunu biliyormuş. O gece erkenden yatağına yatıp uyumuş. Yaşlı dağ karlı başını bulutların üzerinden yukarılara, yıldızlara çevirerek, karanlıkta parlayan bu küçük inci parçalarını gözlemiş. Uzun yıllardan beri ilk kez birini ürkütmeden, onunla konuşmuş olmanın mutluluğunu, çok derinden gelen, ta gönülden gelen sıcaklığını duymuş. Bu duyguyu nice zamandır unutmuş olduğunu anımsamış birden...
Ertesi gün çok daha erken gelmiş küçük kız. Bir kayanın üzerine iliştikten sonra, şöyle bir çevresine bakınmış.
"Acaba dağ geldiğimi anlar da seslenir mi?" diye beklemiş birazcık. Kendisine yüzyıllar kadar uzun gelen bu sürede dağdan hiçbir ses çıkmayınca seslenmiş:
- Hey! Dağ burada mısın? Ben geldim.
- Küçük kız! Geldin demek.
- Evet. Söz verdiğim gibi geldim işte.
Birazcık duraksamışlar. Bu kısa sessizlikte aşağılardaki ağaçların dallarına konan kuşlardan tek tük cıvıltılı sesler gelmiş kulaklarına. Sessizliği yine ilk bozan küçük kız olmuş:
- Senin adın ne? Ben sana nasıl sesleneyim?
- Ben yaşarken bana "Ulu Kral" derlerdi. Sonra bu yanardağ lavlar püskürtünce "Kızgın Dağ" dediler. Şimdi sönmüş bir yanardağ olduğum için "Taş Dağ" demeye başladılar. Sen istersen bu adlardan birini kullan, ya da kendin bana yeni bir ad ver.
- Yeni bir ad vermek istiyorum. İçinde dostluk ve sevgi olsun. Seninle benim dostluğumu yansıtsın. Senin yüceliğini, bilgeliğini anlatsın. Ben sana "Sezgi Baba" diyeceğim.
- Ne güzel bir ad. Teşekkür ederim. Ama neden Sezgi Baba?
- "Uzun yıllar gördüklerine ve duyduklarına dayanarak sezgilerin de güçlenmiştir" diye düşünüyorum. Doğru mu?
- Sanırım öyle küçük. Bu dağ benim bedenim olduğuna göre, sonsuza değin onun içinde yaşayacağım her halde.
- Bir kurtuluş yolu olmalı. Bana başından geçenleri anlatsana! Ne olduğunu, senin bu dağa nasıl girdiğini öyle çok öğenmek istiyorum ki!
- Başımdan geçenleri anlatmaya çalışayım. Benim için çok acı dolu günler onlar. Ama anlatacaklarım seni de üzebilir.
- Ben şimdi senin dizinde mi oturuyorum?
- Öyle gibi birşey.
- Ellerimle şu taşlara yaslanınca senin dizini mi tutmuş oluyorum?
- Öyle diyebiliriz.
- Senin kucağına oturmuş, senin anlatacaklarını dinlemek için bekliyorsam, ben niye sıkılayım? Niye üzüleyim? Hem sen beni hissediyor musun?
- Hayır seni hissedemem. Ancak var olduğunu bilirim. Seni görmüyorum.
- Gözlerin bulutların üzerinde olduğu için mi? Bulutlar engel mi oluyorlar?
- Hayır benim gözlerim yok. Yani senin anladığın anlamda yok. Ben bu cansız varlığın, bu kocaman taş yığınının içindeyim. Senin anladığın anlamda duymadan, görmeden ve dokunmadan yaşıyorum.
- Soğuk bir ruh gibi mi?
- Öyle de diyebilirsin. Ama ben yaşayan biriyim.
- Beni nasıl duyuyorsun?
- Kulaklarım olmadığı için senden çıkan titreşimleri, yani sesini algılayamam. Senin duygularını ve düşüncelerini duyuyorum desem beni anlar mısın?
- O zaman benim söylemediklerimi de bilirsin.
- Gönlünden geçirdiğin ve benim bilmemi istediğin şeyleri bilirim yalnızca.
- Gizemini öğrenmek istediğimi de biliyorsundur o zaman.
- İlk konuştuğumuzdan bu yana evet.
- O zaman sen gizemini anlatacaksın ve ben de merakımı gidereceğim.
- Anlatmak istiyorum. Anlayabilir misin bilemem.
- Anlamayacak ne var bunda?
- Küçüksün. Sevgiyi ve aşkı daha öğrenmemiş olabilirsin. Benim gizemimde bu kavramlar var. Onları anlatmaya çalışmam gerekecek.
- O söylediklerini daha yaşamamış olabilirim. Ya da yaşadıklarımla senin yaşadıkların aynı şeyler olmayabilir. Ama çevremde gördüklerimden, okuduklarımdan ve duyduklarımdan ne demek istediğini anlarım sanıyorum.
- Ben de senin anlayabileceğin bir biçimde anlatmaya çalışacağım.
"Çok uzun yıllar önce bu ovada, yanardağ yokken, buraları yöneten Ulu bir Kral'dım. O zaman çok genç olmama karşın halkı hoşnut etmesini iyi bilirdim. Yalnız yaşardım. Halka daha çok hizmet edebilmek için çok çalışırdım. Onlara adamıştım kendimi. Onların mutluluğunu görmek çok güzeldi. En güzel sevgiden de güzel. Ovadaki pek çok genç kız, benimle olabilmek için dolanır dururdu çevremde. Herkese bakan, her çiçekten bal toplamaya istekli biri olmadığım için, onlar benim ilgimi çekmezdiler desem yanlış olmaz".
- Güzel, ya da alımlı olanı yoktu her halde.
- Olur mu? Çok güzelleri de vardı aralarında. Benim duygularıma, sevgime uygun olanı yoktu yalnızca. Halkın sevdiği "Ulu Kral" olarak her önüme gelenle birlikte olamazdım. Benimle beraber olan, halkın da sevgisini kazanmalı, halk ona saygı duymalıydı. Kısacası bana yakışan ağır başlı biri olmalıydı".
"Bir gün vezirlerimden biri, ileride bir köyde, tam bana uygun bir kız olduğunu söyledi.
"Yolumuz o yöne düşünce bir bakarız" deyip geçiştirdim. Çok istekli değildim. Bir köylü kızının aradığım özellikleri taşıyabileceğine de pek inanmamıştım doğrusu. "Bir başka nedenle o yöne gidecek olursak bir bakar, kız gerçekten benim aradığım türden birimi öğreniriz" diye düşündüm. Bu yöntemle bana çok kız tanıştırmıştılar. Hepsinin gerçek amacını öğrenince vazgeçmiştim. Bıkkınlık gelmişti bana. Kızların adı geçince biraz sinirleniyor, yılgınlığımı belli etmeden konuyu değiştirmeye çalışıyordum. Aradığım tür bir kızla karşılaşabileceğime olan inancımı yitirmiştim aslında. Uzatmadan konuya dönelim.
Bir gün yolumuz vezirin söylediği köye düşünce, kızı anımsadım. "Evlerine gidip hallerini sorayım" dedim. Kız beni sıradan biri gibi ağırladı. Davranışlarındaki ağır başlılığı ve onuru hiç bozmadı. Heyecanlanmadı bile. Onun da gönlünden "Ulu Kral" ile beraber yaşama olasılığı geçmiyordu her halde. Fazla ümitlenmedi. Ailecek saygıyla beni uğurladılar. Sonra o köyden bir kez daha geçmem gerekti. Bir iş için uzaklara gitmiştim. Dönüşte köyden geçerken
"Şu aileye bir kez daha uğrayayım" dedim. Evlerine gittim. Bu kez daha uzun konuştum onlarla. Yine beni sıradan bir misafir gibi ağırladılar. Zamanla kızla aramızda bir arkadaşlık kuruldu. Ben onlara, onlar da bana daha yakın davranmaya başladılar. Aramızda bir sevgi ve saygı zinciri oluşmuştu. Bir gün, o köylü kızından ülke yönetiminde benim yanımda ve bana destek olmasını istedim. Önce "Olmaz öyle şey.
Ben bu köyden pek çıkmadım. Ülke yönetmeyi bilmem. Sana nasıl yardımcı olabilirim?" diyerek kabul etmedi önerimi. Zamanla beni daha iyi tanıdıkça, birbirimize olan sevgimiz arttıkça, birbirimizden ayrılamayacağımızı gördükçe, düşünceleri değişti ve benim yanıma gelmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Görkemli bir düğün yaptık. Ova halkı, o dönemde yaşamlarının en büyük şölenini gördüler. Herkes patlayıncaya kadar yedi, içti, yorulup baygın düşünceye kadar dans etti. Günlerce sürdü eğlenceler. Halkın arasında dolaşıp kutlamalarını kabul ettik, neşelerine neşe kattık".
"Mutlu yıllar çok uzun sürmedi. İyi kalpli Kraliçe birden, amansız bir hastalığa yakalandı. Hiç kimse hastalığına bir çare bulamadı. Onun hasta yatağında yattığı günlerde, ova halkı da acılıydı. Ağızlarını bıçak açmıyor, bir an önce Kraliçe'lerinin iyileşmesini bekliyordular. Gözlerimin önünde, sevdiğim kadın eriyip giderken benim de içim parçalanıyordu. Bazen odama çekilir gizli gizli ağlardım. Sonunda Kraliçe acılar içinde son nefesini verdi.
Sarayın bahçesinde gül fidanlarının dibine gömdük onu. Akşam olup hava kararınca mezarının başına gider, saatlerce ağlar ve onu nasıl sevdiğimi haykırırdım karanlığa. Bir gün gözlerim ağlamaktan kızarmış, haykırmaktan sesim kısılmış;
"Taş olsam da bu acıya katlanmasam" dedim bağırarak. Bunu öyle içten söylemişim ki, birden sarayımız taş yığınına dönüştü. Sonra kendimi bu taş yığınının içinde buluverdim. Önce çok sinirlendim. Taş kafesten kurtulmak için haykırdım, bağırdım. Ben tepindikçe, hırçınlık yaptıkça içinde durduğum kocaman kayadan dumanlar çıkmaya başladı. Kayanın kara dumanı ovaya yayılırken, çevreye kızgın ve yanan kayalar uçuyordu. Ova birden savaş alanı gibi olmuştu.
Dağdan kızgın kayalar fırlıyor, oluk oluk lavlar akıyordu. Benim kızgınlığım, beni taparcasına seven halkıma çok zarar verdi. Onları acılara boğdu. Baktım kurtuluş yok. Ben kızdıkça halk daha çok zarar görecek, bu dağın içinden çıkamayacağımı kabul edip, acımı içime gömdüm ve sesizce yaşamaya başladım. Artık kızmıyorum. Kızınca felaket oluyor".
Bu ana kadar sessizce ellerini çenesine dayayarak dağın anlattıklarını dinlemiş olan küçük kız gözlerinden yaşlar akarken dağa seslenmiş:
- Sezgi Baba, öykün çok acıklıymış. Çok üzüldüm. Çektiğin acıları duyunca elem sardı içimi. Bu kadar çok mu sevmiştin karını?
- Sanırım. Ondan sonra kimseyi sevemedim. İçimi acı kapladı. Sevgiyi unuttum. Yoksa o kadar çok felakete neden olmazdım.
- Anlattıkların benim merakımı giderdi. Seni böyle yalnız bırakamam. İstermisin zaman buldukça yanına geleyim, seninle konuşayım. Sana arkadaş olayım. Belki acını azaltırım. Belki de beni seversin, kim bilir?
- Sevgi olmaz her halde. Gelirsen seninle dertleşiriz. Hoşlandım seninle konuşmaktan.
- Yine geç oluyor. Ben gideyim de beni merak etmesinler. dedikten sonra küçük kız oturduğu kayadan aşağıya doğru kaymış ve koşar adımlarla oradan uzaklaşmış.
Küçük kız, evine gelince doğruca odasına çekilmiş ve Sezgi Babanın yaşam öyküsünü düşünmüş. Söylencenin doğru olduğunu, Ulu Kral'ın dağın içinde hapis olduğunu biliyormuş artık. "Boşuna çıkmıyor bu söylenceler. Hepsinin de bir gerçek payı var anlaşılan" demiş kendi kendine. Sonra Sezgi Baba'nın sevgisini kazanmaya karar vermiş.
"Öyle ya, acı çekmemek için taşın içine giren adam, severse belki o taştan girdiği gibi çıkar" diye düşünmüş. Ona yaklaşıp acılarını unutturmayı, ona yeniden sevmeyi öğretmeyi kendine ödev bilmiş.
Küçük kız artık fırsat buldukça Sezgi Baba'ya gidiyor, onunla dertleşiyormuş. Birkaç yıl süren bu ilişki, sonunda kendi içinde bir sevgi, Sezgi Baba'nın sesinde bir yumuşama olarak belirmiş. Her ikisinde de dostluğun ötesinde bir duygu oluşmaya başlamış. Güzel bir duyguymuş bu. Bu dönemde küçük kız büyümüş, serpilip güzel bir genç kız olmuş. Kral da hoşnutluk duyuyormuş bundan. Genç kız, büyüdüğü (ya da duyguları değiştiği) için olsa gerek, ona artık "Sezgi Baba" demiyor, "Taş Adam" diye sesleniyormuş. Genç kız, beline kadar inen alımlı uzun saçları, uzun bacakları ve düzgün bedeniyle tüm ova halkının dikkatini çekmeye başlamış. Güzelliği dilden dile, kulaktan kulağa dolaşır olmuş. Ovadaki gençler peşinde dolanırken o kimseye bakmazmış. Bir gün Taş Adam'ın yanına gittiğinde:
- Çok güzel bir genç kız oluğunu söylüyorlar doğru mu?
- Sen görmediğin için bilemiyorsun. Gerçekten güzel olsam beni sever miydin?
- Ben senin iç dünyanı tanıyorum. Onun dürüst, candan ve sevgi dolu olduğunu biliyorum. Görmesem de bu bana yetiyor sevmek için.
- Diyorum ki, şimdi beraberce bir dilekte bulunsak, aynı senin taş olmayı istediğin gibi içten gelerek, yeniden insan olsan ve beni görüp güzelliğmin büyüsüne kapılsan, beni sever miydin?
- Neden olmasın. Son iki yıldır senin iç dünyanı o kadar iyi tanıdım ki, ben de bu taşın içinden çıkmak ve seninle olmak istiyorum ama korkuyorum.
- Neden korkuyorsun?
- "Taşın içine girerken oluşan felaket zinciri taşın dışına çıkarken de oluşursa" diye korkuyorum. "Çevreye zarar vereceğime, sevgimi içime gömerim, onun yüceliği ile bu taşın içinde kendimi avutur, ömrümü sürdürüp giderim" diyorum. Hem zaman en iyi ilaçtır. Zamana bırakmalıyız. Sen de, ben de birbirimizi unuturuz zamanla.
- Ya hiç unutmazsam, senden başkasına bakmazsam? Değmez mi beni görmeye?
- Değmez olur mu? Aslında öyle çok istiyorum ki...
- Gönülden iste. O zaman gerçekleşir. Korkma, dene bir kez. Taş Adam! Haydi dene.
- Deniyorum işte...
dedikten sonra birden hava kararmış. Her tarafı kara bulutlar kaplamış. Şimşek çakıyormuş. Gök gürlüyormuş. Yanardağdan gelen gümbürtüyü ve tepesinden çıkan kara dumanı gören ova halkı, panik içinde sağa, sola koşuşturuyormuş. Yer kısa aralıklarla sarsılmış. Evler ve ağaçlar durdukları yerde hoplayıp zıplamış. Hayvanların ve insanların çığlıkları yeri göğü inletir olmuş.
Genç kız, bu gürültü ve patırtıdan hiç etkilenmeden heyecanla, Taş Adam'ın kayalardan çıkmasını bekliyormuş. Genç kızın yanı başındaki ak duman yavaş yavaş dağılırken, genç kızın arkasında, belli belirsiz bir adamın gölgesi oluşmaya başlamış. Dumanın etkisi ile yaşlanan gözlerini oğuştururken, genç kız, kulağının dibinde yumuşak bir ses duymuş:
- Çok güzelsin. Gördüğüm, bildiğim en güzel kızsın sen.
- Taş Adam!
- Evet benim. Oldu işte.
- Biliyordum. Başaracağını biliyordum. Beni çok sevdiğini biliyordum.
diyerek adamın boynuna sarılmış. Gözlerinden yaşlar akıyor, boğazına düğümlenen hıçkırıklar, Taş Adam'ın omzunda boğulup gidiyormuş.
- Acele edelim. Gidelim buradan. Yanardağ yine patlayacak galiba.
demiş Taş Adam. Genç kızın elinden tutmuş. Beraberce hızla oradan uzaklaşmışlar.
O günden sonra ova halkı bir daha o güzel genç kızı görememiş. Patlamalar sırasında "Herhalde yer yarıldı içine düştü" demişler. Bir süre, genç kızın arkasından yas bile tutmuşlar, sonra unutmuşlar onu...
Taş adam ve genç kız yaşamlarına uzaklarda, bir başka ülkede, mutluluk içinde geçirmişler…