Türklerin bundan bin beş yüz yıl önce Orta Asya'da, iklim ve coğrafi şartların icabı olarak, umumiyetle göçebe bir hayat yaşadıkları malûmdur. Öyle göçebe bir hayat ki, bu hayatı yaşıyanlar yazı yazmasını biliyorlar ve kervan ticareti yapıyorlardı. Göçebe hayatı yaşıyan Türkler, iyi ahlâklı olmayı, yoksullara yardım etmeyi seviyorlar ve bunu en büyük faziletler arasında sayıyorlardı.
Ortaçağdaki göçebe Türk cemiyetlerinde, çok zengin bir asilzadeler sınıfı, her hususta hür olan halk tabakası ve nihayet kara halk denilen, esirlerden oluşan aşağı tabaka vardı, işaret edildiği üzere, Türk göçebe cemiyetinde medeni hayatın birliktelik manzarası ve birçok müesseseleri görülmektedir.
Çadırda doğar Çadırda Ölürlerdi
İşte, birçok Avrupalı âlimlerin de belirtikleri üzere, doğuştan asker, teşkilâtçı ve idareci olan Türkler, hep çadırlarda doğmuşlar ve buralarda yaşayıp ölmüşlerdir. Eski Türkler çadıra otak (otağ) adını veriyorlardı ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otağ ismi, çadır mânasında olarak, Selçuklularda ve beyliklerde olduğu gibi, Osmanlılar'da da kullanılmıştır. Çadır kelimesine gelince, bu da türkçe olup çatmak fiili ile ilgilidir.
Orta çağda, Orta Asya'nın engin bozkırlarında yaşıyan Türklerin çadırları, keçeden yapılmıştı. Şekli yuvarlak olup, sağlam kazıklarla yere bağlanmıştı. Normal halk çadırları sekiz on kişi alacak büyüklükte idi. Asilzadeler olan beylerin ve hanların muhtelif şekil ve büyüklükte otağ yâni çadırları vardı.
Yağmalı Şölen
Bunlardan kırmızı atlas veya ipekten yapılmış büyük otağlar elli, yüz kişi alırdı ki, burada resmî toplantılar yapılır, ziyafetler verilirdi. Renk renk kıymetli kumaşlar ve ipeklilerle süslenmiş olan bu otağlar, bâzı zamanlarda ziyafetten sonra içindeki kıymetli eşya ile birlikte ziyafeti veren han veya beyin müsaadesiyle yağmalanırdı.
Yağma esnasında han veya bey, varsa oğulları ve hatunu ile beraber otağdan uzaklaşırdı. Otağ-ı yağma edenler, yağmadan sonra han veya beyin huzuruna vararak onu selâmlarlar ve yağmaladıkları eşya ile birlikte kendi yerlerine giderlerdi. İşte eski Türklerdeki yağmalı şölenin aslı budur.
Çadır, Türkler tarafından o kadar sevilmiş ve ona o kadar alışılmıştı ki, yabancı ülkelerde bulunan ve evlerde oturan Türkler çadırda yaşamanın hasretini çekmişlerdir. Şüphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamanın bir timsali nazariyle bakıyorlardı.
Yedinci asrın başlarında Çin'de bir müddet yaşıyan bir Gök Türk şehzadesi, kendisine tahsis edilen muhteşem bir binada kalmak istemiyerek, bu binanın bahçesine kurduğu bir çadırda oturmuştur.
Eski Türklerin çadırları, elbiseleri gibi, umumiyetle ak idi. Ancak köle ve cariyeleri, kara çadırlarda yaşarlardı. Büyüklerin çadırlarından bâzıları al, kırmızı ve turuncu idi.
Arap yazarlarına göre, Peygamberimiz, hayatının son zamanlarında Türk çadırında oturmuş ve bu çadırı çok sevmiştir.
Otağ-ı Hümayun
Osmanlı Türklerinin çadırları da Orta Asyalı atalarınınkinden farksızdı. Osmanlı hükümdarlarının büyük ve muhteşem çadırları vardı ki, buna Otağ-ı hümayun denilirdi. Otağ-ı hümayun seferlerde, av ve gezintilerde kullanılırdı. Çok güzel, işlemeli ve süslü olan Otağ-ı hümayunlar birçok kısımlara ayrılmıştı.
Otağ-ı hümayunların rengi kırmızı idi ve Osmanlı ordusunda padişah, şehzadeler, vezir ve beylerbeyilerden başkası bu renkte çadır kullanamazlardı.
Padişah otağlarından Kanuni Sultan Süleyman'ın 1566 da yaptığı Zigetvar seferindeki Otağ-ı pek mükemmel olup, yedi direkli idi. Bu hükümdarın nişancısı ve tarihçisi Celâlzade, bu Otağ-ı pek edibane bir surette tasvir etmiştir. Onun bu tasvirinden anlaşılıyor ki, Kanuni'nin Otağ-ı, renkli şerit ve sırma saçaklarla süslenmişti.
Padişah otağlarının nezaretine hayme mehterleri adı verilen bir cemaat bakardı. Bu cemaat oda tâbir edilen dört kısma ayrılmıştı. Padişahlar sefere veya her hangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit Davutpaşa, Çırpıcı çayırı ve Üsküdar'daki Doğancılar meydanına hayme mehterleri daha önce hareket ederek otağlar kurarlardı.
Seferlerde iki otağ bulundurulması âdet idi. Bunlardan birisinde bizzat hükümdar oturur, diğeri de tuğlarla beraber daha ilerdeki menzilde kurulurdu. Tuğlarla Otağ-ı hümayunu nakle memur edilenlerin başlarına, konakçıbaşı denilirdi ki, bunlardan bâzıları beylerbeyi rütbesini haizdi.
Asker çadırlarına gelince, bunlar koni şekilde olup, pamuktan yapılmıştı. Renkleri beyazdı.
Prof.Dr.Faruk Sümer
Ortaçağdaki göçebe Türk cemiyetlerinde, çok zengin bir asilzadeler sınıfı, her hususta hür olan halk tabakası ve nihayet kara halk denilen, esirlerden oluşan aşağı tabaka vardı, işaret edildiği üzere, Türk göçebe cemiyetinde medeni hayatın birliktelik manzarası ve birçok müesseseleri görülmektedir.
Çadırda doğar Çadırda Ölürlerdi
İşte, birçok Avrupalı âlimlerin de belirtikleri üzere, doğuştan asker, teşkilâtçı ve idareci olan Türkler, hep çadırlarda doğmuşlar ve buralarda yaşayıp ölmüşlerdir. Eski Türkler çadıra otak (otağ) adını veriyorlardı ki, bugünkü oda sözü buradan gelmektedir. Otağ ismi, çadır mânasında olarak, Selçuklularda ve beyliklerde olduğu gibi, Osmanlılar'da da kullanılmıştır. Çadır kelimesine gelince, bu da türkçe olup çatmak fiili ile ilgilidir.
Orta çağda, Orta Asya'nın engin bozkırlarında yaşıyan Türklerin çadırları, keçeden yapılmıştı. Şekli yuvarlak olup, sağlam kazıklarla yere bağlanmıştı. Normal halk çadırları sekiz on kişi alacak büyüklükte idi. Asilzadeler olan beylerin ve hanların muhtelif şekil ve büyüklükte otağ yâni çadırları vardı.
Yağmalı Şölen
Bunlardan kırmızı atlas veya ipekten yapılmış büyük otağlar elli, yüz kişi alırdı ki, burada resmî toplantılar yapılır, ziyafetler verilirdi. Renk renk kıymetli kumaşlar ve ipeklilerle süslenmiş olan bu otağlar, bâzı zamanlarda ziyafetten sonra içindeki kıymetli eşya ile birlikte ziyafeti veren han veya beyin müsaadesiyle yağmalanırdı.
Yağma esnasında han veya bey, varsa oğulları ve hatunu ile beraber otağdan uzaklaşırdı. Otağ-ı yağma edenler, yağmadan sonra han veya beyin huzuruna vararak onu selâmlarlar ve yağmaladıkları eşya ile birlikte kendi yerlerine giderlerdi. İşte eski Türklerdeki yağmalı şölenin aslı budur.
Çadır, Türkler tarafından o kadar sevilmiş ve ona o kadar alışılmıştı ki, yabancı ülkelerde bulunan ve evlerde oturan Türkler çadırda yaşamanın hasretini çekmişlerdir. Şüphesiz ki, onlar çadıra, hür ve serbest yaşamanın bir timsali nazariyle bakıyorlardı.
Yedinci asrın başlarında Çin'de bir müddet yaşıyan bir Gök Türk şehzadesi, kendisine tahsis edilen muhteşem bir binada kalmak istemiyerek, bu binanın bahçesine kurduğu bir çadırda oturmuştur.
Eski Türklerin çadırları, elbiseleri gibi, umumiyetle ak idi. Ancak köle ve cariyeleri, kara çadırlarda yaşarlardı. Büyüklerin çadırlarından bâzıları al, kırmızı ve turuncu idi.
Arap yazarlarına göre, Peygamberimiz, hayatının son zamanlarında Türk çadırında oturmuş ve bu çadırı çok sevmiştir.
Otağ-ı Hümayun
Osmanlı Türklerinin çadırları da Orta Asyalı atalarınınkinden farksızdı. Osmanlı hükümdarlarının büyük ve muhteşem çadırları vardı ki, buna Otağ-ı hümayun denilirdi. Otağ-ı hümayun seferlerde, av ve gezintilerde kullanılırdı. Çok güzel, işlemeli ve süslü olan Otağ-ı hümayunlar birçok kısımlara ayrılmıştı.
Otağ-ı hümayunların rengi kırmızı idi ve Osmanlı ordusunda padişah, şehzadeler, vezir ve beylerbeyilerden başkası bu renkte çadır kullanamazlardı.
Padişah otağlarından Kanuni Sultan Süleyman'ın 1566 da yaptığı Zigetvar seferindeki Otağ-ı pek mükemmel olup, yedi direkli idi. Bu hükümdarın nişancısı ve tarihçisi Celâlzade, bu Otağ-ı pek edibane bir surette tasvir etmiştir. Onun bu tasvirinden anlaşılıyor ki, Kanuni'nin Otağ-ı, renkli şerit ve sırma saçaklarla süslenmişti.
Padişah otağlarının nezaretine hayme mehterleri adı verilen bir cemaat bakardı. Bu cemaat oda tâbir edilen dört kısma ayrılmıştı. Padişahlar sefere veya her hangi uzakça bir mahalle gidecekleri vakit Davutpaşa, Çırpıcı çayırı ve Üsküdar'daki Doğancılar meydanına hayme mehterleri daha önce hareket ederek otağlar kurarlardı.
Seferlerde iki otağ bulundurulması âdet idi. Bunlardan birisinde bizzat hükümdar oturur, diğeri de tuğlarla beraber daha ilerdeki menzilde kurulurdu. Tuğlarla Otağ-ı hümayunu nakle memur edilenlerin başlarına, konakçıbaşı denilirdi ki, bunlardan bâzıları beylerbeyi rütbesini haizdi.
Asker çadırlarına gelince, bunlar koni şekilde olup, pamuktan yapılmıştı. Renkleri beyazdı.
Prof.Dr.Faruk Sümer