Türkistanlı Soydaşlarımız

Mavi Gül

ѕση_¢ıqℓıк
Özel üye
Yavuz Selim
Dünya

CIA insanları kobay olarak kullanmış

Geçtiğimiz hafta CIA’nın kirli çamaşırlarından yalnızca birisi olan işkence konusuna değinmiş ve işkencenin CIA için artık münferit bir olay olmaktan çok öteye geçerek sistematik ve rutin bir uygulama sayıldığını yazmıştık. İşkencenin boyutları o kadar büyümüştü ki, ABD’nin resmi raporları bile ne kadar karartılırsa karartılsın bu insanlık suçunu açıkça gözler önüne seriyordu.

Fakat “Deveye neden boynun eğri diye sormuşlar, nerem doğru ki demiş” atasözü misali, CIA’nin pislikleri saymakla bitmiyor, her hafta yeni bir skandal patlak veriyor. Üstelik bu kez insanlık suçunu işleyenler ise insan yaşamını her şeyin üstünde tutmaya yemin eden doktorlar.

Tıp ahlakı üzerine çalışmalar yapan ve kâr amacı gütmeyen sivil bir kuruluş olan İnsan Hakları İçin Doktorlar (PHR) örgütü yaptığı açıklamayla, CIA için çalışan doktorlar ve psikologları, Guantanamo ve Ebu Garib gibi ABD’ye karşı terör saldırısı düzenlemekle suçlanan tutukluların bulunduğu Amerikan cezaevlerinde yeni sorgulama teknikleri ve etkileri üzerinde çalışmakla suçluyor.

Bu cezaevlerinde olağandışı (!) kaza iddialarını araştıran PHR, CIA doktorlarının bu tür olaylara sanılandan çok daha fazla karıştığını, “CIA’nın gizli işkence programı” olarak adlandırdığı bu sürecin her aşamasında doktor ve psikologların yer aldığını iddia ediyor.

Rızası olmadan insanların üzerinde deney yapmak 1947 yılından bu yana yasak. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, insanlar üzerinde deney yapan birçok Nazi doktoru, ya ABD öncülüğünde kurulan Nürnberg mahkemesinde yargılanda ya da Dr. Josef Mengele gibi ömrü boyunca kaçmak zorunda kaldı. Oysa Nazi doktorlarını insanlık suçu işlemekle yargılayanların şimdi kendileri aynı insanlık suçunu bizzat işliyorlar. Yani aslında Batı uygarlığı için değişen tek şey ülkelerin adı. Anlayış ise hep aynı: Egemen olduğu ve kendisi yaptığı sürece ortada hiçbir sorun yok.

Honduras’ta darbecilere IMF’den destek



Darbe hükümetinin aldığı tüm sert önlemlere karşın Zelaya’ya halkın desteği giderek artıyor


Honduras’ta 28 Haziran’da halk tarafından seçilen Devlet Başkanı Manuel Zelaya’ya düzenlenen darbenin ikinci ayında, ülkenin dört bir yanındaki protesto gösterileri devam ediyor. Darbe hükümeti aldığı sert önlemlere karşın protesto gösterilerininin önünü kesmeyi başaramazken, darbe karşıtı Ulusal Cephe’nin genel koordinatörü Juan Barahona gerek ordu gerekse de polis tarafından kendilerine uygulanan tüm baskılara karşın halkın direnişten hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini ve mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladı.

Ana hedeflerinden birinin anayasal meclisin toplanması olduğunu söyleyen Barahona, direnişlerinin Zelaya’nın ülkeye dönmesinden sonra da süreceğini belirtti ve “Amacımız, katılımcı demokrasi ve sosyal dönüşümleri gerçekleştirecek ve aynı zamanda ulusal kaynakların eşitsiz dağılımına son verecek bir anayasanın kabul edilmesidir.” dedi.

Darbe ikinci ayını doldururken, dış dünyaya kapanan Honduras’ın aldığı sıkı önlemler nedeniyle sağlıklı bir bilgi akışı da sağlanamıyor.

Fakat kamuoyuna yansıyanlardan darbecilerin giderek zorlandığı ve yeni çözüm yolları aradığı da gözlerden kaçmıyor.

Bunun son somut göstergesi ise, ülkedeki siyasi krizi sona erdirmek bahanesiyle darbe hükümetinin Manuel Zelaya’ya affı da içeren yeni bir planı kamuoyuna sunması oldu. Daha önce Zelaya’ya hiçbir şekilde affı düşünmediklerini defalarca açıklayan ve Zelaya’nın ülkeye geri dönmesi durumunda derhal tutuklanacağını duyuran darbe hükümetinin bu geri adımı giderek köşeye sıkıştıklarının bir kanıtı.

Tüm dünya tarafından dışlanan ve giderek köşeye sıkışan darbe hükümetine en büyük destek ise Üçüncü Dünya ülkelerini dayattığı ekonomi politikaları ile çöküşe sürükleyen IMF’den geldi. Honduras’a karşı uygulanan ve giderek sıkılaşan yaptırımları hiçe sayan IMF yönetimi 150 milyon dolar yardımda bulundu. IMF ayrıca daha sonraki haftalar için de yaklaşık 14 milyon dolar daha yardım sözü verdi.

ABD yönetimi en başından bu yana darbecilerin tarafını tutmadığını açıklasa da, kendi denetiminde olan IMF’nin Honduras’a yaptığı bu yardım aslında Washington yönetiminin kimin tarafında olduğunu gösteriyor. Belki Obama ve ekibi tüm dünyadan Honduras’a bu kadar tepki varken açıkça bir adım atmaktan çekiniyor ama yardım etmek için de ellerindeki fırsatları kullanmaktan çekinmiyor.

Fakat tüm dünya tarafından bu kadar izole edilmiş, yapılan tüm baskılara karşın halkı tarafından sokaklarda her gün protesto edilen bir darbe hükümetini ABD’nin bile kurtarması çok zor.

Malezya’da bira içen kadına verilen kırbaç cezası ertelendi

Malezya’da geçtiğimiz yıl Pahang eyaletinin doğusundaki bir otelin gece kulübüne düzenlenen baskında bira içerken yakalanan ve mahkeme tarafından kırbaç cezasına çarptırılan ilk kadın olan 32 yaşındaki Kartika Sari Dewi Shukarno’nun cezası Ramazan ayının sonrasına ertelendi.

Yargılandığı mahkemede işlediği suçu(!) kabul ederek temyiz hakkını kullanmayacağını söylenen Kartika’nın cezasının bambu bir kamışla geçtiğimiz hafta içinde infaz edilmesi bekleniyordu. Kartika’nın babası Shukarno Abdul Muttalib, geçtiğimiz hafta üç görevlinin kızlarını almak için evlerine geldiklerini ancak 30 dakika sonra “yüksek makamlardan gelen talimat” üzerine kızını serbest bıraktıklarını söyledi.

Altı üstü bir bira deyip geçmemek lazım! Türkiye Malezya olur mu olmaz mı bilinmez ama eğer olursa varacağı nokta işte tam da burası. Kimi kadın pantolon giydiği için, kimisi ise yalnızca bir bardak bira içtiği için böylesine çağdışı bir anlayış tarafından cezalandırılabilir. Alkolün yalnızca Müslümanlar için yasaklanıp diğer dinlerden olanlara serbest olması, ülkede işte böylesine hilkat garibesi ikili bir yasa sistemi oluşturmuş. Bundan daha kötüsü ise çarptırıldığı ceza için Kartika’nın yaptığı yorum: “Yasaya uymak istiyorum. Ben kimim ki din yetkililerinin kanunlarını sorgulayayım? Bu beni aşar.”

Saçma ve anlamsız olduğunu bildiği halde bu yasağa karşı böylesi bir yorum, sonrası için korkudan ileri gelmiyorsa, Şeriatın insan aklını ve iradesini nasıl esir aldığının tipik bir örneği.

Doğu Türkistanlı soydaşlarımız katledilirken neredeydiniz?



“Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” diye boşuna dememişler. Doğu Türkistan’da binlerce soydaşımız katledilirken kılını kıpırdatmayan ve neredeyse olayı görmezden gelen AKP hükümeti, Çin zulmunün ucu birazcık kendine dokunuverince anında yaygarayı basıverdi.

Çin Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak, Ekim ayında toplanacak Türkiye-Çin Karma Ekonomik Komisyonu (KEK) toplantısına hazırlık için Dış Ticaret Müsteşarlığı ve Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle Çin’e giden Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın gezisi oldukça neşeli başlamıştı. “Sincan Uygur Özerk Bölgesi”ne geçen Çağlayan burada önce Doğu Türkistan’daki olaylar sırasında Türkleri suçlayan ve katliamın sorumluluğunu onların üzerine yıkan Bölge Valisi Nur Bekri ile görüştü. Bölgedeki esnafla sohbet edip, Hantangri Camii’nde namaz kılan Çağlayan daha sonra Aşkabat’a geçmek üzere Urumçi Havaalanı’na gitti.

Fakat Urumçi Havaalanı’nda yaşananlarla birlikte Çağlayan’ın ağzının tadı bir anda kaçıverdi. Devlet Bakanı olması nedeniyle VIP yolcularına uygulanan protokol kurallarının işlemesi gereken Zafer Çağlayan’a Çinli görevliler ekonomi sınıfı sıradan yolcular için geçerli olan prosedürü uyguladı. Çağlayan gerçi durum düzeltilmezse uçağa binmeyeceğini söyledi ama Çinli yetkililerin hiçbir şey umurlarında değildi ve Çağlayan’ın söylediklerine kulak asmadılar. Sonunda bakan ve beraberindekiler seve seve olmasa bile beklemekten sıkılarak kontrol noktasına gitmek zorunda kaldılar.

Fakat burada da başka bir sürpriz Çağlayan ve beraberindekileri bekliyordu. Daha önceden Türk heyetinin VIP listesinin bildirilmesine karşın Çin polisi buna da aldırmayarak havaalanında Zafer Çağlayan dışındakileri aramak istedi. Beklenmedik bu gelişme üzerine Bakan Çağlayan oldukça sinirlendi ve VIP muamelesi görmeyi reddederek heyetin diğer üyeleriyle birlikte gümrük geçişi için sıraya girdi. Çağlayan x-ray cihazından geçmek yerine doğrudan çıkışa yönelince ise bir Çin polisi kolunu uzatarak Çağlayan’ın önünü kesti ve itekleyerek x-ray cihazına yönlendirdi. Bunun üzerine Çağlayan’ın koruma amiri Elbruz Akyol, polise sert bir şekilde müdahale etti. Polisin pasaport denetimi bahanesiyle Akyol’u bir köşeye sıkıştırmaya çalışması ise Akyol’un ancak şiddet kullanarak polisleri x-ray cihazına itmesiyle engellenebildi. Fakat olay bununla da sınırlı kalmadı. AKP heyeti daha bu olayın şokunu atlatmamışken, Bakan Çağlayan, uçağa giden körüğe binerken, Çinli bir güvenlikçi önüne doğru kolunu uzatarak Çağlayan’ın biletini kontrol etmek istedi. Türk güvenlik görevlilerin bir kez daha araya girmesiyle nihayet Zafer Çağlayan kazasız belasız uçağa binebildi. Binmeden önce de Çağlayan Pekin Büyükelçisi Murat Esenli’ye “Yarın Dışişleri Bakanlığı’na git ve nota ver. Çin Başbakanı’na da mektup yaz. Eğer özür dilemezlerse, 28 Eylül’de yapılmasını kararlaştırdığımız KEK’i iptal ederiz.” talimatı verdi.

Türkmenistan’dan Türkiye’ye döndükten sonra bile Zafer Çağlayan’ın öfkesi halen daha geçmiş değildi. “Hiç kimsenin haddi değildir Türkiye Cumhuriyeti bakanının üstünü aramak, x-ray cihazından geçirmek. Buna hiç kimsenin gücü yetmez. Böyle bir şeye de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümeti olarak asla taviz vermeyiz.” diyen Çağlayan Çin’den resmi bir özür beklediklerini belirtti. Konunun Dışişleri Bakanlığı’na iletildiğini söyleyen Çağlayan ayrıca Çin Büyükelçiliği’ne nota verilmesini istediğini, bugün de olsa yine aynı tavrı göstereceğini sözlerine ekledi.

Etme bulma dünyası işte. Çin’de yüzlerce soydaşımız katledilirken sesini bile çıkarmayanlar, Çinli polisler kendilerine ufaktan bir dokununca yeri göğü inletmekte sakınca görmüyorlar. E peki soydaşlarımız orada can verirken, göz göre göre Türk katliamı yaşanırken neden bu tepkiyi göstermediniz? Yoksa sizin canınız tatlı da onlarınki değil mi? O zaman durumu sessizce geçiştirmeyip gereken yanıtı vermiş olsaydınız, şimdi Çinliler size bu muaeleyi yapmaya cesaret edemezlerdi.

Hani öyle fazla tepki göstermeniz de gerekmezdi, şimdi gösterdiğiniz tepkinin yarısı bile Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin Türkiye’nin yanlarında olduğunu anlamalarına ve kendilerini daha güçlü hissetmelerine yeter de artardı. Bu aynı zamanda Çinlileri bundan sonrası için daha dikkatli adımlar atmaya zorlardı. Baktı ki Çinliler, bunlara Varyag’ın geçişi sırasında bir kazık attık sesleri çıkmadı, soydaşlarından yüzlercesini katlettik ağızlarını bıçak açmadı, devlet bakanlarına şöyle azıcık bir dokunsak ne diyecekler ki? O zaman yaptıklarınızın sonucuna da katlanmak zorundasınız. Kendi düşen ağlamaz Artık Zafer Çağlayan da Başbakanını örnek alıp, “Siz x-ray’den geçirmeyi iyi bilirsiniz! Daha da Çin’e gelmem” der. Bu kadar büyük tepkiye Çin bile dayanamaz doğrusu...

Para ve teknoloji her şey demek değil

Amerika kıtası halkları için fırtınalar, kasırgalar, tayfunlar, boralar günlük yaşamın ayrılmaz birer parçasıdır. Çoğu zaman televizyonlarda ya da gazetelerde bu tür doğa felaketlerinin ve sonucunda yüzlerce insanın öldüğünün haberini görürüz. Sürekli yaklaşan kasırgaya karşı önlemler alındığı yazılır durur ama alınan tüm önlemlere karşın gazeteler her kasırgada yaşamını yitiren onlarca insanın haberini de verir durur. Çünkü bize ulaşan haberler genellikle tek bir ülkeden, yani ABD’den gelir.

Gazetelerde ya da televizyonlardada bu tür felaketler sonrası, “Bilmem ne kasırgası sonrası ABD’de şu kadar insan yaşamını yitirdi, şu kadar maddi hasar oluştu” haberlerinin ardından birçok insan “ABD de bile bu kadar insan öldüyse diğer ülkelerde kim bilir ne kadar insan ölmüştür” yorumunu yapar. Ne de olsa Amerika Birleşik Devletleri hem ekonomik olarak hem de teknolojik olarak kıtadaki bütün ülkelerden daha üstün durumdadır ve dolayısıyla böyle bir felaketten en az onun zarar alacağı düşünülür.

Oysa kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi değil. Haberlerde bu ince ayrıntı verilmese bile, bu doğal felaketlerden en az can kaybıyla çıkan ülke nedense hep Küba oluyor. Üstelik kasırgalarının Küba’yı çok daha şiddetli vurduğu düşünülürse, yıllardır ABD’nin ekonomik ambargosu altında yaşayan Küba gibi bir ülke açısından gerçekten büyük başarı.

Kasırgaların en az can kaybına Küba’da neden olduğu bizim bir iddiamız değil. Bu, Birleşmiş Milletler’in yaptığı gözlemlerin bir sonucu. Birleşmiş Milletler geçtiğimiz haftalarda bir açıklama yaparak, kıtanın diğer kasırga mağduru ülkelerine böyle doğal felaketler karşısında Küba modelini örnek almalarını tavsiye etti. En şiddetli kasırgalarda dahi, Amerika Birleşik Devletleri ve kıtanın diğer ülkelerine kıyasla Küba’da hemen hemen hiç can kaybı yaşanmadığına dikkat çeken Birleşmiş Milletler, Küba’nın doğal felaketler karşısında Amerika kıtasının en ileri sistemine sahip olduğunu ve diğer ülkelerin Küba’yı örnek alması gerektiğini açıkladı.

Birleşmiş Milletler’in bu açıklamasının hemen ardından benzer bir yorum da İngiltere merkezli yardım kuruluşu Oxfam’dan geldi. Oxfam hazırladığı raporda, Küba’nın kasırgalar sırasında doğru zamanda uyguladığı başarılı tahliye planlarının kıtanın geri kalan ülkeleri için de örnek alınması gerektiğini belirtti.

Peki bu haberi bizim kartel medyasında gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü ABD ambargosu altındaki 12 milyonluk bir ülkenin, nüfusu 300 milyonun üstündeki dünyanın en gelişmiş (!) ülkesine kafa tutması savundukları ekonomik sistemin acizliğini göstermekten başka bir işe yaramaz. Tıpkı Küba’nın sağlık alanında dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olduğuna, ABD’de tedavi edilemeyen hastaların (kahraman olsalar bile!) ambargoyu hiçe sayıp Küba’da tedavi edildiklerine, dünyada okur yazar nüfus oranının en yüksek olduğu ülkenin Küba olduğuna hiç değinmedikleri gibi. Oysa Birleşmiş Milletler’in de hakkını teslim ettiği gibi, nüfusu 12 milyon bile olmayan Küba, kendisinden onlarca kat büyük ABD gibi ülkelere bile planlama dersi veriyor. Demek ki her şey para ya da teknolojiyle hallolmuyor. Yaratılan “Yeni İnsan”, tüm ambargolara karşın her alanda en ön sıralara çıkmayı başarıyorsa, dünyanın geri kalanına ders veriyorsa bu ancak uygulanan sistemin zaferinin bir tescilidir.
 
Geri
Top