Türkçe’yi savunanları ikiye ayırabiliriz. Birisi “öz türkçeciler”, öbürü “yaşayan türkçeciler”.
Öz türkçecilere göre, tüm sözcüklerin özü olmalıdır. Dil tümden arınmalı, yüzde yüz arı olmalıdır. Yaşayan türkçecilere göre ise, kökleşmiş, dile girmiş, karşılığı dilde olmayan sözcükler yad (yabancı) olabilir.
Oysa biz topluluk olarak bunlarıñ ortasında bir yerdeyiz. Yüzde yüz arı bir dilin olmayacağını bilir, böylesine boş düşler görmeyiz. Buna karşın, dilimizi kısırmış gibi bir kıyıya atmaz, türetme gücünden yararlanır, yad kavramlara karşılık buluruz.
Kullandığımız sözcükler yüzünden katı eleştiriler alıyoruz. Oysa kullandıklarımızın neredeyse tümü Türkçe’nin öz söz vârlığıdır. Bunları ya Asya’daki soydaşlarımızın dilinden ya Anadolu ağzından ya da eski Türkçe’den diriltmekteyiz.
Özellikle diriltme konusunda Ziya Gökalp’in dizelerini sıklıkla önümüze atmaktadırlar.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Oysa bu dizeleri kendi yazmamışcasına, “mefkūre, şe’niyet, selikıyyat” gibi bir yığın yad kökenli sözcük “uydurmakta” herhangi bir sakınca görmez. Bu arada, kendi ilginç yaratılarının dilimize yerleşmesini beklerken, “tanık, sayrı…” gibi öz Türkçe sözcükleriñ hiçbir oğur (zaman) yeñiden diriltiliyemeceklerini “günaydın” gibi bir Türkçe sözcüğün tutunmasınıñ olanaksız olduğunu kesinler. Ziya Gökalp’in katkıları vardır kuşkusuz ançıp (ama) böyle ilginç davranışlarıyla da önümüzü kesmektedir.
Dil Devrimi, bitmiş değil. Dildeki yad söz oranı %98-99 oranlarına çıkıncaya dek sürecektir. Dil durağan değil, işleyendir. Devrimde ise işleme hızına, hız katmış, Osmanlı dönemindeki aksakları baş döndürü bir biçimde aşmıştır. O dönemlerde sözcüklerle dalga geçenleri biliyoruz, onların torunları aynı işleri bugün dedelerini aratmaksızın sürdürmektedir. Biz bunların uzağında çalışmalarımızı kararlılıkla sürdürüyoruz. Nurullah Ataç’ın 1945′de dediği gibi;
Dili değiştirmeye kalkan biz değiliz ki! Bu dil eñ aşağı yüz yıldan beri boyuna değişiyor. Niçin değişiyor? Bir kişi öyle dilemiş, buyurmuş da onun için mi değişiyor? Olur mu öyle nen? Yüz yıldan beri boyuna değişiyorsa demek ki bir sıkıntısı vâr, kendi kendine yetmiyor, kendini beğenmiyor; sınırları dar geliyor da onları genişletmek istiyor.
Yaptıklarımız konusunda en sık altığımız eleştirilerden biri de, sözcüklerin bu yerlik (web sitesi) dışına çıkamayacak olması, yazdıklarımız ile sınırlı kalacağıdır. Oysa yañılmaktadırlar. Biliyoruz ki, sözcüğün dile yerleşmesi yazı dilinde başlar.
Falih Rıfkı Atay’ın bir eleştirisi şöyle; “Özleştirmeciler sayoğur, say yerde uygurlarlar mı bunu? Nerede! Kadar derler değin yazarlar. Bir defa derler bir kez yazarlar. Tabiî der doğal yazarlar. Konuşurken, üniverisiteler muhar olmalıdır derler de iş yazmaya gelince muhtarı da muhtariyeti de kapı dışarı edip özerk derler. Öyle ise bu kişilerde içtenlik diye birnen aramak koca bir yalandır.”
Eleştirilerde adı geçen sözcükleri, şimdilerde sıradan, alışıla gelmiş bir biçimde kullanıyor, hiç de yadırgamıyoruz. İşte bu yüzden özleştirme yazıda başlar. Bu yerlikte yazılan yazılar gibi, günlük yaşantımızda konuşmuyoruz. Bunu beklemek de yanlış olur. Biz de sıradan kişileriz, yeni sözcükleri önce yazımızda diriltiyor, soñra yaşantımıza sokuyoruz. Gün gelecek, bizimle dalga geçilen sözcükler sıradanlaşacak. Toplum dili ile dalga geçen aydın kesimi sürekli olacaktır, ançıp biliniz ki, bunların çabası boşunadır, dil devrimi durdurulamaz.
“Türkçemizin güzel âhengini, ceviz çuvalı boşaltırken çıkan takur tukur seslere boğmakta, örneğin o cânım rüyâ’yı çüşten farkı olmayan düş, hâtırayı anı kılığına sokmakta midesi bulanmış insan ağzından çıkar gibi bir sesle söylenen ödül sözcüğü de dâhil bir dil çorbası oluşturmaktadırlar. Oysa bizim alışkın olduğumuz sözcükler velevki yabancı bir dilden aktarılmış bile olsalar bu garçlı gırçlı lâflara hem zevk hem âhenk bakımından yüz defa müreccahtır.” diyen aydınlarımız da olmuştur. A. Fenik gibi, F. Baysal gibi, E. Bayrakdaroğlu gibi.
Toplum dili böyle aşağılanmaları yaşasa da özleştirme tüm hızıyla sürmüştür, sürmektedirde… Dr. Kâmile İmer’in yaptığı araştırmalara göre, 1931 yılıñda bir güncedeki çav (haber) dilindeki Türkçe oranı %35′lerde imiş. 1965′li yıllarda bu oran %60′lara dek çıkmış. 10 yıl soñra %70′leri bulan bu oran 1981′de %80′leri görmüş. Dil devrimini benimseyen yazarlarda ise bu oran %92′lerdeymiş.
Doyumsuz bir dil için %98-99 oranıñda öz dilden sözcük olmalıdır. Bu böyle oluncaya dek de özleştirme sürecektir. Çünkü biz biliyoruz ki, dildeki yad sözcükler, çorbaya atılan tuza benzer. Tuz fazla olursa yemeğin tadı kaçar, az olursa da yemek tatsız olur.
Gökbey ULUÇ
KAYNAKCA:
Tahsin Yücel, Dil Devrimi ve Sonuçları, betler 36,48,64,70,149
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, betler 119-146
Nurullah Ataç, Ataç, bet 113
Dr. Kâmile İmer, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, bet 68
Öz türkçecilere göre, tüm sözcüklerin özü olmalıdır. Dil tümden arınmalı, yüzde yüz arı olmalıdır. Yaşayan türkçecilere göre ise, kökleşmiş, dile girmiş, karşılığı dilde olmayan sözcükler yad (yabancı) olabilir.
Oysa biz topluluk olarak bunlarıñ ortasında bir yerdeyiz. Yüzde yüz arı bir dilin olmayacağını bilir, böylesine boş düşler görmeyiz. Buna karşın, dilimizi kısırmış gibi bir kıyıya atmaz, türetme gücünden yararlanır, yad kavramlara karşılık buluruz.
Kullandığımız sözcükler yüzünden katı eleştiriler alıyoruz. Oysa kullandıklarımızın neredeyse tümü Türkçe’nin öz söz vârlığıdır. Bunları ya Asya’daki soydaşlarımızın dilinden ya Anadolu ağzından ya da eski Türkçe’den diriltmekteyiz.
Özellikle diriltme konusunda Ziya Gökalp’in dizelerini sıklıkla önümüze atmaktadırlar.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Oysa bu dizeleri kendi yazmamışcasına, “mefkūre, şe’niyet, selikıyyat” gibi bir yığın yad kökenli sözcük “uydurmakta” herhangi bir sakınca görmez. Bu arada, kendi ilginç yaratılarının dilimize yerleşmesini beklerken, “tanık, sayrı…” gibi öz Türkçe sözcükleriñ hiçbir oğur (zaman) yeñiden diriltiliyemeceklerini “günaydın” gibi bir Türkçe sözcüğün tutunmasınıñ olanaksız olduğunu kesinler. Ziya Gökalp’in katkıları vardır kuşkusuz ançıp (ama) böyle ilginç davranışlarıyla da önümüzü kesmektedir.
Dil Devrimi, bitmiş değil. Dildeki yad söz oranı %98-99 oranlarına çıkıncaya dek sürecektir. Dil durağan değil, işleyendir. Devrimde ise işleme hızına, hız katmış, Osmanlı dönemindeki aksakları baş döndürü bir biçimde aşmıştır. O dönemlerde sözcüklerle dalga geçenleri biliyoruz, onların torunları aynı işleri bugün dedelerini aratmaksızın sürdürmektedir. Biz bunların uzağında çalışmalarımızı kararlılıkla sürdürüyoruz. Nurullah Ataç’ın 1945′de dediği gibi;
Dili değiştirmeye kalkan biz değiliz ki! Bu dil eñ aşağı yüz yıldan beri boyuna değişiyor. Niçin değişiyor? Bir kişi öyle dilemiş, buyurmuş da onun için mi değişiyor? Olur mu öyle nen? Yüz yıldan beri boyuna değişiyorsa demek ki bir sıkıntısı vâr, kendi kendine yetmiyor, kendini beğenmiyor; sınırları dar geliyor da onları genişletmek istiyor.
Yaptıklarımız konusunda en sık altığımız eleştirilerden biri de, sözcüklerin bu yerlik (web sitesi) dışına çıkamayacak olması, yazdıklarımız ile sınırlı kalacağıdır. Oysa yañılmaktadırlar. Biliyoruz ki, sözcüğün dile yerleşmesi yazı dilinde başlar.
Falih Rıfkı Atay’ın bir eleştirisi şöyle; “Özleştirmeciler sayoğur, say yerde uygurlarlar mı bunu? Nerede! Kadar derler değin yazarlar. Bir defa derler bir kez yazarlar. Tabiî der doğal yazarlar. Konuşurken, üniverisiteler muhar olmalıdır derler de iş yazmaya gelince muhtarı da muhtariyeti de kapı dışarı edip özerk derler. Öyle ise bu kişilerde içtenlik diye birnen aramak koca bir yalandır.”
Eleştirilerde adı geçen sözcükleri, şimdilerde sıradan, alışıla gelmiş bir biçimde kullanıyor, hiç de yadırgamıyoruz. İşte bu yüzden özleştirme yazıda başlar. Bu yerlikte yazılan yazılar gibi, günlük yaşantımızda konuşmuyoruz. Bunu beklemek de yanlış olur. Biz de sıradan kişileriz, yeni sözcükleri önce yazımızda diriltiyor, soñra yaşantımıza sokuyoruz. Gün gelecek, bizimle dalga geçilen sözcükler sıradanlaşacak. Toplum dili ile dalga geçen aydın kesimi sürekli olacaktır, ançıp biliniz ki, bunların çabası boşunadır, dil devrimi durdurulamaz.
“Türkçemizin güzel âhengini, ceviz çuvalı boşaltırken çıkan takur tukur seslere boğmakta, örneğin o cânım rüyâ’yı çüşten farkı olmayan düş, hâtırayı anı kılığına sokmakta midesi bulanmış insan ağzından çıkar gibi bir sesle söylenen ödül sözcüğü de dâhil bir dil çorbası oluşturmaktadırlar. Oysa bizim alışkın olduğumuz sözcükler velevki yabancı bir dilden aktarılmış bile olsalar bu garçlı gırçlı lâflara hem zevk hem âhenk bakımından yüz defa müreccahtır.” diyen aydınlarımız da olmuştur. A. Fenik gibi, F. Baysal gibi, E. Bayrakdaroğlu gibi.
Toplum dili böyle aşağılanmaları yaşasa da özleştirme tüm hızıyla sürmüştür, sürmektedirde… Dr. Kâmile İmer’in yaptığı araştırmalara göre, 1931 yılıñda bir güncedeki çav (haber) dilindeki Türkçe oranı %35′lerde imiş. 1965′li yıllarda bu oran %60′lara dek çıkmış. 10 yıl soñra %70′leri bulan bu oran 1981′de %80′leri görmüş. Dil devrimini benimseyen yazarlarda ise bu oran %92′lerdeymiş.
Doyumsuz bir dil için %98-99 oranıñda öz dilden sözcük olmalıdır. Bu böyle oluncaya dek de özleştirme sürecektir. Çünkü biz biliyoruz ki, dildeki yad sözcükler, çorbaya atılan tuza benzer. Tuz fazla olursa yemeğin tadı kaçar, az olursa da yemek tatsız olur.
Gökbey ULUÇ
KAYNAKCA:
Tahsin Yücel, Dil Devrimi ve Sonuçları, betler 36,48,64,70,149
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, betler 119-146
Nurullah Ataç, Ataç, bet 113
Dr. Kâmile İmer, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, bet 68