Yeni ve Yakın Çağ'da eğitim
Genel olarak 14. yüzyıldan itibaren bilim, felsefe, eğitim ve sanat gibi alanlarda, değişik faktörlerin etkisiyle yenilik ve gelişmelerin vönü Batı’va kavmış ve bu yüzyıldan sonra her konudaki önemli ilerlemeler öncelikle.~Avrupa.-da~ gerçekleşmiştir.Batı,nın kültür hayatında 14. yüzyılda başlayan yeni düşünce filizlenmeleri 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesans adıyla bilinen sanat, bilim ve felsefe alanlarında çok köklü ve kapsamlı bir kültür hareketini meydana getirmiştir. Rönesans düşünce ye bilimde, yeni ilkeler, yöntemler ve akımların başlatıldığı yeni bir kültür ve uygarlık oluşumudur. Rönesans’la'birlikte “insan” ve “doğa” somut olarak, gerçekçi bir biçimde ele alınmıştır. Bu iki varlık alanı dini çerçevenin dışında, özgürce, yeniden insan düşüncesinin merkezine yerleştirilmiştir. Aynı zamanda yeni bir akılcılık ve hümanizm doğmuştur. Rönesans’ı izleyen Reformasyon da Orta Çağ’dan farklı olarak, dinin (Hıristiyanlığın) ilke ve kurallarının yeniden ele alınıp yorumlanmasını gündeme getirmiştir.
Batı’da Rönesans ve^ Reform hareketleri eğitim anlayış ve pratiğinde önemli değişmelere yol açmıştır. Eğitimde de doğaya yönelme ve hümanizma yeni eğitim felsefeleri olarak ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde daha özgür, gerçekçi yaklaşımlar, ilkeler ortaya koyan, insanı bedensel ve zihinsel nitelikleriyle daha iyi kavrayan, Orta Çağ’daki eğitim anlayış ve uygulamalarını kıyasıya eleştiren belli başlı eğitimci-düşünürler olarak örneğin Erasmus, Rabelais, Montaigne, Fenelon ve Ratke sayılabilir.
HollandalI bir filozof olan Erasmus (1469-1536), Rönesans’ın ilk büyük hümanisti kabul edilir. Erasmus eğitime dolaylı olarak yer vermiştir. Eski Yunan klasiklerinin okullarda okutulmasını, insanın dolayısıyla çocuğun iyi incelenmesini, tanınmasını savunmuş, eğitimde görgü kurallarının öğretilmesine büyük önem vermiş, güzel sanatlar, felsefe ve klasik dillerin programlara alınıp öğretilmesini istemiştir. Standart hale getirilmiş, dogmatik bilgilere ve ezberciliğe karşı çıkmıştır.
Bir Fransız düşünürü olan Rabelais de (1494-1555) Öncelikle skolastik düşünce ve yöntemlere karşı tavır almıştır. Ona göre skolâstik eğitim-öğretim insanın ruhsal yapısını, körleştirir, kısırlaştırır. Onun için eski öğretim yöntemlerinin düşmanı olmuştur, Orta Çağ ^dogmatizmine, taassuba savaş açmıştır. Rabelais’ye göre eğitimde ezbere dayalı, temelsiz, deneysiz bilgiler değil, insanı tüm varlığı ile kavrayan, doğal gözlem ve deneylere yönelen dolayısıyla doğaya dair somut bilgileri içeren bir öğretim gereklidir. Düşünce özgürlüğünü ve hoşgörüyü savunur. İnsan bedeninin, yaşamının, özgürlüklerinin eğitimde göz ardı edilemeyeceğini, deneysel ve yaşantıyı esas alan yöntemlerin kullanılmasını belirtmiştir. Yenileştirici, yaratıcı, geliştirici bir eğitim felsefesini savunmuştur. Rabelais bu düşünceleri ile Özellikle Locke ve Rousseau üzerinde etkili olmuştur. Eğitim konusundaki düşüncelerini “Gargantua” adlı eserinde sergilemiştir. Gargantua’da (romanda kahramanın adı) skolâstik yöntemlerle yetiştirilmiş bir gencin budalalıkları, yanlışlıklan çok çarpıcı bir dille anlatılmaktadır (Rabelais, 1973). \
Ünlü bir Fransız hümanisti olan MontaignWl 533-1592) çok bilinen “Denemeler” inde “Her şeyden önce ben kendimi araştınyorum” diyerek tüm düşünceye incelemelerinin odak noktasına kendisini dolayısıyla “insan” ı yerleştiriyohhkJBöyleGerKendisi aracılığıyla inşam anlamak, kavramak ve açıklamak istiyordu. Montaigne’inin düşünce dünyasında eğitime büyük bir yer ayrılmıştı. Ona göre erdem, doğal yaşama, doğaya uymadır. Bireyin doğal nitelikleri akıl ve toplumsal zorunluluklardan önce gelir. Kum, köksüz, insana yarar sağlamayan bilgiler önemli değildir. Dersler birer araçtır, temel amaç inşam yoğurmak, geliştirmektir. Ona göre çocuk soyut bilgilerle doldurulacak bir kap değil, harekete geçirilecek veya belki yakılacak bir ateştir.
Montaigne, genel eğitimi (okul eğitimi) verimsiz bulmuş, bireysel, özel eğitimi savunmuştur. Çocuğun kendisine özgü nitelikleri ancak özel eğitimle dikkate alınabilir. Amaç standart kimseler yetiştirmek değil, bireyi tüm yönleriyle kavramak, işlemek, geliştirmek ve zenginleştirmektir. Rabelais’de olduğu gibi bilgiler deneysel yollarla, yaşamayla kazamlabilir (Montaigne, 1974).
Fénelon (1651-1715) ve Ratke (1571-1635) daha çok 17. yüzyıl eğitimine katkıda bulunmuşlardır. Fénelon, eğitimin ilk yaşlardan başlatılmasının zorunluluğunu, eğitimde merak ve taklit duygularının önemini, ailedeki mutluluk ve uyum açısından kız çocuklarının da eğitilmesinin gerekliliğini vurgulamıştır. Ratke, eğitim tarihinde özellikle yöntem alanındaki katkıları ve Alman ulusal eğitiminin programlanması konusundaki çalışmalarıyla tanınmıştır. En orijinal yanı da (yaşadığı çağa göre), Batı’da ilk kez “anadiP’le öğretim yapmanın fayda ve gereğini savunmuş olmasıdır. O da eğitimde ezbere karşı koymuş, deney ve tümevarımla öğrenmeyi esas almış, eğitimde zor ve baskıyı reddetmiştir.
17. yüzyılda eğitim tarihindeki katkılarıyla tanınan iki büyük isim daha vardır: Locke ve Comenius. Doğu Avrupalı bir eğitimci olan Comenius (Komensky, 1592-1670), eğitim tarihinde çok ayrı ve önemli bir yere sahiptir. Pedagojinin kurucularından sayılır. Eğitimde özellikle “yöntem” konusundaki eserleri ve çalışmalarıyla tanınmıştır. Onun pedagojinin kurucuları arasında sayılmasında en önemli neden yazdığı “Didacdica Magna” (Büyük öğretim Metodu) adlı eserdir (Comenius, 1964). Bu, öğretimde ilk sistemli, kapsamlı ve ayrıntılı metot kitabıdır. Çok üretken bir yazar olan Comenius en çok eğitimde yöntemle ilgili eserler vermiştir.
Comenius, ilköğretimin tüm yurttaşlar için gerekli olduğunu, dolayısıyla eğitimde eşitlik ilkesini savunmuştur. Comenius bilgileri üç grupta toplamıştır: 1) Bilimsel bilgiler, 2) Ahlak ve erdemle ilgili bilgiler, 3) Tanrı sevgisi ve bilgisi. İnsanoğlu bu bilgilerle dünyaya gelmez fakat onları edinecek potansiyele sahiptir ki, bu da eğitimle olabilir.
Comenius, ilk kez bugünküne benzer biçimde olmak üzere, öğretim basamaklarını dörde ayırmıştır: 1) Anaokulları (bugünkü okul öncesi), 2) Genel ilkokullar, 3) Jimnazlar
(ortaöğretim), 4) Akademiler (üniversite ve yüksekokullar). Comenius’a göre eğitim süreci böylelikle 24 yıl sürecektir.
Öğretim ilke ve teknikleri açısından , “somuttan soyuta”, ’’bilinenden bilinmeyene”, gibi ilkeler önermiş, kelimeleri eşyalar veya onların resimleriyle birlikte gösterip kavratmak, bilgileri şekil ve resimlerle somutlaştırmak istemiş, dolayısıyla ders kitaplarının bu ilkeye göre yazılmasını ileri sürmüştür. Bu bakımdan, halen ilköğretimdeki kitaplar Comenius’un üç yüz yıl önce ortaya koyduğu ilkeye göre yazılıp basılmaktadır. Comenius’un bu önerileri o dönem için çok yeni, ileri düşünceler içeriyordu.
Eğitim yöntemleri, ilkeleri üzerinde en çok kafa yoran düşünürlerden birisi de Locke’dur. Locke’un eğitim alanında en ünlü ve etkili olmuş yanı, bilgi elde etme konusundaki duyumculuğu (sansüalizm) ile insan zihnini başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış, boş, temiz bir levhaya benzetmesidir (Tabula Rasa). Ona göre insan zihninde depolanmış olarak doğuştan hiçbir bilgi yoktur, kazanılan tüm bilgilerin temeli yaşantılardır, deneylerdir. Doğuştan gelen bilgi ve düşüncelere karşı çıkmıştır. Duyular yoluyla alınan bilgiler bu boş, beyaz levha üzerinde iz bırakır. Dıştan ve içten gelen etkiler, izlenimler oraya yerleşir. İşte öğrenme denilen olay da budur. Locke eğitimde önceden yaygın olarak kabul gören akımlara karşı (idealizm, dogmatizm gibi) deneyciliği (eksperimantalizm), görgücülüğü (ampirizm) dolaylı olarak savunmaktadır. Çünkü bu akımların temelinde duyumculuk yatmaktadır. Tüm varlıklan, nesneleri duyu organlan kanalıyla algılayıp kavrayabiliriz. Zihnimizdeki her şeyin kaynağı dışarıdan aldığımız duyumlardır. Bu nedenle eğitimde zengin yaşantılar, gözlemler esas alınmalıdır. Locke, eğitimde fayda kavramını da ön planda tutmuştur.
Aynca Locke eğitime, öğretimden daha fazla önem vermiştir. Eğitsel ve ahlaki gelişim soyut olarak bilgilenmeden daha değerlidir. Ahlak eğitiminde de “örnek davranışlar önemlidir. Çocuklara yeni öğretilenler daha önce öğrendiklerine dayandırılmalıdır. Ona göre çok bilmek yerine “doğru düşünmek” ve “doğru bilmek” daha önemlidir.
18. yüzyılda eğitim alanındaki en önemli düşünür Rousseau’dur (1712-1778). Rousseau, Ratke, Montaigne, Rabelais ve Locke gibi eğitimci düşünürlerin başlattığı çizgi üzerinde bulunmaktadır. Bunlara nazaran Rousseau eğitimde kesin bir dönmeci temsil etmektedir. Pedagojide çok köklü değişiklere yol açmıştır. Bu nedenle onun yaptıklarım bazılan pedagojide ihtilal, devrim olarak ifade etmişlerdir.
Rousseau’ya gelinceye kadarki eğitim (yukarıda bahsettiğimiz düşünürlerin görüşleri ayn tutulursa) genel hatlanyla insanı bedenen ve ruhen belli bir kalıba “modef’e göre yetiştiren, onu bu kalıp içinde görmek isteyen, dolayısıyla insanın gelişmesini bir bakıma engelleyen ezberci, baskıcı, şekilci, otoriter bir eğitimdir. Rousseau, bireyin bedenen ve zihnen tam anlamıyla özgürlük içinde eğitilmesini, bireyliğin gelişmesini esas almıştır. Ona göre eğitim çocuğun doğallığını yitirmesine yol açmamalıdır. Geçmişte eğitim sırasında çocuğun doğallığı ve duygu dünyası hiç hesaba katılmamıştır. Çocuğu hep kendimiz gibi görmüş ve nasıl olmasını istemişsek öyle olmasına çalışmtşızdır. Hâlbuki çocuk büyüklerin nicelikçe küçültülmüş bir biçimi, modeli değildir. O, bizden örneğin algılama, duygu özellikleri bakımından çok farklıdır. Çocuğun dünyası ile bizimki arasında nitelik farkı vardır. Onun için eğitimde ilk yapılacak iş, bilgi, öğüt vermeye kalkmadan önce, çocuğu tanımaktır. Bu, eğitimde daha sonra “çocuğa görelik ilkesi” adını alacak bir temel öğretim ilkesidir kî, Rousseau’dan sonra günümüze kadar eğitimin en önemli ilkesi kabul edilmiştir.
Aynca Rousseau, insanın yaradılışta kötü, günahkâr olmadığım (Adem’le Havva olayına dayalı olarak Hıristiyanlığın ve kilisenin kabul ettiği doğal günah kavramı hatırlanmalıdır), “iyi” olduğunu ileri sürmüştür, İnsan yaradılışta “özgür” ve iyidir. Bozulması toplumdan gelen etkilerle veya aldığı eğitime dayalı olarak söz konusu olur.
Bilgiler, yaşantılardan, varlık ve eşyalardan yani doğrudan doğruya doğadan, yaşayarak elde edilmelidir. Çocuğu kısıtlayan tüm baskılar, cezalar kaldın imalıdır, Ahlak da nasihatle değil, ancak yaşayarak öğrenilir. Klâsik eğitim “kitap” ı ön plana alıyordu. Rousseau’da ise kitap çok gerilerde kalan bir araçtırNOna göre en eğitici araç kitap değil, doğadır. Çünkü insanlar yalan söyleyebilir, kitaplar yaîan^ şeyleri yazabilir, ama nesneler yalan söyleyemezler. Bu nedenle Rousseau, kitaptan başlayân~4nr^egitim yerine eşya ve gözlemlerden başlayan bir eğitim anlayışı ortaya koymuştur.
Rousseau, eğitim anlayışını bir coşku ile insanın kendi değerleri ve zenginliği içinde ele almakta ve bazen de romantik yaklaşımlar sergilemektedir. Rousseau bu coşkulu düşüncelerine 1762’de yayımlanan “Emile” adlı pedagojik romanda yer vermiştir (Rousseau, 1966). Emile bu coşkulu yapısı ile yayımlandığı yıllarda büyük bir heyecan yaratmış eğitim konusunda yeni ufuklar açmıştır. Bu nedenle bazı eğitim tarihçileri pedagojiyi “Rousseau’dan önce” ve “Rousseau’dan sonra” diye ayırmışlardır. Gerçekten eğitim tarihinde onun kadar derin izler bırakan eğitim düşünürü yok gibidir. Rousseau, “çocuk merkezli eğitim”i açık seçik ve etkili bir biçimde ilk kez geliştiren pedagog sayılır.
Özetle, Rousseau çocuk ve gençlerin eğitimi konusunda üç ana ilke getirmiştir denilebilir:
1. Eğitimde öncelikle çocuk doğasını dikkate alma ve bilgilenmede doğaya yönelmek, doğayı kullanmak,
2. Özgürlük ilkesi, yani çocuğu olabildiğince baskı ve şiddetten uzak ve özgür bir ortamda eğitmek,
3. Çocuğa görelik ilkesi, yani eğitimde her ne yapılacaksa çocuğun ihtiyaç ve özelliklerini, gelişim düzeyini dikkate alarak yapmak.
Daha önce bir ölçüde değinildiği gibi, pedagojinin düşünce düzeyinde bir etkinlik ve sadece bir teknik olmaktan kurtularak bir “bilim” karakteri kazanması en yoğun biçimde 19. yüzyılda hızlanmıştır diyebiliriz. Çünkü insan fizyolojik, anatomik yapısıyla bu yüzyılda daha bir netlik kazanmıştır. Bu bilgilerden hareketle bireyde “davranış değişikliği” olgusu daha bilinçli ve bilimsel bir çaba olarak gündeme getirilmiştir. İnsanın bedensel ve ruhsal açıdan “keşfi” hızlanmış, birey oldukça rasyonel, nesnel bir çerçevede ele alınabilir bir varlık olmuştur.
Bu yüzyılda Batı’da, ayrıntılara girmeden, anahtar üç isimden bahsedeceğiz. Bunlardan İsviçreli Pestalozzi (1746-1827) ilke olarak Rousseau’nun öğrencilerinden ve onun devamcılanndan sayılır. Ama o da çalışmalarıyla pedagojinin baş isimlerinden ve çığır açanlarından birisi olmuştur. Pestalozzi, gençliğinde değişik bilgi alanlarına yönelen, sonra eğitimcilikte karar kılan ve çok ilgi çekici eğitim deneylerine, uygulamalarına girişen bir pedagogdur. Hem kuramsal alanda hem de uygulama bakımından birçok yeniliğe imza atmıştır. İnsanların ve toplumlann mutluluklarını doğrudan doğruya eğitim ve öğretim görmelerine bağlamıştır.
Pedagojiye katkıları şu noktalarda belirmektedir: Pestalozzi hem güçlü bir pedagog (eğitim konularında yeni düşünceler üreten bir insan olarak) hem de iyi ve yaratıcı bir öğretmendir. Aym zamanda idealist bir insan ve inanç adamıdır. Eğitimde böylesine yüce bir inanç ve özveri olmazsa başarıya ulaşılamayacağı da kesindir. O, çocuk sevgisini öğretim yönteminin bir parçası haline getirmiştir, özellikle ilköğretim düzeyinde geniş ve ilginç uygulamalarda bulunmuştur. Pedagojinin bir “sosyal bilim” olarak bilimler ailesine katılmasını sağlayanlardandır. Bilhassa kimsesiz ve güçsüz çocuklara yönelik Özverili çalışmalarıyla (bu amaçla okullar kurmuştur) tam bir halk adamı ve eğiticisi olmuştur. Kendisinden sonrakiler için düşünceleri ile bir rehber, uygulamaları ile de bir örnek eğitimci olarak algılanmıştır.
Pestalozzi, çocuk gelişimi ile seçilecek yöntemi birbirine uydurmak istemiş* çocuğun doğal yapısı ve olgunluğuna göre yöntem belirlemenin gereğini ileri sürmüştür, öğretimde yetenekli, bilgili Öğretmenlerin yetiştirilmesi üzerinde durmuştur. Çünkü başarılı, mükemmel insanlar ancak öğretmenlerin çabalarıyla yetiştiriiebikecektir.
Pestalozzi’de “auto-éducation” (kendi kendine eğitim) kavramı da temel ilkelerden biridir. Eğitimin sosyal boyutuna da önem vermiş, aile ve sosyal çevrenin insan kişiliğinin oluşmasındaki değeri üzerinde durmuştur. Bu yönü ile tam bir halk eğitimcisidir. Eğitimde eşitlik ilkesine, yani fakir-zengin tüm bireylerin eğitilmesinin gereğine inanmıştır. Pestalozzi’deki anahtar kavramlardan biri de “sezgi”dir. Fakat bu sezgi bir etkinliğe, eyleme dayandırılmıştır. Böylece düşünce harekete dönüşmüş olmaktadır. İnsandaki ayn ayn yetenekler bu etkinliklerle gelişecektir (burada fakülte psikolojisi hatırlanmalıdır). Eğitimde etkinlik kavramına çok önem vermesinden dolayı “iş eğitimi”nin, “iş ilkesi”nin öncülerinden sayılır. İnsan kendi kendisine etkin olmalıdır. “Yetenekleri geliştirmenin en emin yolu onları harekete geçirmekten ibarettir” (Burger, 1956: 4). Pestalozzi’ye göre en iyi öğrenme yaşamın kendisidir.
Comenius’un ifade ettiği “somuttan soyuta”, “yakından uzağa”, “basitten karmaşığa” ilkelerini o da aynen benimsemiştir. Eğitimde yaşantıların, uygulamaların zorunluluğunu vurgulamıştır. Ona göre öğrenme dediğimiz olay, bu yaşantılar üzerine oturan genellemelerdir. Pestalozzi insanda üç öğe görüyor: Düşünmek, hissetmek ve yapmak. Bunları da sırasıyla “kafa” (beyin), “kalp” ve “el” kavramlarıyla sembolize etmiştir. Böylece eğitimde kafa, kalp (duygular) ve el (eylem) işbirliği biçiminde bir formül ortaya çıkmıştır. Eğitimin temeli işte bu organların eğitimi yani bunların birlikte geliştirilmesi, güçlendirilmesidir. Bu arada kafaya, yüreğe ve ele aynı oranda (birinin önceliği yok) değer verilecektir. Eğitimdeki başarılar buna bağlıdır.
Pestalozzi’ye göre eğitim sorunları toplumsal sorunlardan yani ülkenin toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlarından soyutlanmamalıdır (Pestalozzi,1962: 27).
Genel olarak 14. yüzyıldan itibaren bilim, felsefe, eğitim ve sanat gibi alanlarda, değişik faktörlerin etkisiyle yenilik ve gelişmelerin vönü Batı’va kavmış ve bu yüzyıldan sonra her konudaki önemli ilerlemeler öncelikle.~Avrupa.-da~ gerçekleşmiştir.Batı,nın kültür hayatında 14. yüzyılda başlayan yeni düşünce filizlenmeleri 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesans adıyla bilinen sanat, bilim ve felsefe alanlarında çok köklü ve kapsamlı bir kültür hareketini meydana getirmiştir. Rönesans düşünce ye bilimde, yeni ilkeler, yöntemler ve akımların başlatıldığı yeni bir kültür ve uygarlık oluşumudur. Rönesans’la'birlikte “insan” ve “doğa” somut olarak, gerçekçi bir biçimde ele alınmıştır. Bu iki varlık alanı dini çerçevenin dışında, özgürce, yeniden insan düşüncesinin merkezine yerleştirilmiştir. Aynı zamanda yeni bir akılcılık ve hümanizm doğmuştur. Rönesans’ı izleyen Reformasyon da Orta Çağ’dan farklı olarak, dinin (Hıristiyanlığın) ilke ve kurallarının yeniden ele alınıp yorumlanmasını gündeme getirmiştir.
Batı’da Rönesans ve^ Reform hareketleri eğitim anlayış ve pratiğinde önemli değişmelere yol açmıştır. Eğitimde de doğaya yönelme ve hümanizma yeni eğitim felsefeleri olarak ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde daha özgür, gerçekçi yaklaşımlar, ilkeler ortaya koyan, insanı bedensel ve zihinsel nitelikleriyle daha iyi kavrayan, Orta Çağ’daki eğitim anlayış ve uygulamalarını kıyasıya eleştiren belli başlı eğitimci-düşünürler olarak örneğin Erasmus, Rabelais, Montaigne, Fenelon ve Ratke sayılabilir.
HollandalI bir filozof olan Erasmus (1469-1536), Rönesans’ın ilk büyük hümanisti kabul edilir. Erasmus eğitime dolaylı olarak yer vermiştir. Eski Yunan klasiklerinin okullarda okutulmasını, insanın dolayısıyla çocuğun iyi incelenmesini, tanınmasını savunmuş, eğitimde görgü kurallarının öğretilmesine büyük önem vermiş, güzel sanatlar, felsefe ve klasik dillerin programlara alınıp öğretilmesini istemiştir. Standart hale getirilmiş, dogmatik bilgilere ve ezberciliğe karşı çıkmıştır.
Bir Fransız düşünürü olan Rabelais de (1494-1555) Öncelikle skolastik düşünce ve yöntemlere karşı tavır almıştır. Ona göre skolâstik eğitim-öğretim insanın ruhsal yapısını, körleştirir, kısırlaştırır. Onun için eski öğretim yöntemlerinin düşmanı olmuştur, Orta Çağ ^dogmatizmine, taassuba savaş açmıştır. Rabelais’ye göre eğitimde ezbere dayalı, temelsiz, deneysiz bilgiler değil, insanı tüm varlığı ile kavrayan, doğal gözlem ve deneylere yönelen dolayısıyla doğaya dair somut bilgileri içeren bir öğretim gereklidir. Düşünce özgürlüğünü ve hoşgörüyü savunur. İnsan bedeninin, yaşamının, özgürlüklerinin eğitimde göz ardı edilemeyeceğini, deneysel ve yaşantıyı esas alan yöntemlerin kullanılmasını belirtmiştir. Yenileştirici, yaratıcı, geliştirici bir eğitim felsefesini savunmuştur. Rabelais bu düşünceleri ile Özellikle Locke ve Rousseau üzerinde etkili olmuştur. Eğitim konusundaki düşüncelerini “Gargantua” adlı eserinde sergilemiştir. Gargantua’da (romanda kahramanın adı) skolâstik yöntemlerle yetiştirilmiş bir gencin budalalıkları, yanlışlıklan çok çarpıcı bir dille anlatılmaktadır (Rabelais, 1973). \
Ünlü bir Fransız hümanisti olan MontaignWl 533-1592) çok bilinen “Denemeler” inde “Her şeyden önce ben kendimi araştınyorum” diyerek tüm düşünceye incelemelerinin odak noktasına kendisini dolayısıyla “insan” ı yerleştiriyohhkJBöyleGerKendisi aracılığıyla inşam anlamak, kavramak ve açıklamak istiyordu. Montaigne’inin düşünce dünyasında eğitime büyük bir yer ayrılmıştı. Ona göre erdem, doğal yaşama, doğaya uymadır. Bireyin doğal nitelikleri akıl ve toplumsal zorunluluklardan önce gelir. Kum, köksüz, insana yarar sağlamayan bilgiler önemli değildir. Dersler birer araçtır, temel amaç inşam yoğurmak, geliştirmektir. Ona göre çocuk soyut bilgilerle doldurulacak bir kap değil, harekete geçirilecek veya belki yakılacak bir ateştir.
Montaigne, genel eğitimi (okul eğitimi) verimsiz bulmuş, bireysel, özel eğitimi savunmuştur. Çocuğun kendisine özgü nitelikleri ancak özel eğitimle dikkate alınabilir. Amaç standart kimseler yetiştirmek değil, bireyi tüm yönleriyle kavramak, işlemek, geliştirmek ve zenginleştirmektir. Rabelais’de olduğu gibi bilgiler deneysel yollarla, yaşamayla kazamlabilir (Montaigne, 1974).
Fénelon (1651-1715) ve Ratke (1571-1635) daha çok 17. yüzyıl eğitimine katkıda bulunmuşlardır. Fénelon, eğitimin ilk yaşlardan başlatılmasının zorunluluğunu, eğitimde merak ve taklit duygularının önemini, ailedeki mutluluk ve uyum açısından kız çocuklarının da eğitilmesinin gerekliliğini vurgulamıştır. Ratke, eğitim tarihinde özellikle yöntem alanındaki katkıları ve Alman ulusal eğitiminin programlanması konusundaki çalışmalarıyla tanınmıştır. En orijinal yanı da (yaşadığı çağa göre), Batı’da ilk kez “anadiP’le öğretim yapmanın fayda ve gereğini savunmuş olmasıdır. O da eğitimde ezbere karşı koymuş, deney ve tümevarımla öğrenmeyi esas almış, eğitimde zor ve baskıyı reddetmiştir.
17. yüzyılda eğitim tarihindeki katkılarıyla tanınan iki büyük isim daha vardır: Locke ve Comenius. Doğu Avrupalı bir eğitimci olan Comenius (Komensky, 1592-1670), eğitim tarihinde çok ayrı ve önemli bir yere sahiptir. Pedagojinin kurucularından sayılır. Eğitimde özellikle “yöntem” konusundaki eserleri ve çalışmalarıyla tanınmıştır. Onun pedagojinin kurucuları arasında sayılmasında en önemli neden yazdığı “Didacdica Magna” (Büyük öğretim Metodu) adlı eserdir (Comenius, 1964). Bu, öğretimde ilk sistemli, kapsamlı ve ayrıntılı metot kitabıdır. Çok üretken bir yazar olan Comenius en çok eğitimde yöntemle ilgili eserler vermiştir.
Comenius, ilköğretimin tüm yurttaşlar için gerekli olduğunu, dolayısıyla eğitimde eşitlik ilkesini savunmuştur. Comenius bilgileri üç grupta toplamıştır: 1) Bilimsel bilgiler, 2) Ahlak ve erdemle ilgili bilgiler, 3) Tanrı sevgisi ve bilgisi. İnsanoğlu bu bilgilerle dünyaya gelmez fakat onları edinecek potansiyele sahiptir ki, bu da eğitimle olabilir.
Comenius, ilk kez bugünküne benzer biçimde olmak üzere, öğretim basamaklarını dörde ayırmıştır: 1) Anaokulları (bugünkü okul öncesi), 2) Genel ilkokullar, 3) Jimnazlar
(ortaöğretim), 4) Akademiler (üniversite ve yüksekokullar). Comenius’a göre eğitim süreci böylelikle 24 yıl sürecektir.
Öğretim ilke ve teknikleri açısından , “somuttan soyuta”, ’’bilinenden bilinmeyene”, gibi ilkeler önermiş, kelimeleri eşyalar veya onların resimleriyle birlikte gösterip kavratmak, bilgileri şekil ve resimlerle somutlaştırmak istemiş, dolayısıyla ders kitaplarının bu ilkeye göre yazılmasını ileri sürmüştür. Bu bakımdan, halen ilköğretimdeki kitaplar Comenius’un üç yüz yıl önce ortaya koyduğu ilkeye göre yazılıp basılmaktadır. Comenius’un bu önerileri o dönem için çok yeni, ileri düşünceler içeriyordu.
Eğitim yöntemleri, ilkeleri üzerinde en çok kafa yoran düşünürlerden birisi de Locke’dur. Locke’un eğitim alanında en ünlü ve etkili olmuş yanı, bilgi elde etme konusundaki duyumculuğu (sansüalizm) ile insan zihnini başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış, boş, temiz bir levhaya benzetmesidir (Tabula Rasa). Ona göre insan zihninde depolanmış olarak doğuştan hiçbir bilgi yoktur, kazanılan tüm bilgilerin temeli yaşantılardır, deneylerdir. Doğuştan gelen bilgi ve düşüncelere karşı çıkmıştır. Duyular yoluyla alınan bilgiler bu boş, beyaz levha üzerinde iz bırakır. Dıştan ve içten gelen etkiler, izlenimler oraya yerleşir. İşte öğrenme denilen olay da budur. Locke eğitimde önceden yaygın olarak kabul gören akımlara karşı (idealizm, dogmatizm gibi) deneyciliği (eksperimantalizm), görgücülüğü (ampirizm) dolaylı olarak savunmaktadır. Çünkü bu akımların temelinde duyumculuk yatmaktadır. Tüm varlıklan, nesneleri duyu organlan kanalıyla algılayıp kavrayabiliriz. Zihnimizdeki her şeyin kaynağı dışarıdan aldığımız duyumlardır. Bu nedenle eğitimde zengin yaşantılar, gözlemler esas alınmalıdır. Locke, eğitimde fayda kavramını da ön planda tutmuştur.
Aynca Locke eğitime, öğretimden daha fazla önem vermiştir. Eğitsel ve ahlaki gelişim soyut olarak bilgilenmeden daha değerlidir. Ahlak eğitiminde de “örnek davranışlar önemlidir. Çocuklara yeni öğretilenler daha önce öğrendiklerine dayandırılmalıdır. Ona göre çok bilmek yerine “doğru düşünmek” ve “doğru bilmek” daha önemlidir.
18. yüzyılda eğitim alanındaki en önemli düşünür Rousseau’dur (1712-1778). Rousseau, Ratke, Montaigne, Rabelais ve Locke gibi eğitimci düşünürlerin başlattığı çizgi üzerinde bulunmaktadır. Bunlara nazaran Rousseau eğitimde kesin bir dönmeci temsil etmektedir. Pedagojide çok köklü değişiklere yol açmıştır. Bu nedenle onun yaptıklarım bazılan pedagojide ihtilal, devrim olarak ifade etmişlerdir.
Rousseau’ya gelinceye kadarki eğitim (yukarıda bahsettiğimiz düşünürlerin görüşleri ayn tutulursa) genel hatlanyla insanı bedenen ve ruhen belli bir kalıba “modef’e göre yetiştiren, onu bu kalıp içinde görmek isteyen, dolayısıyla insanın gelişmesini bir bakıma engelleyen ezberci, baskıcı, şekilci, otoriter bir eğitimdir. Rousseau, bireyin bedenen ve zihnen tam anlamıyla özgürlük içinde eğitilmesini, bireyliğin gelişmesini esas almıştır. Ona göre eğitim çocuğun doğallığını yitirmesine yol açmamalıdır. Geçmişte eğitim sırasında çocuğun doğallığı ve duygu dünyası hiç hesaba katılmamıştır. Çocuğu hep kendimiz gibi görmüş ve nasıl olmasını istemişsek öyle olmasına çalışmtşızdır. Hâlbuki çocuk büyüklerin nicelikçe küçültülmüş bir biçimi, modeli değildir. O, bizden örneğin algılama, duygu özellikleri bakımından çok farklıdır. Çocuğun dünyası ile bizimki arasında nitelik farkı vardır. Onun için eğitimde ilk yapılacak iş, bilgi, öğüt vermeye kalkmadan önce, çocuğu tanımaktır. Bu, eğitimde daha sonra “çocuğa görelik ilkesi” adını alacak bir temel öğretim ilkesidir kî, Rousseau’dan sonra günümüze kadar eğitimin en önemli ilkesi kabul edilmiştir.
Aynca Rousseau, insanın yaradılışta kötü, günahkâr olmadığım (Adem’le Havva olayına dayalı olarak Hıristiyanlığın ve kilisenin kabul ettiği doğal günah kavramı hatırlanmalıdır), “iyi” olduğunu ileri sürmüştür, İnsan yaradılışta “özgür” ve iyidir. Bozulması toplumdan gelen etkilerle veya aldığı eğitime dayalı olarak söz konusu olur.
Bilgiler, yaşantılardan, varlık ve eşyalardan yani doğrudan doğruya doğadan, yaşayarak elde edilmelidir. Çocuğu kısıtlayan tüm baskılar, cezalar kaldın imalıdır, Ahlak da nasihatle değil, ancak yaşayarak öğrenilir. Klâsik eğitim “kitap” ı ön plana alıyordu. Rousseau’da ise kitap çok gerilerde kalan bir araçtırNOna göre en eğitici araç kitap değil, doğadır. Çünkü insanlar yalan söyleyebilir, kitaplar yaîan^ şeyleri yazabilir, ama nesneler yalan söyleyemezler. Bu nedenle Rousseau, kitaptan başlayân~4nr^egitim yerine eşya ve gözlemlerden başlayan bir eğitim anlayışı ortaya koymuştur.
Rousseau, eğitim anlayışını bir coşku ile insanın kendi değerleri ve zenginliği içinde ele almakta ve bazen de romantik yaklaşımlar sergilemektedir. Rousseau bu coşkulu düşüncelerine 1762’de yayımlanan “Emile” adlı pedagojik romanda yer vermiştir (Rousseau, 1966). Emile bu coşkulu yapısı ile yayımlandığı yıllarda büyük bir heyecan yaratmış eğitim konusunda yeni ufuklar açmıştır. Bu nedenle bazı eğitim tarihçileri pedagojiyi “Rousseau’dan önce” ve “Rousseau’dan sonra” diye ayırmışlardır. Gerçekten eğitim tarihinde onun kadar derin izler bırakan eğitim düşünürü yok gibidir. Rousseau, “çocuk merkezli eğitim”i açık seçik ve etkili bir biçimde ilk kez geliştiren pedagog sayılır.
Özetle, Rousseau çocuk ve gençlerin eğitimi konusunda üç ana ilke getirmiştir denilebilir:
1. Eğitimde öncelikle çocuk doğasını dikkate alma ve bilgilenmede doğaya yönelmek, doğayı kullanmak,
2. Özgürlük ilkesi, yani çocuğu olabildiğince baskı ve şiddetten uzak ve özgür bir ortamda eğitmek,
3. Çocuğa görelik ilkesi, yani eğitimde her ne yapılacaksa çocuğun ihtiyaç ve özelliklerini, gelişim düzeyini dikkate alarak yapmak.
Daha önce bir ölçüde değinildiği gibi, pedagojinin düşünce düzeyinde bir etkinlik ve sadece bir teknik olmaktan kurtularak bir “bilim” karakteri kazanması en yoğun biçimde 19. yüzyılda hızlanmıştır diyebiliriz. Çünkü insan fizyolojik, anatomik yapısıyla bu yüzyılda daha bir netlik kazanmıştır. Bu bilgilerden hareketle bireyde “davranış değişikliği” olgusu daha bilinçli ve bilimsel bir çaba olarak gündeme getirilmiştir. İnsanın bedensel ve ruhsal açıdan “keşfi” hızlanmış, birey oldukça rasyonel, nesnel bir çerçevede ele alınabilir bir varlık olmuştur.
Bu yüzyılda Batı’da, ayrıntılara girmeden, anahtar üç isimden bahsedeceğiz. Bunlardan İsviçreli Pestalozzi (1746-1827) ilke olarak Rousseau’nun öğrencilerinden ve onun devamcılanndan sayılır. Ama o da çalışmalarıyla pedagojinin baş isimlerinden ve çığır açanlarından birisi olmuştur. Pestalozzi, gençliğinde değişik bilgi alanlarına yönelen, sonra eğitimcilikte karar kılan ve çok ilgi çekici eğitim deneylerine, uygulamalarına girişen bir pedagogdur. Hem kuramsal alanda hem de uygulama bakımından birçok yeniliğe imza atmıştır. İnsanların ve toplumlann mutluluklarını doğrudan doğruya eğitim ve öğretim görmelerine bağlamıştır.
Pedagojiye katkıları şu noktalarda belirmektedir: Pestalozzi hem güçlü bir pedagog (eğitim konularında yeni düşünceler üreten bir insan olarak) hem de iyi ve yaratıcı bir öğretmendir. Aym zamanda idealist bir insan ve inanç adamıdır. Eğitimde böylesine yüce bir inanç ve özveri olmazsa başarıya ulaşılamayacağı da kesindir. O, çocuk sevgisini öğretim yönteminin bir parçası haline getirmiştir, özellikle ilköğretim düzeyinde geniş ve ilginç uygulamalarda bulunmuştur. Pedagojinin bir “sosyal bilim” olarak bilimler ailesine katılmasını sağlayanlardandır. Bilhassa kimsesiz ve güçsüz çocuklara yönelik Özverili çalışmalarıyla (bu amaçla okullar kurmuştur) tam bir halk adamı ve eğiticisi olmuştur. Kendisinden sonrakiler için düşünceleri ile bir rehber, uygulamaları ile de bir örnek eğitimci olarak algılanmıştır.
Pestalozzi, çocuk gelişimi ile seçilecek yöntemi birbirine uydurmak istemiş* çocuğun doğal yapısı ve olgunluğuna göre yöntem belirlemenin gereğini ileri sürmüştür, öğretimde yetenekli, bilgili Öğretmenlerin yetiştirilmesi üzerinde durmuştur. Çünkü başarılı, mükemmel insanlar ancak öğretmenlerin çabalarıyla yetiştiriiebikecektir.
Pestalozzi’de “auto-éducation” (kendi kendine eğitim) kavramı da temel ilkelerden biridir. Eğitimin sosyal boyutuna da önem vermiş, aile ve sosyal çevrenin insan kişiliğinin oluşmasındaki değeri üzerinde durmuştur. Bu yönü ile tam bir halk eğitimcisidir. Eğitimde eşitlik ilkesine, yani fakir-zengin tüm bireylerin eğitilmesinin gereğine inanmıştır. Pestalozzi’deki anahtar kavramlardan biri de “sezgi”dir. Fakat bu sezgi bir etkinliğe, eyleme dayandırılmıştır. Böylece düşünce harekete dönüşmüş olmaktadır. İnsandaki ayn ayn yetenekler bu etkinliklerle gelişecektir (burada fakülte psikolojisi hatırlanmalıdır). Eğitimde etkinlik kavramına çok önem vermesinden dolayı “iş eğitimi”nin, “iş ilkesi”nin öncülerinden sayılır. İnsan kendi kendisine etkin olmalıdır. “Yetenekleri geliştirmenin en emin yolu onları harekete geçirmekten ibarettir” (Burger, 1956: 4). Pestalozzi’ye göre en iyi öğrenme yaşamın kendisidir.
Comenius’un ifade ettiği “somuttan soyuta”, “yakından uzağa”, “basitten karmaşığa” ilkelerini o da aynen benimsemiştir. Eğitimde yaşantıların, uygulamaların zorunluluğunu vurgulamıştır. Ona göre öğrenme dediğimiz olay, bu yaşantılar üzerine oturan genellemelerdir. Pestalozzi insanda üç öğe görüyor: Düşünmek, hissetmek ve yapmak. Bunları da sırasıyla “kafa” (beyin), “kalp” ve “el” kavramlarıyla sembolize etmiştir. Böylece eğitimde kafa, kalp (duygular) ve el (eylem) işbirliği biçiminde bir formül ortaya çıkmıştır. Eğitimin temeli işte bu organların eğitimi yani bunların birlikte geliştirilmesi, güçlendirilmesidir. Bu arada kafaya, yüreğe ve ele aynı oranda (birinin önceliği yok) değer verilecektir. Eğitimdeki başarılar buna bağlıdır.
Pestalozzi’ye göre eğitim sorunları toplumsal sorunlardan yani ülkenin toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlarından soyutlanmamalıdır (Pestalozzi,1962: 27).