• Merhaba Ziyaretçi.
    "Minimalist Fotoğraflar" konulu yarışmamız başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de yarışmada görmek istiyoruz...

Adıge Pşısexer / Adıge Masalları

Suskun

V.I.P
V.I.P
ADIGE PŞISEXER veya ÇERKES MASALLARI

T’EŞÜ Mehmet Yasin Çelikkıran, Türkiye Çerkesleri içinde birçok ilke imza atmış değerli bir aydın ve yurtsever olarak tarihimize ve anılarımızda daima yerini alacaktır.

Çerkez oyunları
O Türkiye’de 60’ından sonra anadiliyle okuma yazma öğrenmiş ilk Adıge’dir. Adıge alfabesini ilk söktüğü, Anayurt Kafkasya’da basılmış Adıgece kitapları heceleye heceleye de olsa okumaya başladığı günlerdeki sevinç ve mutluluğunu herkes gözlerindeki pırıltılardan okuyabilirdi. İlkokulda okumayı söken ve göğsüne kırmızı kurdele takılan çocuklar gibiydi.

İnsan düşünmeden edemiyor; 20-30 yıl sonra bugün, içinde bulunduğumuz nisbî ve fiili özgürlük ortamında bile kendi anadilinde okuma yazmayı başararak bu hazzı tadabilmiş kaç kişi vardır acaba?

Türkiye’de ve dünyada ilk Adıgece-Türkçe ve Türkçe-Adıgece sözlükleri hazırlayıp yayımlayan odur. Çok yakınında, hatta önemli ölçüde içinde bulunduğum bu sözlük çalışmalarına ilişkin ortak anılarımızdan, rahmetli kendi yaşamında, (en azından yazılı olarak) söz etmedi. Ben de hem ona saygı duyarak, hem de daha çok uzatmamak için bu konuya ilişkin ayrıntılara girmiyorum.
Türkiye’de “Çerkes atasözleri ve deyimleri” kitabını ilk düşünüp hazırlayan ve yayımlatan yine odur. Hiç değilse yazım tekniği ve kullanılacak Latin kökenli Adıge alfabesi bakımından benim de bir nebze katkıda bulunduğum bu kitabı bir yayın sözleşmesi imzalayarak profesyonelce yayımlattığı zaman kendisini kutladığımda “Şimdi sıra Çerkes masallarında” demişti.

Evet, “Çerkes Masalları”nı Türkçe’ye çevirip yayımlamanın gerekliliğini ilk gören de O olmuştur... Ne yazık ki ömrü vefa etmemiş ve bu kitabı yayımlayamadan yaşama veda etmek zorunda kalmıştır. İlk kez O’nun düşünüp gündeme getirdiği Çerkes Masalları, O’nun ölümünden sonra başkaları tarafından yayımlanmıştır.

(Bu masallar), esas olarak Rusya Federasyonu içinde yer alan Adıgey Cumhuriyeti’ndeki Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü tarafından derlenen, değerli araştırmacı ve bilim adamı Xhut Şamseddin öncülüğünde düzenlenip 1990 yılında Maykop’ta yayımlanan Adıge Pşısexer / Adıge Masalları adlı kitaptan yapılmış bir seçkidir. Kitap; 232 sayfalık orijinalindeki 150 masal ve halk söylencesinden rahmetli T’eşü Yasin tarafından bizzat seçilip Türkçe’ye çevrilmiş 37 masal ve söylenceyi içermektedir.

Benim yaptığım şey; yalnızca bunları bir kez daha orijinalleriyle karşılaştırarak kontrol etmek, bazı ufak-tefek düzeltmelerle Türkçe masal diline uyarlamak, orijinaline uygun bir sıralama ve düzenleme ile yayına hazırlamak olmuştur.

Ham çevirilerin büyük bir çoğunluğunun bilgisayara aktarılmasındaki katkıları için sayın Murat Bapşu’ya; kitabın yayının üstlenen KAF-DER Genel Merkez yönetimine ve Genel Başkan Muhittin Ünal’a teşekkür ederim.

Bu arada, bitirirken, bu çalışmanın orijinal bütününe ilişkin kısa bir bilgiyi de paylaşmak isterim. Bir süre benim de araştırmacı olarak görev almış olmaktan onur duyduğum Adıgey Cumhuriyeti Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü, oldukça mütevazı görünümüne karşın, Adıge Dili, edebiyatı, tarihi ve kültürü konularında gerçekten çok önemli çalışmalar yürütmektedir. Adıge sözlü kültür ürünlerini derleme çalışmaları bunlardan yalnızca biridir.

Uzun zamandır yürütülen Adıge sözlü kültür ürünleri derleme çalışmaları, önemli ölçüde tamamlanmıştır. Bugüne kadar yapılmış olan derlemelerin, Adıge Söylenceleri Külliyatı denilebilecek bir hacimde, 12 cilt halinde yayımlanması düşünülmektedir. Bir bölümünün Türkçeleri’ni bu kitapta sunduğumuz masal ve söylencelerin kaynağı olan Adıga Pşısexer kitabı da bu çalışmanın ilk cildi sayılabilir...

Kaynak: (Önsöz’den, Ankara, 1.Kasım.2000, (yayının redaktörü Fahri Huvaj))


Kedinin Hacılığı
Adıge Pşisexer: 27
Anlatan: Aşşıne Axhmet Aslançerıy oğlu (1896 doğumlu)
Anlatım yeri ve yılı: Ğuebekhuaye Köyü, 1935
Derleyen: Hatkue Ahmed


Çerkez oyunları
İyice yaşlanıp güçsüz kalmış bir kedi, eskisi gibi fare avlayamadığına üzülür dururmuş. Bir gün ayaklarını altına toplamış yatarken, “ne yapmalı ne etmeliyim ki, fareler benim yanıma gelsin” diye düşünmüş. Aklından türlü türlü hileler geçirmeye başlamış. Derken bir şeytanlık gelmiş aklına ve bunu gayet masum bir görünümle uygulamaya karar vermiş.
Bütün farelere bir duyuru yapmış:

“Ben artık hacı oldum, çok da yaşlandım. Ölümüm bugünlü yarınlı, günlerim sayılı. Artık benden kimseye zarar gelmez bundan sonra. Doğru, gençliğimde kiminizin anasını, kiminizin babasını, kiminizin yavrusunu yedim. Yaptıklarım için büyük pişmanlık duyuyor, vicdan azabı çekiyorum. Toplanıp gelin yanıma, hepinizden af dilemek, herkesle helalleşmek istiyorum. Bağışlamanızı diliyorum.”
Arsan ile Avcec, iki çelimsiz fare, “kediden hacı olmaz, büyük küçük demeden, yakaladığını yeyip yutan bu kedinin sözlerine inanmayın Bu davette bir iş var. Sakın gitmeyin” diye çok çabalamış. Ama dinleyen olmamış, fareler toplanıp gitmişler, kedinin yanına. Avcec ile Arsan katılmamışlar davete, olup bitecekleri görmek için yakındaki bir yüksekge çıkıp beklemeye başlamışlar. Kedi farelerin birer ikişer yanına gelmekte olduklarını görünce pek sevinmiş.

Herkes geldikten sonra:
“Kusura bakmayın, toplantı yerimiz biraz büyük ve dağınık, Şuradaki fırında toplanırsanız, kapıdan hepinizi rahatlıkla görür, her birinizle ayrı ayrı ilgilenebilirim. Biliyorsunuz çok yaşlandım. Artık gözlerim iyi görmüyor, kulaklarım da ağır işitmeye başladı” demiş. Çok kibar ve saygılı davranıyormuş herkese. Fareler de bu içten ilgiye seviniyorlarmış.

Fareler fırına girince hacı kedi: “şimdi birer birer yanıma gelin, helalleşelim” demiş. Helaleşmek için gelen fareleri tek tek yakalayıp yutmaya başlamış. Fareler öyle korkmuş ki; ödleri kopmuş zavallıların, gözleri fırlamış... Kaçacak yerleri de olmadığından, fırının içinde korku ve telaşla bir öteye bir beriye koşuşmaya başlamışlar. Kedi, keskin ve sivri pençeleriyle yakaladığını yutuyormuş. Hepsini tek tek yakalayıp yemiş, bitirmiş. Son bir minik fare kalmış. Onun da kulaklarını ısırmış ve “Seni haberci olarak bırakıyorum. Git Arsan ile Avcec’e söyle; sıra onlara da gelecek, benim aleyhimde atıp tuttuklarını unuttum sanmasınlar.”

Kulakları koparılmış, başı kanlar içinde, bitkin bir halde kurtulan minik fare, doğruca Arsan ve Avcec’e gitmiş. Arsan ve Avcec çıktıkları yüksek yerden, fırının içinde olup biteni görmediklerinden, merakla bekliyormuş. Farelerin başına gelenleri duyunca fenalık geçirmişler, bayılıp aşağı düşmüşler. Arsan’ın başı, Avcec’in ayağı kırılmış. Yaralı iki fare güçlükle evlerine götürülmüş.
“Bizi dinlemediler, mahvoldular. Bu ülkede artık farelerin kökü kuruyacak. Kardeşlerimizin uğradığı bu soykırımdan sonra, yaşamak bize haramdır” diyerek iki fare yuvalarına kapanmışlar. Toplum içine karışmaz, kimselerle görüşmez olmuşlar, ölüm orucuna başlamışlar, yardım için gelenlere, yiyecek filan getirenlere de kapılarını açmıyorlarmış.

Arsan ile Avcec’in bu durumlarını duyan yaşlı fare nine bir gün ziyarete gitmiş. Kapıyı çalmış, çalmış ama içeriden ses gelmemiş.
Fare nine:

“Yavrularım! Biliyorum, kapıyı çaldığımı duyuyorsunuz. Ama kapıyı açmadıkça buradan gitmem, bilesiniz. Evet, sizler haklıydınız, fareler sizi dinleselerdi bu felaket başımıza gelmezdi. Hata ettiler, yanıldılar. Hatalarını hayatlarıyla ödediler. Ama bunun için sizler yemeden içmeden, kendinizi ölüme bırakamazsınız. Bunda da siz hata ediyorsunuz. Açın kapıyı da, size başımdan geçenleri anlatayım. Sonra isterseniz yine kapınızı kapatıp kilitler, istediğinizi yaparsınız” demiş.

Yaralı iki fare, isteksiz, gönülsüz, fare nineye saygısızlık olmasın diye, kapıyı açmışlar. Fare nine Arsan ile Avcec’in yaralarını silmiş, temizlemiş, onlara yiyecek vermiş ve başlamış anlatmaya:

“İlk dokuz yavrumu kartal kaptı götürdü. Sonraki on yavrum peynir suyunda boğulup öldü. On dokuz yavrumun acısına dayanamaz oldum, kendimi yerden yere vurdum. Ellerimle boğazımı sıktım, ölmek istedim, ölemedim. Çatının üstüne çıkıp kendimi oradan aşağı attım, yine ölmedim. Kuru peynire kafamı vurdum, dişledim, kendimi sakatlayıp öldürmeye çalıştım. Yine olmadı. Boğulayım diye kendimi yağ tulumuna attım, yine başaramadım. Sizin başınıza gelenler benim başıma gelenlerden daha acı ve dayanılmaz değil. İşte görüyorsunuz hâlâ yaşıyorum.
Kendinizi ölüme terk etmekle ne kazanacağınızı sanıyorsunuz? Dostlarınız üzülür o kadar. Yalnızca dostları üzmek mi amacınız? Zamanla sizin de acılarınız geçer, alışırsınız. Size düşen görevler var. Sizden sonrakilerin size ihtiyaçları var. Bu olup bitenleri bütün farelere anlatmalı, onları uyarmalısınız. Ayrıca, o sahtekar hacı kediden de öcümüzü almalıyız. Bunun için sizin gibi akıllı ve genç farelere ihtiyacımız var. Başka hiçbir nedenle olmasa bile, öcünüzü almak için yaşamalısınız. Sizin önderliğinizde birlik olup, mücadele etmeliyiz. Hadi, yemeklerinizi yiyin! Ben yaralarınızı sararım, merhem getirir sürerim. Kısa sürede sizleri diğer farelerin arasında görmek istiyoruz. Evet, benim diyeceklerim bunlar.”

Arsan ile Avcec, fare ninenin söylediklerini dikkatle dinlemişler, çok da haklı bulmuşlar. Onun öğütlerine uyarak kısa zamanda ölüm orucunu bozmuş, beslenip toparlanmışlar, kısa zamanda ayağa kalkmışlar. Fareleri toplayıp bir örgüt kurmuşlar. Yaşadıkları sürece kedilere asla güvenmemişler, onlardan korunmak, onlarla mücadele etmek için dikkatle çaba göstermişler, yaşayıp gitmişler.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Sivrisineklerin Kaybolan Kıralı
Adıga Pşısexer, s.30
ÇÜXHUE İbrahim, Afıpsıp,
Yayım yılı: 1937


Sivrisineklerin Kıralı bir gün tek başına gezmeye çıkmış. Gidiş o gidiş bir daha dönmemiş. Bu duruma sivrisinekler son derece üzülmüşler. Aralarından biri çıkmış: “Boşuna vakit kaybetmeyelim, vakit geçirmeden kendimize yeni bir kıral seçelim” demiş.
Her tarafa haber salınmış. Bütün sivrisinek gruplarının gönderdiği birer temsilci katılımıyla bir toplantı yapılmış. Delegelerin en yaşlısı söz almış:

“Kıralımızı buluncaya kadar durmadan arayalım. Bir boynuz darbesiyle mi öldü, yoksa bir at kuyruğu mu çarptı, bir toprak veya yaprak altında mı ezildi? Ne olduysa öğrenelim. Ya ölüsünü ya da dirisini bulalım. Ondan sonra yapacağımız şey üzerinde tartışalım” demiş.
Sonunda kurultay bir karar almış ve karar yüksek sesle okunmuş:
“Üzengiye basabilen ata binebilen herkes, genç yaşlı demeden bütün sivrisinekler seferber olacak. Kıralımızın başına geleni mutlaka öğreneceğiz.”
Bu ilan üzerine kimisi kanatlanmış uçmuş, kimisi atına atlamış, yazıda yabanda, dağlarda, ormanlarda, yüksek kaya kovuklarında, bataklıklarda hatta Karadeniz, Azak Denizi ve Hazar denizi kıyılarına kadar varan geniş sahaları bir bir taramışlar, kontrol etmişler ve hiçbir yerde kıralın izine rastlamamışlar. En sonunda atlar yorgun, kanatlar kımıldamaz olmuş. Yağmurlar da yavaş yavaş çiselemeye başlayınca gruplar halinde kurultayın yapıldığı yere dönmeye başlamışlar.

Bri grup sivrisinek bir köyün kenarında mola vermeye karar vermiş. Bri köy ahırında dinlenirken küçük bir fare onları görmüş. Binlercesi bir arada, sessiz sedasız kimseyi sokmadan yorgun ve üzgün bekleyip duruyorlarmış. Fare sevinçle:

“Hoş geldiniz, sefa getirdiniz!” demiş, onlara yiyecek içecek getirmiş. Atlara da sularını, yemlerini vermiş. Yorgun olduklarından erken yatmalarını sağlamış. Sivrisinekler sabahleyin çok erken kalkmışlar. Atlara eyerlerini vurup gitmek için hazırlanmışlar. Bunların bu halini gören küçük ve akıllı fare “mutlaka bir sıkıntıları vardır, bir öğreneyim bakayım” demiş ve yanlarına sokulmuş:

“Değerli konuklarım, niye bu kadar acele ediyorsunuz? Gitmek için daha çok erken. Ben daha çok kalacağınızı umuyor ve seviniyordum. Dün akşam töreleriniz gereği şarkılar söylemediniz, masallar anlatmadınız. Yüzleriniz asıktı, bir şeye üzülüyor olmalısınız. Bir kimse gururunuzla mı oynadı? Çözemediğiniz bir sorun mu var? Anlatınız bana. Konuklarım için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım. Yeter ki yapabileceğim bir şey olsun” demiş. Sivrisineklerin başkanı:
“Sayın ev sahibimiz! Sen bize çok sıcak ve samimi davrandın. Senden son derece memnun kaldık. Tanrı senden razı olsun. Buradaki bütün sivrisinekler adına sana çok teşekkür ederim. Doğru, haklısın. Bir derdimiz var. Kıralımız kayboldu. Bir gün kendi başına gezmeye gitti ve bir daha dönmedi. Bunun üzerine sivrisinekler kurultayı bir karar aldı. Alınan o karar gereğince her tarafı arıyoruz. Ama nafile, onu hiçbir yerde bulamadık. Öldü mü, öldürüldü mü? Bilmiyoruz. Üzüntülü ve durgun halimizin nedeni budur” demiş.
Akıllı ve küçük fare bunun üzerine:

“Evet, şimdi anladım, üzülmekte haklısınız. Ama bu ne zamana kadar sürecek? Üzülmek bir meseleyi halletmiyor ki. Ben başımdan geçen bir olayı anlatayım size” diyerek söze başlamış:

“İlk doğurduğum on yavrum buğday taneleri altında kalarak öldü. Ondan sonra üç yavrum daha dünyaya geldi. Onlar da peynir suyunda boğularak öldü. Üçüncü defa yaptığım doğumdan olan altı tane yavrum da kocaman bir tahta altında can verdi. En son tek bir yavrum daha oldu. Tek yavrum olduğu için üzerine titriyor, onu her tehlikeden korumaya çalışıyordum. Yaşamlarını yitiren 18 yavrumun sevgisi bu bir tek yavruda toplanmıştı. Bir gece uğursuz ve zalim bir kedi yavrumu kaptı. Gözlerimin önünde vıyaklata cıyaklata yedi yuttu. Artık yavrulayamaz olmuştum. Avunacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Benim kaybım 19, sizin kaybınız bir. Ayrıca siz kendi aranızda yeni bir kıral seçebilirsiniz. Kıral sizin oğlunuz değil, babanız değil. Hiç kıralınız olmasa da yaşayabilirsiniz. Niye bir kırala bu kadar bağlanıyorsunuz ki?”

Sivrisinekler farenin bu konuşması üzerine uzun uzun düşünmüşler: “Kaybolmuşsa kabahat kendisinin. Bizim bir suçumuz yok. Bir bakıma iyi de oldu. Gereksiz emirlerinden, kaprislerinden de usanmıştık. Şişinip kasılması da cabası idi” diye söylenenler olmuş. Fareye tekrar teşekkür edip oradan ayrılmışlar ve ülkelerine dönmüşler. Yeniden kurultayı toplamışlar. Yapılan aramalardan ve farenin anlattıklarından söz etmişler. Bir sivrisinek söz almış:

“Kıralın bize kârdan çok zararı oluyordu”, diğeri “Hiçbir zaman bir iyiliğini görmedik” demiş. Sonuçta, hepsi kıralsız yaşamaya karar vermişler. O gün bu gündür sivrisinekler kendi başlarına kıralsız yaşarlarmış.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)



Fil ile Bülbül
Adıge Pşisexer, s.32.
TSEY Fat’imet, Şıncıy Köyü.
Derleyen: TSEY İbrahim.
Yayım yılı: İlk kez 1937 yılında yayımlanmıştır.


Ormanın kenarında bir bülbül yaşarmış. O da her bülbül gibi yaz gelince kendine bir yuva yapmış. Yumurtalarını yuvasına güzelce yerleştirmiş, üç hafta üzerinde yatmış, ısıtmış, yavrular çıkarmış. Birbirinden güzel beş tane bülbül yavrusu yavaş yavaş büyümeye başlamış. Anaç bülbül son derece mutlu bir şekilde yavrularına yem getiriyor, su taşıyıp birer birer gagalarına boşaltarak onları besliyormuş.
Bu ormanın kenarında bir de fil yaşıyormuş. Koca fil su içmeye giderken hep bülbülün yavrularının bulunduğu yuvanın yanından geçermiş. Anaç bülbül bir gün bu koca filin yavrularını ezmesinden korkmuş ve ona:

“Ne olursun yavrularıma dikkat et! Yuvamın bulunduğu dala çarpma” diye tembih edip yalvarmış.
Bülbülün bu tembihinden fil rahatsız olmuş. Bir gün yine su içmeye giderken anaç bülbülün olmadığı bir zamanda, yuvasının bulunduğu ağaca omuzlarını vererek sürtünmüş ve ağacı sallamış. Ağacın dalındaki yuva aşağı düşmüş, fil de yuvanın ve bülbül yavrularının üzerine koca ayağıyla basıp geçmiş ve su içmeye öyle gitmiş.

Bülbül akşamüzeri yem getirerek yuvasına döndüğünde bir de ne görsün; yuvası yerde parçalanmış, yavrularının kanlı ölüleri de ezilmiş, paramparça olmuş. Bunları gören bülbül feryat etmeye başlamış: ağlamış ağlamış file beddualar etmiş. Filin olduğu yere gitmiş:
“Benim gibi küçük ve güçsüz bir kuştan ne istedin? Boyundan posundan utan! Ama şunu iyi bil ki bundan sonra birinci düşmanın benim ve senden yavrularımın intikamını alacağım” diye tehditler savurmuş, ağlayıp sızlanmış. Fil ise ona hiç aldırmadan:
“Bildiğinden geri kalma! Ben bunca güçlü ve iri bir hayvanım. Kızarsam herkesi ezer geçerim. Senin gibi ufak tefek kuşlar bana vız gelir” demiş. Bülbül ağlamayı keserek file:
“Bilesin ki koca ve çirkin fil! Yaptığını burnundan getireceğim” demiş ve o günden itibaren ormandaki bütün kuşları bir bir dolaşmış. Başından geçen felaketi anlatmış ve onlardan yardım istemiş. Kuşlar:

“Biz sana nasıl yardım edebiliriz? Koca bir fille nasıl baş edebiliriz ki” diye sormuşlar. Bülbül:
“Hepimiz bir olursak güçlü oluruz. Sürü halinde etrafında uçuşur, gözlerini gagalarız. Biliyorsunuz gözlerinin üstünde bir boynuz veya diş yok. Gözlerine gagalarımızı batırır, uçar gideriz” demiş.

Ertesi gün suya giden koca filin etrafında kuşlar fır fır dönmeye başlamış. Arka arkaya yüzlerce kuş fili şaşkına çevirmiş. Gözleri oyulan fil nereye saldıracağını bilemeden kendi etrafında inleyerek dönmüş durmuş.

Dertli bülbül bu birinci planından sonra, filin her gün su içmeye gittiği sulak yere gitmiş. Oradaki kurbağalara filin kendisine yaptıklarını, yavrularını acımasızca nasıl ezdiğini anlatmış ve kurbağalardan yardım istemiş. Kurbağalar şaşırmış. “Biz dev bir file ne yapabiliriz ki? Sana nasıl bir yardımda bulunabiliriz ki” diye sormuşlar. Bülbül kararlı bir şekilde:

“Yapacağınız iş gayet basit. Sizin için hiçbir tehlike de yoktur. Bu yaşadığınız göletin batı tarafı bataklıktır. Çok derin çamur çukuru olan o tarafta toplanacaksınız. Sizler bataklıkta batmazsınız. Fil her günkü gibi yine su içmeye gelecektir. Ancak artık gözleri görmüyor. Siz o bataklıkta vrak vrak diye öteceksiniz. Fil oraya doğru gelecek ve bataklığa düşecek.”
Ertesi gün bütün kurbağalar bataklık olan yerde toplanmış. Çok geçmeden fil homurdana homurdana, kulaklarını kabarta kabarta meydana çıkmış.

Kurbağalar hep bir ağızdan vrak vrak diye bağırmaya başlamış. Fil kulaklarını o tarafa çevirerek yürümeye başlamış, kurbağalara çok yakınlaşınca biraz daha hızlanmış. Hortumunu uzatarak koşar adımlarla yürümüş. Birden kendini bataklığın en derin yerinde bulmuş. Çabaladıkça çamura gömülmeye, çamur koca gövdesini yavaş yavaş yutmaya başlamış. Olanları izleyen bülbül filin baş ucunda uçarak dolaşıyor, bir yandan da şunları söylüyormuş.
“Hey koca fil! Hani gücünle herkesi ezip geçerdin, hani ufak tefek kuşlar sana vız gelirdi. Hatırlar mısın, sana intikamımı alacağım, seni pişman edeceğim demiştim. Haydi şimdi kurtar bakalım kendini.”
Koca fil homurdanarak ve etrafa çamurlar saçarak yavaş yavaş bataklığa gömülmüş, boğulup gitmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Serçe İle Tilki
Adıge Pşısexer, s.33
Anlatan: ŞAŞ’E Bıy, Pçıhal’ıkhuay Köyü.
Derlendiği yıl: 1935.
Derleyen: TSEY İbrahim


Bir varmış, bir yokmuş... Çok eskilerde yaşlı bir karı-koca varmış. Bir gün ihtiyar adam tarlaya çift sürmeye gitmiş. Yaşlı adam eşine: “Ben şu tarladayım. Azığımı oraya getir” demiş.
Aynı gün o tarlaya giden yolun üzerinde bir tilki bir serçeyi yakalamış. Serçe bir yandan tilkiden kurtulmak için çırpınıyor, bir yandan da “Bana ne yapacaksın” diye soruyormuş. Tilki:
“Seni yiyeceğim tabii ki!” demiş. Serçe yalvararak:
“Ben çok zayıf ve küçüğüm. Etim budum nedir ki? Bir lokma bile gelmem. Beni yemekle karnın doymaz, ama bırakırsan senin karnını iyice doyururum. Sonra güldürür, eğlendiririm, ondan sonra da sana müthiş bir koşu sporu yaptırırım. Böylece hem karnın doyar, hem eğlenir, hem de koşu rekoru kırarsın” demiş.
Tilki bunun üzerine:
“Peki, haydi göster bakalım şu marifetlerini” demiş ve serçeyi bırakmış.
“Sen beni takip et” demiş serçe. Birlikte yola devam etmişler. Serçe yol kenarında bulunan bir çalı yığınının olduğu yerde durmuş. “Şimdi şu yumuşak toprağı kaz” demiş, kazdırmış, “içine yat” demiş, yatırmış tilkiyi ve üzerini toprakla iyice örtmüş.
Biraz sonra kocasına sırtında küçük bir çıkınla azık götüren yaşlı kadın görünmüş. Kadın tam tilkinin saklı olduğu yere gelince, serçe kadının bir önünde, bir arkasında, bir sağında bir solunda ona çok yakın olarak uçmaya başlamış. Kadına o kadar yakın uçuyormuş ki serçe, neredeyse kadın elini uzatsa tutacak gibiymiş. Yaşlı kadın:
“Şu güzel minik kuş ne kadar da cana yakın! Şunu yakalayayım da evde besleyeyim. Hem bana arkadaş da olur” demiş ve hemen yakınında uçuşan minik kuşu yakalamak için azık çıkınını yere koymuş. Serçe yine kadının etrafında uçuşarak onu yemek çıkının olduğu yerden uzaklaştırmış.
Tilki yattığı yerden olan biteni gizlice izliyormuş. Kadın uzaklaşınca, üstündeki toprağı atarak kalkmış, azık çıkınında ne var ne yoksa hepsini silip süpürmüş. Karnı iyice doyduktan sonra tekrar saklandığı çukura yatmış, üstünü toprakla örtmüş.
Yaşlı kadın uçan serçeyi bir türlü yakalayamamış ve yakalamaktan ümidini kesince dönüp azık çıkınının olduğu yere gelmiş. Bakmış ki kocasına götürdüğü yiyeceklerden bir lokma bile kalmamış.
“Aman allahım başıma gelene bak! Ben ne yaparım şimdi? Kocama ne derim? Eyvah ki eyvah!” diye dövünmüş. Hemen koşarak eve dönmüş, tekrar yemek hazırlamış ve hızlı adımlarla tarlaya doğru yola koyulmuş.
Kadının eve döndüğünü gören serçe tilkinin yanına gelmiş; “Haydi kalk, gidiyoruz” demiş. Serçe tilkiyi almış, tarlada çift süren adamın yakınındaki ormana götürmüş. Onu çiftçinin göremeyeceği bir yere oturtmuş, kendisi de bir dala konmuş. Tilkiye:
“Beni bırakırsan karnını doyuracağım, sonra da gülüp eğlendireceğim, ondan sonra da koşu yaptıracağım demiştim ya... Birincisini yerine getirdim, şimdi sıra ikincisinde. Yaşlı kadın biraz sonra kocasına yiyecek getirmek için gelecek. O geldiği zaman sen bulunduğun yerden bizi izle” demiş. Adam:
“Nerede kaldın be kadın? Açlıktan öleceğim. Bu kadar geç kalınır mı?” demiş.
“Ah başıma gelenleri sorma! Üç saat önce çok yakına kadar gelmiştim. Karşıma bir serçe çıktı. O kadar cana yakın, o kadar sevimli ve güzeldi ki! Bir sağımda bir solumda, bir önümde bir arkamda tepeme konacak gibi uçuyordu. Şu kuşu yakalayayım dedim ve azık çıkınını yer bırakıp uzaklaşmışım. Yakalamaktan ümidi kesip geri dönünce bir de ne göreyim, azık çıkını bomboş değil mi? İçinde bir kırıntı bile kalmamış, birisi her şeyi yemiş bitirmiş. Koşarak eve gittim, sana tekrar yemek hazırladım ve getirdim. Bu yüzden geciktim. İstemeden oldu, beni bağışla” demiş.
“Peki” demiş kocası, “Önemli değil, olur böyle şeyler üzme tatlı canını!”
Olan biteni uzaktan izleyen serçe uçarak gelmiş ve kadının başına konmuş. Cik cik diye ötmeye başlamış. Kadın kuşun sesini tanımış. Heyecanla kocasına:
“Bak işte yine o serçe! Şimdi de gelip başıma konmuş, ötüyor!” demiş. Yaşlı adam uzunca bir sopa almış, karısının başındaki serçeye vurmak için sopayı hızla indirmiş. Serçe son anda uçup gitmiş tabii, kadın da neye uğradığını anlamadan yere yuvarlanmış. İhtiyar çiftçi karısına:
“Vah vah! Yazık oldu. Kuşa vurayım derken sana geldi sopa, kusura bakma! Çok üzgünüm” demiş ve kadını kaldırmış. Biraz sonra serçe tekrar uçup gelmiş ve bu kez adamın omzuna konmuş. Adam hiç kıpırdamadan karısına seslenmiş:
“Bu serçe de çok olmaya başladı artık. Yeter bizi oynattığı. Yerdeki sopayı al da arkamdan yavaşça yaklaş. Şu yaramaz kuşa bir haddini bildir!”
Kadın uzun sopayı almış, arkadan yaklaşarak bütün gücüyle kocasının omzundaki serçeye indirmiş. Serçe pırr diye uçup gitmiş, sopayı yiyen adamcağız da yere serilmiş.
Ormanın kenarında bunları seyreden tilki gülmekten kırılıyormuş. Yanına gelen serçeye, “çok eğleniyorum” demiş. Serçe:
“Haydi! Şimdi başka bir yere gideceğiz” demiş. Yola koyulmuşlar. Bir süre gittikten sonra karıncaların yığdığı bir tümseğe rastlamışlar. Serçe tilkiye:
“Şu yumuşak toprağı kaz! Kendini içine göm! Üstünü de ört!” demiş.
Tilki söyleneni yapmış. Kendini toprağa gömmüş, ama kuyruğunun ucunun dışarıda kaldığını fark etmemiş. Serçe de dışarıda kalan kuyruğun ucuna oturmuş. Bir süre sonra bir grup atlı avcı, yanlarında köpekleriyle o tarafa doğru gelmeye başlamış. Avcılar kendilerine doğru yaklaşınca serçe telaşla ötmeye, tilkinin gömülü olduğu toprağı ayaklarıyla eşelemeye başlamış. Köpekler oraya gelince serçe uçup gitmiş. Ortada kalan kurluğu gören ve koku alan köpekler tümseğin yanına gelmişler. Bazıları tilkinin kuyruğunu ısırmaya, bazıları da toprağı eşmeye başlamış. Tilki birden ok gibi fırlamış, öyle bir kaçmaya başlamış ki ardından atlılar bile yetişememiş. Canını zor kurtararak kendini ormanın derinliklerine atmış. Dili dışarıda, nefes nefese, bitkin bir halde yere uzanmış. Kalbi küt küt atarak başından geçen korkulu anları düşünüyormuş. Olan biteni havada izleyen serçe, yerde yatan tilkiye:
“Dilin de amma uzunmuş ha!.. Hem neden öyle upuzun yatıyorsun” demiş. Tilki:
“Biz tilkiler için kurnaz diyorlar ama sen kiklileri de geçtin. Bundan sonra ne senin, ne de başka serçelerin sözüyle hareket etmeyeceğim. Bir daha elime düşersen koşu nasıl yapılırmış sana gösteririm!” demiş ve ormanın içlerine doğru uzaklaşıp gitmiş. Serçe de konduğu dalda keyifli keyifli ötmeye devam etmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Hakikatsiz Arkadaşlar
Adıge Pşisexer, s.36.
Anlatan: THAL’I Mahmud. Yedebsıkhuay köyü, 1934.
Derleyen: TSEY İbrahim.


Kurt, ayı, domuz ve tilki ormanda karşılaşmış ve arkadaş olmuşlar. Kendi aralarında anlaşmışlar; bundan böyle birlikte avlanacaklar, avladıklarını da paylaşarak yiyeceklermiş. Bunun üzerine ortaklaşa bir av partisi düzenlemişler. Üç gün üç gece av peşinde gezmişler ama hiçbir hayvana rastlamamışlar. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüşler. Ne yapalım, ne yiyelim de açlığımız geçsin diye kara kara düşünürken domuz derin bir uykuya dalmış. Onun iyice uyuduğunu gören tilki:
“Biliyor musunuz, çok güzel bir yiyeceğimiz var” demiş. Kurtla ayının gözleri fırlamış:
“Nerede hani? Aman çabuk söyle” demişler. Tilki:
“Şu uyuyan domuzu yiyeceğiz” demiş. Kurt şaşırarak:
“Olacak şey değil! Görmüyor musun onun sivri ve uzun dişlerini” demiş. Tilki hiç istifini bozmadan:
“Olacak, olacak, hem de öyle olacak ki, domuz kendiliğinden bu işe razı olacak. Onu kendi rızasıyla yiyeceğiz” demiş.
Kurt ile ayı tilkinin bu sözlerine akıl erdirememiş. Oturup tilkiye “bu nasıl olacak” der gibi bakmaya başlamışlar. Tilki yapılacak şeyleri onlara anlatmış. Demiş ki:
“Yapacağımız şey şudur: Ben neyi nasıl yiyeceğimiz ve karnımızı nasıl doyuracağımız konusunda bir fikir ortaya atacağım. Domuz dahil üçünüz beni dikkatle dinleyeceksiniz. Ben domuza diyeceğim ki, “Sen uyurken biz arkadaşlar bir karara vardık. Kim şimdi yiyecek olarak kendisini bize sunarsa bizler de kışın yiyeceklerin en kıt olduğu zaman ona her birimiz semiz birer dana vereceğiz.”
Bu söz üzerine kurt sen diyeceksin ki: “A, kışın bana semiz üç dana verilecek olduktan sonra ben hazırım beni hemen yiyebilirsiniz” diye öne atılacaksın. Ayı arkadaş aynı şekilde sen de buna talip olacaksın. Ben gerisini hallederim” demiş.
Horul horul uyumakta olan domuzu uyandırmışlar. Karşılıklı sohbete başlamışlar. Kurt:
“Açlıktan ölmek üzereyim! Ne olur buna bir çare bulun! Ben böyle nasıl yaparım” demiş. Ayı:
“Ormanda yiyecek bir şey kalmadı. Açlıktan öleceğiz” demiş.
Tilki hemen söz alarak:
“Kim bize şimdi kendini yedirirse, biz de kışın en soğuk, en fırtınalı günlerinde ona birer semiz dana verelim. Ne dersiniz”.
Kurt hemen parmak kaldırarak;
“Kışın bana üç semiz dana verilecek olduktan sonra ben bu işe razı olurum. Haydi beni yiyin!” demiş. Ayı bu öneriyi kabul etmemiş:
“Sen ufak tefeksin, hepimize yetmezsin. Ben daha iriyim. Hepinizin karnını doyururum. Bir hafta açlık çekmezsiniz. Haydi, beni yiyin, daha iyi!” demiş.
Tilki yine sözalıp:
“Arkadaşlar! Herkes beni yiyin, diye öne atılıyor. Tabii büyük menfaat var işin ucunda. Üç semiz dana ne damak? Bütün bir kış avlanma derdi, açlık derdi olmadan bir hayvana yeter de artar bile. Şurada uykudan uyandırdığımız, sessizce duran açlık ve uykusuzluk sersemi olmuş domuz arkadaşa niye hiç sormuyorsunuz? Ayıp değil mi? Bu yaptığınız arkadaşlığa sığar mı” demiş.
Olan biteni alık alık seyreden ve dinleyen domuz:
“Herkes sözünde durup, kışın bana üç semiz dana verecekse, bu çok kârlı bir iş. Bir koyup üç almak demek yani! Ama herkes sözünü tutacak mı” diye sorunca tilki, ayı ve kurt üçü birden:
“Namus sözü! Namus sözü veriyoruz. Danalar en şişmanından, en sağlıklısından olacak” demişler. Bunun üzerine domuz:
“Peki öyleyse, ben kendimi sizlere gönüllü olarak sunuyorum. İstediğiniz an yiyebilirsiniz” demiş.
Domuzun bu sözü üzerine kurt, tilki ve ayı birden domuzun üstüne atlamışlar, onu boğup öldürmüşler. Ayaklarından bir ağaca asmışlar. Domuzun karnını yarıp iç organlarını dışarı çıkarırlarken karaciğer ve dalak takımı yere düşmüş. Kurt hemen onları kapmış.
“Bunlar taşa toprağa bulandı. Şuradaki derede yıkayıp getireyim” demiş. Dere kenarında karaciğerle dalağı bir güzel yemiş. Biraz sonra dönüp gelmiş. Arkadaşları sormuş:
“Götürdüğün etler ne oldu?” Kurt:
“Sormayın! Yıkarken elimden kaydı, suya düştü. Koştum ama tutamadım. Neyse, nasıl olsa yine daha çok et var” demiş. Ayı bu sözlere içerlemiş:
“Sıkı tutmalıydın! Öyle gevşeklik olur mu?” diye söylenmiş.
Bir yandan bunları söylüyor, bir yandan da domuzun etlerini sıyırıyormuş. Tam o sırada domuzun böbrek takımı yere düşmüş. Kurt onu da kaparak yine, “Yıkamaya götürüyorum” demiş. Dere kenarında böbrekleri de bir güzel götürmüş. Ağzını burnunu silip geri dönmüş. Ayı kurda dönmüş bakmış ki kurdun eli yine boş. Hiddetle bağırarak:
“Nerde yıkamak için götürdüğün böbrekler” diye üzerine yürümüş. Kurt korkudan ormana kaçmış. Ayı da peşinden kovalamış. Onların bu hallerini gören tilki hemen domuzu asılı olduğu yerden indirmiş. Güç bela sürükleyerek götürüp bir çukura gömmüş, üstünü de toprakla örtmüş ve yerine gelmiş. Biraz sonra kurtla ayı barışmış olarak ormandan dönmüşler. Tilkiyi bıraktıkları yerde üzgün bir halde ağlamaklı bulmuşlar. Kurtla ayı ikisi birden tilkiye:
“Nerde domuz, ne oldu, ne yaptın domuzu?” diye çıkışmışlar.
Tilki çok üzgün bir ifadeyle:
“Kocaman domuza ben ne yapabilirim ki? Koskoca domuz! Kaldıramam, götüremem. Siz ikiniz kavga edip ormana girince o da ormanın batı tarafına kaçtı” demiş. Kurtla ayı:
“Ölü domuz nasıl kaçarmış” diye itiraz edince, tilki:
“Kurdun iki defa bizi kandırdığını, sizin de birbirinize düştüğünü görünce domuz asıldığı yerden bir silkelenip kendini kurtardı. Yarılmış karnına bağırsaklarını tepti. Bir eliyle kapatıp, yüzülmüş derisini de sarınıp yürüdü gitti. Arkasından seslendim; ‘Karaciğerin ve böbreklerin yok. Böyle dayanamazsın. Hem sana kışın üç tane semiz dana verecektik. Şimdi o danalar ne olacak’ dediysem de dinlemedi:
‘Sizin gibi sahtekar ve düzenbaz hayvanlardan üç değil bir tane bile dana gelmez. Ben başımı kurtarırsam, kalan organlarımla yaşarsam ne ala, yaşamasam da bu yalancı hilekarlara kendimi yedirtmem’ dedi ve çekti gitti” demiş.
Bu sözler üzerine ayı ve kurt birbirini suçlayarak ormana dalıp gitmişler. Kurnaz tilki ise saklamış olduğu domuz etiyle günlerce açlığını gidermiş, şarkı söyleyip eğlenerek yaşamaya devam etmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Kim Daha Çabuk Sarhoş Oluyor?
Adıge Pşisexer, s.39.
Anlatan: BIRAKHIYE Tıw, Texhutamıkhuay Köyü, 1935.
Derleyen: TSEY İbrahim.


Kurt, ayı ve tilki bir ağacın altında oturmuş sohbet ediyorlarmış. Bir ara:
“Acaba hangimiz daha çabuk sarhoş oluyor” diye merak etmişler.
“Ben pek fazla içemiyorum” demiş ayı, “sekiz bardak şarap içince midem bulanmaya başlıyor. O kadarcık şarap bile beni sarhoş etmeye yetiyor.”
Ondan sonra kurt:
“Ohooo!.. Seninki şaşılacak şey doğrusu! Sen sekiz bardakla sarhoş oluyormuşsun, ben ise şarabın kokusunu alınca sarhoş oluyorum” demiş.
Byöle konuşurlarken orada onları dinlemekte olan tilkinin gülümseyerek yalpaladığını görmüşler.
Arkadaşları yanına koşmuş; “Ne? Ne oldu? Neden yalpalıyorsun öyle? Hasta mısın? Neyin var?” diye sormuş, telaşlanmışlar. Tilki, dili dolaşarak:
“İşte görüyorsunuz ya! Şarabın sözünü duymak bile beni sarhoş ediyor” demiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Kör Kurdun Randevusu
Adıge Pşisexer, s.39.
Anlatan: AÇ’EĞU İbrahim (1875 doğumlu).
Derleyen: NATXHUE Khırımız
Derleme tarihi ve yeri: 1959, Maykop.


Gözleri görmeyen bir kurt küçük bir ormanda kimseye zarar vermeden, kendi halinde yavrularıyla birlikte sessiz sakin yaşayıp gidiyormuş. Bir gün, bir yaz sabahı daha gün doğarken atlı bir avcı grubu büyük bir gürültüyle tepelerinde bitivermiş. Neye uğradıklarını anlayamayan kurt ve yavruları yerlerinden fırlamış, rast gele sağa sola kaçışmaya başlamışlar. Atlı avcı grubu da peşlerindeymiş. Kör kurt yavrularına sormuş:
“Bizi izleyenlerin başındaki at hangisidir”
“Doru olanı” demiş yavrular.
“Öyleyse doğan güneşe doğru koşun. Doru at doğan güneşe baksın” diye bağırmış kör kurt.
Güneşe doğru yönelmişler. Doru at doğan güneşin kızıllığına fazla bakamamış, kurtlar gözden kaybolmuşlar.
“Ya şimdi hangi attır peşimizdeki” diye sormuş kör kurt.
“Yağız at” diye yanıtlamış yavruları.
“Öyleyse haydi, domuz çukurlarına doğru koşun” demiş anaç kör kurt.
Ormanın domuz çukurlarıyla dolu yöresine yönelmiş bu kez kurtlar. Bir çukurdan ötekine atlaya tökezleye giderken yağız atın hızı kesilmiş. Böylece kurtlar bir kez daha izlerini kaybettirmeyi başarmış.
Bir süre böyle gitmişler. Ama avcılar da pes etmiyormuş.
Kör kurt yavrularına bir kez daha seslenmiş:
“Bakın bakalım, bu kez peşimizdeki hangi attır?”
“Bu kez kır at peşimizde” demiş yavruları.
“Öyleyse dikenliklere, çalılıklara dalın” demiş anaç kör kurt.
Yollarını değiştirip, dikenli çalılıklara dalmışlar. Kıratın derisi ince olduğundan dikenli çalılıklarda yavaşlamak zorunda kalmış. Kurtlar da kurtulmuşlar.
Kurtulmuşlar ama, yavrular “oh be kurtulduk” deyip tem sevinmeye, dinlenmeye hazırlanırken yine zehir zemberek bir dört nal sesi duyulmuş.
Kör kurt telaşla seslenmiş:
“Peki bu at ne yine?”
“Demirkırı peşimizde” demiş yavruları.
“Çabuk dört bir yana dağılın, kaçın!” demiş anaç kör kurt.
Yavruları:
“Peki ama, sonra nerede buluşacağız” diye sormuş yavrular korku içinde.
Kör kurt, koştukça açılan, dayanıklı Adıge at cinsi demirkırından/Bıruleden kurtuluş olmadığını biliyormuş. Ümitsizce yanıtlamış:
“Artık kürkçü pazarında buluşuruz yavrularım, kürkçü pazarında”.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Burnu Büyük Sivrisinek
Adıga Pşisexer, s.41.
Anlatan: TİME Şıwmaf.
Derlenen yıl: 1937
Derleyen: Témpıkhue Mecid


Gün batar batmaz kurdu kuşu, börtü böceğiyle tüm hayvanlar dinlenmeye çekilmişler; yırtıcı yabanıllar inlerine, kuşlar ağaç dallarındaki yuvalarına, böcekler çekirgeler bitki yapraklarının kuytularına...
Ortalık dinginleşmiş, herkes tatlı tatlı uykuya dalmış. Sivrisinek de dulavratotunun kalın yapraklarının arasına sığınıp uykuya dalmış. Ortalıkta in-cin top atıyormuş, derin bir sessizlik bürümüş her yanı.
Birden müthiş bir kükreme sesi duyulmuş. Aslan bir şeylere kızmış, tüm gücüyle kükrüyormuş. Orman halkı, tüm yabanıllar korku içinde fırlamışlar yerlerinden, kuşlar korkudan titriyormuş ağaçların tepelerindeki tüneklerinde, börtü böcek oradan buradan çıkıp bitivermiş olay yerinde.
Gürültüye uyanan Sivri:
“Ne münasebetsiz şey şu aslan da! Gecenin bir yarısında deli gibi bağırıp duruyor, milleti uyutmuyor! Bir elime geçseydi gösterirdim ben ona gününü!” demiş. Bir yandan da ciddi ciddi iğnesini bileyip sivriltmeye koyulmuş. Tam o sırada, yanı başından aslanın geçmekte olduğunu fark etmiş.
“Hey! Terbiyesiz deli şey! Gecenin bir yarısında ne diye bağırıp duruyorsun öyle? Ne diye rahatsız ediyorsun herkesi? Ne diye tedirgin ediyorsun bizleri” demiş öfkeyle, azarlamış aslanı.
Aslan kulaklarına inanamamış, hayretler içinde duraklamış:
“Aman Allahım! Neler duyuyorum! Tırnağım kadar olmayan bir sivri parçası azarlamaya kalkıyor beni!” Diyerek sivrisineğe doğru yönelmiş ve öfkeyle bağırmaya başlamış:
“Sen nasıl bağırırsın bana öyle? Benim hayvanlar kıralı olduğumu bilmiyor musun? Kımıldayıversem rüzgarım yok eder seni!”
Sivrisinek bunu duyunca daha da kızmış, köpürmüş, iğnesini iyice sivriltmiş:
“Kim demiş sana hayvanların kıralısın diye? Kim seçmiş seni kıral diye? Tanımıyorum seni ben, tanımak da istemiyorum. Defol git buradan! Rahatsız etme beni, uykumu kaçırma1” diye azarlamış koca aslanı.
Aslan duyduklarına bir anlam verememiş, bir ona bakmış bir kendine bakmış, öfkeden kudurmuş, bir kızarmış bir bozarmış, bir ateş kaplamış her yanını, bir buz kesmiş, sinirden tir tir titriyormuş.
“Demek öyle ha!.. Görürsün sen gününü! Şimdi bitirmezsem işini!...” demiş, bağırmış aslan öfkeyle.
“Görürüz” demiş Sivri, hiç aldırmadan, başkaca bir şey söylememiş, kanat açıp yükseklere uçmuş, ok gibi fırlayıp, aslanın burnuna girmiş. Özenle bilediği iğnesini aslanın ince burun zarına saplamış. Soktukça sokuyormuş. Aslan hoplamış zıplamış, kafasını yerden yere vurmuş, yuvarlanmış kalkmış... Ama ne yapsa boş, Sivri’ye bir şey yapamamış. Sivri de iğnesini soktukça sokuyormuş. Aslan daha fazla dayanamayıp yalvarmış:
“Ne olur bırak beni! Artık dayanamıyorum, teslim oluyorum” demiş aslan, oflaya poflaya yuvarlanmış yere, sonra güçlükle doğrulup Sivri’ye saygılarını sunmuş.
Sivri de burun deliğinden çıkıp havalanmış:
“İşte böyle aslan efendi!” demiş, “senden daha güçlülerin var olduğunu unutma! Haydi git şimdi işine, bir daha da öyle gece yarısı kimseleri rahatsız etme!”
Aslan aşağılanmış olarak, başını önüne eğmiş, utanç içinde oradan yavaşça sıvışıp gitmiş.
Sivri ise zafer sarhoşluğu içinde ormanda dönenip duruyormuş:
“Yendim aslanı! Yendim aslanı! Benden daha güçlüsü yok şu ormanda! Ne akıllıyım ben! Ne becerikliyim! Ne kurnaz biriyim” diyerek, kendini övüp duruyormuş.
Sivri, kendini kaptırmış, övünüp dururken, sağa sola dikkat edememiş, Gidip örümcek ağına düşmüş. Örümceğin de beklediği oymuş, koşup yakalamış, yemiş yutmuş.
Kendini beğenmiş sivrinin işi de böylece bitmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Anaç Tavuk ve Horoz
Adıge Pşisexer, s.42.
Anlatan: TSEY Koşxhan, Şıncıye Köyü.
Derlenen yıl: 1937
Derleyen: TSEY İbrahim.


Bir gün bir anaç tavuk, “Şu yavrularım hem biraz hava alsınlar, hem de biraz eşelenip rahatlasınlar” diye düşünmüş, civcivlerini alıp avludan çıkmış. Bir çit dibinde, kuytuda eşelenip dururlarken, koca bir horoz kafasını dikip, şişine şişine yaklaşmış:
“Şunun yaptığına bak! Şunun yaptığına bak!” demiş, “Zavallı yavrucakları kuru toprakta eşeletip duruyor. Böyle şey olur mu? Getir gel onları! Orman kıyısına, bayıra gideceğiz! Bu yıl harman sonu oralarda ne kadar çok dane kaldı bilemezsin!..”
“Aman istemem! Sen benim yavrularımı kartala şahine yem mi edeceksin” demiş anaç tavuk, horozun önerisini kabul etmemiş.
“Bunun nasıl söylersin” demiş horoz, “Beni hiçe mi sayıyorsun yani) Ben yanınızdayım ya! Ben varken yanınızda, kartalmış, şahinmiş kimse görünemez ortalıkta!” Şişinmiş horoz. Nasılsa da tavuğu ikna etmiş.
Anaç tavuk, şişinen horozun peşinden civcivlerini alıp götürmüş orman kıyısına.
Civcivler güzel güzel eşelenme henüz başlamışken birden bir atmaca belirmez mi gökyüzünde. Atmacanın gölgesini gören horoz tüyüp gitmiş ormandaki çalılıklar arasına. Anaç tavuk telaşla çağırmış civcivlerini yanına, hepsini hızla almış kanatlarının altına ve “eğer atmaca saldıracak olursa” diye, savunmaya hazırlanmış. Bir süre öyle beklemişler korku içinde. Ama neyse ki, atmaca saldırmamış, dönenmiş dönenmiş, çekip gitmiş.
Tehlike geçince horoz kanatlarını aça toplaya çıkmış çalıların arasından.
“Horoz efendi! Beni ortalıkta yalnız bırakıp, çalılığa mı saklandın yoksa? Hani sen varken kimse yaklaşamazdı bize” demiş tavuk.
Korkak horoz durumu kurtarmaya çalışmış:
“Ne şanssızlık bilemezsin, o atmaca var ya, o atmaca! Bir tek o atmaca var benden korkmayan. Onun da çıkıp geleceği tuttu bugün. Ne yapalım? Şanssızlık işte!” demiş.
Anaç tavuk civcivlerini getirip dönmüş yeniden avluya. “Sakın ha, horoza güvenip çıkmayın açık alanlara” demiş yavrularına, olaydan ders çıkarmış ve yavrularını öğütlemiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Kurt İle Koç
Adıge Pşisexer, s.44.
Anlatan: Aşşıne Ahmed Aslançerıy oğlu, Halhekhuaye Köyü.


İri yarı güçlü kuvvetli, kocaman bir koç otlayıp duruyormuş ormanın kıyısında. Birden, nereden geldiği belli olmadan, kocaman bir kurt bitivermiş önünde. Koçun, kaçmak şöyle dursun kımıldayacak yeri yokmuş.
“İyi günler, güzel koçum benim” demiş kurt.
“Sağol” demiş koç, ama korkudan gözleri fırlayacak gibi olmuş yerinden.
“Seni çok beğeniyorum. Harikasın. Ama şu iki koca boynuzun var ya, onların neye yaradığını bir türlü anlayamıyorum. Sahi ne işe yarar şu boynuzlar, yenmezler içilmezler. Oysa onlar da kuyruğun gibi olsa ne iyi olurdu değil mi?”
Koç kendini biraz toparlamış:
“Hey, kurt! Deli misin sen? Bu benim boynuzlarım var ya, bana güç veren onlardır. Onların içindeki içeceği içersen iştahın öyle bir artar ki, bir öğünde benim gibi iki koç bile yiyebilirsin” demiş.
Kutrun ağzının suyu akmış ve merakla sormuş:
“Peki bu si nasıl içilir?”
“Kolay” demiş koç, “tam karşıma geçer, boynuzumu ağzına alır, emerek içersin”.
Kurt, pek heveslenmiş ve koçun dediği gibi, tam karşısına geçip, boynuzu emmeye niyetlenmiş.
Koç da sıkı durup, bekliyormuş. Aç gözlü kurt tam karşısına gelip koçun boynuzunu emmeye uzanmış. Koçun da beklediği tam böyle bir anmış. Birden saldırmış, boynuzlarını kurdun gövdesine saplamış, akılsız kurdu savurup atmış, boylu boyunca yere sermiş. Koç, akıllı ve soğukkanlı olabilmenin yararını görmüş. Sevinmiş, otlamaya devam etmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Kurt İle Katır
Adıge Pşisexer, s.45.
Anlatan: Khuyıjj Khasplet, Mamxığ Köyü.
Derlendiği yıl: 1935.


Günlerden bir gün, çok mu çok yağmur yağıyormuş. Kurt sığınıp korunacak bir yer aramış. Sonunda kocaman bir ağacın kovuğuna girip oturmuş. Başını dışarı çıkarmış, geleni geçeni seyrediyormuş. Bir de bakmış ki tam dişine göre bir katır geçiyormuş ağacın yanından.
“Şu akılsız hayvanı bir güzel yiyeyim” demiş kendi kendine ve ağacın kovuğundan dışarı çıkmış.
“Doğrusu seni yemek istiyorum” demiş katıra. Katır da ne yapsın:
“Peki” demiş, “Olur, bir sakınca yok. Ama benim arka ayağımın altında çok ilginç bir şey var. İstersen sana gösteririm” demiş katır.
Kurt inanmış ve merak etmiş, katırın arka tarafına gelmiş, arka ayağının altındaki ilginç şeyi görmek için güzelce çömelmiş ve katıra:
“Haydi kaldır bakim ayağını, bakalım neymiş şu ayağının altındaki ilginç şey?”
Katın bir arka ayağını kaldırmış. Kurt bakmış bakmış ama bir şey göremeyince daha dikkatle bakmak için biraz daha sokulmuş. Katır da zaten tam bu ânı bekliyormuş; iki ayağıyla birden öyle hızlı tekmeler indirmiş ki kurdun kafasına burnuna, kurdun kafası paramparça olmuş, dişleri dökülmüş. Kurt, kanlar içinde yığılıp kalmış. Katır da soğukkanlı, akıllı davranışı sayesinde kurtulmuş gitmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Tilki İle Saksağan
Adıge Pşisexer, s.45.
Anlatan: Pşıjj Seferbıy, Yecerıkhuay Köyü.
Derlendiği yıl: 1935.


Tilkinin biri yedi yolun kesiştiği bir kavşağa gidip yatmış, ölmüş gibi rol yapmaya başlamış. Ses seda çıkarmıyor, nefes bile almıyormuş. Bir süre sonra tilkinin gerçekten öldüğünü sanan kargalar üşüşmüşler tilkinin üzerine. Kimi ayaklarını gagalıyor, kimi karnının üzerinde. Saksağanın biri de gelip doğruca başına konmuş, başlamış gözünü gagalamaya. Artık daha çok dayanmaya olanak var mı? Tilki bir hamle yapıp saksağanı kapmış. Saksağan neye uğradığını şaşırmış ve tilkiye demiş ki:
“Gel beni yeme, atalarımızın öğrettiği eğlenceli bir oyunu öğreteyim sana!..”
“Peki” demiş tilki, “hadi öğret bakalım”.
“Önce iki eski kara kovan sepeti bulmalısın” demiş saksağan.
“Kolay” demiş, tilki ve iki eski kara kovan sepeti bulmuş.
Saksağan:
“Şimdi beni bu sepetlerden birinin içine koy, ötekini de üzerine kapat. Böylelikle ne kaçabilirim ne de uçabilirim değil mi ya! Sonra da yüksek bir kayaya götür ve teker gibi beni aşağıya bırak. Göreceksin ne eğlenceli olacak” demiş.
Tilki denileni yapmış. Saksağanı sepete iyice kapatmış, götürmüş yüksek bir kayanın tepesine ve hızla aşağı bırakmış.
Uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başlar başlamaz iki sepet birbirinden ayrılmış, içindeki saksağan da pırr.. uçup gitmiş.
Önce, acaba şimdi nasıl bir ilginç oyun olacak diye düşünüp duran tilki, olup biteni hemen anlamış ama iş işten geçmiş.
“Eyvah” demiş, “ne yaptım ben? Bütün emeklerim, çabam, çektiğim bunca sıkıntı boşa gitti. Bunca zaman boşuna aç kalmışım!”
Uyanık tilki ne yapsın, yorgun ve perişan, baka kalmış akıllı saksağanın ardından. Ve yeni hinlikler düşünmek için yeniden yola düşmüş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


İle Teke
İlk anlatanı da derleyeni de bilinmiyor. Adıge masalı olarak ilk kez 1952 yılında Maykop’ta yayımlanmıştır.


Bir gün bir koyun, bir keçi, bir de teke birlikte otlamaya çıkmışlar. Köyün uzağındaki bir otlağa gitmişler. Koyun hepsinden önce karnını doyurmuş ve ağılına dönmek için yola düşmüş. Yolda bir köprü varmış ve mutlaka o köprüden geçmesi gerekiyormuş. Tam köprüye girince bir de ne görsün, köprünün başında azgın bir kurt kendisini beklemiyor mu? Korkudan ödü kopmuş, durup kalmış. Ne yaptığını, ne yapacağını bilemeden şaşkın şaşkın bir ayağı ile tık tık yere vurup eşelenmeye başlamış. Bunu gören azgın kurt:
“Nereden böyle sevimli koyun” demiş.
“Biraz otlamaya gitmiştim de, oradan geliyorum.”
“Peki ama bir ayağınla tik tik neden yere vurup duruyorsun öyle” demiş kurt.
Zavallı koyuncu ne diyeceğini bilememiş:
“Beni yiyeceksin diye korkuyorum da” demiş usulca. Kurt:
“Madem öyle, bir an önce yiyeyim de kurtarayım seni korkudan” demiş ve koyunu kaptığı gibi köprünün altına sürüklemiş, kısa zamanda yemiş bitirmiş ve yalana yalana tekrar köprünün başına gelip oturmuş.
Az sonra karnı doyan keçi keyif içinde hoplaya zıplaya gelirken, köprünün başına gelince orada oturup beklemekte olan kurdu görmüş, bütün neşesi kaybolmuş tabii, korkudan kuyruğu titremeye başlamış. Kurt keçiye yaklaşmış ve:
“Küçük keçi! Nereden böyle keyifli keyifli” diye sormuş kurt.
Korku içinde güçlükle yanıtlayabilmiş keçi:
“Şu karşıdaki çayırda otlamaya gitmiştim de, oradan geliyorum”.
“Peki öyleyse neden sallıyorsun kuyruğunu öyle” diye sormuş kurt.
“Beni yemenden korkuyorum da” demiş keçi titrek ve ürkek bir sesle.
“Maden korkuyorsun, yiyeyim öyleyse” demiş ve keçiyi boynundan yakalamış, köprünün altına sürükleyip bir güzel yemiş, yalana yalana tekrar gelmiş köprünün başına oturmuş. Çok geçmeden bu kez karşıdan koca bir tekenin geldiğini görmüş. Tekenin de karnı tok, keyfi yerindeymiş doğal olarak. Salına salına köprüye yaklaşmış. Başını kaldırıp köprüye bakınca ne görsün, sırıtarak kendisine bakan bir kurt var. Kurt vakit geçirmeden sormuş:
“Nerden böyle uzun sakal?”
Teke korkusuzca:
“Otlamaktan geliyorum aç gözlü yırtıcı haydut” demiş.
“Diken sür ağzına, diken! O ne biçim konuşma öyle? Sert olmaya sert konuşuyorsun ama kuyruğun neden sallanır öyle, anlayamadım” demiş kurt.
“Sallanır elbet, tam iki tane azılı tazı var onun altında” demiş teke.
Bu kez şaşırma ve korkma sırası kurda gelmiş.
“Ne dedin? İki tane tazı mı dediiin? Ne olursun, hemen salma onları” diyerek fırlamış kurt, kaçıp gitmiş.
Yiğit tekemiz de salına salına, sakalını sallaya sallaya gururla ağılına dönmüş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Karıncanın Verdiği Ders
Adıge Pşisexer, s.51.
Anlatan: BERETERE Yishakh.
Derleme Yılı: 1951
Derleyen: HADEĞAL’E Asker.


Bir gün bir karınca yolda giderken bir adama rastlamış. Adam bütün canlı yaratıkların dillerini bilirmiş.
“Neden başın kocaman öyle” diye sormuş karıncaya.
“İçi akıl dolu da ondan” demiş karınca.
“Peki belin niye incecik acaba” demiş bu kez adam.
Karınca yanıtlamış:
“Az yerim de ondan” demiş.
Adam yine sormuş:
“Peki kıç tarafın niye büyük?”
Karınca yanıt vermiş:
“Çok güçlüyüm de ondan”.
Adam daha da meraklanmış:
“Peki ne kadar yük kaldırabilirsin?” diye sormuş.
Karınca:
“Büyüklüğü benim kadar olan bir kurşun kütlesini bile kaldırabilirim” diye yanıtlamış.
Adam:
“Az yerim demiştin, peki ne kadar yersin?”
Karınca:
“Bir buğday tanesi bir yıl yeter bana”.
“Görelim bakalım” demiş adam ve karıncayı yakalayıp tsıyesinin (çerkeska) göğsündeki “hazır”*lardan birinin içine bırakmış. Hazırın içine bir de buğday tanesi koyup, adam işine gücüne dalmış.
Aradan bir yıl geçmiş. Ama adam karıncayı unutup gitmiş. Hazırın içinde unuttuğu karıncayı ancak iki yıl sonra hatırlamış.
“Hâlâ yaşıyor mu acaba şu karınca” diyerek, telaşla hazırın kapağını açıp, merakla dibine bakmış. Karınca hâlâ yaşıyormuş, üstelik buğday tanesinin yarısı da duruyormuş.
Karıncayı hazırdan çıkarmış ve:
“Bir buğday tanesinin bir yıl yettiğini söylemiştin ama aradan iki yıl geçti. Üstelik buğdayın yarısı da hâlâ duruyor. Bu nasıl oldu” diye sormuş.
Karınca bu soruya cevaben:
“Kafamın içi akıl dolu demiştim ya, bu adam ya beni unutur da dört yıl boyunca hatırlamazsa, diye düşündüm. Hazırdaki azığı dört yıl yetirecek biçimde idareli kullandım” demiş.
*Hazır: Çerkes erkek elbisesinin göğüs tarafında, sağ ve solda bulunan, içinde bir atımlık hazır karışım (barut, saçma, vb.) bulunan ağaçtan veya kemikten yapılmış barutluk. Eskiden tüfekler her atışta tekrar doldurulurdu. Bu da zaman kaybına neden olurdu. Çerkesler daha önce hazırlanmış bir atımlık karışımını hazır denilen bu kaba yerleştirirlerdi. Bazen bu hazırların özel bir bölümünün “Ğuemıle” denilen kurutulmuş, toz haline getirilmiş olağanüstü sefer azığıyla doldurulduğu da olurdu (F.Huvaj).

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Kurt, Tilki ve Balcı Adam ya da Balı Yiyen Kim?
Adıga Pşisexer, s.52.
Anlatan: L’I’AP’E Khuşhaxhan, Laxhşıkhuay Köyü.
Derlenen yıl: 1935.
Derleyen: TSEY İbrahim.


Bir kurtla tilki arkadaş olmuşlar. Birlikte gezmiş, birlikte avlanmış, birlikte yemişler. Günlerden bir gün yine avlanmak üzere yola koyulmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir ara kendileri gibi aynı yöne giden ve bal götüren bir adama rastlamışlar. Adamın sırtındaki bal fıçısı iştahlarını kabartmış kurtla tilkinin; “ne yapsak da şu adamı oyalasak, bir yere oturtsak da balını bir güzel yesek” demişler. Bir plan, bir hile düşünmeye başlamışlar.
Adamla ahbap olmuşlar. Yardımlaşa söyleşe hayli yol almışlar. Derken yorulmuşlar, oturup dinlenmeye karar vermişler. Adam bal fıçısını bir ağaç gölgesinde, kuytu, sağlam bir yere yerleştirmiş. Otururlarken bir ara tilki usulca sıvışmış. Bal fıçısını orasından burasından dişlemiş, kemirmiş, ne yapıp edip bir delik açmayı başarmış ve bir güzel bal yemiş. Çabucak gelip arkadaşlarının yanında biraz daha oturmuş. Bir süre sonra yine gitmiş fıçıdaki baldan biraz daha yemiş, derken neredeyse yarılamış. Tekrar sessizce dönmüş, eski yerine uzanmış. Söze sohbete biraz katılmış. Dikkat çekmeden üçüncü kez yine sıvışmış ve bal fıçısının dibini bulmuş.
Çok geçmeden kalkıp tekrar yola koyulmaya karar vermişler. Balcı adam gitmiş, serinlik yerde duran bal fıçısını yüklenmiş. Yüklenmiş ama fıçı çok hafif. Bakmış ki balın sonu gelmiş, yerinde yeller esiyor. Fena halde bozulan balcı adam:
“Olmaz böyle şey, asla kabul edemem, balımı sizler yediniz” diye çıkışmış, kurtla tilkiyi sıkıştırmış. Kabul etmemişler tabii.
Ama iş kötüye gitmeden tilki bir çözüm bulmuş. Sonunda durumun şiddetli bir kavgaya dönüşeceğini anlayan tilki:
“Durun bakalım arkadaşlar, bunda bir yanlışlık var, şu kadar yol geldik, birbirimizi sevdik saydık. Birbirimizi incitmeyelim. Durumu serinkanlılıkla değerlendirelim. Benim bir önerim var: gelin şu güneşte uzanıp bir güzel yatalım. Balı kimin yediği belli olur.
Öneri kabul edilmiş. Üçü de güneşin altında uzanıp yatmışlar. Az sonra sıcaktan mayışıp uyumaya başlamışlar. Kurnaz tilki uyumamış, yavaşça kalkmış, bal fıçısının dibinde kalan baldan biraz daha getirip bal sahibiyle kurdun kıçlarına sürmüş. Bir süre sonra tilki:
“Heey! Haydi uyanın!” diye bağırmış.
Uyanınca bakmışlar ki hem kurdun hem balcı adamın paçalarından bal akmakta.
“Şunlara bakın” demiş tilki, “söyleyin bakalım şimdi, balı ben mi yedim siz mi yediniz?”
Kurt ve balcı adam ne diyeceklerini şaşırmışlar., Bu durumu nasıl izah edeceklerini bilememişler:
“Ne yapalım”demişler, “balı herhalde biz yemişizdir”.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Tonton Dede İle Ninenin Garip Keçisi ve Koyunu
Adıge Pşisexer, s.52.
Anlatan ve yazan: Merkitske Reşid.
Derlenen yıl: 1936.


Kısacık boylu, tonton bir dede ile onun karısı olan yine onun gibi ufak tefek, tonton bir nine varmış. Kendi hallerinde yoksul bir yaşam sürerlermiş. Yalnızca bir koyunları bir de keçileri varmış. Ama bir gün tonton nine bu koyunla keçiden usanmış ve onları kovmaya, doğaya bırakmaya karar vermiş. İşten dönen kocasını karşılarken:
“Bu keçi ile koyun var ya, artık hiçbir yararları yok bize. Onları boşuna besliyoruz, yazıya salıverelim gitsinler. Böylece dertlerinden de kurtulmuş oluruz” demiş.
“Olur mu hanım, ne zararları var? Varsın dursun zavallılar” demiş tonton dede. Ama kadın razı olmuyor, ısrar ediyormuş. Adam, karısına dayanamamış, boyun eğmek zorunda kalmış:
“Peki” demiş, “madem öyle, ne yapalım, hadi salalım” demiş. İkisi koyunla keçiyi önlerine katmışlar, uzakça bir yerlere sürüp “Hadi Allah işinizi rast getire” diyerek helalleşmişler, bırakıp dönmüşler.
Yalnız kalan gariban iki hayvan birbirine bakıp, ne yapacaklarını bilemeden, kim bilir belki de sahipleri olan yaşlı kadının yaptığını kınayarak, biraz da kahrederek yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler... Derken uzun bir yürüyüşten sonra yerde bir heybe bulmuşlar. Önce uzaktan bakmışlar, sonra yaklaşmışlar, ne yapsak acaba der gibi bakışmışlar.
Sonunda açıp içine bakmaya karar vermişler. Açıp bakmışlar ki içinde kesik bir kocaman kurt başı var. Hem korkudan ödleri kopmuş, hem de şaşırmışlar. Ama yine de buldukları bu heybeyi bırakmaktansa belki bir işe yarar düşüncesiyle alıp götürmeye karar vermişler. Heybeyi koyun sırtlamış. Az gitmişler, uz gitmişler... Ne nereye gittikleri belliymiş, ne de nereye gidecekleri... Akşamın alaca karanlığı iyice koyulaşmaya başlamış. Keçi umutsuzluğa kapılmış, koyun da sırtındaki yükten iyice yorgun ve bitkin düşmüş.
Dinlenecek, geceyi geçirecek, güvenli bir yer arıyorlarmış. Hiç değilse bu geceyi bir yerde geçirebilsek, diyorlarmış içlerinden, yarına Allah kerim. Kim bilir gün doğmadan neler doğar!..
Çevreye bakınıp dururken, ilerde, bir orman kıyısında yükselen hafif bir duman görmüşler. Bir sevinmişler bir sevinmişler ki sormayın... “Tamam” demişler, “bulduk. Biz geceyi burada geçiririz”. Büyük bir umut ve güven içinde, ateşin bulunduğu yere yönelmişler. Ateşe yaklaştıklarında bir de ne görsünler; bir grup kurt ateşin etrafında oturmuyor mu!... “Eyvah” demişler içlerinden, “tam da ortalarına düştük. Bu kurtlar bizi bu gece yer, bitirirler”. Korku ve umutsuzlukları daha bir artmış ama artık dönüşü yokmuş. Geri dönmeye, kaçmaya kalkışsalar azgın kurtlardan kurtulamayacakları besbelliymiş. Kurtların ortasındaki ateşin üzerinde de bir şıwan* asılıymış. Şıwanın içinde de biraz p’aste** varmış.
Koyunla keçiyi gören kurtlar, sevinçlerinden neredeyse uçacakmış. Meğer bütün gün av peşinde koşup bitkin düşmüşler ama hiçbir av yakalayamamışlar. Kuru bir p’aste dışında yiyecek bir şeyleri olmadığı için üzgün ve iştahsız bekliyorlarmış. P’astenin yanında yiyebilecekleri keçi ile koyunun kendi ayakları ile gelmiş olmasına bayılmışlar. “Bunlarla kendimize güzel bir ziyafet çekeriz” diye düşünmüşler.
Koyun ile keçi yaklaşıp, selam vermiş. Kurtlar konuklarını (!) sevinç ve heyecanla karşılamış, saygıyla (!) ayağa kalkıp:
“Buyurun, buyurun!... Hoş geldiniz” demişler, buyur etmişler.
Koyun ile keçi kurtlara teşekkür ettikten sonra sormuşlar:
“Ne yapıyorsunuz?”
“P’aste pişiriyoruz” demiş kurtlar.
“Aaa öyle mi? Ne güzel Bizde de p’asteye katık olacak yemeklik bir şeyler var” demiş keçi ve koyuna seslenmiş:
“Çıkar şu heybedeki kurt başlarından en büyüğünü de, bir güzel pişirelim”.
Koyun hemen heybeye el atmış, kesik kurt başını çıkarmış.
Keçi öfkeyle azarlamış:
“Onu değil, o küçücük baş bu kadar kurda yeter mi? En büyüğünü demedim mi sana?”
Koyun kurt başını tekrar heybeye koymuş. Bir süre karıştırmış, karıştırmış yine aynı başı çıkarmış.
“Koyun kardeş! O da küçük. Daha büyükleri var, onlardan birini seçsene!... deyince keçi, kurtlar korkmuş, paniğe kapılmış, “bunlar bizim de kellemizi keserler” diye endişeye kapılmışlar, yavaşça sıvışıp kurtulmayı düşünmeye başlamışlar.
Kurtların en yaşlısı:
“Ateşin odunu azalmış. Biri gitsin de biraz odun getirsin” demiş.
“Ben getiririm” deyip fırlamış içlerinden biri. Ve gidiş o gidiş. Bir daha dönmemiş. Bir diğer kurt:
“Nerede kaldı bu? Gidip kontrol edeyim, odunu da çabuk getireyim” demiş ve yavaşça sıvışıp gitmiş. O da ilk giden gibi bir daha geri dönmemiş. Üçüncüsü onlara kızıp söylenir gibi:
“Bunların peşinden ben gitmesem olmayacak galiba” diyerek gidip uzaklaşmış. Dördüncüsü, beşincisi derken bütün kurtlar peş peşe sıvışıp gitmiş ve bir daha geri gelmemişler.
Koyun ile keçi; “kurtlar döner mi acaba” diye çok beklemişler ama dönen olmamış. Oturmuşlar, kurt başını da katık ederek, hazır pişmiş olan p’asteyi bir güzel yemişler. Karınlarını doyurduktan sonra şıwanı da kırıp bir köşeye atmışlar ve oradan uzaklaşmışlar.
Yabanıllardan korunmak için geceyi yüksekçe bir yerde; iri bir ağacın üzerinde geçirmeyi planlamışlar. Keçi ağacın yüksekçe bir yerine, koyun biraz daha aşağıda bir yere yerleşip, geceyi sakince geçirmiş. Sabahleyin bütün yorgunlukları geçmiş, dinlenmiş bir halde uyanmışlar.
Geceyi aç ve susuz geçiren kurtlar sabaha karşı kendilerine gelmiş. “Ömür boyu bize azık olanlardan korkmuşuz. Olacak şey mi, onlar bizi yiyebilir mi hiç? Kılkuyruk bir keçi ile uyuşuk bir koyundan çekinecek ne var? Gidip bulalım onları! Esaslı bir ziyafet sofrası kuralım, karnımızı doyurup keyfimize bakalım” diye düşünerek, eski ocaklarına, ateşin olduğu yere gelmişler. Ateş sönmek üzereymiş, şıwan da bir tarafta parçalanmış duruyormuş. Kurtlar öfkelenmiş, “Neredeyse bulacağız onları ve mutlaka yiyeceğiz” deyip sağa sola bakınmışlar, keçi ile koyunu aramaya koyulmuşlar. Derken onları bir ağacın üzerinde bulmuşlar.
Kurtlar ağacın altında toplaşınca onlara daha yakın olan dallardan birinde tünemiş olan koyun korkudan titremeye başlamış, yerinde duramıyormuş. Onları gören yukarıdaki keçi, korkusunu hiç belli etmeden bağırmış koyuna:
“En irilerini, ne büyüklerini kap da uzat bana”. Kurtlar bunu duyunca
“Aşağıda hareketlenene koyun bizi yakalayıp yukarıdakine uzatacak, kafamızı koparacaklar, bunların bir güvendiği olmasa böyle davranamazlar”, diye korkup kaçmışlar. Ormanda kaybolup gitmişler. Kurtla koyun da ağaçtan inip, saklanacak bir yerler aramaya koyulmuşlar.
*Şıwan: Çerkes tenceresi. Genellikle pikten yapılmış, dibi kalın ve küresel bir çeşit tencere veya küçük kazan. Baca içindeki çengele takılarak veya sac ayağının üzerine oturtularak kullanılır.
**P’aste: Darı veya bulgurun kaynar bol suda pişirilip, belağ denilen ahşap bir karıştırgaçla yoğrularak özleştirilmesiyle yapılan, özelikle şıpsı başta olmak üzere tavuk ve et yemekleri, kavurma, omlet vb. gibi yağlı, soslu yemeklerle birlikte ekmek yerine tüketilen özel bir Çerkes yemeğidir. Fırında kavrulmuş mısır unundan yapılanına mamırse veya mıramırse denir.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Yiğitlik Taslayanlara
Adıge Pşisexer, s.55.
Anlatan: Hatkhue Téwıçüej, 87 yaşında.
Derleyen: ĞIŞ Nuh.
Derlenen yıl: 1959.


“Bizden yiğidi var mı şu dünyada” diyerek şişine övüne dolaşan üç arkadaş; ayı, tilki ve kurt, orman yolunda birlikte gezerken bir kedi görmüşler. Kedi, boylu boyunca uzanıp yatan kocaman bir atı kemirip duruyormuş. Bizimkiler onu görünce öyle korkmuşlar ki; ödleri kopmuş. Kendi kendilerine:
“Bir ziyafet hazırlayıp davet edelim de, dost olmaya çalışalım. Yoksa böyle kocaman bir hayvanı öldürüp yiyen biriyle baş edemeyiz” demişler. Müthiş kediyi davet edip ağırlamaya karar vermişler.
Büyük bir ağacın altında toplanmışlar, gerekli hazırlıkları tamamlamışlar, sonra da kedinin yanına kurdu göndermişler:
“Kedi kardeş” demiş kurt, “Ayı, tilki ve ben yiyecek bir şeyler hazırladık. Beni de sizi davet etmek için gönderdiler. Kabul eder katılırsanız seviniriz”.
“Peki” demiş kedi, “elbette gelirim”.
Kurt ile kedi birlikte ziyafet sofrasına gitmişler. Bakmışlar ki, nefis bir sofra hazırlanmış ama çevresinde kimsecikler yok. Ne olur ne olmaz diyerek ayı o koca ağacın tepesine tırmanmış, tilki oracıkta bir çalılığa gizlenmiş.
“Peki nerede bu beni davet edenler” demiş kedi.
“Biraz önce şuracıkta bırakmıştım onları” diye yanıtlamış kurt.
Tilki farkında olmadan bir gazel yaprağını kımıldatınca, kedi fare sanarak birden üzerine atlamış. Tilki neye uğradığını anlayamamış, korkudan fırlayıp kaçmış. Tilkinin fırlamasından ürken kedi can havliyle kendini ağaca atıp hızla tırmanmış. Kedinin hızlı hızlı tırmandığını gören ayının ödü kopmuş, aşağı düşüp ölmüş. Tilkinin kaçışını, ayının düşüp öldüğünü gören kurt orada durabilir mi artık! O da ormana dalıp kaybolmuş.
Bir süre sonra ortalık sakinleşmiş, giden gitmiş, kalan kalmamış. Kedi yavaşça aşağı inmiş, özenle hazırlanmış olan nefis ziyafet sofrasında karnını bir güzel doyurmuş, çekip gitmiş.
“Bizden yiğidi var mı şu dünyada” deyip duranlar, belki hâlâ, “kedi arkamızdan geliyor mu acaba” diye korkuyla saklanıyorlardır ormanda, kim bilir?

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Aç kurdun serüvenleri
Adıge Pşisexer, s.56.
Anlatan: Wıkhuel Hawe.
Derleyen: Brant’e Ayub, Yedepsıkhuaye Köyü.
Derlendiği yıl: 1960.


Kurdun biri bir gün çok acıkmış, öyle acıkmış ki acından ölüyormuş. Ne yapsın, bir yiyecek aramaya çıkmış. Derken köyün çevresinde tek başına otlayan, acemi bir kuzu görmüş. Tam da kurdun aradığı böyle bir şeymiş. Birden üstüne atlayıp yakalamış kuzuyu.
Neye uğradığını şaşıran kuzucuk:
“Krut kardeş, hayrola ne yapacaksın bana” demiş.
“Bri şey yapacak değilim, merak etme, yiyeceğim yalnızca” demiş kurt, iştah ve alayla.
“Aaaa! Olur mu hiç!” demiş kuzu, “Ben daha ok küçüğüm hem de çok zayıfım. Otlamaya da yenice çıktım. Bırak beni de şu çayırda bir iki hoplayıp zıplayayım. Her zıplayışta avuç avuç etlenir, yağ bağlarım. Sen de etli, yağlı semiz bir kuzu yersin”.
Öneri çok hoşuna gitmiş kurdun:
“Peki” demiş, “Haydi bir iki hoplayıp zıpla bakalım!”
Kurdun elinden kurtulan kuzu, bir daha öyle acemilik eder mi hiç! Öyle hoplayıp zıplamış ki üçüncü zıplamada ağılını bulmuş.
Kurt da peşinden koşmuş doğal olarak. Ama bir de baksa ne görsün; elinde kocaman bir tüfekle çoban kapıda durmuyor mu!... Korkudan neredeyse açlığını bile unutmuş kurt, fırlayıp kaçmış oradan.
Ama bir süre sonra yine karnı zil çalmaya başlamış açlıktan. Ne yapsın? Olup bitenden sonra bir köy çevresine de yaklaşamaz artık. Hemen bir plan kurmuş kafasında: Ağzına bir kucak taze, yeşil ot doldurmuş, ölmüş gibi upuzun uzanıp yatmış. Derken bir süre sonra, oralarda otlamakta olan yılkıdan ayrılan koca bir kırat gelmiş yanına. Kırat yeşil otlara uzanınca kurt da saldırıp atı yere yıkmış.
“Ama kurt kardeş, ne yapacaksın bana” demiş at, korku içinde güçlükle.
“Bir şey yapacak değilim, merak etme! Yiyeceğim yalnızca” demiş kurt.
“İyi de” demiş at, “öyle burun kemiğimden başlarsan, kemik kemirmekten yağlı, etli kısımları bırakmak zorunda kalırsın sonra. En iyisi sırtıma çık da oradaki etli kısımlarla doyur karnını.
Kurt, doğru bulmuş öneriyi, elbette kuru burun ve kafa kemikleriyle uğraşmaktansa, sağrısından başlamak daha iyidir. Bunun üzerine atın burnunu bırakıp sağrısından başlamaya niyetlenmiş. Ama at burnunu kurtarır kurtarmaz dört nala kalkmış, artık bulabilirsen bul, kaçıp gitmiş.
Kurdun morali iyice bozulmuş. Açlıktan kıvranıyormuş ama bir çare de bulamıyormuş. Bitkin ve çaresiz, uzanıp yatmış. Uzunca bir süre yerinden bile kımıldayamamış. Derken, bu kez koca bir doru at, fark etmeden yaklaşmış kurdun yanına. Kurt, ummadığı bir anda kendiliğinden gelen bu ava pek sevinmiş, saldırıp boynundan kavramış.
“Ne yapıyorsun, kurt kardeş? Bana ne yapacaksın” demiş doru at.
“Ne yapacağım, yiyeceğim tabii” demiş kurt, kararlı bir biçimde.
“İyi de” demiş doru at, “beni nasıl yiyeceğini bilmen gerekir. Beni öyle rast gele yemeye kalkarsan yiyemezsin. Beni nasıl yemen gerektiğini arkamdaki tarifeden öğren de ona göre ye!”
“Gerçekten” demiş kurt, kendi kendine, “ne zamandır aç dolaşıyorum, bari usulünü öğreneyim de şu atı ağız tadıyla yiyeyim”.
Bu düşüncelerle tarifeyi öğrenmek için arkaya geçmesiyle ağzının üstüne tekmeyi yemesi bir olmuş. Kurdun iki azı dişini birden kıran at, ipi kırıp kaçmış.
Dişleri dökülen, ağzı burnu parçalanan kurt, açlığı yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük bir de acılar içinde kıvrana kıvrana, nereye gittiğini bile bilemeden rast gele koşmuş gitmiş. Birden kendisini köyün kenar mahallesindeki bir evin avlusunda bulmuş. Avluda kurdu gören evin annesi korkudan fırlamış, çıkıp tavana sığınmış. Yaralı aç kurt inleye inleye evin açık kapısından içeri girerken, bitkinlikten eşikte yığılıp kalmış. Bir yandan da kendi kendine yüksek sesle yakınıp sızlanıyormuş:
“Allahım! Tarife okuyacak molla kurt görülmüş şey mi? Ata binen kurt görülmüş şey mi? Kuzunun her sıçrayışta avuç avuç etlendiği, yağ bağladığı görülmüş şey mi? Ben ne akılsız., delinin tekiyim. Doğrusu benim gibi birine layık olan şey, yaş elma dalından yapılmış, adam akıllı iyi bir sopadır.
Evin annesi bunu duyunca, kendine gelmiş, yüreklenip, tavandan inmiş. Kapının arkasındaki kalın sopasını almış, vermiş sopayı, vermiş sopayı, döve döve kurdu öldürmüş. Hem kurda layığını buldurmuş, hem de kendisini ve herkesi kurttan kurtarmış.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Baykuşun verdiği ders
Adıge Pşısexer, s.57.
Anlatan: Xhut Yerstem, Neçerezıy Köyü.


Köyün birinde her dileği gerçekleşen, herkes tarafından çok sevilen ve sayılan Peygamber adlı iyi yürekli, çok iyi bir insan yaşarmış. Bu Peygamber’in bir de karısı varmış; herkesten daha iyi, daha pahalı, lüks şeylere sahip olmak istermiş, bunun için kocasına hükmedip, istediklerini yaptırmaya karar vermiş. Karısı bir gün bu ermiş kocasına:
“İnsanlar seni çok seviyor, sana çok saygı duyuyor. Her dilediğini gerçekleşiyor. Bir iş, bir yardım için sana başka köylerden de pek çok insan gelip gidiyor. Onlar ‘Filancanın evi hangisi’ diye sormak zorunda kalıyorlar. Şöyle büyük bir konak yaptır, çatısı kuş tüyüyle kaplı olsun. Bakan, gören herkes senin evin olduğunu anlasın. İnsanlar sormaya gerek kalmadan doğruca gelsinler, seni kolayca bulabilsinler.”.
Adam karısının önerisini doğru bulmamış:
“Ben herkesten farklı biri değilim. Her dilediğim gerçekleşiyor diye herkesten farklı yaşamaya kalkışmam. Onlardan iyi ve üstün biri olduğumu düşünmem, öyle davranmam doğru olmaz” demiş.
Ama her nasılsa, kadın kocasını etkilemiş ve istediğini yapmaya ikna etmiş.
“Peki madem öyle istiyorsun, yarın bütün kuşların buraya uçup gelmelerini sağlarım, tüylerini yoldurur, şimdiye kadar kimsenin yapmadığı, bilmediği şekilde evin çatısını kuş tüyüyle kaplatırım” demiş. Her dilediği gerçekleştiğinden, ertesi gün böyle olmasını dilemiş ve buyurmuş.
Onun buyruğuna kimse karşı gelemediğinden bütün kuşlar gelmişler ama baykuş gelmemiş.
Adam baykuşa haber göndermiş, gelmemiş, ikinci kez haber göndermiş, yine gelmemiş, üçüncü kez haber gönderince o da zorunlu olarak gelmiş.
Adam kızgın ve öfkeli bekliyormuş, baykuşa çıkışmış:
“Bu kadar çok haber göndermem gerekmiyordu. Niçin böyle davrandın” demiş.
Baykuş, bağışlanmayacağını düşünerek:
“Çok önemli işlerim vardı. İzin verirseniz anlatırım, izin vermezseniz de ne yapalım, boynum kıldan incedir” demiş.
“Bunca haber göndermeme karşın gelmemenin nedenini bilmek isterim. Mutlaka anlatmalısın. Anlat, anlat bakalım!”
“Kurulalı beri dünyaya gelmiş insanlarla dünyadan göçmüş insanları saymaya kalktım ama” diye başlamış söze baykuş, “sormayın, bazen dünyaya gelenler fazla çıkıyor, bazen de dünyadan göçenler. İşin içinden bir türlü çıkamadım, başım döndü, perişan oldum değilse, bilirim elbet; sizin çağrınıza gelmemek olmaz.”
“Şimdi hesabı denk getirdin de geldin öyle mi?”
“Evet, hesabı denk getirdim.”
“Peki, nasıl yaptın bu işi?”
“Birinde ölenler, kalanlardan fazla çıktı, birinde de kalanlar ölenlerden fazla. Sonunda, yanlış olduğunu bildiği halde karısının sözünü dinleyenleri ölmüşlerin arasında sayınca hesap denk geldi. Sonra ben de hemen geldim.”
Adam o anda hatasını anlamış, toplanan bütün kuşları serbest bırakmış. Böylece baykuş sayesinde adam, yanlışından geri dönmüş, evi de herkesin evi gibi kalmış.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Karga, tilki ve saksağan
Adıge Pşisexer, s.61.
İlk anlatanı ve derleyeni bilinmiyor.


Bir karga ailesi ağacın birinde güzel bir yuva yapmış. Vakti gelmiş, ana karga yumurtlamış. Vakti gelmiş kuluçkaya yatmış. Vakti gelmiş; birbirinden güzel beş minik kara yavrusu dünyaya gelmiş.
Hemen ardından da komşusu tilki çıka gelmiş. Başını kaldırıp yuvadaki kargaya seslenmiş:
“Benim ağacımın tepesinde ne yapıyorsun öyle?”
Şaşkınlık içinde kalan anne karga yanıt vermiş:”Şu kocaman ormanda üzerinde benim yuva yaptığım bir tek ağaç var. Bu nasıl senin ağacın oluyor tilki kardeş?”
“Hayır, benim bu ağaç, onu kesip eve götürmeye geldim ben. Sobada hiç odun yok, yiyecek bir şeyimiz de kalmadı zaten. Hiç değilse sıcacık bir evde oturursak açlığımız belki hafifler, unuturuz. Onun için odun götürüp gitmezsem eğer, hanım beni eve sokmaz.”
“Ah, eyvah, ne yazık, ama ben ne yapabilirim şimdi” diye yakınmış karga, telaşa kapılmış.
Karganın gerçekten çaresiz kalıp telaşa kapıldığını gören fırsatçı tilki:
“Ağacı kesersem, bütün yavruların düşüp ölür. Hepsini kaybedeceğine, yalnızca birini kaybetmen daha iyidir. Yavrularından birin bana ver de, odun götüremesem de hiç olmazsa onu götürürsem evdeki kocakarıyı razı ederim” demiş.
Karga ne yapacağını şaşırmış, çok zor bir durumda kalmış ama ne yapsın, yavrularının hepsini kaybedeceğine birini kaybetmeye razı olmuş. Yavrularından birini aşağı atmak zorunda kalmış. Fırsatçı tilki minik yavruyu kapıp gitmiş, ininde bir güzel yemiş.
Birkaç gün sonra tilki tekrar ağacın dibine gelmiş. Karga tilkiyi görünce ürkmüş ve ona güzel sözler söylemeye, iltifatlar etmeye başlamış.
“Hoş geldin, değerli komşum! Nasılsın, halin keyfin nasıl?”
Sahtekar tilki yalancıktan üzüntülü numarası yaparak:
“Sorma, halimiz berbat. Ne yiyeceğimiz var, ne de yakacağımız. Kocakarı odun getirmeden gelmeyeceksin diyerek sürdü evden beni”.
“Peki benim zavallı küçük yavrumu götürürsen yetecek dememiş miydin?”
“Evet ama, cadı karı ne bana, ne de sana acıyor. Yine kovdu beni evden. Ne yapabilirim? Yavrularından birini daha ver de ağacı kesmeyeyim. O zaman uzunca bir süre gelmeyeceğime söz veririm, kusura bakma değerli komşum benim. Ne yapabilirsin, Allahın takdirine katlanmak gerek. Ne kötü rastladı, zavallı sen de bulup bulup benim bir tek ağacıma gelip tünemişsin”
Tilki böyle konuştuktan sonra, gerçekten çok üzgünmüş gibi derin derin düşünmeye, üzgün üzgün yere bakmaya başlamış. Ama yakındaki bir başka ağaçta yaşayan saksağan konuşmaları duymuş ve durumu anlamış. Hemen koşup karganın yanı başındaki ağaca tünemiş ve:
“Ne kötü bir şey yaptığın karga kardeş! Deli misin ne? Hiç olacak şey mi bu yaptığın? Yavrularını tek tek bu sahtekar tilkiye kaptırıyorsun” demiş.
Sonra da tilkiye dönerek:
“Ne zamandan beri ağacın olmaya başladı senin? Söyle bakayım, sahtekar, düzenbaz tilki! Ağaç keseceksen hani baltan, hani testeren, hani ipin? Hadi defol buradan!”
Zılgıtı yiyen tilki, foyası meydana çıkmış, burnu yere, umutları suya düşmüş olarak çekip gitmiş. Karga sevinçle yavrularına sarılmış, saksağan da yaptığı işin verdiği gönül huzuru ile sevinerek ayrılıp evine dönmüş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Kurdun aşık kemiği ilaç mıymış?
Adıge Pşisexer, s.62.
Anlatan: Xhut Yerecıb Biram oğlu, 68 yaşında, Cahable Köyü.
Derleyen: Xhut Şamseddin.
Derlenen yıl: 1969.


Ormanlar kıralı yaşlı aslan bir gün hastalanmış. Haber tez zamanda orman halkı tarafından duyulmuş. Herkes hasta ziyaretine koşmuş. Her nasılsa kurtla tilki haberi duymamış ve hasta ziyaretine gelmemişler.
Bir gün kurt ormanda pinekleyip dururken saksağan tepesinde bitivermiş:
“Ne ayıp şey şu benim gördüğüm manzara! Hasta ziyaretine bile gitmeden tek başına dolaşıp duruyorsun, nedir bu halin senin? Orman halkından nedir üstünlüğün?” demiş.
Neye uğradığını anlayamayan kurt ürkmüş ve saksağana sormuş:
“Ne hasta ziyareti? Kim ki hasta olan?”
“Kıralımız hasta, duymadın mı” demiş saksağan.
“Kıralımızın hasta olduğunu duysam gitmez miyim hiç? O nasıl söz komşu?” demiş kurt.
Hemen tırıslamış, asanla ziyarete gitmiş. Hasta yatağında ıhlayıp tısılayarak yatan aslana yaklaşmış ve saygı ile sormuş:
“Hasta olduğunuzu duymadım kıral hazretleri! Lütfen bağışlayınız! Şimdi duyar duymaz koşarak geldim. Biraz daha iyisiniz değil mi muhterem kıralımız?”
Hasta aslanın yanındaki soydaşı ve koruyucusu kaplan hiddetle:
“Ne demek duymadım, bilmiyordum? Bütün orman halkına haber verildi. İstesen duyardın.”
Zılgıtı yiyen kurt, utangaç ve mahcup bir şekilde kem küm ederek gere geri çekilip, diğer hayvanların arasında yerini almış. Ama yine de söylemeden edememiş:
“Ben geç kaldım ama daha hiç gelmeyenler de var! Şurada toplananlar arasında tilkiyi göremiyorum.”
Kapının önünde beklemekte olan karga, konuşmaları duymuş ve hemen fırlayıp tilkiye yetiştirmiş:
“Hey, zavallı tilkicik! Çabuk ol, çabuk ol! Bütün hayvanlar hasta kıral aslanın evinde toplanmışlar. Kurt başta olmak üzere bütün düşmanların seni ona gammazlıyor.”
Tilki, dilci saksağana teşekkür ettikten sonra koşar adım ormana dalmış gitmiş. Su kenarında bir turna sürüsüne rastlamış. ‘Şimdi tam da istediğim oldu’ diye düşünerek turna sürüsünün arasına hızla dalmış ve içlerinden birini yakalamış. Ağzında yakaladığı turna ile koşa koşa hasta aslanın yanına gelmiş, huzuruna çıkıp:
“Hastalandığını duyunca, kıral hazretleri, turna etiyle kurdun aşık kemiği kaynatılıp içirilirse hastaya iyi gelir diye duymuştum da, turna avlamaya gitmiştim, hemen yakalayamadım, biraz geciktim, özür dilerim. İşte turna etini getirdim, şifa olsun, saygıdeğer kıralımız” demiş.
Tilki bunları söyleyip, geri geri çekilerek diğer hayvanların arasında yerini alırken kurda da “beni gammazlar mısın, görürsün sen gününü” der gibi bakmış. Kurt da “Ben sana gösteririm” der gibi dişlerini göstermiş. Aşçılık görevini yapmakta olan tavşan, turnayı kapmış:
“Turna etini ben hemen haşlar, hazırlarım ama, kurt aşık kemiğini nereden buluruz, bilemem” diyerek kaplana bakmış.
Kaplan bir süre hayvanları göz ucuyla süzdükten sonra büyük bir başkan edasıyla:
“Bizim şimdi kurt aşık kemiği aramaya gidip kaybedecek vaktimiz yok. Hasta kıralımıza daha çok acı çektiremeyiz. Hemen şuracıkta hazır olan kurdun aşık kemiğini çıkarın da kıralımızı bir an önce iyileştirelim” demiş.
Kaplanın talimatını duyunca kurt sıvışmak için yavaş yavaş kapıya doğru yaklaşmaya çalışmış ama bunu fark eden koca ayı bir pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Diğerleri de saldırmış ve ayağının birindeki aşık kemiğini çıkarmışlar. Alıp aşçı tavşana yetiştirmişler, kaynamakta olan turna etine kurt aşık kemiği de eklenmiş. İlaç hazırlanmaya başlamış. Yaralı kurt da ayağını yalayıp duruyormuş. Tilki usulca yanına sokulmuş:
“Bir daha beni gammazlar mısın, seni çalı kuyruk seni! Daha neler getiririm başına görürsün! Düşün de konuş bakın da otur, dediklerini unutma bundan böyle, olur mu” demiş, sağladığı büyük başarıdan duyduğu övünç ve sevinçle ormana dalmış, işine bakmış.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Anaç domuz ve tilki
Bu masalın daha kısa bir varyantı Adıge Pşısexer, s.36’da yer almakla birlikte rahmetli T’EŞÜ Mehmet Yasin Çelikkıran bu masalı başka bir kaynaktan çevirmiştir. Ancak hangi kaynaktan çevirdiği saptanamamıştır. (Fahri Huvaj)
Anaç domuz ve tilki dost olmaya karar vermişler. Karşılıklı oturup bugün ne yapalım, ne edelim, nereden ne yürütelim diye konuşurken tilki ortaya bir fikir atmış:
“Bir köye gidip tavuk çalalım, getirip yiyelim”, demiş.
Birlikte bir köye gitmişler, köyün alt tarafındaki evlerin birinden iri ve etli bir tavuğu kapıp getirmişler. Tilki tavuğu tek başına yemeyi düşünüyormuş ve aklına bir hile gelmiş. Domuza demiş ki:
“Domuz kardeş, gel bir karar alalım. Bu tavuğu ikimizden biri yesin. Çünkü bir tavuk ikimize az gelir”.
“Peki” demiş domuz, “ama bu iş nasıl olacak, tavuğu kimin yiyeceğine kim karar verecek?”
Bunun üzerine tilki:
“Hangimiz daha yaşlıysa tavuğu o yesin” demiş.
“Peki kabul” demiş domuz, “fikir senden geldi. Söyle bakalım kaç yaşındasın?”
Tilki tuzağa düşer mi hiç, hemen bir rakam söylememiş:
“Şu anlatacaklarımı dinlersen kaç yaşında olduğumu anlarsın” demiş ve başlamış anlatmaya:
“Bu yaşadığımız dünya var ya, eskiden böyle değildi. Her yer suyla kaplıydı. Şimdiki kocaman kara parçaları, kıtalar, adalar küçük birer kaya halinde orada burada tek tük bulunurdu. Deniz beni bazen bu kayaların üzerine atar, bazen de geri çeker götürürdü”.
Bunları dinlerken domuz ağlamaya başlamış. Tilki ne olduğunu anlamadan:
“Ne oldu domuz kardeş? Bir tavuk için ağlıyorsan çok ayıp. Senin gibi yiğit ve güçlü bir hayvana yakışmıyor” demiş.
Domuz içini çekerek cevap vermiş:
“Ben tavuk için değil, vaktiyle çektiklerimi anımsadım da ona ağlıyorum. Senin zamanında denizlerde tek tük kaya varmış. Onlara tutunup dinlenebiliyormuşsun. Benim zamanımda o da yoktu ya. Deniz durmadan beni bir oraya bir buraya atar savururdu. Yavrularım bile denizde doğardı. Senin yaşadığın zamanı da gördüm ben. Yüzerek kayalara geldiğimde tilki ayak izleri görürdüm. Demek o izler senenmiş. O sıkıntılı ve zahmetli günleri bana hatırlattın, onun için ağlıyorum”.
Tilki bunun üzerine:
“Peki” demiş, “Domuz kardeş bu anlattıklarına göre sen benden daha yaşlısın, tavuk da senin hakkın, haydi ye afiyet olsun”.
Domuz da tavuğu bir solukta yemiş bitirmiş.
Ertesi akşam yine köye gitmişler, bir tavuk daha çalıp getirmişler. Tilki yine kafasında bir hile kurmuş, domuza:
“Domuz kardeş, artık çok geç oldu, yatalım, kim daha güzel rüya görürse tavuğu o yesin. Rüyalarımızı da yarın kalkınca anlatırız” demiş.
Domuz hiç itiraz etmeden hemen uykuya yatmış. Biraz sonra kalkmış, tilkinin uyuyup uyumadığını kontrol etmiş. Uyuduğunu görünce gizlice gidip tavuğu yemiş ve dönüp yatmış.
Sabahleyin tilki erkenden kalkmış ve horul horul uyuyan domuzu uyandırmış:
“Domuz kardeş, kalk, kalk! Bak, çok güzel bir rüya gördüm, dinle” demiş ve başlamış anlatmaya:
“Rüyamda dünyanın kıralı olmuşum. Herkes önümde saygıyla eğiliyor. Önüme bir yemekler koyuyorlar ki hepsi birbirinden güzel. Hizmetkarlar her istediğim yemeği yapıp getiriyorlar.. Etli, balıklı, sebzeli öyle güzel yemekler ki yemeye doyamıyorsun. Ben o görkemli sofrada yerken sen de orada kapının kenarında durmuş bana bakıyorsun”.
Tam bu sırada anaç domuz:
“Sus sus tilki kardeş, bir dakika izin ver” demiş ve başlamış konuşmaya:
“Biliyor musun ben de aynı rüyayı gördüm. Böyle saltanatlı bir yaşam içinde olan ve öyle zengin ve çok çeşitli yemekler bulunan sofralarda oturup karnını doyuran tilki kardeş gelip çalıntı bir tavuğu yiyecek değil ya, dedim ve geceleyin kalkıp tavuğu yedim”.
Tilki bu cevaba fena halde içerlemiş ama belli etmemiş. Gidip tavuğun olduğu yere bakmış. Gerçekten de tavuk yerinde yokmuş. Dönüp domuzun yanına gelmiş ve ona:
“Seninle ben dost olamam, bundan sonra herkes kendi başının çaresine baksın” demiş ve oradan uzaklaşmış.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001
 
Kıral ve akıllı adam
Adıge Pşısexer, s.98.
Anlatan: Wışşıy Ç’ışıkhu.


Kıralın biri, halkının içinde akıllı biri var mı diye merak etmiş. Saray görevlilerinden üç adam çağırtmış. Birincisine;
“Sen bana, ak saçlı, kara sakallı bir adam bulup getireceksin”. İkincisine:
“Sen kara saçlı, ak sakallı bir adam bulup getireceksin”. Üçüncüsüne:
“Sen de saçı sakalı olmayan, dazlak bir adap getireceksin” demiş.
“Bu üç adamı bulmadan gelirseniz, hayatınızla ödersiniz ha” diyerek pekiştirmiş.
Üç adam halkın arasına karışmış, aramış taramış sormuş soruşturmuş. Çok geçmeden kıralın istediği şekildeki adamları bulup getirmişler. Niçin getirildiklerini bilmeyen üç kişi bekleme salonunda otururken dazlak olanı diğerlerine sormuş:
“Biz üç garibanı acaba buraya niçin getirdiler, biliyor musunuz?”
Onlar da:
“Doğrusu; Kıralın bize ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyoruz, meraktan çatlayacağız. Kıral sizi istiyor dediler, apar topar yakalayıp getirdiler” demişler.
Dazlak adam:
“Bne sizin buraya niçin çağrıldığınızı biliyorum” demiş. Öbür ikisi merakla:
“Ne olur biliyorsan söyle lütfen” diye yalvarmışlar. Dazlak adam birincisine:
“Kıral sana ‘Senin niye saçın beyaz sakalın siyah’ diye soracak. Sen de ‘Saçım sakalımdan önce çıktı. Onun için önce çıkan saçım önce ağardı, sakalım da henüz ağarmadı, siyah kaldı’ diyeceksin” demiş. İkincisine sormuş:
“Peki sen, sana ne sorulacağını biliyor musun?”
“Ah nereden bileyim! Garibanın tekiyim ben. Ne yazık ki ne sorulacağını da, ne cevap vereceğimi de bilemiyorum” demiş. Dazlak ona da:
”Eğer kıral sana da ‘niçin saçın siyah da saklın beyaz’ diye sorarsa, ‘Benim de saçım sakalımdan önce çıktı ama sakalımın erken ağarmasına sebep olan evlatlarımdır. Haylaz bir oğlumla şımarık bir kızım var. Onların yakışıksız ve düşüncesizce hareketlerine dayanmak için sakalımı sıvazlıya sıvazlıya sakalım erken ağardı, saçımsa siyah kaldı’ dersin” demiş.
Çok geçmeden kıralın adamları gelmiş, saçı beyaz sakalı siyah olan adamı içeri götürmüşler.
Kıral sormuş:
“Senin neden saçın beyaz da sakalın siyah?”
Adam dazlak adamın dediğini hatırlamış:
“Efendim, saçım sakalımdan önce çıktı. Erken çıkan saçım, geç çıkan sakalımdan önce ağardı” demiş.
Kıral ikinci adamı çağırtmış ve sormuş:
“Senin niye saçın siyah da sakalın beyaz?”
Adam cevap vermiş:
“Oğlumla kızım yüzünden, sayın kıralım. Haylaz bir oğlumla şımarık bir kızım var. Bunların yaptıkları yakışıksız ve düşüncesiz hareketler yüzünden ‘Allahım sen bana sabır ver’ der, hep sakalımı sıvazlardım. Yıpranan sakalım bu nedenle erken ağardı” demiş.
Kıral bu kez, saçı sakalı olmayan, tüysüz adamı içeri aldırmış:
“Senin ne saçın, ne sakalın ne de bıyığın var. Nedendir, ne oldu onlara” diye sormuş.
Dazlak adam:
“Anlatayım, değerli kıralımız. Ben annemle babamın tek çocuğuyum. Annemle babam beni paylaşamadı. Babam oğlan olmamı istedi, annemse ‘hayır kız olmazsa olmaz, illa ki kız olacak’ diye tutturdu. Kavga dövüş nizah derken belden yukarısı annemin, belden aşağısı babamın oldu. Başımın yüzümün tüysüz olması bundandır efendim, isterseniz belimden aşağısını da gösterebilirim” deyince kıral:
“Gereği yok, tama anlaşıldı; öteki ikisine de sen öğretmiş olmalısın. Neyse haydi gidin bakalım” diyerek herkesi dışarı çıkarmış, dazlak adamı alıkoymuş ve “Değerli Thamate! Eğer götürebileceksen sana istediğin kadar altın vereceğim” demiş.
“Götürmeye götürürüm de” demiş dazlak adam, “götürecek kabım yok”.Kıral iki gözlü bir heybe getirtmiş, “götürebileceğin kadar al” diyerek önüne sandığını koydurmuş.
Dazlak adam, ara sıra kaldırıp deneyerek taşıyabileceği kadar altınla doldurmuş heybeyi.
“Teşekkür ederim saygıdeğer kıralımız” diyerek vedalaşmış ve ayrılmış:
Kıral muhafızlara haber göndermiş, “Bu adamı sağ salim dışarı çıkarın ve yolcu edin” demiş.
Dazlak adam hayatında görmediği, hiç ummadığı ve beklemediği bu zenginlikten pek mutlu olarak memleketine doğru yola koyulmuş.
Kıralın vezirlerinden biri, yolda dazlak adamla karşılaşmış:
“İyi yolculuklar saygıdeğer büyüğüm! Sırtındaki yük biraz ağır gibi. Ne getiriyorsun böyle” diye sormuş. Dazlak adam hiç çekinmeden:
“Altın getiriyorum” demiş.
“Gerçekten bunların hepsi altın mı” şaşırmış vezir.
“Evet” demiş dazlak adam, “İnanmıyorsan bak” demiş ve heybenin ağzını açıp göstermiş.
“Peki nereden aldınız bunu?”
“Nereden olacak, kıral hazretleri verdi” demiş dazlak adam.
“Nasıl olur da bu kadar altın verir kıral! Neredeyse bir ülkeyi kurtarmaya yetecek kadar çok altın var burada. Bunda bir iş var” demiş vezir.
“Ne çaldım, ne de boğuşup, dövüşüp zorla aldım. Kıralın kendisi verdi bunları bana” demiş dalsak adam.
Vezir hızla kırala gelmiş:
“Şurada, yakında bir adamla karşılaştım; sırtındaki heybe altınla doluydu ve ‘bunları bana kıral verdi’ diyordu” demiş.
“Doğru ben verdim onları” demiş kıral.
“Peki niçin verdiniz sayın kıralımız” diye sormuş vezir.
“Kısmeti olan mülkü de bulur vezir hazretleri” demiş kıral, “adam o mülkü aklıyla hak etti”.
“Peki sayın kıralımız! Geri alırsam bu mülkü bana verir misiniz” demiş vezir iştahla.
“Veririm ama” demiş kıral, “öldürmeyeceksin, zorla almayacaksın. Aklınla hak edip alabilirsen onu sana veririm, bir o kadar daha eklerim. “Peki ya alamazsam” demiş vezir.
“O zaman dazlak adam ne isterse yaparım, senin de kelleni kopartırım.”
Vezir kabul etmiş, yola koyulmaya hazırlanıyormuş. Kıral uyarmış:
“Adamın nereden geldiğini bilmiyorum, yaya olarak yetişemeyebilirsin, atla git!”
Vezir atına binip hızla yola koyulmuş. Bir süre sonra ileride ovada kara kuru ufak tefek bir adam görmüş. Atını kamçılamış, tez zamanda yetişmiş. Bakmış ki gerçekten de aradığı dazlak adamın ta kendisiymiş. Yanına yaklaşmış ve:
“Ğogu mafe wéjapşiy, Thamate* maf/İyi yolculukların olsun, ey uğurlu büyük” diyerek selamlamış. Birlikte giderken vezir, dazlak adama bir şey sormak istediğini söylemiş. Adam:
“Sor evlat sor! Bildiğim bir şeyse cevaplarım” demiş. Vezir bu söz üzerine:
“İnsanlar arasında ‘üç horoz ötüm sesi’ diye bir tabir kullanılır. Bununla ne demek isterler? Bu tabirin anlamı nedir?” diye sormuş. Dazlak adam:
“Şu gördüğün gökyüzü yedi kattır. Alttan yedinci kat olan en süt katta bir horoz vardır. Aynı şekilde üstten yedinci kat olan birinci katta da bir horoz vardır. Yeryüzünde yaşayan insanların da horozları vardır. Yedinci kattaki horoz ötünce birinci kattaki horoz duyar. Birinci kattaki horoz ötünce de yeryüzündeki horozlar duyar. İşte üç horoz ötüm sesi” dedikleri budur” diye cevap vermiş.
Bir süre sonra vezir:
“Sayın büyüğüm, yine bir şey sormak isterim” demiş.
“Sor, biliyorsam söylerim” demiş dazlak adam.
“Yalan ile gerçek arasında ne fark vardır”
Dazlak adam:
“O ikisinin arasında şu dört parmak vardır” demiş ve elini kaldırarak avuç kısmını şakağına koymuş. Sözlerine şu şekilde devam etmiş: “Şu iki gözün gördüğü gerçek, şu iki kulağın duyduğu yalandır”.
Vezir biraz umutsuzluğa kapılmış. Ama adamı illa ki akıl yoluyla bir açmaza sokmak isteğinden:
“Af edin, sayın thamate, yine bir sualim var, cevap vermek sizi sıkmıyorsa, lütfen beni aydınlatır mısınız” demiş. Adam:
“Ne sorarsan sor, biliyorsam cevap veririm, bilmiyorsam susarım” demiş. “Ancak ben yayayım, sen atlısın. Atına binip biraz dinleneyim. Sorularını o zaman cevaplayayım” demiş. Vezir hemen attan inmiş, dazlak adam binmiş. Yola devam etmişler. Yaşlı adam biraz dinlendikten sonra:
“Şimdi ne istersen sorabilirsin” demiş.
Vezir hemen:
“Bazen insan gece zengin olarak yatıyor, sabahleyin hiçbir şeyi olmayan zavallı bir fakir olarak kalkıyor. Bazen de bunun tersi oluyor. Akşamleyin yoksul biri olarak yatıyor, sabahleyin zengin kalkıyor. Bu nasıl oluyor” demiş.
“Anlatayım” demiş yaşlı adam, “gayet basit. Biraz önce sen atlıydın ben yaya, şimdi ise ben atlıyım sen yaya. İşte o bahsettiğin de bunun gibi bir şey. Her şey değişiyor, değişim hayatın yapısında var”.
Vezir bu yaşlı ve tüysüz adamla başa çıkamayacağını, altınlara el koyamayacağını anlamış, yolcudan izin isteyerek,
“Yollarımız burada ayrılıyor. Sana iyi yolculuklar” demiş ve geri dönmüş. Evine gelmiş, kıralın huzuruna çıkmadan önce biraz dinleneyim demiş ama bir türlü saraya gitmek istemiyormuş. Bir hafta geçtikten sonra kıral vezirin durumunu araştırmış. Dönmüş olduğunu öğrenince huzura çağırtmış. Kıral:
“Anlat bakalım neler oldu” demiş
Vezir olan biteni, sorduğu soruları, aldığı cevapları bir bir anlatmış. Bunun üzerine kıral:
“Seni öldürtmekle benim elime bir şey geçmez. Ama şunu bil ki, benim verdiğim bir şeyi sen geri alamazsın. Senin geri alabileceğin bir şeyi de ben vermem. Ben insanlara hak ettikleri şeyi veririm. Hak edilen şey de geri alınamaz. O verilen şey yerini bulmuştur. Aklının ermediği ve seni ilgilendirmeyen şeylere bir daha karışma! Devlet işleri tecrübe ve akılla yönetilir. Şu andan itibaren vezirliğin sona germiştir. Haydi git, sen de senin gibilerin arasına katıl” demiş ve huzurundan kovmuş.
*Thamate/Thamade: Etimooljik olarak; Thame yate biçi-miyle “Tanrılara sunu yapan, sunak sunan, (Thame yade biçimiyle “Tanrıların huzura kabul ettiği) anlamlarına gelmekte olup, Adıgelerde yöneticilere, önderlere verilen bir sandır. Bu anlamda köy muhtarlarına da Thamete denir.
Aile reisinden, mahalle ve köy muhtarına, il ve bölge başkanlarına hatta devlet başkanına kadar her yönetici ve öndere Thamate denildiği gibi, belirli bir işin yapılması süre ve süreciyle sınırlı olmak üzere “Kup Thamat/Gup Thamade: Grup başkanı, Grup yöneticisi, önderi” kategorisi de vardır. Bu çerçevede genç kızların, gençlerin de Thamateleri olur. Adıge töresinde, iki kişi dahi olsa, bir ortak iş için yola çıktıklarında bunlardan biri mutlaka Thamate, diğeri de yardımcısı olur, töresel, toplumsal görev ve sorumluluklar böylece yerine getirilir.
Thamate, genellikle akıllı, bilgili, becerikli, çevrede sayılan kişidir. Yegane bilgi kaynağının deneyim olduğu dönemlerde yalnızca yaşlılar, daha yaşlı olanlar Thamate olabilirdi. Sonradan bilgi kaynaklarının çoğalmasına koşut olarak, özellikle de demokratik Adıge boylarında “barışta dili, savaşta kılıcıyla önde olan Thamatemizdir” anlayışı benimsenmiştir. Ancak yine de grubun en yaşlısı her zaman “nahıjj thamate/yaşlı önder” san ve sıfatıyla anılmış, daima danışman olarak değerlendirilmiş, toplumda saygın bir yer tutmuştur. Burada Thamate “saygıdeğer büyük, yaşlı” anlamındadır.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Falcı kadın
Adıge Pşısexer, s.101.
Anlatan: Kuşü İbrahim Ç’eç’oğlu, 69 yaşında. Weç’epşıye Köyü.
Derleyen: Nepş’e/khuy Zawır
Derlendiği yıl: 1960


Köyün birinde yoksul, yaşlıca, dul bir kadın varmış; küçük oğlu ile birlikte yıkık-dökük küçük bir kulübede yaşarmış. Kadın zengin ailelere hizmetçilik yaparmış, hizmetinin karşılığını da tam olarak alamazmış ama yine de sabreder, kıt kanaat geçinip giderlermiş. Kadının çocuğu küçük olmasına rağmen akıllı ve de kurnazmış. Bir gün annesine:
“Anne” demiş, “Sen kendini iyi bir fasulye falcısı olarak tanıt! Ben bir şeyler çalayım. Çaldığım şeyleri saklayayım, sakladığım yeri de sana söyleyeyim. Eşyası kaybolan kişi önünde sonunda mutlaka sana gelecektir. Sen de fasulye falı açarak kaybolan eşyayı bulursun. Eşyası bulunan kişi sevinecek, sana birçok armağan veya ödül verecektir. Böylece geçinip gideriz.
Anne öneriyi içine sinmese de kabul etmiş. Çocuk bir gece feodallerden birinin bir kısım eşyasını çalmış, götürüp bir çit dibine gömmüş, hemen gelip çalıntı eşyaları gömdüğü yeri annesine söylemiş. Ertesi gün feodal beyin adamları, efendilerinin bir kısım eşyalarının kaybolduğunu, bunların muhakkak çalınmış olduğunu duyurmuşlar, aramış, taramışlar ama hiçbir yerde bir iz bulamamışlar. Sonuçta fasulye falına baktırmaya karar vermişler. Kim bakar, kim bilir? Derken köydeki falcı kadını hatırlamışlar.
Falcı kadın fasulyelerini önüne serpmiş, ikili üçlü eşleştirmiş., tekrar karıştırmış, açmış yeniden eşleştirmiş. Sonunda:
“Tamam” deliş, “buldum, gelin bakalım!”
Önlerine düşmüş, çitin kenarına götürmüş:
“Kazın bakalım şurayı” demiş.
Hemen kazmışlar. Kaybolan eşyaları çıkarmışlar.
Feodal bey bu olaya hem hayret etmiş, hem de eşyalarının bulunmasına çok sevinmiş. Falcı kadına da neredeyse bir yıl yetecek kadar bol yiyecek ve giyecek malzemeleri vermiş; onu dost olarak korumaya almış.
Bu şekilde ana ile oğul, bir-iki yıl danışıklı iş yaparak yaşamlarını iyice düzeltmişler. Güzel bir ev yaptırıp, küçük kulübeden kurtulmuşlar. Ambarlarını iki üç yıl yetecek kadar tahıl ve yiyeceklerle doldurmuşlar. İki de inek alıp bağlamışlar. Yeniden orta halli iyi bir aile olmuşlar.
Aylar yıllar böyle geçip giderken yaşlı kadının şöhreti her tarafa yayılmış. Bir gün gelmiş başka bir köyde bir zenginin bütün eşyaları çalınmış. Bu zengin adam falcı kadının ününü duymuş olduğundan adam gönderip onu, kendi yanına getirtmiş. Kadına:
“Senin çok usta bir fasulye falcısı olduğunu duydum. Onun için davet ettim. Çok miktarda altın ve gümüşüm çalındı. Eğer onları bulmamı sağlarsan sana çok para ve mal veririm. Kandırmaya kalkarsan da kafanı keseceğim. Ona göre bütün marifetini göstermelisin” demiş.
Falcı kadın oğlu ile anlaşarak yaptığı her zamanki işe benzemeyen bu hırsızlık meselesinden son derece tedirgin olmuş. Ne yapacağını, ne edeceğini bilememiş. Beye:
“Ben, burada bu kalabalıkta bir şey yapamam. Bana yalnız kalacağım sakin bir ev verirseniz elimden geleni yaparım” demiş.
Bey, istediği evi vermiş.
Bu arada usta falcının getirtildiği haberi de köyde yayılmış. Gecenin bir yarısında, falcı kadının yattığı odanı kapısı tık tık vurulmuş. Kadın korku içinde;
“Kim o” diye seslenmiş. Kapıyı vuran kişi alçak sesle:
“Anne ne olursun aç kapıyı1 Beni içeri al! Korkma söz veriyorum sana hiçbir zararım dokunmayacak” demiş yalvarmış.
Kadın kapıyı açınca tanımadığı iki delikanlı girmiş içeri. Gençler kadının elini öperek:
“Ah güzel cici annemiz, bağışla bizi! Hırsızlığı yapan biziz. Bir hata ettik işte. Ne olur bizi ele verme! Bizi ele verirsen eğer, bey asla yaşatmaz, parça parça eder” demişler. Falcı kadın hemen kafasını çalıştırmış ve gençlere:
“Peki” demiş, “sizleri ele vermeyeceğim. Ama çaldığınız altın ve gümüşleri sakladığınız yeri söyleyin. Beni yormayın!..
Gençler geceleyin gizlice kadına, çalıntıları gömdükleri üç ayrı yeri göstermişler. Oradan herkes dağılmış. Kadın da misafir kaldığı eve gizlice dönüp yatmış.
Sabah olunca falcı kadın zengin beyin yanına gitmiş. Onun yanında avucunda salladığı fasulyeleri döşemenin üstüne serpmiş. Biraz durup beklemiş, fasulyeleri eşleştirmiş, toplamış tekrar dağıtmış, toplamış ve sonra:
“Bana kazmalı kürekli iki adam verin” demiş.
Bey derhal isteneni yapmış. Kadın önde, adamlar arkada gitmişler. Kadın üç ayrı yeri de kazdırmış. Bulduklarını getirip beyin önüne koymuşlar. Oturup bir bir saymışlar. Çalınan kıymetli eşyaların hepsinin tamam olduğu görülmüş. Bey kadının bu marifetine şaşırıp kalmış. Kadının ünü daha da yayılmış, dillere destan olmuş.
Falcı kadın, beye:
“Hırsızlar üç kişiydiler. Köyün yakınındaki ırmaktan geçip gitmişler. Bir süre sonra gelip altınları gömdükleri yerden çıkarıp alacaklardı. Kim olduklarını da belki söyleyebilirdim ama benim fasulyelerim nehir ötesine etki etmiyor” demiş. Bey:
“Kıymetli eşyalarım bulundu ya, yeter bana, gerisini boş ver!” demiş. Falcı kadına da pek çok kıymetli eşya ve armağan vermiş.
Birkaç gün sonra ana oğul oturup konuşmuşlar. Çocuk anasına:
“Anne” demiş, “bu işe artık bir son vermek lazım. Yoksa bir gün foyamız meydana çıkacak. Yeteri kadar mal mülk edindik. Güzel bir evimiz de var. Ben hırsızlığı, sen de falcılığı bırakacaksın. Bu işin sonu yok”.
“Peki oğlum” demiş kadın, “doğru söylüyorsun, artık bu işi bırakmamız lazım. Şöyle yapalım: Eski küçük kulübede işe yarar ne varsa çıkaralım. Sonra da kulübeyi ateşe verelim. Fal açtığım fasulyelerimin de kulübede yandığını, bu yüzden artık fal bakamadığımı söyleyeyim. Bu haberi yayalım. İşi böylece tatlıya bağlarız”.
GFece olunca çocuk kulübede işe yarar ne varsa boşaltmış, kulübeyi de ateşe vermiş. Kulübe iyice tutuşunca ana oğul:
“Yangın vaaar!.. Yanıyoruuuuuz!... Yetişiiin!....” diye bağırmış. Herkes koşmuş, yetişmiş ama iş işten geçmiş, kulübe yanmış kül olmuş. Kadın yangına koşup gelen köylülerin huzurunda, ağlayıp dövünerek:
“Eyvah! Eyvah! Eşyalarım gitti, fal fasulyelerim de yandı. Eyvah ki eyvah! Ben ne yaparım şimdi? Dünyada fal bakamam artık!” diye herkese duyurmuş.
Böylece yaşlı kadın ile küçük oğlanın hileleri meydana çıkmadan fasulye falcılığı sona ermiş. Kadın da, küçük oğlu da ömürlerinin sonuna kadar dürüst bir hayat sürmüş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Geri
Top