• Merhaba Ziyaretçi.
    "Minimalist Fotoğraflar" konulu yarışmamız başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de yarışmada görmek istiyoruz...

Adıge Pşısexer / Adıge Masalları

Akıl satın alan adam
Adıge Pşısexer, s.114.
Anlatan: Hatkhue Téwıçüej, 73 yaşında.
Derlenen yer: Şewcenhable Köyü.
Derleyen: Xhuajj M.
Derlendiği yıl: 1959.


Tek oğulları olan bir karı koca varmış. Yıllardır mutlu bir hayat sürerek yaşıyorlarmış. Ancak bir yıl büyük bir kuraklık ve kıtlık olmuş. Halkı perişan eden kıtlıktan bu aile de nasibini almış. Yiyecek ambarlarının boşalmakta olduğunu gören adam, geçinmek için çareler aramaya başlamış.
Derken gurbete gidip bir iş bulmak, çalışıp bir şeyler kazanmak amacıyla köyden çıkmış. Uzun süre dolaşmışsa da bir türlü uygun bir iş bulamamış. Eli boş dönmeyi de kendine yediremiyormuş. Günlerden bir gün bir köy kenarında, ağacın altında oturan, giyim kuşamı yerinde bir adama rastlamış. İri yarı ve pala bıyıklı adam gurbete iş aramaya çıkan adama:
“Buyurun, hoş geldiniz, yanılmıyorsam yorgun bir konuk olmalısınız” demiş, saygı ile ayağa kalkıp konuğu buyur etmiş.
“Evet” demiş konuk, “gerçekten de yorgunum, uzak yerlerden geliyorum. Doğrusu; beni konuk edecek bir ev sahibine de ihtiyacım yok değil.”
İki adam oturmuşlar, sağdan soldan konuşurlarken ev sahibi sormadığı halde konuk anlatmaya başlamış:
“Memleketimizde kıtlık oldu. Bir oğlum, bir de karım var. Geçim sıkıntısına düştük. Bir iş bulup evime biraz bir şeyler götürürüm diye yollara düştüm” demiş. Pala bıyıklı adam:
“Öyleyse ben senin sorununa çare olabilirim. Verdiğim işleri yaparsan uygun bir ücret de alırsın” demiş.
Gurbetçi hemen razı olmuş, işe başlamış. Kimi zaman at otlatmış, kimi zaman öküz... Kimi zaman çift sürmüş, kimi zaman koyun yaymış. Evine çok para götürmek ümidiyle üç yıl pala bıyıklı adamın yanında çalışmış. Üçüncü yılın sonunda artık ailesini ve yuvasını o kadar özlemiş ki gece gündüz hep onları düşünmekten kendini alamaz olmuş. Bir gün pala bıyıklı adam gurbetçinin bu durumunu fark etmiş ve yanına çağırarak:
“Değerli konuğumuzu bu günlerde pek kederli görüyorum. Hayrola, nedir derdin” diye sormuş.
“Evet, bir efkardır çöktü üstüme” demiş konuk, “biliyorsunuz üç yıldır ayrıyım ailemden. Bu üç yıl içinde ben aç kalmadım, açıkta kalmadım sayenizde ama, doğrusun söylemek gerekirse, yediğim de boğazımdan geçmiyor, ailem ne durumdadır, bilmiyorum, onları hek çok merak ediyor hem de çok özlüyorum. Bu yüzden biraz efkarlıyım”.
“Öyleyse” demiş pala bıyıklı adam, “yarın odama gel, ücretini vereyim. Var git ailenin yanına”.
Ertesi sabah gurbetçi patronun odasına gitmiş. Patronun gurbetçiye üç yıllık emeğinin karşılığı olarak üç altın lira vermiş, bir de yol azığı hazırlatmış; “güle güle git, yolun açık olsun” diyerek yolcu etmiş.
Gurbetçi hemen yola düşmüş ama bir yandan ailesinin özlemi, bir yandan verilen paranın azlığı ona keder veriyormuş. İşe girerken pazarlık yapmadığı, yapacak hali de olmadığı için kaderine razı olmuş, ama neredeyse boşa geçen üç yılına da yanıyormuş. Bu düşünceler içinde günlerce yol almış, heybedeki yiyeceği de bitmiş. Elindeki üç altını da bozdurmadan memleketine götürmek istiyormuş. Dağlarda ormanlarda ot ve meyvelerle karnını doyurarak yola devam ediyormuş.
Birçok köy ve şehir geçtikten sonra bir köy kenarında kurulmuş bir panayıra rastlamış. Bu panayırda kurulan pazarda kimi mal satıyor, kimi alıyor, yoğun bir alışveriş yapılıyormuş. Karnı da iyice acıkmış, pazarda satılan güzel yiyeceklerin kokusu burnuna geldikçe içi geçiyormuş, ama koynunda sakladığı üç altına el sürmüyormuş. Pazarı dolaşırken “satıyorum, satıyorum” diye bağıran bir adama rastlamış. Ama adamın ne elinde, ne de önünde sattığı bir şey görünmüyormuş. Gurbetçi satıcının yanına sokulmuş:
“Arkadaş sen ne satıyorsun? Satıyorum, satıyorum diye bağırıyorsun, ama sattığın şey meydanda yok” demiş.
“Ben akıl batıyorum” demiş adam. Gurbetçi bu söze şaşırmış ve:
“Akıl ne alınır ne de satılır: Sen delirdin mi yahu?” demiş ve oradan uzaklaşmış. Pazarın öbür tarafına gitmiş. Ama satıcının “satıyorum, satıyorum” sözleri hâlâ ta oraya kadar kulağına gelmekte imiş. Biraz dolaştıktan sonra dayanamamış, akıl satıcısının yanına gelerek sormuş:
“Sattığın aklın fiyatı nedir?”
“Bir altın” demiş satıcı.
Gurbetçi üç altınından birini çıkarıp akıl satıcısına uzatmış:
“Ver bakalım” demiş. Satıcı parayı almış ve:
“Yolculuk sırasında bir nehre rastlarsan, geçit yerini bilmeden, rasgele geçmeye kalkma!” demiş.
Gurbetçi çarpılmış gibi olmuş, dayanamayıp:
“Bir altına bu kadarcık mı akıl vereceksin?” diye sormuş, daha fazla akıl vermesini bekliyormuş.
“Elbette” demiş akıl satıcısı, “verdiğin bir altının karşılığı budur, onu da verdim işte” demiş.
Gurbetçi “bir yıllık emeğim heba oldu” demiş içinden, hem üzgün, hem de gururu incinmiş olarak oradan uzaklaşmış. Ama satıcının “akıl satıyorum, akıl satıyorum” sözleri hep kulağında çınlamakta imiş. Sağa gitmiş, sola gitmiş, dönmüş dolaşmış, gene akıl satıcısının yanına gelmiş. İkinci altınını da çıkarmış satıcıya uzatmış ve:
“Al, bir altın daha veriyorum, söyle bakalım ikinci akıl neymiş” demiş. Akıl satıcısı:
“Kim olursa olsun, biri bir iş yaparken rastladığında karışma! Kendisi sormadıkça fikrini açıklama” demiş. Gurbetçi atılmış:
“Hepsi bu kadar mı?”
“Evet” demiş akıl satıcısı, “bu kadar”.
Gurbetçi yaptığından bin pişman, cebinde kalan son altını sıkı sıkı tutup, iki yıllık emeğinin iki sözle uçup gitmesine yanarak, başı önde, aptal aptal dolaşmaya devam etmiş. Her adım atışında akıl satıcısınının “satıyoruuum, satıyoruuum” bağırtısı sanki kulağının dibinde çınlıyormuş. Dönmüş dolaşmış, yine gelmiş akıl satıcısının karşısına dikilmiş. İçine bir kurt düşmüş: “İki yılım heba oldu. Belki bu son yılın altınıyla işe yarar bir şey alırım” diye geçiriyormuş içinden. Elinde olmadan son altınını da satıcıya uzatmış.
“Ver son bir akıl daha” demiş. Satıcı hiç bekletmeden:
“Bir kimseye çok kızıp onun ağzını burnunu kırmak veya öldürmek aklından geçerse, içinden yüze kadar say. Sen yüz sayıncaya kadar öfken geçer. Ondan sonra yapacağın şeye karar ver” demiş.
Gurbetçi yarı aç yarı tok, altınlar da havaya uçmuş gitmiş, akıl satanın cebine inmiş, kafasını yumruklaya yumruklaya, kendi kendine söylene söylene uzaklaşmış. Ele gele gelmiş ki önünde büyük bir nehir.Genişliği en aşağı iki yüz metre, derinliği kim bilir ne kadar? Altınları kaybetmenin verdiği üzüntüyle kendini suya vurup karşıya geçmek istemiş, ayaklarını suya değdirince bir altın verip satın aldığı “geçit yerin bilmediğin suya rasgele girme” aklını hatırlamış. Başlamış nehrin kenarında beklemeye. Bir bilen gelir herhalde diye acele etmeden bekliyormuş. Çok geçmeden güçlü bir at üstünde bir yiğit çıkagelmiş ve:
“Bu suyun kenarında ne diye dönenip duruyorsun öyle” diye sormuş. Gurbetçi:
“Nehrin geçit yerini bilmiyorum da. Su derin ve akıntılı, geçit yerini bilen biri gelir ümidiyle bekliyorum” demiş. Atlı yiğit:
“Yiğit için nehrin her yanı geçilir. Ben gidiyorum sen de beni takip et” demiş, atını mahmuzlayarak nehre dalmış. On metre kadar giden atlı birden görünmez olmuş, atın başı ve kendisinin gövdesi suya bir batıyor bir çıkıyor derken görünmez olmuşlar. At da, atlı da boğulup gitmiş. Bu durumu görünce akıl satıcısına verdiği bir altını hatırlamış ve acısı biraz hafiflemiş. Olan biteni düşünüp, boğulan ata ve atlıya acıyıp dururken bulunduğu yerin arka tarafından bir grup atlı görünmüş. Nehir kenarında dolaşıp duran gurbetçiyi görmüşler. Atlıların başkanı bir adam gönderip gurbetçiyi yanına çağırtmış. “Ne bekliyorsun, ne arıyorsun burada” diye sormuş. Gurbetçi:
“Nehrin öte tarafına geçeceğim ama geçit yerini bilmiyorum. Bir bilen gelir umuduyla bekliyorum. Su derin olsa gerek, zira bir saat önce yiğit bir atlı, güçlü atıyla suya kapıldı ve boğulup gitti, ona üzülüyordum ki sizler göründünüz”.
Atlıların başkanı:
“Bu suyun geçit yeri, bulunduğun yerden üç yüz metre aşağıdadır. Başka geçit yeri yoktur. Kim geçeyim derse boğulur. Çünkü suyun altı mil yığılıdır. Atlı olsun yaya olsun çamura battı mı çıkamaz. Size tarif ettiğim yerden geçiniz. Nehri geçtikten sonra bir saat kuzeye giderseniz bir köye rastlarsınız. Akşam vakti yaklaştı, acele ederseniz karanlığa kalmadan köye varırsınız” demiş.
Gurbetçi söylenen yerden kazasız belasız nehri geçmiş ve tarif edilen köye ulaşmış. Köyün kenar mahallesinde geniş avlusu olan büyük bir eve yaklaşmış. Avlunun bahçe kapısında oturmakta olan ev sahibi gelen yolcuyu görmüş. Ayağa kalkmış. Gurbetçi selam vermiş, adam da selamı almış. Köylü gurbetçiye:
“Buyurun, hoş geldiniz, yolcu olduğunuz belli” demiş ve misafiri misafir salonuna almış. Akşam oldğu için ev sahibi hemen sofra hazırlanması için emir vermiş. Çok geçmeden hazırlanan yemekleri ev sahibi yedi ayrı sini içinde getirip, konuğun önüne koymuş, kendisi de dışarı çıkmış. Bri süre sonra tekrar dönmüş ve konuğa:
“Sayın misafir çok az yemek yediniz. Öbür sofralar olduğu gibi duruyor, onlara hiç dokunmamışsınız”. Gurbetçi:
“Ben tek başıma bir kişiyim, bir sinideki yemekler bana yetti de arttı bile. Doymuş olduğum için öbür sinilerdeki yemeklere dokunmadım. Tanrı sizden razı olsun, ben sizden memnun kaldım” demiş.
Ev sahibi hiç sesini çıkarmamış, sinileri bir bir almış, açık duran kapıdan dışarı fırlatıp atmış. Yemekler dökülmüş, tabaklar oraya buraya saçılmış. Ev sahibi bu işleri yaptıktan sonra gece yarısına kadar beraber oturmuşlar ama ev sahibi hiç konuşmuyormuş. Yatma zamanı gelmiş, ev sahibi yedi yatak yedi yorgan getirtmiş ve odaya serdirtmiş, kendisi misafire Allah rahatlık versin deyip çıkmış. Misafir de serilen yataklardan bir tanesine girip yatmış. Sabah olunca erkenden ev sahibi gelmiş. Gurbetçi uyanık ve giyinik olarak oturuyormuş. Günaydın dedikten sonra:
“Ey misafir bir yatakta yatmışsın. Diğer yataklara dokunmamışsın” deyince gurbetçi:
“Bir yatak bana yetti, ben bir yatakta yatmaya alıştım. Zahmet etmişsin, diğer yataklara dokunmadım. Düşüncenize çok teşekkür ederim” demiş.
Bunun üzerine ev sahibi yatakları birer birer atmış, tekmeyi vurmuş, yastıkları da keza kapıdan dışarı fırlatmış. Sonra ev sahibi kahvaltı zamanı gelince yedi semaverle yedi tepsi kahvaltılık getirmiş, misafirin önüne koymuş ve çıkmış. Bir saat sonra geldiğinde misafirin bir tepsiden kahvaltı yaptığını, diğer altısının aynen durduğunu görmüş. Konuğa:
“Sen bir şey yemiyorsun, uzun yola gideceksin, çok yemen lazım, niye böyle yapıyorsun” demiş. Gurbetçi misafir:
“Çok güzel kahvaltı yaptım, rızkınız, misafiriniz bol olsun. Karnı sizleri korusun” demiş.
Ev sahibi aynen akşamki yemek sinileri ve sabahki yataklar gibi, kahvaltı tepsilerini de kapıdan bir bir fırlatıp atmış. Misafir akıl satıcıdan bir altın verip aldığı, “sana fikrin sorulmadan kimsenin yaptığı şey hakkında yorum yapma, görüş belirtme, yaptığı işe karışma” sözünü hep hatırlayarak, ev sahibine “niçin bunları atıyorsun, yazık değil mi” gibi bir şey söylemiyormuş. Neyse yola çıkma zamanı gelmiş ev sahibinden izin istemiş, gösterdiği konukseverlik için de çok teşekkür etmiş. Ev sahibi konuğa:
“Peki, sen nasıl istersen, sana hayırlı yolculuklar dilerim” demiş. Yolda yemesi için heybesine azık da koymuş. Gurbetçi, misafir odasından çıkmış avlu kapısına gelmiş. Tam o sırada uzakta kalan misafir odasının önünde duran ev sahibi gurbetçiye seslenmiş. Konuk, ev sahibinin akşamdan beri yaptığı garip şeyleri düşünerek yine de garip bir şeyler yapmasından korkmuş ama belli etmeden yavaş yavaş ev sahibinin yanına gelmiş. Ev sahibi misafiri odaya almış ve:
“Sayın misafirim, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle” demiş ve söze başlamış:
“Ben annem ve babam sağken evlendim. Daha rahat olur düşüncesiyle dar olan baba evinden ayrı bir ev yaptırdım ve oraya taşındım. O yaptırdığım ev bu görmüş olduğun arsa üzerindeydi. Yeni eve taşındıktan sonra hayırlı olsun demek için gelenlerden bazıları: ‘Bu evin çatısı eğri yahu! Bu pencerenin yeri yanlış olmuş, şu tarafta olsa daha iyiydi. Bu kapı tam yerine oturmamış, ahırı uygun yere yapmamışsın...’ gibisinden eleştirmeye başladılar. Ben de kızdım; aldım elime kazma küreği ve yaptığım o güzelim evi kendi ellerimle yıktım.
Sonra yapılan eleştirileri de hesaba katarak yeniden bir ev yaptım. Eve taşındığımızda kutlamaya gelenler yine aynı şeyleri söylemeye başladı. Neyse de insanların bu tür anlamsız eleştirilerinden, ileri gelen konuşmalarından bıktım usandım, o evi de yıktım.
Ve o gün; ‘ister köylü ister yabancı, ister yakınım olsun ister konuk, kim benim yaptığım bir iş veya inşa edeceğim ev için bir şey söylerse Allahın huzurunda yemin ederim ki onu öldüreceğim’ diye kesin karar aldım ve yemin ettim. Bu yeminin üzerinden beş yıl geçti. Herkes bilmeden ağzından bir şey kaçırmaktan korktu ve kimse evime adım atmaz oldu.
Dün akşamdan beri seni kışkırtıp bir şeyler söylemen için olmadık şeyler yaptım. Ama hiçbiri hakkında ve ev hususunda hiçbir yorum yapmadın, herhangi bir görüş veya eleştiri getirmedin. Oysa yaptığım şeyler eleştirilecek, garip şeylerdi.
O gün, ayrıca kimsenin bilmediği bir yemin daha etmiştim; ‘Kim evime girip de hiçbir tenkitte bulunmadan, yaptıklarıma karışmadan, bir görüş ve eleştiri getirmeden ayrılırsa, o benim yaptığım öldürme yeminini ortadan kaldırmış olacaktır. Böylece beni bir günahtan kurtarmış olacağından o kişiye içinde elli altın bulunan bir kese vereceğim’ demiştim.
Şimdi sen bu altınları hak ettin, güle güle harca! İnsanlar artık benim de evime gelmeye başlayacaklardır. Bu da beni çok memnun edecektir. Eğer kalmak istersen ölünceye kadar burada kalabilirsin. Bu kapı her zaman açık olacaktır’ diyerek altınları gurbetçiye vermiş.
Gurbetçi misafir bu beklenmedik paradan on derece memnun olmuş. Ev sahibine teşekkür ederek köyden ayrılıp yola düşmüş. Günlerce yürüdükten sonra bir akşam karanlığında köyüne ulaşmış. Evine geldiğinde küçük pencereden karısını görmüş, bir köşede oturmuş iplik eğirmekte imiş. Başka bir odada ise boylu poslu bir genç peynir çıkarıp torbaya doldurmakta imiş. Bunun bir hırsız olduğuna kanaat getirerek tüfeğini gence doğrultmuş ve tam tetiğe basacağı sırada bir altın vererek satın aldığı ‘bir kimseye çok kızıp onun ağzını burnunu dağıtmak veya öldürmek istersen yüze kadar say! Ondan sonra yapacağın şeye karar ver! Aklını hatırlamış. Birden yüze kadar saymış, yüz tamam olunca “belki peynirleri karım satmıştır, genç de onun için torbaya koyuyordur. Eğer hırsız ise zaten içeride elimden kaçamaz” demiş ve kapıya tak tak vurmuş. Karısı hemen gence seslenmiş:
“Oğlum koş! Bu babanın kapı çalışına benziyor, herhalde o geldi” demiş.
Kapı açılmış gurbetçi içeri girmiş. Yakın ışıkta bakmış ki vurmaya yeltendiği genç, üç içinde boy atıp serpilmiş, büyümüş oğlu değil mi?
Üç yıl gurbet ellerde kalan köylü böylece evine kavuşmuş. Altın vererek satın aldığı akılları da herkese anlatır dururmuş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları,
 
İyi adamın biricik oğlu
Adıga Pşısexer, s.123.
Anlatan: Tsey Azman, 68 yaşında, Cacehable Köyü.
Derleyen: Xhut Şamseddin.
Derlendiği yıl: 1969.


Vaktiyle köyün birinde çok çalışkan bir çiftçi yaşarmış. Eli topraktan çıkmaz, tarlalarını zamanında sürer, zamanında tohumunu eker ve zamanında ekinlerini toplarmış. Ayrıca otunu uygun olan ayda biçer, odununu kış gelmeden getirir, işlerini düzenli bir şekilde yapar, düzenli bir yaşam sürmeye çalışırmış. Toplum yaşamına da önem verir, insanların arasına girip çıkmasını, oturup kalkmasını, konuşmasını, dinlemesini bilir, köyünde saygın bir kişi olarak tanınırmış.
Bu saygın kişinin kimseye söyleyemediği bir üzüntüsü varmış. Bu da bir tek evladı olan oğlundan kaynaklanırmış. Oğlan, haylaz, tembel olup hiçbir iş yapmadan, aileye hiçbir faydası olmadan, babasından, anasından sızdırdığı paraları, kendisi gibi avare dolaşan arkadaşları ile orada burada yer, saçıp savurur, aylak aylak gezermiş. Oğlu hakkında evine devamlı şikayetler gelirmiş. Adamcağız ne yaptıysa da oğlunu bir türlü kötü huylarından ve kötü arkadaşlarından vazgeçirememiş. Sonunda çalışmayı, emek harcayarak kazanmanın değerini öğrenmesi için oğlunu bir başka köyde işçi olarak çalıştırmaya karar vermiş.
Bir komşu köyde adamın çalışkan rençber bir dostu varmış. Adam oğlunu yanına almış ve ona götürmüş. Adam, arkadaşından, oğlunu bir yıl süre ile acımadan, esirgemeden çalıştırmasını, yıl sonunda bir altın lira verip geri göndermesini istemiş. Oğlunu bırakıp geri dönmüş. Ama rençber dostu, işini kendine göre düzene koymuş olup, başka bir işçiye gereksinimi olmadığından, arkadaşının çocuğunu babasının dediği gibi çalıştırmak, sıkmak istememiş. Çocuk hiçbir iş yapmadan, doğru dürüst bir şey öğrenmeden yılın sonu gelmiş. Adam çocuğa bir altın lirasını verip, doğru babasının evine göndermiş.
Oğlan köyüne, evine gelmiş. Babası ocağın başında otururken oğlan içeri girmiş, oğlunu gören baba:
“İyi çalıştın mı, iyi hizmet ettin mi” diye sormuş.
“Evet” demiş oğlan, “çalıştım, elimden geleni yaptım”.
“Ne kadar para kazandın” demiş babası.
“Bir altın lira” demiş oğlu.
“Ver bakalım o parayı” demiş babası, parayı aldığı gibi yanmakta olan ocağın içine atmış. Delikanlıda bir tepki olmamış. Bunu gören baba oğlunun para kazanmak için hiçbir emek harcamadığını anlamış.
Baba bu kez oğlunu gene çok uzak bir yerde bulunan bir başka köydeki, başka bir arkadaşının yanına işçi olarak vermiş. Ondan da önceki gibi rica etmiş; bir yıl boyunca acımadan, esirgemeden çalıştırmasını, yıl sonunda da bir altın lira verip geri göndermesini söylemiş. Fazla vakit geçirmeden köyüne dönmüş. Ama bu arkadaşı da işçiye pek gereksinimi olmadığından, o da çocuğu pek sıkmamış, arkadaşının oğlunu, genç bir konuğu olarak ağırlamış, nazlamış. Bir yıl dolunca da altın bir lirasını verip çocuğu geri göndermiş. Dönünce oğlan babasını yine ocağın başında dinlenirken bulmuş.
“İyi çalıştın mı, oğlum” diye sormuş babası.
“Evet baba, çalıştım, ne iş verdilerse yaptım”.
“Peki ne kadar para kazandın?”
“Bir altın lira”.
“Ver bakim” deyip babası parayı almış, biraz daha yavaş davranarak onu da ocaktaki ateşe fırlatmış. Oğlan yine tepki vermemiş. Baba oğlunun yine doğru dürüst çalışmadığını, emek harcamadığını anlamış.
Baba bu kez oğlunu bir başka uzak köydeki zanaatkar bir dostuna götürmüş. Aynı şekilde bir yıl boyunca acımadan, esirgemeden çalıştırmasını, yıl sonunda da yalnızca bir altın lira vererek geri göndermesini rica etmiş. Zanaatkar dostunun işi çokmuş ama para verip işçi tutacak durumda olmadığı için, arkadaşının oğlunu kendisine yardımcı olarak bırakmasına pek sevinmiş. Başlamışlar birlikte çalışmaya. Adam ne yaparsa çocuk da onunla birlikte aynı işi yapıyormuş. Başlangıçta oğlan biraz isteksiz davranıyor, yaptığı işi pek sevmiyormuş. Alıştığı tembellikten pek kurtulamamış. Ama sonraları yavaş yavaş eli işe yakışır, zevkli çalışır olmuş, ustasını memnun etmeye başlamış.
Sayılı günler çabuk geçmiş. Yıl sonu geldiğinde usta çırağına yalnızca bir altın lira vermeyi uygun bulmamış, kendisine bunca yardım eden delikanlıya hiç değilse iki altın lira vereyim demiş ve vermiş. Çırak çalışkan ve dikkatli iş yapmaya alışmış olduğu için, ustası ona bir evlat gibi davranmış, “Ne zaman istersen gel, gene beraber çalışalım” demiş ve oğlanı köyüne uğurlamış.
Delikanlı köyüne ulaştığında babasını yine ocağın başında oturur bulmuş. Baba oğlunun geldiğine sevinmiş ama pek belli etmemiş.
“Bu kez iyi çalıştın mı bari” demiş babası.
“Çalıştım baba, ne iş verdilerse yaptım” diye cevap vermiş oğlu.
“Ver bakalım öyleyse, görelim kazancın ne kadarmış?” diyerek babası, oğlunun iki altın lirasını almış. Hiç bakmadan fırlatıp yanmakta olan ocağa atmış. Bunu gören oğlan:
“Baba ne yapıyorsun? O parayı kazanmak için bir yıl boyunca çalıştım, emek verdim ben” demiş ve yanmakta olan ocağa elini daldırarak paraları çıkarmış.
Baba oğlunun gerçekten çalıştığını anlamış. Onun çalışmaya alışmış olmasına, emek harcayarak kazanılan paraya değer vermeye başlamasına çok sevinmiş. Artık ikisi el ele vererek daha güzel, daha iyi yaşamak için çalışıp durmuşlar. Çalışıp kazanmışlar, mutluluk içinde yaşayıp gitmişler.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Eden bulur
Adıge Pşısexer, s.143.
Anlatan: Xhut Yerecıb Biram oğlu, 68 yaşında, Cacahable Köyü’nden.
Derlendiği yıl: 1969.


İki arkadaş zengin bir beyin yanında çalışırmış. Bunlardan biri, kendini öne çıkarmak için diğerini fark ettirmeden beyin gözünden düşürmek istemiş.
Bir gün bir iş için beyin huzuruna çıkmaları gerekiyormuş. Önce oturmuşlar, birlikte bir güzel yemek yemişler. Ara bozucu olan ne yapıp edip, arkadaşının çokça sarımsak yemesini sağlamış ve: “önce sen görüş, sonra da ben görüşürüm” diyerek görüşme önceliğini arkadaşına vermiş. Arkadaşı bu inceliğe sevinerek öneriyi kabul etmiş ve beyin huzuruna önce kendisi çıkmış. Bey yapılacak bazı işleri anlatırken, adam, sarımsak kokusu beyi rahatsız etmesin diye ikide bir büyünü sağa sola çeviriyormuş. Bu davranış beyin dikkatinden kaçmamış ama pek bir anlam verememiş. Söyleyeceklerini söyleyip adamı göndermiş.
Bir süre sonra beyin huzuruna arabozucu olan çıkmış. Elleri yanda hazırolda durmuş, çok saygılı ve terbiyeli biri gibi davranmış beyin huzurunda. Bey ne söylese hep “peki efendim, baş üstüne efendim” diye cevap veriyormuş. Beyin sözleri bitince kendisi söz almış ve:
“Saygıdeğer beyimiz” demiş. “Bu arkadaşım, ‘beyimizin ağzı çok fena kokuyor. Yanına yaklaşılmıyor’ diyor” demiş.
“Ha!.. Öyle mi?.. O köpek oğlunun ben konuşurken yüzünü sağa sola çevirip durması ondanmış demek” demiş bey, pek kızmış, öfkelenmiş.
Bir süre sonra bey için “ağzı kokuyor” diyen adamı çağırtmış, bir mektup verip kendi konağına götürmesini istemiş.
Adam, “Peki efendim” diyerek zarfı alıp, yola düşmüş. Arabozucu arkadaşı olanları uzaktan izliyormuş, arkadaşının yola çıktığını görünce önüne gelmiş.
“Nereye gidiyorsun” diye sormuş.
“Beyim bir mektup verdi, onu evlerine götürüyorum” demiş.
Arkadaşı kendisinin zaten o tarafa gideceğini, mektubu da kendisinin götürebileceğini söylemiş. Dürüst arkadaşı bunda bir sakınca görmemiş ve mektubu kıskanç arkadaşına vermiş. Aslında arabozucu, kıskanç arkadaşının amacı, kendisini daha çalışkan ve sadık göstererek beyin gözüne girmekmiş.
Arabozucu, kıskanç arkadaş aldığı mektubu yerine ulaştırmış. Mektubu alan görevliler zarfı açıp okumuşlar: “Bu mektubu getiren adamı yok edin!” diyormuş mektupta. Bir odaya çekilip aralarında gizlice görüşmüşler, gerekli hazırlığı yaparak mektubu getiren adamın yanına gelmişler, onu kıskıvrak bağlayıp götürmüşler ve beyin emrini yerine getirmişler, adamı öldürmüşler.
Olay sonradan ortaya çıkınca insanlar öldürülen adamla acıyacak yerde; “Oh oldu!” demişler, “başkasına kuyu kazan, kazdığı kuyuya kendi düşer.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Yüz yaşındaki dedenin bilgeliği
Adıge Pşısexer, s.144.
Anlatan: Bilinmiyor.
Derleyen: Bilinmiyor, anonim.


Eskiden Adıgeler (Çerkesler) çok uzun ömürlüymüş. İki yüz yıla yakın yaşayanlar bile olurmuş.
Hatta o kadar ki; günün birinde bilgeler adamın birine; “sen yüz elli yıl yaşayacaksın” demişler de, adam, “ömrüm o kadar kısacıksa ev bark yapmak için uğraşmaya değmez” demiş ve kendisine bir ev bile yapmamış, diye anlatırlar.
Töreye göre eski Adıgeler çok yaşlanıp, iyice elden ayaktan düşenleri bebekliklerindeki gibi yeniden beşiğe yatırırlarmış, evin gelinleri de bu yaşlılara küçük bir bebek gibi sırayla bakarlarmış.
İyi gelinler kayınbabalarının beşiklerini sallarken:
“Lay lay beşikteki seherim,
Yoktur senden heç kederim,
Evimizin en kıymetlisi, altını,
Sensin benim kayınpederim”
Türünden ninniler söylerlermiş. Beşiği sallama sırası gelen kötü gelinler ise:
“Lay lay benim kayınpederim,
Çabucak ölmeni beklerim.
Lay lay benim kayınpederim,
Tez zamanda yok olmanı dilerim”
Diyerek ninni söylerlermiş.
Bu sözleri duyup da üzülen beşikteki zavallı ihtiyar de:
“Gelin hanım deme öyle,
Eltin iyi gelin gibi söyle,
Yaşlanırsan benim gibi,
Sen de horlanasın böyle”
Diyerek sızlanırmış.
İnsanlar daha da yaşlanınca onları uzun bir sepete yatırıp, yüksek bir direğe/ağaca asarlarmış. Böyle yapmakla kedi, köpek ve çıyan gibi hayvanlara karşı korurlarmış onları. Asılı sepetin içinden aşağı bakan bazı yaşlılar:
“Gelin hanım güzel kokulu, besleyici yemekler yap, güçlenip düğüne gidesim geldi” diye seslenir, hâlâ hayata bağlılık arzularını belli ederlermiş.
Uzun, yıllar böyle sürmüş. Bir zaman sonra Adıgeler, geleneksel olarak yaptıkları yıllık kabileler arası kurultaylardan birinde yaşlı insanların durumu gündeme getirilmiş. Bir kısım kabile temsilcileri:
“Beşikteki ve sepetteki yaşlılarımız hem eziyet çekiyor, hem de gelinlerimizi çok meşgul ederek işlerimizi aksatıyorlar. Yaşlıların bu sepet ve beşik içinde beslenmesi meselesine bir çözüm getirmeliyiz” demişler. Konu gündeme alınmış. İsteyenlere söz verilmiş, uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra bir karar varılmış ve bir yasa çıkarılmış. Yasanın özü şu imiş:
“Bu tarihten sonra çok yaşlanan insanlar artık evde beslenmeyecek, bir sepet içine konulup yüksek bir uçurumdan aşağı atılacaktır. Atılan sepetteki kişinin sonu ne oldu diye uçurumun dibinde hiçbir araştırma yapılmayacaktır”.
Yasa, ülkenin her yanındaki Adıgeler’e duyurulmuş. Artık yaşlılar sepet veya beşik içinde beslenmeyip,uçurumlardan atılır olmuş. Özellikle gelinlerin pek memnun kaldığı bu uygulama yıllarca yüzyıllarca sürüp gitmiş.
Günlerden bir gün, yaşlanan bir adamı her zamanki âdetleri gereği bir uçurumdan aşağı atmışlar. Yaşlı adamın genç bir torunu varmış, dedesine çok düşkünmüş. Ertesi gün gizlice dedesini kontrole gitmiş. Bakmış ki dedesinin konmuş olduğu sepet, uçurumun dibindeki bir ağacın dalında asılı duruyor. Hemen ağaca çıkmış sepeti aşağı indirmiş. Dedesinin yaşamakta olduğunu görünce sevinçten ağlamış, ona sarılıp öpmüş. Dedesini sepeti ile o cıvadra bulunan bir mağaraya götürmüş, yerlere ot ve kuru yaprak sererek yatırmış. Mağaranın kapısını kuvvetli ağaç dalları ile kapatarak, dedesine gene geleceğini söyleyerek oradan ayrılmış.
Delikanlı, töreye karşı çıkmış olacağından yaptığı işi kimseye anlatamamış, ama her gün ava gitmeye başlamış. Av bahanesiyle çıkıp dedesini ziyaret ediyor, ona yiyecek içecek götürüyormuş. Her gittiğinde de dedesi, köyde olup biten şeyleri merak ediyor, o da anlatıyormuş. Günler böyle geçip giderken bir gün köyde şöyle bir olay olmuş: Köylüler köy kenarından akıp giden ırmağın dibinde bir altın küp görmüş. Onu görenlerin hepsi birden altına sahip olmak için suya atlamış ama bir şey bulamadan sudan çıkmışlar. Suyu bulandırıyoruz onun için bulamıyoruz diye kenarda bekliyorlarmış, ırmağın bulanıklığı geçince gene altın küpü görüyor, gene suya dalıyorlarmış. Ama nafile, küpü bulamayıp tekrar sudan çıkıyorlarmış.
Torun dedesine gittiğinde ona bu olayı ve köylülerin ırmaktaki heyecanlı dalış çıkışlarını bir bir anlatmış. Dede:
“O altın küp kim çıkarırsa onun olacak değil mi oğlum” diye sormuş.
Torun:
“Evet dedeciğim” demiş. Dede:
“Öyleyse o altın küpü sen bulacaksın. Ama altın küp eline geçince onu köy halkına eşit olarak dağıtacaksın” delmiş. Torun:
“Dedeceğim nasıl olur? Kimsenin bulamadığı şeyi ben nasıl bulabilirim? Hem ben suda yüzmeyi de doğru dürüst bilmem ki!..” demiş.
Dede:
“Oğlum, yarın herkes gibi sen de suda altın küpün göründüğü yere gideceksin. Orada mutlaka büyük bir ağaç vardır. O ağacın dalları arasına iyice bir bakacaksın. Altın küp o ağacın dallarından birinde asılı olmalı. Suda görünen altın küp, dalda asılı olan esas altın küpün görüntüsüdür. Senin yapacağın şey, ağaca çıkıp o küpü indirmektir. İşte mesele bu kadar basit oğlum” demiş.
Ertesi gün delikanlı, dedesinin söylediklerini aynen uygulamış. Köylülerle ırmakta altının görüldüğü yere gitmiş. Bakmış ki orada gerçekten büyük bir ağaç varmış. Ağacın altına girmiş, kimseye belli etmeden ağacın dallarını bir bir kontrol etmiş. Bakmış ki dalların kuytu bir yerinde bir altın küp asılı dürüyor. Hemen ağaca çıkmış ve altın küpü indirip köye getirmiş. Köylüler hayret ve merak içinde delikanlının peşinden gidiyormuş. Genç torun yüksekçe bir yere çıkarak bütün köylülerin köy meydanında toplanmasını istemiş, kendilerine altın dağıtacağını duyurmuş.
Köylülerin hepsi telaş içinde meydana koşmuş. Torun, yaşlı genç, kadın erkek, fakir zengin demeden, kendisi de dahil herkese altınların hepsini dağıtmış. Köylüler sevinç içinde dağılmış. Herkes bu gencin altını nasıl bulduğunu ve adil bir şekilde nasıl dağıttığını konuşur olmuş. Olay ülkenin her yanında duyulmuş ve masal gibi anlatılır olmuş. Delikanlı, dedesini ziyarete gittiğinde dede:
“Altın küpü buldun değil mi oğul?” diye sormuş.
Torun:
“Evet dedeciğim, buldum ve tavsiyenize uyarak herkese eşit olarak dağıttım” demiş. Köylülerin hayret ve merakını da, aldığı duaları da anlatmış. Aradan aylar geçmiş, gene bir gün dedesini ziyarete gittiğinde dede:
“Yeni havadis yok mu oğul” demiş.
Torun:
“Var, yeni bir havadis var” demiş.
Dede:
“Nedir bu yeni havadis? Anlat bakalım” demiş.
Torun anlatmaya başlamış:
“Ülkenin kıralı öldü yeni kıral seçilecek. Ancak kimi kıral yapacakları hakkında halk bir karar veremiyor. Thameteler bir toplantı yapmışlar ve sonunda şu karara varmışlar: “Güneşin doğuşunu kim ilk görürse veya fark ederse o kıral olacak”.
Erkeklerin çoğu kıral olmak ümidi ile her gün tepelere, bayırlara, dağlara erkenden çıkıyormuş, ama güneşi ilk gören bir değil, pek çok kişi olduğu için kıral seçimini bir türlü bitiremiyorlar” demiş. Dedesi torununa:
“Yarın sen de o adaylara katıl! Köyün yakınındaki ırmağa bakan yüksekçe bir yamaçta otur ve devamlı suyun içine bak. Güneş ilk doğduğunda evvela semayı aydınlatır. Semanın aydınlığı suya yansır. İşte nehirdeki suyun rengi ışıldadığı an güneş doğmuş demektir. Derhal: ‘Güneş doğdu’ diye yüksek sesle bağır ve elindeki bayrağı jürideki Thametelere doğru salla” demiş.
Torunu dedesinin sözlerine uygun olarak ertesi gün kıral adaylarına katılmış. Herkes gibi dağlara tepelere yüksek ağaçlara çıkmamış. Nehrin kenarındaki bir yamaçta elinde bayrakla oturup devamlı suya bakmaya başlamış. Çok geçmeden:
“İşte güneş şimdi doğdu” diye bağırmaya başlamış ve elindeki bayrağı sallayarak jürideki Thametelere sesini duyurmuş. Öteki adaylarsa ondan çok daha sonra:
“Güneş şimdi doğdu, güneş şimdi doğdu” diye bağrışmaya başlamış. Ama bağıranlar ve bayrak sallayanlar bir iki değil pek çokmuş. Jüri toplanmış. Yüksek dağlara yerleştirilen gözcüleri çağırtıp dinlemişler, aralarında konuşmalar yapmışlar ve güneşin doğuşunu ilk görenin dedesini çok seven bu delikanlı olduğuna karar vermişler. Delikanlıyı çağırıp:
“Ey delikanlı! Ülkenin kıralını seçmek için görevlendirilen bizler, güneşin doğuşunu ilk görenin sen olduğuna karar verdik. Alınan kararları uygulamak töremiz gereğidir. Şu andan itibaren ülkenin kıralı sizsiniz. Hayırlı uğurlu olsun. Ancak halkımızın ve bizim merak ettiğimiz şu iki hususun bize açıklanmasını istiyoruz” demişler, “Bunlardan birincisi, altın küpü herkes nehirde ararken siz onun ağaçta olduğunu fark ettiniz. Ağaca çıkarak onu bulup indirdiniz. Bunu nasıl akıl ettiniz? İkincisi, kıral olmak için adaylara katıldığınızda, otrumuş olduğunuz yer herkesten daha alçak bir yer olmasına rağmen, güneşin ışınlarının bulunduğunuz bölgeye ilk vuruşunu nasıl bildiniz? Bunların açıklanmasını bekliyoruz”.
Jürinin bu isteği üzerine genç:
“Büyüklerimin bu arzularını yerine getirmek b.enim için bir görevdir. Ancak bir şartım var. Ben törelerimizden birini bozdum, peşinen beni af edeceğinize dair söz veriniz. Aksi taktirde bana vermiş olduğunuz kırallık görevinin de kabul edemeyeceğim” demiş.
Jüri ve ülkenin ileri gelenleri kendi aralarında bir konuşma yapmışlar. Aralarında seçtikleri bir temsilciyi konuşturmuşlar. Temsilci yeni kırala:
“Törelerimizden birini bozduğunuzu, ona karşı gelmiş olduğunuzu söylediniz. Bu töreye karşı geliş, haksız bir cinayet değilse, düşman lehine yapılmış bir casusluk değilse, vatana karşı işlenmiş bir suç değilse, ırz ve namusa tecavüz değilse sizi af ederiz. Ancak yukarıda saymış olduğum bu suçlardan birini işleyip bizden saklamışsanız sizi hiçbir şekilde af edemeyiz. Daha önce almış olduğumuz kararlar uyarınca sizi kıral seçtik, bundan da dönemeyiz. Ancak biraz önce söz ettiğimiz suçlarla uzaktan yakından bir ilginiz olmuş ise sizi kalben kıral olarak tanıyamayız ve ilk fırsatta da sizi kırallıktan düşürürüz. Bunu da siz peşin olarak biliniz” demiş.
Kurul temsilcisinin bu sözleri üzerine genç kıral:
“Değerli büyüklerim! Bahsedilen ve tek tek sayılan bu suçlarla hiçbir ilgim yoktur. Benim töreye karşı gelişim şudur: Benim altın küpünü bulmamı sağlayan ve güneşin ilk doğuş vaktini bilmem için akıl veren dedemdir.”
Kıralın bu sözlerini duyan oradaki bütün insanlar “Nasıl olur bu” diye hayret dolu bakışlarla genç adama bakmaya ve aralarında uğultu halinde konuşmaya başlamışlar. Ancak yeni kıral sözlerine devam etmiş; “Birinci olarak sormuş olduğunuz altın küpü bulma meselesi şu şekilde gelişmiştir. Dedem, nehirde görülen altın küpün orada bulunan bir ağacın dalında asılı olan bir altın küpün suya vuran görüntüsü olduğunu ve asıl küpün ağacın dallarından birinde asılı olması gerektiğini söyledi. “Ağacın dallarını kontrol et! Göreceğin altın küpü çık al ve köy halkına eşit olarak dağıt” dedi. Ben de onun verdiği akıl üzerine hareket ettim.
İkinci sorunuz olan güneşin ilk doğuşunu, nasıl bildiğim konusuna gelince; o aklı veren de dedemdir. Dedem bana; “güneş doğarken ilk olarak gökyüzünü aydınlatır, aydınlanan gökyüzünün ışınları yerdeki sulara yansır ve sularda bir aydınlık meydana gelince bil ki güneş doğmuştur” dedi. Benim başarmış olduğum bu iki konuda da akıl veren dedemdir. Şimdi siz, “dedeniz çok önce uçurumdan atılmış ve ölmüş olduğuna göre bu nasıl olur” diyeceksiniz. Onu da anlatayım: Ben dedeme çok düşkündüm. Geçen yıl dedem uçurumdan atıldığında acısına dayanamadım. Ertesi gün gidip uçurumun dibinde cesedini aradım. Baktım ki dedemin sepeti uçurumun dibindeki ağaçlardan birine takılmış duruyor. Hemen indirip parçalanan sepetini onardım, yaralarını sardım ve götürüp bir mağaraya sakladım. Her gün gizlice gidip ona yiyecek içecek veriyordum. Bu yaptığım iş törelerimize aykırı olduğu için kimseye söyleyemedim. Ama görüyorsunuz ki çok yaşlanıp elden ayaktan düşseler de büyüklerimin hayattan aldıkları büyük tecrübeleri ve bilgileri vardır. Onların gösterecekleri yolda gidersek aydınlığa çıkarız. Bu nedenle kıral olarak ilk emrim, bundan böyle yaşlılarımızın uçurumlardan atılmamasıdır. Artık kendi eceliyle ölünceye kadar onlara son derece sevgi ve saygı gösterilecektir. Bu ilk buyruğumun özenle uygulanmasını isterim” demiş.
Yeni kıralın konuşmalarını dinleyen halk onun bu kararını alkışlayarak kabul etmiş.
Genç kıral ilk iş olarak gidip yaşlı dedesini saklı olduğu mağaradan çıkarmış, dedenin dönüşü onuruna bir şölen düzenlemiş.
Bu olaydan sonra Adıgeler’de yaşlıları uçurumdan atma âdetinin kaldırıldığı ve ister kadın olsun ister erkek, tüm yaşlılara koşulsuz saygı göstermenin tartışılmaz kural haline geldiği rivayet edilir.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Kendi kazandığından başkasına el uzatmayan genç
Adıge Pşısexer, s.148.
Anlatan: Hatkhuet.


Kendi emeğiyle kazandığından başkasına el sürmeyen ve ondan yemeyen çok dürüst bir genç varmış. Bir gün bu genç başka bir memlekete bir iş için gidiyormuş. Gideceği yer uzakmış, yolda hem acıkmış, hem de susamış. Derken bir köye yaklaşmış, köyün bulunduğu yönden akıp gelen berrak ve temiz bir su görmüş. Üzerine yüzüstü uzanıp kana kana su içmiş. Tam başını kaldırırken suyun üzerinde yüzmekte olan kıpkırmızı bir elma görmüş. Çok da aç olduğu için elmayı kapıp yemiş. Ama çok geçmeden:
“Eyvah ben ne yaptım? Hayatımda şimdiye kadar bana ait olmayan hiçbir şey yemediğim halde bu elmayı nasıl yedim? Elmanın sahibini bulmalıyım, bedelini ödemeli veya onun rızasını almalıyım” diyerek dere suyunun geldiği tarafa doğru gitmeye başlamış. Niyeti elmanın suya atılabileceği evi bulmakmış. Bir süre yürüdükten sonra, yediği kırmızı elmaya benzeyen elmaları bulunan bir ağaç görmüş.
Bir bahçenin kenarında bulunan ve akan dereye de birkaç dalı uzanan bu ağacın sahibini bulmak için sağa sola bakınmaya başlamış.
Çok geçmeden meyve ağaçları arasından yaşlı bir adam çıkagelmiş. Bahçenin sahibi olduğu anlaşılan bu yaşlı adam genç yabancıya:
“Hoş geldiniz! Buyurun, tanrı misafirim olunuz! Buraların yabancısı olduğunuz belli oluyor” demiş.
Genç bayancı birden çıkagelen bu yaşlı adamın sözlerine ürkek bir halde:
“Tanrı sizden razı olsun, sağolun” diye cevap vermiş. Yaşlı adam yabancı gencin ürkekliğini ve bir sıkıntısı olduğunu fark etmiş ve:
“Sizi rahatsız edecek bir şey söylemedim. Niçin böyle tedirgin bir haldesiniz?” Genç yabancı:
“Tedirginliğimin nedeni şudur efendim. Ben beşikten kurtulduğumdan bu yana hiçbir zaman bana ait olmayan bir şeye el uzatmadım. Ama bugün çok aç olduğum bir zamanda, biraz aşağıda bu derenin suyunda yüzen bir elmayı dalgınlıkla alıp yedim. Sonra da çok pişman oldum. Helal etmesini istemek üzere elmanın sahibini ararken sizi buldum. Sanırım o elmanın sahibi sizsiniz. Beni bağışlamanızı ve yediğim elmayı helal etmenizi rica ediyorum. Buna karşılık ne isterseniz veririm” demiş.
Yaşlı adam genç yabancının bu sözlerine şaşırmış ama belli etmeden:
“Bana bütün dünya malını versen dahi hakkımı helal etmem. Ancak bir şartım var, onu kabul edersen hakkımı helal ederim” demiş.
Yabancı genç yolcu merak ve telaşla:
“Peki nedir bu şartın” diye sormuş.
Yaşlı adam:
“Benim gözü kör, ayağı topal, eli çolak, aynı zamanda sağır, dilsiz ve aptal bir kızım var. Onunla evlenirsen sana hakkımı helal ederim” demiş.
Hak yemez genç bir ara düşünceye dalmış, ama elmayı önceden yediğine göre başka türlü kurtuluş yoksa ne yapsın, kabul etmek zorunda kalmış. İsteksizliğini belli etmeden:
“Peki” demiş, “kabul ediyorum. Şartınız buysa yapacak başka bir şey yok”.
Bahçe sahibi:
“Haydi öyleyse, buyur gidelim. Hem dinlenir, hem de sözünü ettiğim kızım görürsünüz” demiş ve yabancıyı yanına alarak evin misafir odasına gelmişler. Biraz oturduktan sonra ev sahibi yaşlı adam odadan çıkmış, bir süre sonra kızını yanına alarak dönmüş. Genç misafir yaşlı adamın yanındaki kıza bakmış ki; güzel mi güzel, boylu poslu, endamı yerinde, neredeyse dünya güzeli denilecek bir kız.
Yaşlı adam:
“İşte sözünü ettiğim kızım budur” demiş. Genç misafir:
“Sizin bahsettiğiniz özürlerin hiçbiri yok bu kızda. Bir yanlışlık olmalı. Niçin bu güzel kızı bana gösteriyorsunuz? Ya da niçin bu kızı onca özürle itham ettiniz” demiş.
“Anlatayım” demiş ihtiyar, “Dinleyin lütfen! Size sözünü ettiğim kızım budur. Kendisi gibi birini bulmadıkça evlenmemeye yemin etti kızım. Dürüst, inançlı, samimi ve sözüne sadık bir genç olduğunuzu gördüm. Birçok olumsuz nitelik söylememe rağmen, kabul ettiniz. Biricik evladım olan bu kızım için size ‘iki gözü kör’ dememin nedeni, kendi kendini bildi bileli bakılmaması gereken şeylere bakmaz oluşundan, ‘sağır’ dememin nedeni kendini ilgilendirmeyen ve duyulmaması gereken şeyleri dinlememesinden, ‘çolak’ dememin nedeni kendisine ait olmayan şeye el sürmemesinden, ‘topal’ dememin nedeni, gidilmemesi gereken yere gitmek istememesinden, ‘dilsiz’ dememin nedeni, kendisini ilgilendirmeyen şey hakkında konuşmamasından, ‘aptal’ dememin nedeni de kendisi ile konuştuğun sürece seni hep sabırla dinlemesindendir. Ben sizin birbirinize denk ve layık olduğunuzu gördüm. Siz de birbirinizi beğenirseniz gerisi size aittir” demiş ve kızını yanına oturtarak:
“Bak güzel kızım, annen öleli yıllar oldu. Ben sana hem analık hem babalık yaptım. Sen hep kendin gibi dürüst bir insan buluncaya kadar evlenmek istemediğini etraftaki arkadaşlarına söylüyordun. Bunları ben duyuyordum. İşte tam sana uygun biri çıktı karşına. Kabul edersen seni ona gönül rahatlığıyla vereceğim. Bu bahçe ve bütün malım mülküm artık sizindir” demiş. İki genç birbirini çok beğenmiş, evlenerek yeni bir yuva kurmuşlar.
Kurulan bu yuvanın mutlu yaşamı bir masal gibi hâlâ anlatılırmış.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Kadının fendi
Adıge Pşısexer, s.164.
Anlatan: Pşıdatekhue Hiyse. Weç’epşıye Köyü’nden, 60 yaşında.
Derleyen: Bırant’e L.
Derlendiği yıl: 1960.


Bir karı-koca bir akşam uzun uzun tartışmışlar. Erkek, hiçbir kadının kendisini alt edemeyeceğini söyleyip duruyormuş. Kadın da bunu kabul etmiyormuş.
“Öyle deme!, ‘cadı bir kadının insana yapmayacağı şey yoktur’ demiş atalarımız. Bunu sınamadan laf olsun diye dememişlerdir herhalde” demiş. “İyi arkadaşları olan akıllı bir adama hangi kadın ne yapabilir ki” demiş adam, “kendisinin bilmediği bir şey olsa bile, gider arkadaşlarına danışır, onlardan aldığı akılla kadına yine üstün gelir.”
“Hayır doğru değil söylediğin” demiş kadın, “cadı bir kadına rastlarsan eğer, seni kendi arkadaşlarına bile bağlatır, istediğini yapar”.
Erkek bunu kabul etmemiş, derken anlaşamamışlar ve tartışmaya son vermişler. Kadın kendi söylediğinin doğruluğunu kocasına kanıtlamaya karar vermiş.
Adam, sabahleyin erkenden çift sürmeye gitmiş. Ardından da kadın ona azık götürmek için evden çıktığında balık pazarına uğramış ve çokça taze balık satın alıp yanında götürmüş. Kocası çift sürerek tarlanın öbür ucuna varınca, dönüşte süreceği cizinin kenarına balıkları sıra ile gömmüş.
Adam:
“Baksana olup bitene, kimse böyle şey görmemiştir, baksana tarladan balık çıkıyor” diyerek saban demirinin ortaya çıkardığı balıkları karısına göstermiş.
”Yok canım olur mu öyle şey? Hiç sürülen tarladan balık mı çıkarmış” demiş karısı.
“Yemin ederim, doğru söylüyorum, işte bak biraz önce şuradan çıktı balıklar”.
“İyi ya, öyleyse ver de akşama kızartayım” demiş kadın ve balıkları alıp eve dönmüş.
Adam akşamleyin arkadaşlarını balık yemeğe davet etmiş. Karısına sofrayı hazırlamasını söylemiş. Karısı sofrayı getirmiş ama üzerinde balık yokmuş. Adam nedenini anlamamış. Yavaşça kalkıp mutfağa gitmiş.
“Yahu, getirdiğin balıkları pişirmedin mi sen” demiş karısına.
“Ne balığı bey? Pişirecek balık mı var evde” demiş karısı.
“Evde balık nasıl olmaz hanım? Bugün sana verip gönderdiğim balıklar nerede?”
“Bugün sen çift sürmeye tarlaya mı gittin yoksa balık avına mı Allah aşkına? Bana nereden balık bulup verecektin?”
“Yahu ne diyorsun sen? Bugün öğle vakti tarlayı sürerken saban demiriyle topraktan çıkardığım balıkları vermedim mi sana? Onları niçin pişirmedin?”
“Aman allahım, hiç öyle şey olur mu? Yoksa sen kafayı mı oynattın bey? Çift tarlasından balıkların saban demiriyle sürülüp çıkarıldığı görülmüş şey mi? Balık malık çıkardığın da yok, bana verip gönderdiğin de. Sakın kimse duymasın!”
Adam öfkelenip tokatlayacak gibi hücum ederken, kadın başlamış bağırmaya:
“İmdat! Yetişin! Öldürecek beniii!...”
Konuklar ne olduğunu anlamadan merakla koşuşmuşlar.
“Ne oluyor yahu” demişler.
“Bu benim kocam var ya” demiş kadın, “gün dönümlerinde bazen delilik nöbetleri geliyor. Şimdi de nöbeti tuttu galiba! Eyvah, mahvolduk! Bugün çift tarlasında saban demiriyle sürüp çıkardığım balıkları neden pişirmedin” deyip duruyor. Böyle şey olur mu, siz söyleyin Allah aşkına!”
Adam daha da öfkelenmiş. Arkadaşları bu tatsız tartışmayı görünce ne yapacaklarını şaşırmış, evden çıkıp gitmeye kalkmışlar. Kadın onları durdurmuş:
“Ne olursunuz, yalvarırım, bunu böyle bırakıp gitmeyin! Bu gece ya bana ya kendisine bir şey yapar diye korkuyorum. Hiç değilse nöbeti geçene kadar elini kolunu bağlayın da bir zarar vermesin” demiş.
Gördükleri manzara karşısında kadını haklı bulan konuklar, ne dediğine aldırmadan arkadaşlarını bir güzel bağlamışlar. Sonra da çıkıp gitmişler. Tam avlu kapısından çıktıkları sırada kadın peşlerinden yetişmiş ve onları geri çevirmiş:
“Bağladığınız bu adamı tekrar çözün” deyip çözdürmüş. Konukları misafir odasına almış, onlardan özür dilemiş ve olayı başından sonuna kadar anlatmış.
“Doğru söylüyorsun” demişler kadına, “Allah korusun, cadı bir kadının yapamayacağı şey yoktur gerçekten.”
Kadın balıkları bir güzel pişirip getirmiş, arkadaşlarını ağırlamış. Adam da bir daha asla karısına karşı gelmemiş, tartışmaya girmemiş.

(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Ev sahibinin aç gözlüsü horoz diye çarık yer
Adıge Pşısexre, s.167.
Anlatan: Hamtexhu Ayub, Pçıhal’ıkhuay Köyü.
Derlendiği yıl: 1935.
Derleyen: Tsey İbrahim.


Köyün birinde yaşlı bir karı koca yaşarmış.
Bir gün, “Şu bizim kart horozu keselim de kendimize bir ziyafet çekelim” demişler. Kadın kümesten horozu yakalayıp çıkarmış, kocası kesmiş, kadın tüylerini yolup temizlemiş, etleri parçalayıp şıwana* koymuş, pişirmek için ocaktaki çengele asmışlar. Altına da ateş yakmışlar.
Akşam üstü su tam kaynamaya başlamışken evlerine genç bir misafir gelmiş. Karı koca horozun etine ortak olacağı düşüncesiyle misafir gelmesine pek memnun olmamışlar. Çerkesler’in en yoksulu dahi konuk ağırlamaktan hoşnut olduğuna göre bunların kim olduğunu anlamak kolay değil elbette ama her nasılsa açgözlü birileri olmalı.
Akşamüstü konuğa süt, yumurta, peynir vb. hazırda ne varsa çıkarmışlar. Erken yatması için yatağını da sermişler. Böylelikle pişmiş horozun etini karı koca kendi başlarına yemek niyetindelermiş. Ancak konuk da bunu sezinlemiş, gelip ocağın başına oturmuş. Onlarla sohbete başlamış. İçinden de “bu açgözlü karı kocaya bir güzel ders vermeli diye geçiriyormuş. Kafasından bir plan kurmuş.
Sohbet sırasında kadın kocasına:
“Ocağın ateşi sönmek üzere, git de biraz odun getir!” demiş. Adam odun kırıp getirmek için dışarı çıkmış. Biraz gecikince “Nerede kaldı bu adam” diyerek karısı da arkasından çıkmış. Misafir bunu fırsat bilerek, şıwandaki pişmiş horozu aceleyle çıkarmış ve serilmiş yatağın yorganının altına saklamış. Onun yerine odanın bir köşesinde bir leğen içinde suya bastırılmış duran bir çift çarığı getirip şıwanın içine atmış ve gelip yerine oturmuş.
Çok geçmeden karı koca kucaklarında odunla odaya girmişler. Ocağa odun atarak ateşi artırmışlar. Evin erkeği, misafirin pek yatmaya niyetli olmadığını görünce konuşup vakit geçirmeye başlamış. Sohbet sırasında adam misafire sormuş:
“Sen kaç yaşındasın oğul?” Misafir:
“Horoz kukuriku diye ötmeyi kesip, onun yerine çarık fokur fokur ses çıkararak kaynamaya başladığında ben tam yirmi beş yaşına girmiş oluyorum” demiş.
Karı koca:
“Ne garip şey bu senin söylediğin söz yahu? Biz hayatımızda böyle bir bilmece ile yaş söylendiğini ilk kez duyuyoruz. Hiçbir anlam veremedik” diye gülüşmüşler.
Misafir:
“Çok geçmeden anlarsınız” demiş ve izin alıp yatmak istemiş. Yatağa girerek yorganı başına çekmiş, önceden yorganın içine sakladığı pişmiş horozu yavaş yavaş ses çıkarmadan yemeye başlamış. Bir taraftan da tam uyumuş gibi yaparak horlama numaraları yapmış.
Karı koca biraz vakit geçtikten sonra, “misafir artık iyice uyudu” diyerek sessizce şıwanı ocaktan indirmiş. Bakmışlar ki şıwandaki su kapkara.
Adam:
“Horozu kaynata kaynata kararttık galiba” demiş. Kaşığını şıwana daldırıp bir parça koparıp ağzına atmış. Çiğnemiş çiğnemiş ama bir türlü dişleri eti kesmiyormuş. Karısına:
“Yahu bu et çarık gibi olmuş, dişlerim bir türlü kesmiyor” demiş.
Kadın kocasının ağzına baktığında şaşırmış, gidip evin bir köşesinde duran leğene bakmış ki kocasının ıslatmak üzere koyduğu çarıklar yerinde değil. Hızlı adımlarla kocasına yaklaşmış:
“At o çiğnediğin şeyi, o senin eski çarığının bir parçası” demiş. Adam ağzından çarık parçalarını çıkarmış, çok fena olmuş. Karı koca ne yapacaklarını şaşırmış. Ama misafir gencin bilmece şeklindeki yaş bildirme meselesini anlamışlar. Yaptıklarından utanarak gidip yatmışlar. Ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi konuklarını yolcu etmişler.
*Şıwan: Çerkes tenceresi

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Palavracının şansı
Adıge Pşısexer, s.172.
Anlatan: Xhut Yerecıb Biram oğlu, 60 yaşında, Cacehable Köyü’nden.
Derleyen: Xhut Şamseddin.
Derlendiği yıl: 1960.


Bir zamanlar köyün birinde çok övünen ve palavra atan bir adam yaşarmış, “Ben istediğim zaman Allah’la konuşabilirim, istersem yağmur yağdırır, istersem kuraklık yaratırım” dermiş.
Büyük bir kuraklık baş gösterince köylüler gidip adama yalvarmış:
“Ne olursun acı bize, Allah’la konuş da yağmur yağdır!”
Palavracı adam bunu yapamayacağını bildiğinden, kurtulmak için bir çare düşünmeye başlamış.
“Öyleyse yarın akşamüzeri köylülere soralım, uygun görürlerse yağdıralım” demiş, “sığırtmacın dönüş vaktinden biraz önce tepeye çıkın da kendi aranızda konuşup anlaşın”.
Ertesi akşamüzeri köyün ileri gelenleri söylenen vakitte sığırtmacın yamacında toplanmış. Köylülere:
“Ey ahali, benden böyle bir ricada bulundular. Sizler de uygun buluyorsanız, yerine getirmeye çalışacağım. Hepiniz yarın yağmur yağmasını istiyor musunuz?”
Köyün yaşlıları kendi aralarında homurdanmaya başlamış:
“Benim yarın ot çekmem gerekiyor” demiş biri.
“Ben yarın yola çıkacağım. Aman ha yağmur yağmasın, yağacaksa da yarından sonra yağsın” demiş bir başkası.
Palavracı adam bu durum karşısında:
“Görülüyor ki herkes yarın yağmur istemiyor, öyleyse yarından sonra toplanıp bir karar verelim” demiş.
Kararlaştırılan gün herkes yine aynı yerde toplanmış. Palavracı ayağa kalkıp söz almış:
“Ey ahali, yarın yağmur yağdırmamı hepiniz istiyorsanız, ricanızı yerine getireyim” demiş.
Köyün yaşlıları yine kendi aralarında homurdanmışlar:
“Yarın bizim düğüm-nümüz var, aman ha yağmasın” demiş biri.
Bir diğeri:
“Yahu yarın bizimkilerin çamaşır günü. Yıkanan çamaşırların kuruması lazım, yarın kesinlikle yağmur istemeyiz, eğer yağdırırsan var ya ömür boyu bir daha konuşmam seninle” demiş bir başkası. Böylelikle köylüler yine fikir birliğine varamamış.
Palavracının istediği de zaten buymuş. Ayağa kalkıp, yağmur isteyenlere hitaben:
“Arkadaşlar! Kusura bakmayın, görüyorsunuz, bir kısmınız yağmur istiyor, bir kısmınız istemiyor; bu durumda benim yağmur yağdırmam doru olmaz, işi oluruna bırakalım” demiş ve palavracılığına bir zarar getirmeden işin içinden sıyrılmış, dönüp muzaffer komutan edasıyla şişine şişine evine gitmiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Hımbıl kız
Adıge Pşısexer, s.179.
Anlatan: Şşeweş’ü Hacmos Hacebiy oğlu, 63 yaşında. T’uapse İlçesi’nden.
Derleyen: Xhut Şamseddin.
Derlendiği yıl: 1974.


Çok zengin bir ailenin evde kalmış, geçkin bir kızı varmış. Kız güzel olmaya güzelmiş ama o kadar şımarık, tembel ve hımbılmış ki, odasından avluya bile çıkmazmış. Hasta gibi hep yatağında oturur, yatar, yemeğini bile yatağına getirtirmiş. Bu hımbıllığı yüzünden hiçbir delikanlı kendisiyle evlenmeyi düşünmüyor, ilgilenmiyor hatta kimse gelip ona kur bile yapmıyormuş.
Başka köyden bir delikanlı kızın bu halini duymuş ve kendi kendine “ben onun hakkından gelirim” diye düşünmüş ve bu kızla evlenmeye karar vermiş. Bir gün gelip anne ve babasından kızı istemiş. Ona:
“Kızımız ev kadını olacak biri değildir, çok tembel ve huysuzdur. Tembelliği nedeniyle gece gündüz yatağından çıkmadığından tuluk gibi şişip kalmıştır. Biz evladımız olduğu için kıyamıyor, zorunlu olarak çekiyoruz ama onunla evlenmeye kalkmak akıl kârı değildir. Bir başkası onun kahrını çekemez” demişler.
Delikanlı:
“Onun tembelliği benim için dert değil, onunla evlenmeme izin verin, sizin baktığınız gibi ben de bakarım” demiş.
Anne babası:
“Peki, maden onunla geçinmeyi göze alıyorsun, sen bilirsin. Bizden günah gitti, al götür, ama sonra bize kusur bulma” demişler.
Bunun üzerine delikanlı ailesinden izin alıp, kızla konuşmak ve ona evlenme teklif etmek üzere odasına girmiş ve dileğini kıza söylemiş. Kız:
“Seninle evlenirim ama beni köyüne sırtında götüreceksin. Ayrıca burada nasıl yatağımdan çıkmadan yaşıyorsam beni öyle yaşatacaksın. Ben hiç iş yapmam, benden yemek, çamaşır gibi işler bekleme” demiş.
Delikanlı:
“Pekala, kabul. Bakarım, zaten bu durumunu bilerek sana talip oldum” demiş ve kızı sırtına alarak köyüne götürmüş. Babasının evindeki gibi yatağa yatırmış, bakmaya başlamış. Yemek zamanı gelince delikanlı yemek yapıp götürüyor, yatağında yediriyormuş. Birkaç gün böyle devam etmiş.
Bir gün delikanlı ormandan odun getirip eve döndüğünde, karısının yatağının karşısındaki, her zaman oturduğu, yattığı divanda kedinin yattığını görmüş.
“Kalk git bu divandan” demiş kediye, ama kedi nereden anlasın, anlamamış ve aldırmamış. Kedi divandan kalkmayınca:
“Ben bir dediğimi bir daha tekrarlamam” diyerek kamasını çekmiş, hımbıl kızın gözleri önünde kediyi öldürüp dışarı atmış ve yerine oturmuş.
Delikanlı yine bir gün ava gitmiş. İyi cins iki av köpeğinden birini yanına almış, diğerini evde bırakmış. Avdan döndüğünde, evde bıraktığı köpek sahibini üzerine atlayarak sevinçle karşılamış. Delikanlı köpeğe:
“Defol başımdan, üzerime atlayıp durma” demiş.
Köpek aldırmamış, sahibinin bir önüne bir ardına zıplayarak oynamak istiyormuş. Delikanlı:
“Ben bir dediğimi bir daha tekrarlamam” diyerek tüfeğini çıkarmış ve köpeği vurmuş.
Bir süre sonra delikanlı hımbıl karısına:
“İstersen seni annenin babanın yanına gezmeye götüreyim” demiş. Kadın buna pek sevinmiş ve “peki” demiş. Delikanlı yolluklar hazırlamış, atları arabaya koşmuş, karısını da arabaya taşıyıp oturtmuş ve yola çıkmışlar. Gidecekleri köye yakın bir yerde delikanlı:
“At yoruldu galiba, biraz dinlendirelim”, diyerek arabayı durdurmuş. Atı çözmüş, yemlemiş, kendisi de bir ağacın altına oturmuş. Bir süre sonra delikanlı “artık yola çıkalım” diyerek atı arabanın yanına getirmiş. Fakat hayvan bir türlü arabaya koşulmak istemiyormuş.Delikanlı:
“Gir şu koşuma, huysuzluk etme” demiş ama hayvan bu, anlamamış yine koşuma girmeyince:
“Ben bir dediğimi bir daha tekrarlamam” diyerek tüfeği çekip atı vurmuş. Karısına dönerek:
“Hadi bakalım, atın yerine sen geçeceksin, koşuma gir” demiş.
Hımbıl kadın:
“İstediğini yapmazsam bu adam beni de vurup öldürecek” diye korkarak arabanın koşumunu boynuna geçirmiş, arabayı çeke çeke köye götürmüş.
Köydeki evlerinin kapısına gelince, kızlarının arabaya koşulu olduğunu gören anne babası çok şaşırmış.
“Sen yataktan hiç çıkmaz, yerinden kımıldamazdın, şimdi at gibi araba çekiyorsun, ne oldu sana” diye sormuşlar. Hımbıl kız:
“Kocam çok sert bir adam. Bir dediğini bir daha tekrarlamıyor, sözünü dinlemeyeni ya kamayla ya tüfekle vurup öldürüyor. Arabayı çekmeseydim beni öldürürdü. Aman siz de ne derse yapın, karşı çıkmayın” demiş.
Kızlarını eve, damatlarını konuk evine almışlar. Birkaç gün kaldıktan sonra damat, “artık gidelim” diyerek izin istemiş.
Kaynanası çok güzel yolluklar hazırlamış. Oğlunu da yaylada otlamakta olan atı getirmesi için göndermiş. Damat onu beklemeden karısına:
“Haydi arabayı getir” demiş. Karısı hemen gitmiş, at yerine kendini koşup arabayı getirmiş. Annesi üzülerek:
“Kızım, atımız yok değil, arabayı neden sen çekiyorsun? Biraz sonra oğlan atı getirecek, biraz bekleyin” demiş. Kız:
“Ben ölmek istemiyorum anne, kocam bir söylediği sözü bir daha tekrar etmez, işin ucunda ölüm var” demiş ve arabayı çekerek köyden çıkmışlar. Köylüler hımbıl kızın nasıl bu hale geldiğine hayret etmişler. Biraz sonra yolda kızın erkek kardeşi atı yetiştirmiş. Ablasının yerine atı koşmuşlar ve yollarına devam etmişler.
Miskin ve tembel kadın bundan sonra ülkenin en akıllı ve fedakar, en yardımsever, en çalışkan kadını olarak ün salmış ve öyle anılır olmuş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Tanrıyı ziyaret eden garip
Adıge Pşısexer, s.182.
Anlatan: Xhut Yerecıb Biram oğlu, 69 yaşında, Cacehable Köyü’nden.
Derleyen: Xhut Şamseddin.
Derlendiği yıl: 1969.


Bir ülkede yoksul mu yoksul, perişan mı perişan bir adam yaşarmış. Üstü başı yamalı yırtık, ambarı boş ve delik, kıtlık içindeymiş. Biraz da akıldan noksanmış. Yokluk canına tak etmiş. Bir gün Tanrı’nın yanına gidip, durumunu anlatmaya, yardım istemeye karar vermiş ve yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, derken ormanın içinde geniş bir açık alana ulaşmış. Alanın ortasında kocaman bir ayı inleyip durmakta, başını yerden yere, kuru topraklara vurmaktaymış.
Garip yolcu dayanamamış:
“Neden böyle kafanı yerden yere vurup duruyorsun? Yazık değil mi canına” diye sormuş.
“Sana ne bundan, sen ne karışıyorsun? Hem sen ne arıyorsun bakim buralarda, nereye gidiyorsun?”
“Ben çok yoksul, garip bir insanım. Artık hiçbir yaşama olanağım kalmadı. Bir şeyler yapması, yardım etmesi için yalvarmaya Tanrıya gidiyorum” demiş garip yolcu.
“O zaman Tanrıdan benim için de bir şey iste! Başım ağrıdan sızıdan çatlıyor, dayanamıyorum. İşte böyle gördüğün gibi kafamı yerden yere vuruyorum. O zaman acısı biraz kesiliyor. Derdime bir çare bulsun, sana söylesin. Sen de bana iletirsin. Ömrüm oldukça sana bal taşırım” demiş.
Garip yolcu:
“Peki, senin için de sorarım. Kısmet olursa cevabını da getiririm” diyerek ayrılmış, yoluna devam etmiş.
Az gitmiş, uz gitmiş derken, bahçesinde birçok meyve ağacı olan bir eve rastlamış. Eve misafir olmuş. Ev sahibi hoş karşılamış, çok iyi davranmış. Gece sohbet esnasında fakir adam yola çıkış nedenini anlatınca, ev sahibi:
“Madem ki Tanrıya gidiyorsun, benim de bir ricam var tanrıdan. Onu da öğrenip bana iletirsen sana çok teşekkür ederim” demiş. “Benim sıkıntım şu: Görüyorsun bahçemde pek çok ağaç var. Bu ağaçlar ilkbaharda rengarenk çiçek çar her taraf burcu burcu kokar. Sonra meyveye oturur, dalları kırılacak gibi meyve dolar taşar. Ama bir iki hafta geçmeden hepsi kurur, dökülür. Böylece birçok ağacım olmasına rağmen hiç meyve alamam. Yapmadığım şey kalmadı. Artık ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapmam gerektiğini tanrıya sorup öğrenirsen sevinirim” demiş.
“Peki” demiş garip yolcu, “senin bu dileğini tanrıya ulaştırırım!”
Ertesi gün tekrar yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir padişahın toprağına gelmiş. Muhafızlar yakalayıp garip yolcuyu kırala götürmüş. Büyük ve gösterişli bir konakta oturan kıral adama sormuş:
“Nereden gelip nereye gidiyorsun, nedir derdin?”
“Ben büsbütün çaresizlik ve perişanlık içinde kalınca, ne yapayım, tanrıya gideyim de derdime bir çare bulsun diye yola çıktım” demiş garip yolcu.
“Öyleyse benim de bir dileğim var tanrıdan, onu da ilet. Alacağın cevabı bana getirirsen seni çok memnun ederim” demiş kıral ve dileğini söylemiş: “Kırallık sürem uzun mu olacak yoksa kısa mı? Bunu öğren gel!”
Fakir yolcu kırala:
“Peki, tamam. Size söz veriyorum. Dileğinizi tanrıya ulaştıracağım ve alacağım cevabı size getireceğim” demiş.
Bir gece kıralın ülkesinde misafir kaldıktan sonra ertesi gün erkenden yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş büyük bir ırmağa rastlamış. Irmağın kenarına gelmiş karşıya nasıl geçeceğini bilemeden bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başlamış. Bu sırada ırmağın karşı tarafında iri yarı bir adam görünmüş.
“Hey yabancı! Oralarda ne dolaşıp duruyorsun? Ne istiyorsun? Nereye gidiyorsun” diye sormuş iri yarı adam.
“Sormayın, böyle yoksul, perişan halime bir çare bulur umuduyla tanrıya yalvarmaya, danışmaya gidiyorum”.
“Onun cevabını ben vereyim sana” demiş iri yarı adam, “Senin yoksulluğunun sona ermesi ve rahat bir hayata kavuşman için önce akıllı olman lazım. Aklın olmadıkça zengin olamazsın. Ayrıca aklını da iyi kullanmasını bileceksin. Akıllı olup aklını yerinde kullanırsan fukaralık ve perişanlığın biter” demiş.
Tanrıyı arayan adam:
“Benim derdime çare buldun. Sağ ol! Sana çok teşekkür ederim. Ancak yola çıktığımda rastladığım ve bazı dileklerini tanrıya ulaştırmamı isteyen dilek sahipleri var. Onların isteklerini söylersem çaresini bana anlatır mısın? Çünkü ben onlara söz verdim. Alacağım cevabı onlara götürmem gerek” demiş.
“Tabii söylerim” demiş iriyarı adam, “yapmaları gereken her şeyi anlatırım, sen de onlara iletirsin”.
Bunun üzerine garip yolcu başlamış anlatmaya:
“Ben buraya gelirken bir ayıya rastladım. Şiddetli baş ağrısı çekiyor, hafifletmek için kafasını yerden yere vuruyordu. Bu ağrıyı gidermek için çare soruyor.
Beni konuk eden bahçe sahibi bir adam: Ağaçlara iyi baktığı halde bir türlü meyve vermediklerini bunun nedenini sorup çaresini istiyor.
Yolda beni misafir eden bir kıral da kırallık süresinin uzun mu yoksa kısa mı olacağını merak ediyor.
Bu sözleri dinleyen iriyarı adam:
“Ayının baş ağrısının geçmesi için delinin birini yemesi lazım. Bir deli bulup yerse bir şeyi kalmaz.
Bahçesinde bol meyve ağacı olan adama söyle, o bahçenin altında altın damarı var. O altın damarları ağaçların köklerine zarar veriyor. Bahçeyi kazsın altınları çıkarsın, ağaçlar çok güzel meyve vermeye başlayacaktır.
Kıralın saltanat süresine gelince, bu soruyu soran aslında kıral değil kıraliçedir. Yani kadındır. Ama bunu kendisinden başkası bilmiyor. Onun kadın olduğu meydana çıkıncaya kadar saltanatı devam edecektir. Ne zaman ki bu belli olur, o zaman kırallığı sona erer” demiş.
Böylece sorularının hepsinin cevabını alan garip yolcu iriyarı adama çok teşekkür etmiş. Geri dönerek yola koyulmuş. Önce kıral ülkesine gelmiş, muhafızlara kıralla özel görüşme yapmak istediğini söylemiş. Kendisini kırala çıkarmışlar. Kıral adamı hemen tanımış ve özel odasına almış. Fakir adam kırala:
“Değerli sultanım! Siz aslında erkek değil kadınmışsınız. Kırallığınızın süresi kadın olduğunuz anlaşılıncaya kadardır. Kadın olduğunuz ortaya çıkınca saltanatınız sona gerecekmiş” demiş. Bunun üzerine sultan:
“Benim bu durumumu senden başka bilen yoktur. Gel, benimle evlen, kırallığı da sen üzerine al. Sen de ben de rahat bir hayat sürelim” demiş. Ama bizim hak yolcusu:
“Çok teşekkür ederim ama bunu kabul edemem. Çünkü benden dertlerine çare bekleyen, söz vermiş olduğum kimseler var. Onların dileklerini yerine getirmeye söz verdim” demiş ve oradan ayrılmış.
Uzun süren bir yolculuktan sonra, bahçesi meyve vermeyen bol ağaç dolu adamın evine ulaşmış. Adam tanrı yolcusunu güzel karşılamış. Yemeklerini yedikten ve biraz dinlendikten sonra ev sahibi sormuş. Bizim gariban yolcu, ev sahibine:
“Senin bahçenin altında altın damarı varmış. Bu damarlar ağaçların köklerinin gelişmesine engel oluyormuş. Bahçeyi kazıp altınları çıkarırsan ağaçların bol ve güzel meyveler verecekmiş” demiş. Bu sözleri duyan ev sahibi:
“Sen benim dileğimi tanrıya ulaştırdın ve çaresini bulup getirdin. Gel burada kal,, bahçeyi birlikte kazalım. Çıkan altınları da paylaşalım, yarısı senin yarısı benim olsun. Büyük bir çiftlik kuralım, ömrümüz boyunca rahat bir hayat süreriz” demiş.
Garip hak yolcusu:
“Sağ olasın, buna benim ihtiyacım yok, hem ben artık aklımı kullanmasını öğreneceğim, hem de benden derdine çare için haber bekleyen ayı var, ona gidip derdine çare olmalıyım” demiş. Bir gece misafirlikten sonra yola çıkmış. Gide gide doğruca ayının bulunduğu ovaya varmış. Ayıyı bulmuş. Fakir yolcuyu tanıyan ayı sevinerek:
“Ne haber getirdin? Çabuk anlat!” demiş. Hak yolcusu olan bizim garip:
“Sen deli bir adam yersen baş ağrın geçermiş. Şimdiden bir deli bulmaya çalış” diye tembih etmiş. Ayı:
“Başka neler gördün, başından neler geçti? Tanrıyı nasıl buldun? Bütün bunları anlat bana, böylece başımın ağrısı da biraz hafifler” deyince, tanrıyı arayan adam, başından geçen olayları bir bir anlatmış. Kadın olan kıralın teklifini, altın damarlı bahçeyi ve sahibinin teklifini ve kendisinin verdiği cevapları da eksiksiz anlatmış. Olup biteni hayretle dinleyen ayı:
“Ben senden daha delisini bulamam” demiş ve adamı bir vuruşta yere yıkmış, parçalayıp yemiş.
O günden beri ayının başı artık ağrımazmış. Bu masal da hep böyle anlatılır dururmuş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Ayının oğlu Şav

Bu halk söylencesinin nereden çevrildiği veya derlendiği saptanamamıştır.
Yoksul ve yaşlı bir karı koca varmış. Yaşlılıklarından bir tek erkek çocukları dünyaya gelmiş. Bu çocuk onların biricik neşe kaynaklarıymış. Bir gün karı koca tarlaya çalışmaya giderken, bebeği de beşiğiyle birlikte götürmüş. Karı koca “kim daha çok ekin biçerse bebeği öpme hakkı onun olacak” diye kendi aralarında eğlenceli bir yarış yapmaya karar vermiş. Çocuğu iyice sarıp beşiğin içine yatırmışlar, üstünü de öterek tarlanın baş tarafına bırakmışlar. Büyük bir hevesle başlamışlar ekin biçmeye.
Tarlanın öbür başına kadar tırpan sallamışlar. Oradan geriye doğru var güçleriyle ekini biçerek başladıkları yere dönmüşler. Bebeği bıraktıkları yere bakmışlar ki, ne bebek var ortada ne de beşik. Büyük bir üzüntü ve telaş içinde sağa sola koşuşmuşlar, aramadık yer bırakmamışlar, ama çocuğu bulamamışlar. Alan belki geri getirir ümidiyle uzun süre tarlanın başında beklemişler. Akşam karanlık çöküp ümitleri kırılınca ağlaya sızlaya evlerine dönmüşler.

Çerkez kızı
Meğer çocuğu ayının biri kaçırmış, mağaraya götürmüş. Ayı bebeği o kadar çok sevmiş ki onu kendi yavrusu gibi beslemiş, büyütmüş. En çok da geyik beyni, bal ve doğal meyveler yedirirmiş. Günler, aylar, yıllar geçip gitmiş. Çocuk büyümüş, serpilmiş, güçlü ve yakışıklı bir genç olmuş. Ormandaki diğer yabani hayvanlarla birlikte yaşar ve bütün hayvanlar, iki ayaklı olduğu için ona hem acırlar hem de çok severlermiş. Çocuk, anne babasından ayrı büyümesine rağmen onları hep özler ve ararmış. Kendisini büyüten anne ayı öldükten sonra, öz anne ve babasının olduğu köye gelmiş. İçgüdüsüyle ve annesinin kokusunu hissederek doğru baba ocağına gelmiş. Kapıyı çalmış. Anne içeriden:
“Kim o” diye seslenmiş. Delikanlı:
“Anne benim oğlun, ben geldim” demiş. Annesi ağlayarak:
“Bana anne diyecek kimse yok. Onu yıllar önce kaybettim” demiş. Delikanlı, beraberinde getirdiği bebekliğindeki beşiği ve o zaman üzerindeki zıbını pencereden içeri atmış. Anne beşiği ve zıbını derhal tanımış, koşarak gidip kapıyı açmış. Ana oğul birbirine sarılıp, sevinç gözyaşları dökmüş. Babası da bir köşede oturmuş, gelen oğlunu sevgiyle seyrediyormuş. Üçü bir arada ocağın başında uzun süre konuşarak hasret gidermiş. Genç başından geçenleri ve ayı annenin kendisini nasıl büyüttüğünü, yabani hayvanlarla nasıl arkadaşlık yaptığını anlatmış.
Ayının kendisini çok iyi beslediğini, ayılarla aslanlarla güreşerek büyüdüğünü, bir ağacı kökünden söküp çıkarabilecek güçte olduğunu, ismi olarak da “ayının oğlu Şav” olarak çağrıldığını masal gibi anlatmış. Bu arada anne ve babasının yoksulluk içinde olduğunu, evde yiyecek içecek malzemelerinin az olduğunu, babasının zengin bir adamın avlusunda gece bekçiliği yaptığını, ancak emeğinin tam karşılığını alamadığını, aylık ücretinin her seferinde eksik ödendiğini öğrenmiş.
Sabah olup kalktıklarında babasına aylık ödemeleri kesen zenginin evine gitmiş. Evin bahçesindeki üç tahıl ambarından birini yerinden sökmüş, kucaklayıp kendi avlularına getirmiş. Akşam olunca babasının yerine gece bekçiliği yapmak üzere gideceğini söyleyince babası:
“Oğlum! Benim yaptığım işi en yapamazsın, sana ağır gelir, dayanamazsın” demişse de delikanlı kabul etmemiş, zengin beyin evine bekçilik yapmak üzere gidip, babasını yerine geldiğini söylemiş. Şav’ı avlu kapısının olduğu yere getirmişler, kapının sürgüsüne parmaklarını sokmuşlar, ellerini çıkarmaması için takozla desteklemişler. Bu işkenceli işi bekçinin gece uyumaması için yaparlarmış. Şav buna çok içerlemiş. Beyin adamları çekilip gittikten sonra takozla çakılı parmaklarıyla sürgülü kırmış, gitmiş bu işi yaptıran zengin beyi kaldırmış, yakasından tutup getirmiş, kapının sürgüsüne parmaklarını sokmuş ve ellerini çıkarmaması için takozla berkitmiş. Bey geceyi inleyerek geçirmiş, sabahı zor etmiş. Sabah olunca iniltiye gelenler bir de bakmışlar ki beyleri kapıya sürgülenmiş durumda. Hemen kurtarmışlar.
Zengin bey ayının oğlu Şav’ın bu yaptığının intikamını almak istemiş. Onu nasıl öldürteceğini planlamış. Ertesi gün Şav’ı yanına çağırtmış ve:
“Madem babanın yerine çalışacaksın” demiş, kör bir baltayla zayıf öküzler koşulu bir araba vermiş,”Şu karşı dağdaki ormana gidip odun getireceksin”. Şav, beyin istediği gibi tarif edilen ormana gitmiş, odun kesmeye başlamış. Ama balta o kadar körmüş ki kurumuş ağaçları hiç kesmiyormuş. Şav o baltayla iş yapılamayacağını anlayınca onu götürüp arabaya asmış, kendi elleriyle ağaçları kırarak, sökerek, kütükleri arabaya doldurmuş ve köy yoluna koyulmuş. Biraz sonra öküzlerden biri çok zayıf ve güçsüz olduğu için arabayı çekemez olmuş. Öküze yürü diye bağırınca, ormandaki hayvanlar Şav’ın sesini tanımış, koşarak yanına gelmişler. Şav zayıf öküzü çözmüş, arabanın arkasına bağlamış, gelen domuzlardan en irisini arabaya koşmuş, odunu köye getirmiş. Beyin avlusuna domuz koşulu arabayla Şav’ın girdiğini gören beyin adamları köşe bucak kaçışmış, kutlu yerlere gizlenmiş. Şav öküzleri ve domuzu serbest bırakıp odunları indirdikten sonra beyin huzuruna çıkmış. Bey, Şav’ın bu işi yapamayacağını ve ona ceza vereceğini düşünürken, arzusunun gerçekleşmediğinden duyduğu üzüntüyü belli etmeden:
”Aferin, bu zor iyi başardın. Seni yarın bir yere çift sürmeye göndereceğim” demiş. Şav sabah erkenden beyin yanına gelmiş, bey ona üç öküz ile bir oğlan çocuğu vermiş, gidecekleri tarlayı tarif etmiş.
Şav tarif edilen yere geldiğinde, burada insanların yaşamadığını, toprağın sert, taşlı ve çorak olduğunu görmüş. Beraberinde getirdiği çocuk Şav’a:
“Burada dev büyücü yaşar, yedi oğlu var. Buraya gelenleri çarparlar” diye korkusunu söylemiş. Kendisi de hiç Şav’ın yanından ayrılmıyormuş. Şav çocuğun elinden tutmuş, “Sen hiç korkma! Ben onların hakkından gelirim” demiş. Başlamış çift sürmeye. Tarlanın öbür başına gelince bir çalılığın içinden büyücünün yedinci ve en küçük oğlu çıkmış karşısına. Şav’ı çarpıp yıkmak istemiş, ancak gücü yetmemiş. Şav onu yakaladığı gibi sabanın boyunduruğuna götürmüş. Öküzlerden birini çözmüş, sabana onu koşmuş. Başlamışlar çift sürmeye. Büyücünün oğlu çok güçlü olduğu için iş hızlanmış. Ancak büyücünün oğlan bağırıp çağırmaya başlamış. Bu sefer büyücünün altı oğlu onu kurtarmaya gelmiş. Ancak Şav onları da yakalamış, sabana koşmuş. Öküzler artık çift sürmeden yayılmaya başlamış. Ama büyücüler Şav’ın korkusundan bütün tarlayı bir gün içinde sürüp bitirmiş. Akşamüzeri Şav üç öküz, çocuk ve sabana koşulu yedi büyücüyle köye dönmüş. Beyin avlusuna girince yedi büyücüyü görenlerin her biri bir köşeye saklanmış. Şav büyücüleri çözüp serbest bırakınca, zengin bey ve adamları iyice korkuya kapılmış. Odalara kapanıp kapıları sıkı sıkı kilitlemiş.
Ayının oğlu Şav, bir biçimde zengin beyin kendisini öldürteceğini anlamış ve o köyden ayrılıp başka bir köye göçmeye karar vermiş. Anne babasına iki yıl yetecek yiyecek ve içecek bırakmış, ilerde kendilerini de aldırtacağını söyleyip veda ederek köyden ayrılmış.
Az gitmiş uz gitmiş derken yolda, orman kenarında bir adama rastlamış. Adam elleriyle ağaçları birbirine kavuşturuyor, bir kadın saçı örer gibi onları örmeye çalışıyor, uğraşıp duruyormuş.
Şav, güçlü kuvvetli bu adama selam vermiş, o da selamını almış. Ormanın kenarında oturup beraber yemek yemişler ve arkadaş olmuşlar. Yemekten sonra birlikte yola koyulmuşlar.
Az gitmişler uz gitmişler derken, elindeki iki koca kaya ile top gibi oynayan bir adama (Kayavuran) rastlamışlar. O da onlara katılmış. Gide gide bir kulübeye varmışlar. Geceyi kulübede geçirdikten sonra sabahleyin kalktıklarında, ağaçları büküp ören adamı (ağaçbükeni) kulübede bırakıp Şav ile elinde kaya ile oynayan adam (Kayavuran) ava gitmiş.
Kulübede kalan ağaçbüken, çok da güzel yemek yaparmış. Güzel ve çeşitli yemekler yapmış ve arkadaşlarının gelmesini beklerken kapı yönünden “jıw/fırr” diye bir ses duymuş. Kulübeden çıkıp baktığında kapının önünde, elinde yılandan bir kamçı tutan, horoza binmiş, çok uzun sakallı biri (Horozatlı) ona bakmaktaymış. Horozatlı, ağaçbükene:
“Beni horozdan indir” demiş. Ağaçbüken horozatlıyı hemen indirmiş. Horozatlı:
“Beni kulübeye götür” demiş. Ağaçbüken isteneni yapmış. Bu kez horozatlı:
“Bana yemek yedir” demiş ağaçbükene. O da konuğa pişirdiği güzel yemeklerden ikram etmiş. Bir aralık horozatlı, birden ağaçbükenin üzerine atılıp, onu kıskıvrak bağlamış ve orada ne kadar yiyecek varsa hepsini yemiş bitirmiş. Sonra da ağaçbükeni tekrar çözmüş ve horozuna bindiği gibi “jıw” diye fırlayıp kaybolmuş.
Arkadaşları akşam üstü kulübeye döndüklerinde hiç yemek yapılmadığını görmüşler. Ağaçbükene sormuşlar:
“Sen güzel yemek yapmasını bilirdin, hani nerede yemeklerin?” Ağaçbüken:
“Hastalandım, o yüzden bir şey yapamadım, kusura bakmayın” diye cevap vermiş.
Ertesi gün kulübede kayaburan kalmış, Şav ile ağaçbüken ava gitmişler. Öğle vakti horozatlı gelmiş, “jiw/huu” diye seslenmiş. Tepe oynatan bu sesi duyarak dışarı çıkmış. Gelen horozatlı, kayaburana, aynı ağaçbükene yaptığı gibi yapmış. “Beni indir, kulübeye götür, yemek yedir” diyerek kayaburanı meşgul etmiş, sonunda hiçbir yemek bırakmadan hepsini yemiş ve “jıw” diye horoza binip gitmiş.
Ağaçbükenle Şav akşam üstü kulübeye dönünce yiyecek bir şeyin hazır olmadığını görmüş. Onlar da kuru katı ne buldularsa bir şekilde açlıklarını gidermişler.
Üçüncü gün Şav kulübede kalmış, öbür ikisi ava gitmiş. Öğleye doğru horozatlı rüzgar gibi yine glemiş, “jıw” sesini duyurmuş. Şav kulübeden çıkmış, elinde yılandan bir kamçı olan, uzun sakallı bir adamın horozun üzerinde beklediğini görmüş. Horozatlı Şav’a seslenmiş:
“Beni indir”. Şav:
“Öyle âdet yoktur” diye yanıtlamış. Bunun üzerine horozatlı horozdan kendisi inmiş ve bu kez Şav’a:
“Beni kulübeye taşı” diye seslenmiş. Şav:
“Öyle bir Adıge âdeti yoktur. Adıgeler’de gelen misafir hastaysa veya çocuksa kucakta taşınır. Başkası için bu yapılmaz. Kendin yürüyerek girmelisin”.
Horozatlı yürüyerek kulübeye girmiş.
“Bana yemek yedir” demiş.
“İşte o âdetimizdir” diyerek Şav, horozatlıyı güzelce doyurmuş. Fakat horozatlı durmadan “beni yedir, beni içir” diyerek olanı biteni silip süpürmüş ama hâlâ doymuyor, yine istiyormuş. Şav sonu gelmeyen bu istek üzerine usanmış ve horozatlıyı dışarı çıkararak sakalından bir ağaca bağlamış.
Derken akşam olmuş, ava giden arkadaşları dönmüş. Onlara “Gelin size bir şey göstereceğim, dün ve önceki gün yemeklerimizi bitireni yakaladım” demiş. Arkadaşlarını alıp kulübenin arkasındaki koca ağacın yanına götürmüş. Ama orada kimseyi göremedikleri gibi, koca ağacın yerinden sökülmüş olduğunu görmüşler. Şaşıp kalmışlar.
Sökülen ağacın sürüklenirken bıraktığı izi takip ederek epeyce yol almışlar. Sonunda izlerin bittiği yerde kocaman kovuğu olan dev bir çınar görmüşler.
Şav kovuktan içeri girmiş. Aşağı indikçe buranın derin bir kuyu olduğunu fark etmiş. Kuyunun dibinde dört köşeli bir yere gelmiş. Bakmış ki her köşede güzel bir kız oturuyor. Kızlardan ikisi ağlıyor, ikisi ise gülüyormuş. Şav merakla:
“Nedir bu haliniz? İkiniz ağlıyor, ikiniz gülüyorsunuz” demiş. Kızlardan biri:
“Biz hepimiz horozatlının esiriyiz. Şu ağlayan ikisini bugün yiyecek, onun için ağlıyorlar. İkimizi ise başka güne bıraktı, onun için sevinip gülüyoruz” demiş. Şav telaşla sormuş:
“Peki nerede o horozatlı şimdi?” Kızlar:
“Şu aşağıdaki evde dinleniyor. Seni görürse derhal öldürür ve yer. Sen onu öldürmeye kalkarsan senin kılıcın ona işlemez. Onu öldürebilmek için yattığı yerde, baş ucunda asılı kılıcı kullanmak gerekir”.
Şav gösterilen yerdeki odaya girmiş, parmak uçlarına basarak sessizce ilerlemiş, duvarda asılı kılıcı almış ve bir vuruşta horozatlının kafasanı uçurmuş. Sonra esir kızların yanına gelmiş, “artık özgürsünüz, horozatlıyı öldürdüm” demiş. Kızlar bu habere pek sevinmiş.
Şav kuyunun ağzına doğru, arkadaşlarına seslenmiş, bir ip sarkıtmalarını istemiş. Şav sarkıtılan iple kuyudaki altın, gümüş ve diğer kıymetli eşyaların hepsini yukarı çektirmiş. Kızları da bellerinden bağlayarak yukarı göndermeye başlamış. Kızların sonuncusu Şav’a:
“Arkadaşlarını iyi tanımıyorsan, onları daha önce sınamamışsan önce sen çık kuyudan, sonra beni çekersin” demiş. Şav ise:
“Hayır, seni burada yalnız bırakıp çıkamam. Senden sonra arkadaşlarım beni de çeker” demiş. Böylece dört kız da kuyudan çıkarılmış ve kurtarılmış.
Arkadaşları ipi tekrar aşağıya, Şav’a uzatmış. Şav’ı yukarı doğru biraz çektikten sonra ipi durdurmuşlar. Ve ağaçbükenle kayaburan kendi aralarında gizlice konuşmuşlar: “Bunu çıkarırsak hem kızlara, hem de altın ve gümüşlere ortak olur. Onun payını biz paylaşalım” demişler ve ipi keserek Şav’ı kuyunun dibine düşürmüşler. Kızları ve kuyudan çıkan eşyaları alıp uzaklaşmışlar.
Kuyuda tek başına kalan ayının oğlu Şav, ne kadar seslenmişse de yanıt alamayınca oynanan oyunu anlamış. Kuyu dibinde bulduğu ağaç parçalarıyla kazıklar yapmış, onları birer birer kuyunun kenarlarına çakıp, onlara dikkatle basarak yukarı çıkmaya başlamış. Ama ağaç kazıklar kuyunun ağzına yaklaşınca bitmiş. Şav beklemiş, bir geçen olursa diye. Arada bir sesleniyormuş ama bir yanıt alamıyormuş.
Derken üç gün sonra Şav at sesleri duymuş. Başlamış “İmdaaaat, can kurtaran yok mu” diye bağırmaya. Sesi duyan avcılar kuyuya yaklaşmış. Kuyudan aşağı ip sarkıtmış ve Şav’ı çıkarmışlar. Şav kendisini kurtaranlara çok teşekkür etmiş ve onlardan bu kurtarma olayından kimseye bahsetmemelerini rica etmiş.
Avcılar avlanmaya, Şav da yoluna gitmiş.
Günlerce, aylarca yollarda kalmış. Gezmiş, dolaşmış, kendisini kuyunun dibinde bırakıp kaçan arkadaşlarını aramış. Tanınmamak için rastladığı bir çobanla elbiselerini değişmiş. Şav bu çoban kıyafetiyle artık iyice tanınmaz hale gelmiş. Bir gün bir köye konaklamak için uğradığında büyük bir düğün yapıldığını görmüş. “Kim evleniyor” diye sormuş. Köylülerden biri anlatmış:
“Bundan altı ay önce köyümüze çok zengin iki adamla dört kız geldi. Bu iki zenginle kızlardan ikisi evleniyor, ikisi de hizmetkar olarak onların yanında çalışıyorlar”.
Şav kimseye belli etmeden düğünleri olan iki zengini ve hizmetçilik yapan kızları gidip uzaktan seyretmiş. Hizmetçilik yapan kızlardan biri, kuyuda kendisini uyaran; “arkadaşlarını daha nöce sınamadıysan kuyudan önce sen çık” diyen iyi kalpli, akıllı kızmış.
Ayının oğlu Şav, kendisine yapılan bu ihanetin cezasını vermek için ilk önce ağaçbükenin yanına gitmiş. Onu bir vuruşta yere yıkıp ellerini, ayaklarını bağlamış.
Sonra kayaburanın yanına gitmiş, ellerini öyle bir yakalamış ki kurtulmasına imkan yokmuş. Onu da iyice bağlamış.
Köylüleri çevresine toplayıp, kendisine yaptıkları kötülüğü anlattıktan sonra, ikisini de ayaklarından iki katırın arkasına bağlatmış. Katırları kamçılayıp hızla koşturmuş. Hayvanlar arkalarına bağlı olanlardan huylandıkları için tekme de atıyormuş. Böylelikle iki kötü kalpli, hain insanı öldürmüş.
Bu işi bitirdikten sonra, kuyudan çıkan bütün altın, gümüş ve değerli ne varsa hepsini almış, dört kızı da yanına alarak kendi köyüne gelmiş. Köylüye ve babasına işkenceyle iş yaptıran ve zorbalıkla köyün tarlalarını zapteden köyün beyini de öldürmüş. Getirdiği altın ve gümüşleri, zengin köy beyinin mal ve mülkünü köylüye dağıtmış.
Ayının oğlu Şav köyde adalete dayalı bir düzen kurmuş. Hem kendi ailesi, hem de köylüleri sonsuza kadar mutlu bir yaşam sürmüşler.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)


Ekinin başı ve kökü

Bu halk söylencesinin nereden çevrildiği veya derlendiği saptanamamıştır.
Bir çiftçi ile ayı nasıl olmuşsa iyi bir dostluk kurmuş. Bir gün oturup ortaklaşa turp ekmeye karar vermişler. İkisi de bu işi severek benimsemişler.
“Ayı arkadaş” demiş çiftçi, “turpun kökü benim olsun, başı senin olsun, olur mu?”
“Tamam loru” deliş ayı, bitkilerin baş tarafının daha iyi olduğunu düşünerek sevinmiş. Bir süre sonra turp yetişmiş ve sökme zamanı gelmiş. Çiftçi ayıya haber göndermiş, ayı gelmiş birlikte turpu sökmüşler. Çiftçi turpun köklerini almış ayıya da anlaşma gereği baş taraf olan saplarını vermiş.
Ertesi yıl çiftçi ayıya “ortaklaşa yine bir şey ekelim mi” diye sormuş. Aşı karşılık olarak:
“Ekelim, ama bu kez ektiğimiz şey yetişince kökü benim, başı senin olacak. Razı oluyorsan bu işte varım” demiş”.
“Peki, kabul” demiş çiftçi, “razı oluyorum, istediğin gibi olsun”.
O yıl buğday ekmişler. Buğday yetişip biçme zamanı gelince çiftçi ayıyı çağırmış, ekini biçip kaldırdıktan sonra:
“Anlaşmamıza göre ben ekinin baş tarafını alıyorum, kökler de senin, buyur al” demiş.

Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
 
Geri
Top