Akıl satın alan adam
Adıge Pşısexer, s.114.
Anlatan: Hatkhue Téwıçüej, 73 yaşında.
Derlenen yer: Şewcenhable Köyü.
Derleyen: Xhuajj M.
Derlendiği yıl: 1959.
Tek oğulları olan bir karı koca varmış. Yıllardır mutlu bir hayat sürerek yaşıyorlarmış. Ancak bir yıl büyük bir kuraklık ve kıtlık olmuş. Halkı perişan eden kıtlıktan bu aile de nasibini almış. Yiyecek ambarlarının boşalmakta olduğunu gören adam, geçinmek için çareler aramaya başlamış.
Derken gurbete gidip bir iş bulmak, çalışıp bir şeyler kazanmak amacıyla köyden çıkmış. Uzun süre dolaşmışsa da bir türlü uygun bir iş bulamamış. Eli boş dönmeyi de kendine yediremiyormuş. Günlerden bir gün bir köy kenarında, ağacın altında oturan, giyim kuşamı yerinde bir adama rastlamış. İri yarı ve pala bıyıklı adam gurbete iş aramaya çıkan adama:
“Buyurun, hoş geldiniz, yanılmıyorsam yorgun bir konuk olmalısınız” demiş, saygı ile ayağa kalkıp konuğu buyur etmiş.
“Evet” demiş konuk, “gerçekten de yorgunum, uzak yerlerden geliyorum. Doğrusu; beni konuk edecek bir ev sahibine de ihtiyacım yok değil.”
İki adam oturmuşlar, sağdan soldan konuşurlarken ev sahibi sormadığı halde konuk anlatmaya başlamış:
“Memleketimizde kıtlık oldu. Bir oğlum, bir de karım var. Geçim sıkıntısına düştük. Bir iş bulup evime biraz bir şeyler götürürüm diye yollara düştüm” demiş. Pala bıyıklı adam:
“Öyleyse ben senin sorununa çare olabilirim. Verdiğim işleri yaparsan uygun bir ücret de alırsın” demiş.
Gurbetçi hemen razı olmuş, işe başlamış. Kimi zaman at otlatmış, kimi zaman öküz... Kimi zaman çift sürmüş, kimi zaman koyun yaymış. Evine çok para götürmek ümidiyle üç yıl pala bıyıklı adamın yanında çalışmış. Üçüncü yılın sonunda artık ailesini ve yuvasını o kadar özlemiş ki gece gündüz hep onları düşünmekten kendini alamaz olmuş. Bir gün pala bıyıklı adam gurbetçinin bu durumunu fark etmiş ve yanına çağırarak:
“Değerli konuğumuzu bu günlerde pek kederli görüyorum. Hayrola, nedir derdin” diye sormuş.
“Evet, bir efkardır çöktü üstüme” demiş konuk, “biliyorsunuz üç yıldır ayrıyım ailemden. Bu üç yıl içinde ben aç kalmadım, açıkta kalmadım sayenizde ama, doğrusun söylemek gerekirse, yediğim de boğazımdan geçmiyor, ailem ne durumdadır, bilmiyorum, onları hek çok merak ediyor hem de çok özlüyorum. Bu yüzden biraz efkarlıyım”.
“Öyleyse” demiş pala bıyıklı adam, “yarın odama gel, ücretini vereyim. Var git ailenin yanına”.
Ertesi sabah gurbetçi patronun odasına gitmiş. Patronun gurbetçiye üç yıllık emeğinin karşılığı olarak üç altın lira vermiş, bir de yol azığı hazırlatmış; “güle güle git, yolun açık olsun” diyerek yolcu etmiş.
Gurbetçi hemen yola düşmüş ama bir yandan ailesinin özlemi, bir yandan verilen paranın azlığı ona keder veriyormuş. İşe girerken pazarlık yapmadığı, yapacak hali de olmadığı için kaderine razı olmuş, ama neredeyse boşa geçen üç yılına da yanıyormuş. Bu düşünceler içinde günlerce yol almış, heybedeki yiyeceği de bitmiş. Elindeki üç altını da bozdurmadan memleketine götürmek istiyormuş. Dağlarda ormanlarda ot ve meyvelerle karnını doyurarak yola devam ediyormuş.
Birçok köy ve şehir geçtikten sonra bir köy kenarında kurulmuş bir panayıra rastlamış. Bu panayırda kurulan pazarda kimi mal satıyor, kimi alıyor, yoğun bir alışveriş yapılıyormuş. Karnı da iyice acıkmış, pazarda satılan güzel yiyeceklerin kokusu burnuna geldikçe içi geçiyormuş, ama koynunda sakladığı üç altına el sürmüyormuş. Pazarı dolaşırken “satıyorum, satıyorum” diye bağıran bir adama rastlamış. Ama adamın ne elinde, ne de önünde sattığı bir şey görünmüyormuş. Gurbetçi satıcının yanına sokulmuş:
“Arkadaş sen ne satıyorsun? Satıyorum, satıyorum diye bağırıyorsun, ama sattığın şey meydanda yok” demiş.
“Ben akıl batıyorum” demiş adam. Gurbetçi bu söze şaşırmış ve:
“Akıl ne alınır ne de satılır: Sen delirdin mi yahu?” demiş ve oradan uzaklaşmış. Pazarın öbür tarafına gitmiş. Ama satıcının “satıyorum, satıyorum” sözleri hâlâ ta oraya kadar kulağına gelmekte imiş. Biraz dolaştıktan sonra dayanamamış, akıl satıcısının yanına gelerek sormuş:
“Sattığın aklın fiyatı nedir?”
“Bir altın” demiş satıcı.
Gurbetçi üç altınından birini çıkarıp akıl satıcısına uzatmış:
“Ver bakalım” demiş. Satıcı parayı almış ve:
“Yolculuk sırasında bir nehre rastlarsan, geçit yerini bilmeden, rasgele geçmeye kalkma!” demiş.
Gurbetçi çarpılmış gibi olmuş, dayanamayıp:
“Bir altına bu kadarcık mı akıl vereceksin?” diye sormuş, daha fazla akıl vermesini bekliyormuş.
“Elbette” demiş akıl satıcısı, “verdiğin bir altının karşılığı budur, onu da verdim işte” demiş.
Gurbetçi “bir yıllık emeğim heba oldu” demiş içinden, hem üzgün, hem de gururu incinmiş olarak oradan uzaklaşmış. Ama satıcının “akıl satıyorum, akıl satıyorum” sözleri hep kulağında çınlamakta imiş. Sağa gitmiş, sola gitmiş, dönmüş dolaşmış, gene akıl satıcısının yanına gelmiş. İkinci altınını da çıkarmış satıcıya uzatmış ve:
“Al, bir altın daha veriyorum, söyle bakalım ikinci akıl neymiş” demiş. Akıl satıcısı:
“Kim olursa olsun, biri bir iş yaparken rastladığında karışma! Kendisi sormadıkça fikrini açıklama” demiş. Gurbetçi atılmış:
“Hepsi bu kadar mı?”
“Evet” demiş akıl satıcısı, “bu kadar”.
Gurbetçi yaptığından bin pişman, cebinde kalan son altını sıkı sıkı tutup, iki yıllık emeğinin iki sözle uçup gitmesine yanarak, başı önde, aptal aptal dolaşmaya devam etmiş. Her adım atışında akıl satıcısınının “satıyoruuum, satıyoruuum” bağırtısı sanki kulağının dibinde çınlıyormuş. Dönmüş dolaşmış, yine gelmiş akıl satıcısının karşısına dikilmiş. İçine bir kurt düşmüş: “İki yılım heba oldu. Belki bu son yılın altınıyla işe yarar bir şey alırım” diye geçiriyormuş içinden. Elinde olmadan son altınını da satıcıya uzatmış.
“Ver son bir akıl daha” demiş. Satıcı hiç bekletmeden:
“Bir kimseye çok kızıp onun ağzını burnunu kırmak veya öldürmek aklından geçerse, içinden yüze kadar say. Sen yüz sayıncaya kadar öfken geçer. Ondan sonra yapacağın şeye karar ver” demiş.
Gurbetçi yarı aç yarı tok, altınlar da havaya uçmuş gitmiş, akıl satanın cebine inmiş, kafasını yumruklaya yumruklaya, kendi kendine söylene söylene uzaklaşmış. Ele gele gelmiş ki önünde büyük bir nehir.Genişliği en aşağı iki yüz metre, derinliği kim bilir ne kadar? Altınları kaybetmenin verdiği üzüntüyle kendini suya vurup karşıya geçmek istemiş, ayaklarını suya değdirince bir altın verip satın aldığı “geçit yerin bilmediğin suya rasgele girme” aklını hatırlamış. Başlamış nehrin kenarında beklemeye. Bir bilen gelir herhalde diye acele etmeden bekliyormuş. Çok geçmeden güçlü bir at üstünde bir yiğit çıkagelmiş ve:
“Bu suyun kenarında ne diye dönenip duruyorsun öyle” diye sormuş. Gurbetçi:
“Nehrin geçit yerini bilmiyorum da. Su derin ve akıntılı, geçit yerini bilen biri gelir ümidiyle bekliyorum” demiş. Atlı yiğit:
“Yiğit için nehrin her yanı geçilir. Ben gidiyorum sen de beni takip et” demiş, atını mahmuzlayarak nehre dalmış. On metre kadar giden atlı birden görünmez olmuş, atın başı ve kendisinin gövdesi suya bir batıyor bir çıkıyor derken görünmez olmuşlar. At da, atlı da boğulup gitmiş. Bu durumu görünce akıl satıcısına verdiği bir altını hatırlamış ve acısı biraz hafiflemiş. Olan biteni düşünüp, boğulan ata ve atlıya acıyıp dururken bulunduğu yerin arka tarafından bir grup atlı görünmüş. Nehir kenarında dolaşıp duran gurbetçiyi görmüşler. Atlıların başkanı bir adam gönderip gurbetçiyi yanına çağırtmış. “Ne bekliyorsun, ne arıyorsun burada” diye sormuş. Gurbetçi:
“Nehrin öte tarafına geçeceğim ama geçit yerini bilmiyorum. Bir bilen gelir umuduyla bekliyorum. Su derin olsa gerek, zira bir saat önce yiğit bir atlı, güçlü atıyla suya kapıldı ve boğulup gitti, ona üzülüyordum ki sizler göründünüz”.
Atlıların başkanı:
“Bu suyun geçit yeri, bulunduğun yerden üç yüz metre aşağıdadır. Başka geçit yeri yoktur. Kim geçeyim derse boğulur. Çünkü suyun altı mil yığılıdır. Atlı olsun yaya olsun çamura battı mı çıkamaz. Size tarif ettiğim yerden geçiniz. Nehri geçtikten sonra bir saat kuzeye giderseniz bir köye rastlarsınız. Akşam vakti yaklaştı, acele ederseniz karanlığa kalmadan köye varırsınız” demiş.
Gurbetçi söylenen yerden kazasız belasız nehri geçmiş ve tarif edilen köye ulaşmış. Köyün kenar mahallesinde geniş avlusu olan büyük bir eve yaklaşmış. Avlunun bahçe kapısında oturmakta olan ev sahibi gelen yolcuyu görmüş. Ayağa kalkmış. Gurbetçi selam vermiş, adam da selamı almış. Köylü gurbetçiye:
“Buyurun, hoş geldiniz, yolcu olduğunuz belli” demiş ve misafiri misafir salonuna almış. Akşam oldğu için ev sahibi hemen sofra hazırlanması için emir vermiş. Çok geçmeden hazırlanan yemekleri ev sahibi yedi ayrı sini içinde getirip, konuğun önüne koymuş, kendisi de dışarı çıkmış. Bri süre sonra tekrar dönmüş ve konuğa:
“Sayın misafir çok az yemek yediniz. Öbür sofralar olduğu gibi duruyor, onlara hiç dokunmamışsınız”. Gurbetçi:
“Ben tek başıma bir kişiyim, bir sinideki yemekler bana yetti de arttı bile. Doymuş olduğum için öbür sinilerdeki yemeklere dokunmadım. Tanrı sizden razı olsun, ben sizden memnun kaldım” demiş.
Ev sahibi hiç sesini çıkarmamış, sinileri bir bir almış, açık duran kapıdan dışarı fırlatıp atmış. Yemekler dökülmüş, tabaklar oraya buraya saçılmış. Ev sahibi bu işleri yaptıktan sonra gece yarısına kadar beraber oturmuşlar ama ev sahibi hiç konuşmuyormuş. Yatma zamanı gelmiş, ev sahibi yedi yatak yedi yorgan getirtmiş ve odaya serdirtmiş, kendisi misafire Allah rahatlık versin deyip çıkmış. Misafir de serilen yataklardan bir tanesine girip yatmış. Sabah olunca erkenden ev sahibi gelmiş. Gurbetçi uyanık ve giyinik olarak oturuyormuş. Günaydın dedikten sonra:
“Ey misafir bir yatakta yatmışsın. Diğer yataklara dokunmamışsın” deyince gurbetçi:
“Bir yatak bana yetti, ben bir yatakta yatmaya alıştım. Zahmet etmişsin, diğer yataklara dokunmadım. Düşüncenize çok teşekkür ederim” demiş.
Bunun üzerine ev sahibi yatakları birer birer atmış, tekmeyi vurmuş, yastıkları da keza kapıdan dışarı fırlatmış. Sonra ev sahibi kahvaltı zamanı gelince yedi semaverle yedi tepsi kahvaltılık getirmiş, misafirin önüne koymuş ve çıkmış. Bir saat sonra geldiğinde misafirin bir tepsiden kahvaltı yaptığını, diğer altısının aynen durduğunu görmüş. Konuğa:
“Sen bir şey yemiyorsun, uzun yola gideceksin, çok yemen lazım, niye böyle yapıyorsun” demiş. Gurbetçi misafir:
“Çok güzel kahvaltı yaptım, rızkınız, misafiriniz bol olsun. Karnı sizleri korusun” demiş.
Ev sahibi aynen akşamki yemek sinileri ve sabahki yataklar gibi, kahvaltı tepsilerini de kapıdan bir bir fırlatıp atmış. Misafir akıl satıcıdan bir altın verip aldığı, “sana fikrin sorulmadan kimsenin yaptığı şey hakkında yorum yapma, görüş belirtme, yaptığı işe karışma” sözünü hep hatırlayarak, ev sahibine “niçin bunları atıyorsun, yazık değil mi” gibi bir şey söylemiyormuş. Neyse yola çıkma zamanı gelmiş ev sahibinden izin istemiş, gösterdiği konukseverlik için de çok teşekkür etmiş. Ev sahibi konuğa:
“Peki, sen nasıl istersen, sana hayırlı yolculuklar dilerim” demiş. Yolda yemesi için heybesine azık da koymuş. Gurbetçi, misafir odasından çıkmış avlu kapısına gelmiş. Tam o sırada uzakta kalan misafir odasının önünde duran ev sahibi gurbetçiye seslenmiş. Konuk, ev sahibinin akşamdan beri yaptığı garip şeyleri düşünerek yine de garip bir şeyler yapmasından korkmuş ama belli etmeden yavaş yavaş ev sahibinin yanına gelmiş. Ev sahibi misafiri odaya almış ve:
“Sayın misafirim, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle” demiş ve söze başlamış:
“Ben annem ve babam sağken evlendim. Daha rahat olur düşüncesiyle dar olan baba evinden ayrı bir ev yaptırdım ve oraya taşındım. O yaptırdığım ev bu görmüş olduğun arsa üzerindeydi. Yeni eve taşındıktan sonra hayırlı olsun demek için gelenlerden bazıları: ‘Bu evin çatısı eğri yahu! Bu pencerenin yeri yanlış olmuş, şu tarafta olsa daha iyiydi. Bu kapı tam yerine oturmamış, ahırı uygun yere yapmamışsın...’ gibisinden eleştirmeye başladılar. Ben de kızdım; aldım elime kazma küreği ve yaptığım o güzelim evi kendi ellerimle yıktım.
Sonra yapılan eleştirileri de hesaba katarak yeniden bir ev yaptım. Eve taşındığımızda kutlamaya gelenler yine aynı şeyleri söylemeye başladı. Neyse de insanların bu tür anlamsız eleştirilerinden, ileri gelen konuşmalarından bıktım usandım, o evi de yıktım.
Ve o gün; ‘ister köylü ister yabancı, ister yakınım olsun ister konuk, kim benim yaptığım bir iş veya inşa edeceğim ev için bir şey söylerse Allahın huzurunda yemin ederim ki onu öldüreceğim’ diye kesin karar aldım ve yemin ettim. Bu yeminin üzerinden beş yıl geçti. Herkes bilmeden ağzından bir şey kaçırmaktan korktu ve kimse evime adım atmaz oldu.
Dün akşamdan beri seni kışkırtıp bir şeyler söylemen için olmadık şeyler yaptım. Ama hiçbiri hakkında ve ev hususunda hiçbir yorum yapmadın, herhangi bir görüş veya eleştiri getirmedin. Oysa yaptığım şeyler eleştirilecek, garip şeylerdi.
O gün, ayrıca kimsenin bilmediği bir yemin daha etmiştim; ‘Kim evime girip de hiçbir tenkitte bulunmadan, yaptıklarıma karışmadan, bir görüş ve eleştiri getirmeden ayrılırsa, o benim yaptığım öldürme yeminini ortadan kaldırmış olacaktır. Böylece beni bir günahtan kurtarmış olacağından o kişiye içinde elli altın bulunan bir kese vereceğim’ demiştim.
Şimdi sen bu altınları hak ettin, güle güle harca! İnsanlar artık benim de evime gelmeye başlayacaklardır. Bu da beni çok memnun edecektir. Eğer kalmak istersen ölünceye kadar burada kalabilirsin. Bu kapı her zaman açık olacaktır’ diyerek altınları gurbetçiye vermiş.
Gurbetçi misafir bu beklenmedik paradan on derece memnun olmuş. Ev sahibine teşekkür ederek köyden ayrılıp yola düşmüş. Günlerce yürüdükten sonra bir akşam karanlığında köyüne ulaşmış. Evine geldiğinde küçük pencereden karısını görmüş, bir köşede oturmuş iplik eğirmekte imiş. Başka bir odada ise boylu poslu bir genç peynir çıkarıp torbaya doldurmakta imiş. Bunun bir hırsız olduğuna kanaat getirerek tüfeğini gence doğrultmuş ve tam tetiğe basacağı sırada bir altın vererek satın aldığı ‘bir kimseye çok kızıp onun ağzını burnunu dağıtmak veya öldürmek istersen yüze kadar say! Ondan sonra yapacağın şeye karar ver! Aklını hatırlamış. Birden yüze kadar saymış, yüz tamam olunca “belki peynirleri karım satmıştır, genç de onun için torbaya koyuyordur. Eğer hırsız ise zaten içeride elimden kaçamaz” demiş ve kapıya tak tak vurmuş. Karısı hemen gence seslenmiş:
“Oğlum koş! Bu babanın kapı çalışına benziyor, herhalde o geldi” demiş.
Kapı açılmış gurbetçi içeri girmiş. Yakın ışıkta bakmış ki vurmaya yeltendiği genç, üç içinde boy atıp serpilmiş, büyümüş oğlu değil mi?
Üç yıl gurbet ellerde kalan köylü böylece evine kavuşmuş. Altın vererek satın aldığı akılları da herkese anlatır dururmuş.
Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları,
Adıge Pşısexer, s.114.
Anlatan: Hatkhue Téwıçüej, 73 yaşında.
Derlenen yer: Şewcenhable Köyü.
Derleyen: Xhuajj M.
Derlendiği yıl: 1959.
Tek oğulları olan bir karı koca varmış. Yıllardır mutlu bir hayat sürerek yaşıyorlarmış. Ancak bir yıl büyük bir kuraklık ve kıtlık olmuş. Halkı perişan eden kıtlıktan bu aile de nasibini almış. Yiyecek ambarlarının boşalmakta olduğunu gören adam, geçinmek için çareler aramaya başlamış.
Derken gurbete gidip bir iş bulmak, çalışıp bir şeyler kazanmak amacıyla köyden çıkmış. Uzun süre dolaşmışsa da bir türlü uygun bir iş bulamamış. Eli boş dönmeyi de kendine yediremiyormuş. Günlerden bir gün bir köy kenarında, ağacın altında oturan, giyim kuşamı yerinde bir adama rastlamış. İri yarı ve pala bıyıklı adam gurbete iş aramaya çıkan adama:
“Buyurun, hoş geldiniz, yanılmıyorsam yorgun bir konuk olmalısınız” demiş, saygı ile ayağa kalkıp konuğu buyur etmiş.
“Evet” demiş konuk, “gerçekten de yorgunum, uzak yerlerden geliyorum. Doğrusu; beni konuk edecek bir ev sahibine de ihtiyacım yok değil.”
İki adam oturmuşlar, sağdan soldan konuşurlarken ev sahibi sormadığı halde konuk anlatmaya başlamış:
“Memleketimizde kıtlık oldu. Bir oğlum, bir de karım var. Geçim sıkıntısına düştük. Bir iş bulup evime biraz bir şeyler götürürüm diye yollara düştüm” demiş. Pala bıyıklı adam:
“Öyleyse ben senin sorununa çare olabilirim. Verdiğim işleri yaparsan uygun bir ücret de alırsın” demiş.
Gurbetçi hemen razı olmuş, işe başlamış. Kimi zaman at otlatmış, kimi zaman öküz... Kimi zaman çift sürmüş, kimi zaman koyun yaymış. Evine çok para götürmek ümidiyle üç yıl pala bıyıklı adamın yanında çalışmış. Üçüncü yılın sonunda artık ailesini ve yuvasını o kadar özlemiş ki gece gündüz hep onları düşünmekten kendini alamaz olmuş. Bir gün pala bıyıklı adam gurbetçinin bu durumunu fark etmiş ve yanına çağırarak:
“Değerli konuğumuzu bu günlerde pek kederli görüyorum. Hayrola, nedir derdin” diye sormuş.
“Evet, bir efkardır çöktü üstüme” demiş konuk, “biliyorsunuz üç yıldır ayrıyım ailemden. Bu üç yıl içinde ben aç kalmadım, açıkta kalmadım sayenizde ama, doğrusun söylemek gerekirse, yediğim de boğazımdan geçmiyor, ailem ne durumdadır, bilmiyorum, onları hek çok merak ediyor hem de çok özlüyorum. Bu yüzden biraz efkarlıyım”.
“Öyleyse” demiş pala bıyıklı adam, “yarın odama gel, ücretini vereyim. Var git ailenin yanına”.
Ertesi sabah gurbetçi patronun odasına gitmiş. Patronun gurbetçiye üç yıllık emeğinin karşılığı olarak üç altın lira vermiş, bir de yol azığı hazırlatmış; “güle güle git, yolun açık olsun” diyerek yolcu etmiş.
Gurbetçi hemen yola düşmüş ama bir yandan ailesinin özlemi, bir yandan verilen paranın azlığı ona keder veriyormuş. İşe girerken pazarlık yapmadığı, yapacak hali de olmadığı için kaderine razı olmuş, ama neredeyse boşa geçen üç yılına da yanıyormuş. Bu düşünceler içinde günlerce yol almış, heybedeki yiyeceği de bitmiş. Elindeki üç altını da bozdurmadan memleketine götürmek istiyormuş. Dağlarda ormanlarda ot ve meyvelerle karnını doyurarak yola devam ediyormuş.
Birçok köy ve şehir geçtikten sonra bir köy kenarında kurulmuş bir panayıra rastlamış. Bu panayırda kurulan pazarda kimi mal satıyor, kimi alıyor, yoğun bir alışveriş yapılıyormuş. Karnı da iyice acıkmış, pazarda satılan güzel yiyeceklerin kokusu burnuna geldikçe içi geçiyormuş, ama koynunda sakladığı üç altına el sürmüyormuş. Pazarı dolaşırken “satıyorum, satıyorum” diye bağıran bir adama rastlamış. Ama adamın ne elinde, ne de önünde sattığı bir şey görünmüyormuş. Gurbetçi satıcının yanına sokulmuş:
“Arkadaş sen ne satıyorsun? Satıyorum, satıyorum diye bağırıyorsun, ama sattığın şey meydanda yok” demiş.
“Ben akıl batıyorum” demiş adam. Gurbetçi bu söze şaşırmış ve:
“Akıl ne alınır ne de satılır: Sen delirdin mi yahu?” demiş ve oradan uzaklaşmış. Pazarın öbür tarafına gitmiş. Ama satıcının “satıyorum, satıyorum” sözleri hâlâ ta oraya kadar kulağına gelmekte imiş. Biraz dolaştıktan sonra dayanamamış, akıl satıcısının yanına gelerek sormuş:
“Sattığın aklın fiyatı nedir?”
“Bir altın” demiş satıcı.
Gurbetçi üç altınından birini çıkarıp akıl satıcısına uzatmış:
“Ver bakalım” demiş. Satıcı parayı almış ve:
“Yolculuk sırasında bir nehre rastlarsan, geçit yerini bilmeden, rasgele geçmeye kalkma!” demiş.
Gurbetçi çarpılmış gibi olmuş, dayanamayıp:
“Bir altına bu kadarcık mı akıl vereceksin?” diye sormuş, daha fazla akıl vermesini bekliyormuş.
“Elbette” demiş akıl satıcısı, “verdiğin bir altının karşılığı budur, onu da verdim işte” demiş.
Gurbetçi “bir yıllık emeğim heba oldu” demiş içinden, hem üzgün, hem de gururu incinmiş olarak oradan uzaklaşmış. Ama satıcının “akıl satıyorum, akıl satıyorum” sözleri hep kulağında çınlamakta imiş. Sağa gitmiş, sola gitmiş, dönmüş dolaşmış, gene akıl satıcısının yanına gelmiş. İkinci altınını da çıkarmış satıcıya uzatmış ve:
“Al, bir altın daha veriyorum, söyle bakalım ikinci akıl neymiş” demiş. Akıl satıcısı:
“Kim olursa olsun, biri bir iş yaparken rastladığında karışma! Kendisi sormadıkça fikrini açıklama” demiş. Gurbetçi atılmış:
“Hepsi bu kadar mı?”
“Evet” demiş akıl satıcısı, “bu kadar”.
Gurbetçi yaptığından bin pişman, cebinde kalan son altını sıkı sıkı tutup, iki yıllık emeğinin iki sözle uçup gitmesine yanarak, başı önde, aptal aptal dolaşmaya devam etmiş. Her adım atışında akıl satıcısınının “satıyoruuum, satıyoruuum” bağırtısı sanki kulağının dibinde çınlıyormuş. Dönmüş dolaşmış, yine gelmiş akıl satıcısının karşısına dikilmiş. İçine bir kurt düşmüş: “İki yılım heba oldu. Belki bu son yılın altınıyla işe yarar bir şey alırım” diye geçiriyormuş içinden. Elinde olmadan son altınını da satıcıya uzatmış.
“Ver son bir akıl daha” demiş. Satıcı hiç bekletmeden:
“Bir kimseye çok kızıp onun ağzını burnunu kırmak veya öldürmek aklından geçerse, içinden yüze kadar say. Sen yüz sayıncaya kadar öfken geçer. Ondan sonra yapacağın şeye karar ver” demiş.
Gurbetçi yarı aç yarı tok, altınlar da havaya uçmuş gitmiş, akıl satanın cebine inmiş, kafasını yumruklaya yumruklaya, kendi kendine söylene söylene uzaklaşmış. Ele gele gelmiş ki önünde büyük bir nehir.Genişliği en aşağı iki yüz metre, derinliği kim bilir ne kadar? Altınları kaybetmenin verdiği üzüntüyle kendini suya vurup karşıya geçmek istemiş, ayaklarını suya değdirince bir altın verip satın aldığı “geçit yerin bilmediğin suya rasgele girme” aklını hatırlamış. Başlamış nehrin kenarında beklemeye. Bir bilen gelir herhalde diye acele etmeden bekliyormuş. Çok geçmeden güçlü bir at üstünde bir yiğit çıkagelmiş ve:
“Bu suyun kenarında ne diye dönenip duruyorsun öyle” diye sormuş. Gurbetçi:
“Nehrin geçit yerini bilmiyorum da. Su derin ve akıntılı, geçit yerini bilen biri gelir ümidiyle bekliyorum” demiş. Atlı yiğit:
“Yiğit için nehrin her yanı geçilir. Ben gidiyorum sen de beni takip et” demiş, atını mahmuzlayarak nehre dalmış. On metre kadar giden atlı birden görünmez olmuş, atın başı ve kendisinin gövdesi suya bir batıyor bir çıkıyor derken görünmez olmuşlar. At da, atlı da boğulup gitmiş. Bu durumu görünce akıl satıcısına verdiği bir altını hatırlamış ve acısı biraz hafiflemiş. Olan biteni düşünüp, boğulan ata ve atlıya acıyıp dururken bulunduğu yerin arka tarafından bir grup atlı görünmüş. Nehir kenarında dolaşıp duran gurbetçiyi görmüşler. Atlıların başkanı bir adam gönderip gurbetçiyi yanına çağırtmış. “Ne bekliyorsun, ne arıyorsun burada” diye sormuş. Gurbetçi:
“Nehrin öte tarafına geçeceğim ama geçit yerini bilmiyorum. Bir bilen gelir umuduyla bekliyorum. Su derin olsa gerek, zira bir saat önce yiğit bir atlı, güçlü atıyla suya kapıldı ve boğulup gitti, ona üzülüyordum ki sizler göründünüz”.
Atlıların başkanı:
“Bu suyun geçit yeri, bulunduğun yerden üç yüz metre aşağıdadır. Başka geçit yeri yoktur. Kim geçeyim derse boğulur. Çünkü suyun altı mil yığılıdır. Atlı olsun yaya olsun çamura battı mı çıkamaz. Size tarif ettiğim yerden geçiniz. Nehri geçtikten sonra bir saat kuzeye giderseniz bir köye rastlarsınız. Akşam vakti yaklaştı, acele ederseniz karanlığa kalmadan köye varırsınız” demiş.
Gurbetçi söylenen yerden kazasız belasız nehri geçmiş ve tarif edilen köye ulaşmış. Köyün kenar mahallesinde geniş avlusu olan büyük bir eve yaklaşmış. Avlunun bahçe kapısında oturmakta olan ev sahibi gelen yolcuyu görmüş. Ayağa kalkmış. Gurbetçi selam vermiş, adam da selamı almış. Köylü gurbetçiye:
“Buyurun, hoş geldiniz, yolcu olduğunuz belli” demiş ve misafiri misafir salonuna almış. Akşam oldğu için ev sahibi hemen sofra hazırlanması için emir vermiş. Çok geçmeden hazırlanan yemekleri ev sahibi yedi ayrı sini içinde getirip, konuğun önüne koymuş, kendisi de dışarı çıkmış. Bri süre sonra tekrar dönmüş ve konuğa:
“Sayın misafir çok az yemek yediniz. Öbür sofralar olduğu gibi duruyor, onlara hiç dokunmamışsınız”. Gurbetçi:
“Ben tek başıma bir kişiyim, bir sinideki yemekler bana yetti de arttı bile. Doymuş olduğum için öbür sinilerdeki yemeklere dokunmadım. Tanrı sizden razı olsun, ben sizden memnun kaldım” demiş.
Ev sahibi hiç sesini çıkarmamış, sinileri bir bir almış, açık duran kapıdan dışarı fırlatıp atmış. Yemekler dökülmüş, tabaklar oraya buraya saçılmış. Ev sahibi bu işleri yaptıktan sonra gece yarısına kadar beraber oturmuşlar ama ev sahibi hiç konuşmuyormuş. Yatma zamanı gelmiş, ev sahibi yedi yatak yedi yorgan getirtmiş ve odaya serdirtmiş, kendisi misafire Allah rahatlık versin deyip çıkmış. Misafir de serilen yataklardan bir tanesine girip yatmış. Sabah olunca erkenden ev sahibi gelmiş. Gurbetçi uyanık ve giyinik olarak oturuyormuş. Günaydın dedikten sonra:
“Ey misafir bir yatakta yatmışsın. Diğer yataklara dokunmamışsın” deyince gurbetçi:
“Bir yatak bana yetti, ben bir yatakta yatmaya alıştım. Zahmet etmişsin, diğer yataklara dokunmadım. Düşüncenize çok teşekkür ederim” demiş.
Bunun üzerine ev sahibi yatakları birer birer atmış, tekmeyi vurmuş, yastıkları da keza kapıdan dışarı fırlatmış. Sonra ev sahibi kahvaltı zamanı gelince yedi semaverle yedi tepsi kahvaltılık getirmiş, misafirin önüne koymuş ve çıkmış. Bir saat sonra geldiğinde misafirin bir tepsiden kahvaltı yaptığını, diğer altısının aynen durduğunu görmüş. Konuğa:
“Sen bir şey yemiyorsun, uzun yola gideceksin, çok yemen lazım, niye böyle yapıyorsun” demiş. Gurbetçi misafir:
“Çok güzel kahvaltı yaptım, rızkınız, misafiriniz bol olsun. Karnı sizleri korusun” demiş.
Ev sahibi aynen akşamki yemek sinileri ve sabahki yataklar gibi, kahvaltı tepsilerini de kapıdan bir bir fırlatıp atmış. Misafir akıl satıcıdan bir altın verip aldığı, “sana fikrin sorulmadan kimsenin yaptığı şey hakkında yorum yapma, görüş belirtme, yaptığı işe karışma” sözünü hep hatırlayarak, ev sahibine “niçin bunları atıyorsun, yazık değil mi” gibi bir şey söylemiyormuş. Neyse yola çıkma zamanı gelmiş ev sahibinden izin istemiş, gösterdiği konukseverlik için de çok teşekkür etmiş. Ev sahibi konuğa:
“Peki, sen nasıl istersen, sana hayırlı yolculuklar dilerim” demiş. Yolda yemesi için heybesine azık da koymuş. Gurbetçi, misafir odasından çıkmış avlu kapısına gelmiş. Tam o sırada uzakta kalan misafir odasının önünde duran ev sahibi gurbetçiye seslenmiş. Konuk, ev sahibinin akşamdan beri yaptığı garip şeyleri düşünerek yine de garip bir şeyler yapmasından korkmuş ama belli etmeden yavaş yavaş ev sahibinin yanına gelmiş. Ev sahibi misafiri odaya almış ve:
“Sayın misafirim, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle” demiş ve söze başlamış:
“Ben annem ve babam sağken evlendim. Daha rahat olur düşüncesiyle dar olan baba evinden ayrı bir ev yaptırdım ve oraya taşındım. O yaptırdığım ev bu görmüş olduğun arsa üzerindeydi. Yeni eve taşındıktan sonra hayırlı olsun demek için gelenlerden bazıları: ‘Bu evin çatısı eğri yahu! Bu pencerenin yeri yanlış olmuş, şu tarafta olsa daha iyiydi. Bu kapı tam yerine oturmamış, ahırı uygun yere yapmamışsın...’ gibisinden eleştirmeye başladılar. Ben de kızdım; aldım elime kazma küreği ve yaptığım o güzelim evi kendi ellerimle yıktım.
Sonra yapılan eleştirileri de hesaba katarak yeniden bir ev yaptım. Eve taşındığımızda kutlamaya gelenler yine aynı şeyleri söylemeye başladı. Neyse de insanların bu tür anlamsız eleştirilerinden, ileri gelen konuşmalarından bıktım usandım, o evi de yıktım.
Ve o gün; ‘ister köylü ister yabancı, ister yakınım olsun ister konuk, kim benim yaptığım bir iş veya inşa edeceğim ev için bir şey söylerse Allahın huzurunda yemin ederim ki onu öldüreceğim’ diye kesin karar aldım ve yemin ettim. Bu yeminin üzerinden beş yıl geçti. Herkes bilmeden ağzından bir şey kaçırmaktan korktu ve kimse evime adım atmaz oldu.
Dün akşamdan beri seni kışkırtıp bir şeyler söylemen için olmadık şeyler yaptım. Ama hiçbiri hakkında ve ev hususunda hiçbir yorum yapmadın, herhangi bir görüş veya eleştiri getirmedin. Oysa yaptığım şeyler eleştirilecek, garip şeylerdi.
O gün, ayrıca kimsenin bilmediği bir yemin daha etmiştim; ‘Kim evime girip de hiçbir tenkitte bulunmadan, yaptıklarıma karışmadan, bir görüş ve eleştiri getirmeden ayrılırsa, o benim yaptığım öldürme yeminini ortadan kaldırmış olacaktır. Böylece beni bir günahtan kurtarmış olacağından o kişiye içinde elli altın bulunan bir kese vereceğim’ demiştim.
Şimdi sen bu altınları hak ettin, güle güle harca! İnsanlar artık benim de evime gelmeye başlayacaklardır. Bu da beni çok memnun edecektir. Eğer kalmak istersen ölünceye kadar burada kalabilirsin. Bu kapı her zaman açık olacaktır’ diyerek altınları gurbetçiye vermiş.
Gurbetçi misafir bu beklenmedik paradan on derece memnun olmuş. Ev sahibine teşekkür ederek köyden ayrılıp yola düşmüş. Günlerce yürüdükten sonra bir akşam karanlığında köyüne ulaşmış. Evine geldiğinde küçük pencereden karısını görmüş, bir köşede oturmuş iplik eğirmekte imiş. Başka bir odada ise boylu poslu bir genç peynir çıkarıp torbaya doldurmakta imiş. Bunun bir hırsız olduğuna kanaat getirerek tüfeğini gence doğrultmuş ve tam tetiğe basacağı sırada bir altın vererek satın aldığı ‘bir kimseye çok kızıp onun ağzını burnunu dağıtmak veya öldürmek istersen yüze kadar say! Ondan sonra yapacağın şeye karar ver! Aklını hatırlamış. Birden yüze kadar saymış, yüz tamam olunca “belki peynirleri karım satmıştır, genç de onun için torbaya koyuyordur. Eğer hırsız ise zaten içeride elimden kaçamaz” demiş ve kapıya tak tak vurmuş. Karısı hemen gence seslenmiş:
“Oğlum koş! Bu babanın kapı çalışına benziyor, herhalde o geldi” demiş.
Kapı açılmış gurbetçi içeri girmiş. Yakın ışıkta bakmış ki vurmaya yeltendiği genç, üç içinde boy atıp serpilmiş, büyümüş oğlu değil mi?
Üç yıl gurbet ellerde kalan köylü böylece evine kavuşmuş. Altın vererek satın aldığı akılları da herkese anlatır dururmuş.
Kaynak: (Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları,