Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Demokratik Gelişme

wien06

V.I.P
V.I.P
Kurtuluş Savaşı, oluştuğu dönem ve sonrasında meydana getirdiği etkilerle birlikte düşünüldüğünde; bu harbin basit bir savaş olmayıp, aynı zamanda büyük ve muazzam bir inkılâp hareketi olduğu görülecektir. Bu savaş ve sonrasında gerçekleştirilen inkılâpların en büyüğü şüphesiz kurulan demokratik cumhuriyettir. Burada dikkati çeken ve üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta, dünyanın büyük devletlerine karşı gerçekleştirilen Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki bağımsızlık mücadelesi sırasında, tamamen demokratik kurallara uyulması ve vatanın kurtarılması yolunda zafere ulaşılırken, aynı zamanda demokratik cumhuriyetin de kurumlaşmasının sağlanmasıdır.

Fransız İhtilâli sonrasında Avrupa’da yayılmaya başlayan demokrasi hareketi, geç de olsa zamanla Türkleri de etkilemiş ve Osmanlı Devleti, sistemini demokratikleştirmek için çeşitli teşebbüslerde bulunmuştur. Ancak bu girişimler, çok değişik sebepler yüzünden, bir türlü istenilen sonucu vermemiş ve demokratik sisteme ulaşılamamıştır. I. Dünya Savaşı ile birlikte fiilen Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve Türk vatanının da tehlikeye düşmesi üzerine harekete geçen Mustafa Kemal Paşa, millî birliği sağlayarak; düşmanları ülkemizden çıkarmak suretiyle, vatanın bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını temin etmiştir. Bunu yaparken de, öteden beri mücadelesini verdiği demokratik düzenin ilkelerine uyarak hareket etmiş ve sonuçta demokratik cumhuriyet idealini gerçekleştirmiştir. Bu makalede bu sürecin aşamalarını anlamaya çalışacağız. Konunun anlaşılması bakımından, önce İstiklâl Harbine kadarki Türk demokratik hayatına kısaca göz atıp, daha sonra İstiklâl Harbi dönemine geçeceğiz. Sonunda da sonrasındaki gelişmeleri özetleyip, bir değerlendirme yapacağız.

A. İstiklâl Harbine Kadar Türklerde Demokratik Hayat

1. Osmanlı Devleti’deki Yenileşme Hareketlerine Kadarki Klasik Devlet Düzeni

Orta Asya’da kurulmuş olan Türk devletleri, hükmetme hakkının Tanrı tarafından verildiğine inanılan soylu bir hükümdar tarafından yönetilirdi. [1] Devlet yönetiminde hükümdara yardımcı olmak üzere çeşitli meclisler bulunurdu. [2] Kurultay adı verilen bu meclislere beyler ve ileri gelen eşraf ile birlikte toplantı yerindeki halk da katılabilirdi. Kurultaylar, hükümdarın ölümünden sonra hükümdar ailesinden birini Han seçer, bunun dışında devlet yönetiminde hükümdara danışmanlık hizmeti görürdü. Böylece eski Türk devletlerinde gerek hanın seçilmesi ve gerekse hanın egemenlik hakkını kullanırken sınırlayıcı bir takım hukuk kurallarının bulunması, hanı, mutlak bir hükümdar olmaktan uzak tutmuştur. Çağına göre oldukça ileri bir yönetim anlayışı olmasına karşılık bu yönetimin modern anlamda bir Cumhuriyet olmadığı açıktır. [3]

Türk devlet geleneği, İslâmlığın kabulünden sonra da sürdürülmüştür. İslâm anlayışına göre devlet başkanı, Hazret-i Peygamber’in vekili olan Halife’dir. İslâm öncesi Mekke toplumunda da Eski Yunan şehir devletlerinde benzerini gördüğümüz hür ve soyluların katıldığı bir meclis vardır. Böyle bir dönemde ortaya çıkan İslâm medeniyeti, Halife’nin seçimi esasını benimsemiştir. Ancak o günkü şartlarda modern anlamda herkesin katıldığı bir seçim modeli geliştirilememiştir. İlk dört halife, değişik tarzlarda seçimle iş başına gelmiştir. Seçim belirli bir zümre tarafından gerçekleştirilmiş ve halk bir nevi referandumu (İslâm hukukunda buna biat [4] denmektedir.) tatbik etmiştir. [5] Ancak bu usûl otuz sene sonra terk edilmiş ve Emevîlerle birlikte hilafette saltanat dönemi başlamıştır. Türkler de bu dönemde Müslüman olmuş ve Osmanlılar zamanında hilafeti alınca bu yöntemi devam ettirmiştir.

Osmanlı Medeniyeti, eski Türk gelenekleri ile İslâm Medeniyetinin sentezinden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu dönemde her iki medeniyetin özelliklerini görmek mümkündür. Yönetimin başında bütün yetkileri elinde bulunduran bir padişah bulunmaktaydı. Padişahın yanında padişah tarafından atanmış bir meclis hüviyetinde divan kurumu bulunmakta ve devlet işlerinde hükümdara danışmanlık hizmeti görmekte idi. Devlet yönetiminde padişahların keyfî yönetimlerini dengeleyecek ve onların mutlak iktidarlarını engelleyecek bir takım mekanizmalar bulunmasına karşılık, [6] bu düzenin her zaman iyi işlemesini sağlayacak modern anlamda ne bağlayıcı bir anayasa ve ne oturmuş kurumlar mevcut değildi. Yükselme döneminde daha çok sistemin iyi özellikleri ön planda iken; Avrupa’nın hızla ilerlediği ve büyük demokratik atılımların gerçekleştirildiği dönemlerde, Osmanlı düzeni dejenere olmuş ve sistemin olumsuzlukları etkili olmaya başlamıştır. Bu da sistemin yenilenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.

2. Osmanlılarda Demokratik Gelişmeler

Osmanlıların modern demokrasiyi kurma yolunda attıkları ilk adımın 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak olduğu kabul edilmektedir. Sened-i İttifak bir mahallî aristokrat yönetici sınıfla yapılan bir nevi sözleşme olmasına karşılık, bu sözleşme ile padişah, ilk defa mutlak otoritesini başkaları ile paylaşmış bulunuyordu. [7] Sened-i İttifak’tan sonra ikinci demokratik adım olarak Tanzimat ve Islahat Fermanları gelmektedir. Bu fermanlar, daha çok Batılı devletlerin baskısı ile ve içeride azınlıkların ayrılma isteklerini sona erdirme maksadıyla ortaya çıkmıştır. Bir anayasa [8] olma niteliğinden uzak ve padişah iradesiyle gerçekleşmiş olsa da, burada da padişahın mutlak hakimiyetinin sınırlandırılması söz konusudur. Bu fermanlarla demokrasi açısından getirilen en önemli yenilik şüphesiz tüm vatandaşların siyasî eşitliğinin sağlanmış olmasıdır. Bununla birlikte fermanlarda vatandaşlara bazı haklar ve hürriyetler de tanınıyordu. Bu dönemde aynı zamanda, çeşitli devlet işlerinin görülmesinde danışmanlık hizmetleri görecek olan ve zaman zaman seçimle iş başına gelen üyelerin de bulunduğu meclisler kuruldu. Bu meclisler, meşrutiyet döneminin alt yapısını oluşturmak bakımından önemli roller üstlendiler. [9]

Osmanlı Devleti zamanında demokrasi yolunda atılan en önemli adım meşrutiyet idaresinin kurulması oldu. İlk defa 1876 tarihinde kabul edilen Kanun-u Esasî (Anayasa) ve 1877′de toplanan Meclis-i Mebusan ile birlikte meşrutiyet dönemi de başlamış oluyordu. Bütün vatandaşların kanun önünde eşit sayıldığı, kişi hak ve hürriyetlerinin anayasanın güvencesine alındığı bu dönemde yine padişah büyük yetkilere sahip bulunuyordu. Bunlardan bazıları; Anayasayı askıya almak, gerekirse meclisi dağıtmak ve sürgün cezaları vermek gibi onu son derece etkin kılacak yetkilerdi. Birinci meşrutiyet denemesi çok kısa sürdü. Devletin henüz böyle bir yönetime hazır olmadığı kanaatini taşıyan II. Abdulhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’ni bahane ederek, Anayasadaki hakkını kullanmak suretiyle Anayasayı askıya aldı ve Meclis-i Mebusan’ı da dağıttı.

Bundan sonraki otuz yıllık dönemde II. Abdulhamid, kendi yönetim anlayışıyla ülkeyi tek başına yönetti. Özellikle aydınların demokratik taleplerini şiddetle karşıladı ve onların faaliyetlerine engel olmaya çalıştı. Ancak bu baskılar aydınlardaki Batılılaşma temayülünü daha da artırmış ve yaygınlaştırmıştır. [10]

II. Abdulhamid’in baskıcı yönetimine karşılık demokratik bir yönetim kurma yolunda oldukça kararlı bulunan aydınlar, yurt içinde ve yurt dışında teşkilâtlar kurarak faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Çok gizli olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti zamanla güçlendi. Sonuçta ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış problemlerin II. Abdulhamid’in baskıcı yönetiminden kaynaklandığını düşünen İttihatçılar, baskı yaparak, padişaha meşrutiyeti tekrar ilan ettirdiler. (1908) Bu dönemde ilk defa çok partili seçim gerçekleştirildi. Yaklaşık bir yıl sonra çıkan 31 Mart ayaklanmasından sonra, II. Abdulhamid tahttan indirildi ve padişaha verilen hakların bir kısmı alınarak ülke yönetiminde meclisin egemen olması sağlanmaya çalışıldı. Ancak bu gelişmeden hemen sonra başlayan Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Harpleri yönetime başarılı olma ve kendini gösterme şansı vermedi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın sorumluluğu tamamen meclis ile onun hükümetine verildi ve dış baskıların da etkisiyle meclis dağıtıldı ve tekrar padişahın etkin olduğu bir dönem başladı. [11]

3. Osmanlıların Demokratik Düzene Geçişte Başarısızlık Sebepleri

Fransız İhtilâlinden sonra ortaya çıkan ve önce Avrupa’yı, daha sonra da Osmanlı Devleti’ni etkileyen demokratik akım sonunda, Osmanlılar, sistemlerini demokratikleştirerek yenilemek istemişlerdir. Ancak yapılan düzenlemeler bir türlü istenilen neticeyi vermemiş; sistemi yenilemek ve ayakta tutmak mümkün olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır ki, bu sebeplerin bilinmesi cumhuriyet dönemi inkılaplarının da anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

a) 1-Osmanlı Devletinde yapılan yeniliklerin büyük bir bölümü dış baskı ve telkinlerle gerçekleştirilmiş yeniliklerdir.

2- Gerçekleştirilen demokratik girişimlerin önemli bir bölümü içerdeki bazı problemlerin çözümüne yöneliktir. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Meşrutiyet hareketleri sırasında azınlıklara siyasî hakların tanınmasının arkasında, esas olarak, onların ayrılma isteklerini sona erdirmek suretiyle, ülkenin birliğini devam ettirme düşüncesi vardır.

Dolayısıyla bu girişimlerde devletin temel endişesinin, demokrasiyi kurmaktan çok, ülke birliğini devam ettirmek ve Batılı devletlerin, içişlerimizi bahane ederek yaptıkları baskıları azaltmak gibi düşünceler olduğu görülmektedir. Yeniliklerin Avrupa’daki demokratik gelişmelerin aksine halk tabanından değil de yöneticilerden gelmiş olması [12] da bu durumu açıklayan önemli bir göstergedir.

Buna karşılık İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet dönemi inkılaplarında yukarıdaki özelliklerin hiçbirisi yoktur. Bir defa bu dönemde Batı baskısı ve telkinlerinden bahsedilemez. Çünkü bu dönemde, Batıya karşı bir mücadele başlatılmış ve bu mücadele zaferle neticelenmiştir. Ayrıca ülke birliğini devam ettirmek gibi bir problem de inkılaplarda asıl etken olamaz. Çünkü bu dönemde ülke birliği zaten temin edilmiş ve bu durum Lozan barışı ile bütün dünyaya kabul ettirilmiştir. O halde İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet dönemi demokratik hareketleri, tamamen ve doğrudan ülkenin demokratik idealler doğrultusunda yönetilmesini sağlamaya yönelik İnkılaplar olarak ortaya çıkmış yeniliklerdir.

b) Osmanlı Devleti’nde, yenilik yaparak Avrupa’da ortaya çıkan demokratik düzen getirilmeye çalışılırken, sistemin geleneksel ve aslî özellikleri de korunmaya çalışılmıştır. Yıkıldığı gün bile padişahlık, temsil ettiği bütün değerlerle birlikte korunuyordu. Bunun gibi sisteme yön veren diğer kurumlar da varlığını son döneme kadar sürdürmüştür. Yeni Osmanlı aydını da Batıyı topyekün benimsemek yerine geleneksel İslâmî-Osmanlı düzeni ile Avrupa’da ortaya çıkan yeni değerlerin sentezine çalışmışlardır. Yapmak istedikleri iş, Avrupa’nın siyasî kurumlarının “en iyi”lerini alıp, İslâmî temel üzerine yerleştirmek imkansızlığıdır. [13]

Cumhuriyet döneminde, yukarıdaki çelişkinin iyi anlaşılmış olmasından dolayıdır ki, çağın ihtiyaçlarına cevap vermekten iyice uzaklaşmış bulunan geleneksel kurumlar tamamen ortadan kaldırılmış ve yerine çağdaş dünyanın sistemleri bütünüyle tesis edilerek, demokratik cumhuriyet kurulabilmiştir.

c) Osmanlılar döneminde yapılan yenilikler, geleneksel kurumlar sayesinde menfaatlerini koruyan bir kısım gelenekçi-muhafazakar muhalefet (Yeniçeriler ve Ulema sınıfı gibi) tarafından sürekli engellenmeye çalışılmıştır. Aydınlanmamış halkın geleneksel kurumlara bağlı olması, bu muhalefetin halktan da destek bulmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Batıdan getirilen yeni kurumların kendilerini göstermelerine bir türlü imkan verilmemiştir.

Buna karşılık Cumhuriyet döneminde çeşitli muhalefet girişimleri olmuşsa da bu, hiçbir zaman inkılapları engelleyebilecek güce ulaşmamıştır. Bunda şüphesiz inkılapları gerçekleştiren önderin, Türk milletinin 1683′ten beri Batı karşısında aldığı mağlubiyetlere son vermiş ve Batı karşısında zafer kazanmış, böylece Türk milletinin efsanevî lideri olmuş olması önemli bir rol oynamıştır. [14] Bu karizma ile inkılaplara girişen Mustafa Kemal Atatürk’e karşı muhalefet, hiçbir zaman inkılapları engelleyecek bir güce ulaşamayacaktır.

4. Mondros Mütarekesinin Ortaya Çıkardığı Kaos ve Demokratik Hayat

I. Dünya Savaşı’nı sona erdirmek üzere 30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, bir bakıma Osmanlı Devleti’nin de fiilen sona erdiği hükmünü verdirecek şartlar içeriyordu. Bu mütareke ile İ’tilaf devletleri Osmanlı topraklarını işgal etme hakkını elde ediyor; Osmanlı Devleti’nin bu durumu kabul etmeyerek karşı koymak istemesi halinde, buna imkan bulamaması için de ordusunu terhis ettiriyor ve silahlarını elinden alıyordu. Oluşabilecek muhtemel bir halk hareketine meydan vermemek için de tüm ulaşım ve haberleşme araçlarını ve merkezlerini kontrol altına alıyordu. Anlaşılan daha sonra tarihe “Sevr planı” olarak geçen “Türk milletini tarihten silme” projesi uygulanmak isteniyordu.

Mütarekeden hemen sonra İ’tilaf devletleri ateşkes anlaşması hükümlerini uygulamaya koyuldular ve işgal edilmemiş olan son Osmanlı toprağı olan Türk vatanı Anadolu’yu da dört bir taraftan işgale başladılar. Bu arada devlet merkezi bulunan İstanbul’u da 13 Kasım 1918′de fiilen işgal ettiler. İstanbul’un işgalindeki maksat, devlet yöneticilerinin ellerini kollarını bağlamak, böylece yukarıda bahsettiğimiz Sevr planını uygulama projesini engelleme girişimlerine peşinen mani olmaktı. Bu arada isteklerini daha kolay yaptırabilmek için Padişah’a baskı yaparak, milletin temsilcilerinin bulunduğu Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasını sağladılar. (21 Aralık 1918) [15] Böylece Padişah ve onun tayin etmiş olduğu hükümet İ’tilaf devletlerinin baskısı ve kontrolü altında ve halktan kopuk olarak icraat yapacak; İ’tilaf devletlerinin isteklerine karşı çıkma iradesini tamamen kaybedecektir. Tabiî bu durumda Türk devleti yok olacak ve daha da kötüsü Türk vatanı parçalanacak ve işgal altına girecekti.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
B. Türk İstiklâl Harbi ve Demokratik Gelişmeler

1. Büyük Millet Meclisi’nin Açılışına Kadar Demokratik Gelişme

Türk vatanının parçalanması projesine, vatansever Türk milletinin ve onun önderlerinin seyirci kalması mümkün değildi. Türk milleti tarihte esir olmamıştı, şimdi de devletsiz ve vatansız kalması düşünülemezdi. Hemen harekete geçildi ve çeşitli kurtuluş yolları arandı. Bu yollardan en isabetlisi ve Türk milletinin karakterine en uygun olanı, şüphesiz, Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya koyduğu, tam bağımsızlığı esas alan Millî Mücadele çizgisizdi. Mustafa Kemal Paşa, Türk milletinin hür yaşama iradesi ve azmini harekete geçirecek, onların çabalarını koordine edecek, hedeflerini belirleyecek, emellerini kendisinde gövdeleştirecek ve onları zafere ulaştıracaktır. [16]

Burada önemli olan nokta -makalemize konu olarak seçtiğimiz- İstiklâl Harbi’nde, Türk milletinin zafere ulaştırılması esnasında, tamamen demokratik kriterlere uyulmuş olması; böylece bir taraftan Millî Mücadele kazanılırken, diğer taraftan da demokratik cumhuriyetin temellerinin atılmış olmasıdır.

Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi imzalandıktan hemen sonra İstanbul’a geldi. Onun İstanbul’a geldiği gün İ’tilaf Devletleri İstanbul’u işgal ediyordu. Bu durum karşısında ümitsizlikle İstanbul’u işgal eden düşman gemileri gösterildiğinde; O, Türk milletine güvenini ortaya koyuyor ve “Geldikleri gibi giderler.” diyordu. Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918′den 16 Mayıs 1919′a kadar İstanbul’da kaldı. Bu süre zarfında ülkenin kurtarılması için neler yapılması lazım geldiği konusunda birçok temaslarda bulundu. Bu temasları sırasında, başta Padişah ve Hükümet üyeleri, Mebusan Meclisi üyeleri, yabancı devletlerin temsilcileri ve bilhassa Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde silah arkadaşları ile çeşitli kereler görüştü. Görüldüğü gibi burada, millet adına ortaya konacak bir harekette, milletin temsilcilerinin ve önderlerinin görüşlerinin alınması ve işbirliği hedeflenmiştir ki, bu tamamen demokratik bir tavırdır.

M. Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919′da Samsun’a çıktı ve orada fazla kalmayarak 13 Haziran’da Amasya’ya geldi. Burada, Hüseyin Rauf (Orbay) ve diğer arkadaşları ile Anadolu’da önemli askerî birliklerin başında bulunan Ali Fuat (Cebesoy) ve Refet (Bele) ile bizzat görüşerek ve Erzurum’da bulunan Kazım Karabekir ile de telgraf ile temas kurarak Amasya Tamimini hazırladı. Burada da görüleceği üzere “ben yaptım oldu” tavrı yerine milletin temsilcileri ve önderleri ile birlikte hareket etme erdemi vardır.

Millî Mücadelenin hedeflerini ve yöntemini belirleyen Amasya Tamimi’nin maddeleri incelendiğinde, bu mücadelenin tamamen demokratik usûllerle gerçekleştirilmesinin hedeflendiği anlaşılacaktır. [17] Genelgenin 3. maddesinde “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” deniliyordu ki, bu tamamen milletin kendi kaderine, kendi geleceğine yön vermesi ve sahip çıkması anlamında demokratik bir davranışı belirlemekteydi. 4. ve 5. maddelerde, bunun nasıl yapılacağı beyanında ise “milletin hal ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü tesir ve denetlemeden uzak bir yer olan Sivas’ta millî bir heyetin toplanması gereklidir” deniliyordu.

Erzurum ve Sivas Kongreleri, halkın temsilcilerinin, bir araya gelerek, ülkenin geleceği konusunda kararlar aldığı organizasyonlar şeklinde gerçekleşmiştir. Kongrelerin toplanma süreci ve görüşmelerin yapılması esnasında da tamamen demokratik esaslar hakim olmuştur. Kongrelerde ülkenin içinde bulunduğu problemler için ortaya atılan çözüm yolları, uzun süren tartışmalardan sonra kararlaştırılıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın 7-8 Temmuz gecesi İstanbul ile yaptığı görüşme sonunda müfettişlik görevinden ve askerlikten istifa etmesinden sonra, Erzurum ve Sivas Kongrelerine sivil bir vatandaş olarak katılması; Kongrelerde resmî olarak, herhangi bir şekilde devletin temsil edilmesi durumunu ortadan kaldırmış ve Kongreler tamamen halk girişimi olarak kalmıştır. Böylece katılımcılar üzerinde herhangi siyasî bir baskı olmamış ve delegeler tamamen hür iradeleriyle kararlar almışlardır.

Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919′da çalışmalarına başladı ve 07 Ağustos’ta 10 maddelik bir beyanname yayınlayarak faaliyetlerini tamamladı. Bu kararlar, 04-11 Eylül tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi’nde de millîleştirilerek aynen benimsendi. Kongre üyeleri, aldıkları kararlarla, [18] temelde “vatanın bütünlüğünü ve millî istiklâli” sağlamayı amaçlıyorlardı. Kongrelerde demokratik hayatın gelişmesi açısından önemli bir karar daha alınmıştır ki, o da, yukarıdaki amacı gerçekleştirecek güç olarak “Kuva-yı Milliye”nin ve bu gücü idare edecek irade olarak da “irade-i millîye”nin tespit edilmiş olmasıdır. Demek ki artık ülkenin kaderine tamamen millet iradesi hâkim olacaktır. Bu kararı hayata geçirebilmek için Erzurum Kongresi’nde 9 kişilik Temsil Heyeti [19] seçilmiş, bu heyete 6 kişi de Sivas’ta ilave edilmiştir. Böylece 15 kişiden oluşan heyet, Büyük Millet Meclisi açılıp, içinden bir Hükümet seçene kadar, Millî Hareketi bizzat idare etmiştir.

Erzurum Kongresi’nde alınan demokratik hayat ile ilgili bir diğer karar ise Mebusan Meclisinin açılması ile ilgilidir. Bu maddede: “Milletlerin kendi geleceklerini kendilerinin tayin ettiği bu zamanda Merkezî Hükümetimizin de millî iradeye dayanması zarurîdir. Çünkü millî iradeye dayanmayan bir hükümetin vereceği kararların ne içte ve ne de dışta geçerli olmadığı ve olamayacağı daha önce yapılmış işlerle ve neticelerle sabit olmuştur. Bu sebeple acilen Mebusan Meclisinin toplanması ve Hükümetin aldığı kararların millî meclisin denetimine sunulması şarttır” deniliyordu. Böylece çağın demokrasi çağı olduğu, hükümetin de bu şartlara uyması ve ülkenin geleceğinin belirlenmesinde milletin temsilcilerinin sesine kulak verilmesi gerektiği vurgulanıyor; buna uyulmadığı takdirde milletin kendi kaderine sahip çıkacağı, tehditvarî ifade ediliyordu. Sivas Kongresinden sonra bu talepler daha da arttı ve İstanbul hükümetinin olumsuz tutumları devam edince de Anadolu’nun İstanbul ile ilişkileri kesildi ve Temsil Heyeti, Anadolu’da idareyi tamamen kendi eline aldı. [20]

Sivas Kongresi, Erzurum Kongresine göre daha az delegenin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Buna karşılık Sivas Kongresi, Anadolu’nun büyük bir bölümünün temsil edildiği bir kongre olmuştur. Kongreye katılan delegelerden bilhassa İstanbul’dan gelenler, millî mücadele ile ilgili olarak farklı bazı fikirler ileri sürdüler. İşgal altında bulunan İstanbul’un daha çok ümitsizlik telkin eden havasından etkilenen kimi üyeler, ülkenin geleceği için manda yönetimini tercih etmenin daha yararlı olacağını ifade ettiler. Bu fikirler tamamen demokratik bir ortamda dile getirildi ve Kongre katılanlarının tamamı millî mücadelenin yapılması konusunda ikna edildiler. Eğer onlara söz hakkı verilmemiş olsaydı, belki de onları kazanmak mümkün olamayacaktı ki; Kongrede manda fikrini ortaya atan Bekir Sami Bey gibi bazı delegeler, daha sonra millî mücadele içinde aktif roller üstleneceklerdir.

2. Büyük Millet Meclisinin Açılması ve Demokratik Düşüncenin Tamamen Yerleşmesi

Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra, Anadolu’daki varlığını içerde ve dışarıda kabul ettiren millî iradenin taleplerine, daha fazla duyarsız kalamayan İstanbul Hükümeti, sonunda Mebusan Meclisini toplamaya karar verdi. Böylece 21 Aralık 1918′de dağıtılan Meclis, bir yıldan biraz fazla kapalı kaldıktan sonra, 12 Ocak 1920′de tekrar açıldı. Ancak işgal altındaki İstanbul’da toplanmış bulunan bu Meclis, İ’tilaf devletlerinin baskısı yüzünden, uzun süre çalışma fırsatı bulamadı. Buna rağmen millî mücadele tarihinde çok önemli bir yeri olan Misak-ı Millî [21] kararlarını alabildi. Bu kararlarla Meclis, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tespit edilmiş bulunan, vatanın bütünlüğü ve tam bağımsızlık prensiplerini aynen benimsemiş oluyordu. Böylece millî hareketin, Anadolu’da küçük bir azınlığın temsil ettiği basit bir hareket olmayıp, Türk milletinin tamamının düşüncelerini terennüm eden bir hareket olduğu bütün dünyaya duyurulmuş oluyordu. Ancak bu kararlar İ’tilaf devletlerini oldukça rahatsız etti. Bunun üzerine 16 Mart 1920′de İstanbul resmen işgal edildi ve Meclis üzerinde de baskı kuruldu. Bunun üzerine Meclis üyeleri, 18 Mart’ta son bir toplantı yaptı ve “kutsal görevin güvenle yapılmasına imkan verecek bir hal ve durum meydana gelinceye kadar” toplantıların yapılmamasını kararlaştırdı. Arkasından İ’tilaf devletlerinin baskısı sonucu Meclis, 11 Nisan 1920′de Padişah iradesi ile resmen kapatıldı.

Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye adına, Anadolu’nun İstanbul ile her türlü ilişkisini kesti (18-20 Mart 1920). Böylece Anadolu’da, tamamen millî iradenin hakim olduğu dönem başlamış oluyordu.

İstanbul’da Mebusan Meclisi’nin dağıtılması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, meclisin Ankara’da toplanması için çalışmalara başladı. Ancak meclisin Ankara’da ne şekilde ve hangi statüde toplanacağı belli değildi. Mustafa Kemal Paşa meclisin “rejimi değiştirmek salahiyetiyle ilk anda mücehhez bulunan” ve “meclis-i müessisan” [22] (kurucu meclis) şeklinde toplanmasını istiyordu. Ancak Anadolu’da komutanlarla yapılan görüşmeler sonunda meclisin “salâhiyet-i fevkalâdeye malik bir meclis” [23] olarak toplanması uygun bulundu.

Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye adına, bütün mülkî ve askerî yetkililere, 19 Mart 1920′de bir genelge [24] yayınlayarak, seçimlerin yenilenmesini ve milleti temsil eden bir meclisin toplanmasını istedi. Meclise İstanbul’da dağıtılan Mebusan Meclisi üyeleri de katılabilecekti. Bu genelgeyi müteakiben Anadolu’nun bazı yerlerinde çeşitli tereddütler geçirilmiş olsa da seçimler yapıldı. M. Kemal Paşa, 21 Nisan 1920′de yeni bir genelge yayınlayarak, Ankara’da toplanacak olan Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920 Cuma günü öğleden sonra açılacağını duyurdu. [25]

Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazını müteakip, topluca meclisin toplanacağı binanın önüne gelinip kurbanlar kesilerek ve dualar okunarak açıldı. İlk toplantı, en yaşlı üye sıfatıyla Sinop milletvekili Şerif Bey’in başkanlığında saat 14.45′te yapıldı. İlk toplantıya 78 milletvekili katılabilmişti. Milletvekillerinin sayısı zamanla 390′a kadar çıkmıştır. 26 Nisan’da Meclis başkanlık divanı seçildi. Meclis Başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa seçildi. Aynı gün Mustafa Kemal Paşa Meclise bir önerge verdi. Bu önergenin kabulüyle Büyük Millet Meclisi, Türk demokrasi tarihinde önemli bir yeri olan ilk kararlarını da almış oluyordu. Bu kararlar şunlardı:

1- Hükümet kurmak gereklidir.
2- Geçici olarak bir hükümet reisi tanımak veya Padişah Kaymakamı adını vermek doğru değildir.
3- Büyük Millet Meclisi’nde oluşan millî iradeyi bilfiil vatanın mukadderatına hakim kılmak esastır.
4- Büyük Millet Meclisinin üstünde bir güç yoktur.
5- Büyük Millet Meclisi, kanunları yapma ve yürütme yetkisini nefsinde toplamıştır. Meclisten seçilecek vekiller heyeti hükümet işlerini yürütür. Meclis reisi Vekiller Heyeti’nin de reisidir.
6- Padişah ve İslâmların Halifesi bulunduğu baskılardan kurtulunca Meclisin yapacağı kanuna göre durumunu yeniden alır. [26]

Burada Türk demokrasi tarihi açısından önemli olan nokta, ilk defa geçici de olsa Padişah otoritesinin reddedilmesi ve “Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur” hükmünün benimsenmiş olmasıdır. Bu şartlarda kurulmuş olan bir hükümet, Atatürk’ün ifadesiyle “millî hakimiyet esasına dayalı bir halk hükümetidir.” [27] Böylece adı ilan edilmemiş de
olsa fiilen cumhuriyet hükümeti kurulmuş oluyordu.

3. İlk Büyük Millet Meclisi’nin Demokratik Yapısı

İlk Büyük Millet Meclisi, yapısı ve çalışma biçimiyle demokratik ideallere uygun bir meclisti. Öncelikle seçimler herhangi bir baskı grubunun etkisinden uzak ve demokratik bir ortamda gerçekleştirilmişti. Meclise, halkın sosyal ve siyasî yapısına uygun olarak, hemen her kesimden milletvekili seçilmişti. Meclis, çarıklı köylüsü, sarıklı hocası, kalpaklı ve Avrupaî kılıklı aydını ile tam bir kucaklaşmanın ve kaynaşmanın görüldüğü, herkesin kendi görüşünün “İstiklâl-i tam ve İstihlâs-ı Vatan” için hür olarak konuşulduğu, seviyeli, seciyeli bir meclisti.

İlk Büyük Millet Meclisi’nde 390 milletvekili bulunuyordu. Bunlardan 115′i Memur ve memur emeklisi; 61′i Hoca; 51′i Subay; 46′sı Çiftçi; 36′sı Tüccar; 29′u Avukat; 15′i Doktor; 10′u Aşiret Reisi; 8′i Tarikat Şeyhi; 6′sı Gazeteci; 2′si Mühendis; 11′i de Öğretmen ve diğer meslekten idiler. [28] İlk mecliste, bürokratların oranı %40, serbest meslek mensuplarının oranı %20, tarım, ticaret kesiminin oranı %20, din adamının oranı ise %17 idi. Üyeler çok geniş bir siyasal ve toplumsal inanç yelpazesini de temsil etmekteydiler: Dini duygularla laiklik, muhafazakarlıkla yenilikçilik, Türkçülükle Osmanlıcılık arasında bir çatışma vardı. İslâm dini toplumuna karşı ırkî çıkarlar ve birlik ideali… Bunların her biri kendi çevresi içinde birbirleriyle ilişkisiz ve birbirlerine zarar vermeden var olurlarken, şimdi mecliste bir araya gelmişler, her gün yeni bir çatışma içine giriyorlar, sonunda şu ya da bu galip çıkıyordu. [29] Meclis’te temsil edilen görüşler beş grup halinde organize olmuşlardı. Bunlar: Tesanüt, İstiklâl, Müdafaa-i Hukuk, Halk Zümresi ve Islahat gruplarıydı. [30]

Görülüyor ki, ilk Büyük Millet Meclisi, ülkedeki hem sosyal grupları ve hem de siyasî görüşleri çok iyi temsil edebilen bir meclis olmuştur. Dikkate ve tebrike şayan bir husus, Meclisin, farklılıkları yok etmeden; vatanın kurtarılması, milletin bağımsızlığının elde edilmesi ve bu arada çok önemli diğer bir işlev olan, demokratik sistemin yerleştirilmesi müştereklerinde birleşme erdemini göstermiş olması; bu sayede de başarıyı elde etmiş olmasıdır.

4. Büyük Millet Meclisi’nin İlk Anayasası

Büyük Millet Meclisi 20 Ocak 1921′de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu adıyla ilk anayasasını kabul etti. Demokratik düzenin yerleşmesi açısından son derece önemi olan bu anayasada konu ile ilgili olarak şu hükümler yer alıyordu:

1- Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.
2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır.
3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” unvanını taşır.
4- Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca seçilen üyelerden oluşur.

7- Dini emirlerin yerine getirilmesi; bütün kanunların konulması, değiştirilmesi, kaldırılması; antlaşma ve barış yapılması ve vatanın müdafaası gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne aittir…

10- Kanun-u Esasi’nin işbu maddelerle çelişmeyen hükümleri eskiden olduğu gibi yürürlüktedir. [31]

Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği bu ilk anayasanın hükümleri incelendiğinde görülecektir ki, bu anayasa ile, demokratik ideallerin hakim olduğu yeni bir cumhuriyet hükümeti kurulmaktadır. Burada ilk defa “Türkiye Devleti”nden bahsediliyor ve “Halkın kayıtsız ve şartsız egemenliği” esas alınıyordu. Bu fikirler yeni ve inkılapçı fikirlerdi. Bunların bir anayasa kanununda yer alması, Türkiye’yi evrensel bir İslâmî imparatorluktan laik bir millî devlet haline geçiren hukuk sürecinde ilk kesin adımı belirliyordu. [32]

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, ilk defa 1876′da kabul edilen ve Türk tarihinin ilk anayasası olan Kanun-u Esasî’nin devamı mahiyetinde idi ve bu anayasa ile çelişmeyen Kanun-u Esasî hükümleri de benimseniyordu. Ancak yeni anayasa, demokrasi açısından ilk anayasaya göre son derece gelişmiş bir anayasa idi. 1876 Anayasası, Padişah’ı fevkalade yetkili kılan bir anayasa idi. Gerçi 1909′dan sonra yapılan düzenlemelerle Padişah’ın ve onun tayin ettiği Sadrazam’ın yetkileri kısılmış ve Meclis’in yetkileri artırılmış ise de; I. Dünya Savaşı sırasında, Padişah’ın, Meclisi toplantıya çağırmak, tatil etmek, süresini uzatmak veya dağıtmak gibi eski yetkileri tekrar iade edilmişti. [33] Şimdi ise Padişah’ın varlığı ve otoritesi reddediliyor ve Büyük Millet Meclisi, ülkenin kaderine tamamen hakim kılınıyordu.

Yeni anayasaya göre “yerel yaşamın özerkliğe sahip birimleri” olarak tanımlanan nahiyeler, yerli halk tarafından seçilen idarî kurullarla yönetilecek, bunlar genellikle yerel adlî, ekonomik ve malî işlere bakacaklardı. [34] Böylece genel yönetimde demokratik ilkeler egemen kılınırken; bu ilkeler, yerel birimlerde de hakim kılınmaya çalışılmıştır.

5. Saltanatın Kaldırılması

Büyük Millet Meclisi, çıkarmış olduğu Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ve bu kanun gereği uygulamaları ile Padişah’ın otoritesini reddetmişti. Ancak başta Mustafa Kemal Paşa’nın millî mücadelede en yakınında bulunan arkadaşları olan Rauf Bey, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa ve Kazım Karabekir [35] olmak üzere, Meclis üyelerinin bir çoğu, Halife-Sultan’a sıkıca bağlıydı ve çalışmalarının geçici ve olağanüstü bir nitelikte olduğunu düşünüyorlardı. [36] Buna karşılık Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum’da iken, Kongre öncesinde 7-8 Temmuz gecesi, Mazhar Müfit Bey’in “Nasıl bir idare düşünüldüğü” şeklindeki sorusuna verdiği cevapta:

“1- Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır.
2- Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır… ” [37]

diyordu. Ancak bu meseleler o günkü şartlarda “açık ve sarih konuşulamıyordu.” [38] Fakat İstiklâl Harbi zaferle neticelenince, bu düşünceler daha açık bir şekilde ifade edilmeye başlanmıştır. Çünkü Sultan-Halife düşmanların işgal ve baskısı karşısında, vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı esaslarına aykırı olarak, onlara boyun eğmekle kalmamış, Anadolu’da vatanın kurtuluşu için ortaya çıkan millî hareketi engellemek için fetva yayınlamak ve Halifelik ordusu kurdurmak gibi faaliyetlerde de bulunmuştu. Buna karşılık, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde oluşan millî irade, Padişah’ın yapamadığını yapmış ve ona rağmen düşmanı yurttan temizlemiş ve bağımsızlığı elde etmişti. Bunu yaparken saltanat-ı milliyeyi tesis ve bilfiil icra ederek, irade-i milliyeyi de hakim kılmıştır. [39] İki buçuk seneyi aşkın bir süre devam eden bu tecrübe, bilhassa halkın henüz cumhuriyet idaresine hazır olmadığı konusundaki endişeleri de ortadan kaldırmıştır. Bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın, askerî dehasını ortaya koyarak kazanmış olduğu zaferden dolayı elde ettiği liderlik ve karizma; demokratik cumhuriyeti kurma kararlığıyla birleşince, muhalif olanların da inkılapları engelleyecek kudrete ulaşmalarını engelleyecektir.

Millî mücadelenin zaferle neticelenmesi üzerine, düşmanlarla barış anlaşması imzalanması söz konusu olunca, İ’tilaf devletlerinin konferansa davet ettiği İstanbul Hükümeti de görüşmelere katılmak istedi. Bu durumun meydana getirebileceği sakıncalardan dolayı saltanat ile ilgili olarak bir an önce karar alma gereği ortaya çıktı. Mecliste uzun süren tartışmalardan sonra 01 Kasım 1922′de çıkarılan bir kanunla saltanat kaldırıldı. [40] Böylece egemenliğin millete geçmesinin önündeki önemli bir kayıt ve engel ortadan kaldırılmış oluyordu.

Lozan Barış Antlaşması ile, kazandığı büyük zaferi bütün dünyaya kabul ettiren Büyük Millet Meclisi, bundan sonra da, demokratik cumhuriyeti kurma yönündeki atılımlarını sürdürecektir. 29 Ekim 1923′te fiilen kurulmuş olan cumhuriyetin adı konulacak; [41] arkasından 03 Mart 1924′te Hilâfet’in kaldırılmasıyla birlikte milletin egemenliğinin önündeki büyük bir engel de ortadan kalkacaktır. [42]

Sonuç

Türk istiklâl harbi milletimizin tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu mücadele ile, dünyanın büyük devletlerince ittifak halinde yok edilmek istenen Türk milleti, büyük fedakarlıklara katlanarak ve bütün gücünü ortaya koyarak var olduğunu ispat ve kabul ettirmiştir. Bunu yaparken çeşitli sebeplerle gerisinde kaldığı ve yaklaşık bir asırdır yetişmek için mücadele ettiği çağdaş dünyanın değerlerini de ülkeye hakim kılmaya çalışmıştır. Bu değerlerin başında şüphesiz demokratik düzen gelmektedir.

Türk milleti, Osmanlı Devleti zamanında, Avrupa’da ortaya çıkan demokratik değerleri, bir süre sonra kendisine mal etmek ve böylece sistemini demokratikleştirmek istemiştir. Ancak ülkenin içinde bulunduğu problemler, milletin asırlardır bağlı bulunduğu saltanat ve hilafet gibi geleneksel kurumlar ve milletin yolunu aydınlatacak kabiliyette aydınların yetersiz olması gibi sebepler, yapılan girişimlerin istenilen sonuçları vermesini engellemiştir. Sonuçta devlet yıkılmakla kalmamış, Türk vatanının işgaline de mani olunamamıştır.

İşte bu olumsuz şartlarda ortaya çıkan Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’da milleti bir araya getirmiş; vatanın bütünlüğü ve milletin tam bağımsızlığı idealini gerçekleştirmiş; bunu yaparken de gençliğinden beri mücadelesini verdiği demokratik sistemin kurallarına uymuştur. Millî mücadele döneminde gösterilen bu demokratik tavır, Türk milletinin cumhuriyet ile idare edilebileceği konusunda önemli bir tecrübe olmuş ve sonuçta cumhuriyet rejimi ilan olunmuştur. Cumhuriyetini kurulması ve geleneksel kurumların yıkılması aşamasında, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün millî mücadelede kazandığı askerî zaferle elde ettiği liderlik ve karizmanın önemli katkısı olmuştur.

Sabri ZENGİN – Gaziosmanpaşa Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Öğretim Elemanı

Dipnotlar:

[1] Bilgi için bkz: İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1994, s. 236 vd.
[2] Bkz: aynı eser, s. 247 vd.
[3] Hamza Eroğlu, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 1989, s. 7, 8.
[4] Bkz: Cengiz Kallek, Biat, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, VI, s. 120 vd.
[5] Bilgi için bkz: Mehmet Akif Aydın, “Hz. Peygamber ve Dört Halife Dönemi İslâm Devlet Yönetimi”, İslâm ve Demokrasi, Ankara 1998, TDV yay., s. 21 vd.
[6] İki farklı müşahede için bkz: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1996, TTK yay., s. 437.
[7] Bkz: Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V, Ankara 1988, TTK yay., s. 92, 93.
[8] Şerif Mardin Tanzimat Fermanını yarı anayasa şeklinde nitelendirmektedir. (Bkz: Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul 1998, İletişim yay., s. 21.
[9] Bkz: “Demokrasi”, Büyük Larousse, VI, s. 3006.
[10] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1994, İFAV yay., s. 169.
[11] Büyük Larousse, VI, s. 3007.
[12] Bkz: Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1980), Ankara 1983, İş Bankası yay., s. 55, 56.
[13] Mardin, s. 442.
[14] Mardin, s. 404, 405; Ayrıca bkz: Stanford ve Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II, İstanbul 1983, e yay., s. 419.
[15] Selahattin Tansel, Mondrostan Mudanyaya Kadar II, İstanbul 1991, MEB yay., s. 71.
[16]Shaw, II, s. 405.
[17] Amasya Tamiminin maddeleri için bkz: Kemal Atatürk, Nutuk I, İstanbul 1993, MEB yay., s. 30, 31.
[18] Erzurum Kongresi kararları için bkz: Tansel, II, s. 55, 56. Sivas Kongresinde yapılan değişiklikler için bkz: Tansel, II, s. 104.
[19] Temsil Heyeti üyeleri için bkz: Tansel, II, s. 58.
[20] Daha fazla bilgi için bkz: Tansel, II, s. 113, 114.
[21] Misak-ı Millî kararları için bkz: Tansel, III, s. 19, 20.
[22] Atatürk, I, s. 421.
[23] gös. yer.
[24] Genelge için bkz: Atatürk, I, s. 421, 422.
[25] Atatürk, I, s. 431, 432.
[26] Shaw, II, s. 416; Ayrıca bkz: Atatürk, II, s. 438.
[27] Atatürk, II, s. 438.
[28] Refik Turan ve arkadaşları, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Ankara 1994, Siyasal Kitabevi yay., s. 139; Milletvekili dağılımı ile ilgili olarak ayrıca bkz: Lewis, s. 363.
[29] Shaw, II, s. 418.
[30] Atatürk, II, s. 594.
[31] Atatürk, II, s. 562, 563.
[32] Lewis, s. 364.
[33] Lewis, s. 360, 361.
[34] Shaw, II, s. 417.
[35] Atatürk, II, s. 684 ve 860 vd.
[36] Lewis, s. 363.
[37] Tansel, II, s. 30.
[38] Atatürk, II, s. 566.
[39] Atatürk, II, s. 683.
[40] Saltanatın kaldırılması ile ilgili tartışmalar için bkz: Atatürk, II, s. 683 vd.; Ayrıca Saltanatın kaldırılması ile ilgili olarak M. Kemal Paşa’nın meclisteki nutku için bkz: Atatürk, III, s. 1239 vd. (Vesika 264)
[41] Cumhuriyetin ilanı ile ilgili olarak bkz: Atatürk, II, s. 803 vd.; Eroğlu, s. 22 vd.
[42] Hilafetin kaldırılması ile ilgili olarak bkz: Atatürk, II, s. 848 vd
 
Top