• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Aydın Antik Kentleri (Ege Bölgesi)

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Aydın Antik Kentleri (Ege Bölgesi)

Aphrodisias Antik Kenti

9vVUP.webpAntik Çağlar'ın görkemli bir kenti olan Aphrodisias ören yeri, Babadağ sırasının eteğinde, denizden yaklaşık 600 m yükseklikte bir plato üzerinde yer almaktadır. Burası İzmir'in güneydoğusunda, karayolu ile yaklaşık 230 km uzaklıkta, Aydın ilinin Karacasu ilçesine bağlı Geyre köyü yakınındadır.
Eski kaynaklar Aphrodisias hakkında çok az bilgi vermektedir. Byzantium'lu Stephanos'a göre kent, MÖ 13.yüzyılda kurulmuştu ve Ninoe (etimolojik olarak yarı efsanevi Babil kralı Ninos kökenli) olarak adlandırılıyordu. Kentin başka adları da vardı.

Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit adına kutsal törenler yapılan Aphrodisias kenti Antik Çağ'ın önde gelen mimarlık, sanat, heykeltraşlık ve tapınma merkeziydi. Bilimsel araştırma ve arkeolojik kazılar sonucunda Aphrodisias'taki ilk yerleşmenin MÖ 4000 yıllarında Kalkolitik Çağlar'da başladığı tespit edilmiştir. Kesin bilgiler MÖ 11.yüzyıla aittir ve tarihçi Appian tarafından verilir.Ona göre Aphrodisias, komşu kent Plarasa (Bingeç) ile birlikte bu dönemde gümüş ve bronz sikkeler darbetmiştir.

Aphrodisias'ın en parlak ve gelişkin dönemi, Roma Çağları'ndadır. kentin yakınında Baba Dağı eteklerinde bulunan ocaklardan sağladıkları değerli mermerlerden olağan üstü güzellikte heykeller ve yapı elamanları üreten ve imparatorluğun her yanına ihraç eden Aphrodisiaslı ustalar,Aphrodisias stiliolarak bilinen Manierist sanat okulunu kurdular. Beş yüzyıl kadar süren yoğun iskan ve geleneksel Roma yaşantısı boyunca,göz kamaştıran güzellikte yapılarla dolu bir kent ortaya çıktı.
Bizans Çağları'nda dinsel ve siyasal nedenlerden olumsuz etkilenen Aprodisias, giderek eski parlak dönemlerini geride bıraktı. Yangınlar, yer sarsıntıları, Sasani ve Arap akınlarıyla harap oldu ve zamanla terk edildi.

Arkeoljik kazı ve araştırmalar ilk defa 1904'te başlatıldı. 1961'den itibaren National Geographic Society kurumunun finansmanı ile New York Üniversitesi adına 1990 yılına kadar Prof. Kenan Erim'in başkanlığında, günümüzde ise Prof. Roland Smith tarafından sürdürülmektedir. Bu kazılar ve bilimsel araştırmalar sonucunda mimarlık, heykeltraşlık, tıp, matematik, astronomi alanlarında ve çeşitli sanat dallarında önemli çalışmalar yapıldığı belgelenmiştir. Tıp araştırmacısı Xenocrates, Romancı Chartiton ve Düşünür Alexander Aphrodissias'lıdır. Hamam ve agora, kentin tapınağı, stadyum, 10.000 kişilik tiyatro, Roma- Bizans dönemleri arasında yapılmış surlar, akropol, odeon bugün de ayakta duran yapıtlarındandır.

Arkeolojik kazılara son yıllarda büyük önem verilmesi, bu kazılarda bulunan çok iyi korunmuş sanat eserlerinin bolluğu ve güzelliği, buluntuların yerinde yapılan bir müzede topluca değerlendirilip sergilenmesi dolayısıyla Aphrodisias'ı Aydın ilinin sahip olduğu en önemli kültür mirası haline sokmaktadır.

Aydın ilinin güneydoğusunda, Karia bölgesinin ise kuzeydoğusunda yer alan Aphrodisias hakkında tarihsel kayıtlarda çok az bilgi bulunmaktadır. Daha çok yapılan arkeolojik kazılar, kendi açıklamasını da birlikte getirmektedir. Bizanslı tarihçi Stephanus'un yazdığına göre bir leleg-pelasg yerleşimi olan kentin ilk adı Lelegonpolis idi. Gelişince Megalopolis adını aldı. Daha sonra da Babil'in yarı söylence kralı Ninos'un ardından Ninoe diye anılmaya başlandı. Bu adına, Aphrodisias'da bulunmuş bir kabartma üzerinde de rastlanmıştır. Nino, nina ve nin Akad dilinde Tanrıça İştar, Astarte ya da Astartia için de kullanılmaktadır, İştar, Babil ve Ninova'nın Hazreti Süleyman'a bile hükmetmiş aşk tanrıçası idi ve özellikleri Afrodit'inkilere çok benzemekte idi. Daha doğrusu Aphrodisias, Ninoe'nin Yunanca çevirisi idi. Bu durum, bir Karia yerleşim yeri olan doğu etkisinde çok eski bir Ana Tanrıça tapım yeri olduğunun kanıtı sayılıyor.

Asurluların Babil'den çok uzak bir köşede İştar adına bir tapım yeri kurdukları varsayımı hiç de yabana atılmayacak bir olasılıktır. İ. Ö. 2000'in başlarında, Hititler'in ilk dönemlerinde Anadolu'da birçok Asur Kolonisi bulunuyordu. Hellenistik çağda, Yerel Tanrı ve Tanrıçalara Yunan mitolojisindeki benzerlerinin adlarını yakıştırmak adet olmuştu. Aphrodisias Afrodit'i de aslında karakter olarak Yunan Afrodit'inden bir hayli ayrılmaktadır. Daha çok, Anadolu'daki toprak, yeraltı ve bereketi de simgeleyen Ana Tanrıça Kibele'ye benzemektedir. Bir bakıma Efes Artemis'i ile de benzeşir.

Afrodisias'da antik tiyatronun yaslandığı tepe, aslında İ. Ö. 3000 yılından daha fazla bir zaman öncesinden yığılmaya başlamış bir höyüktür. Burada yapılan kazılar, eski Tunç çağından beri yerleşim yeri olarak seçilmiş bu yerin tarih öncesi kültürleri hakkında yeterince bilgi veriyor.

İ. Ö. III. yüzyılda Mısır'dan gelerek Karia hakkında bir kitap yazmış olan tarihçi Appolonios, Aphrodisias'lı olarak anılır. Aphrodisias'ın kent olarak adı, ilk kez Romalı diktatör Sulla'nın İ. Ö. 82 yılında Delphor Tapınağı'nm Kehanetine uyarak buraya Karia'nın sembolü olan çift yüzlü balta ile altın bir taç göndermesi dolayısıyla geçer. Belgede biraz abartılı da olsa, Tanrıça Afrodit adına adanmış büyük bir Karia kentinden söz eder. Bu arada Aphrodisias adı geçen paralara da rastlanıyor.
Basılan ilk paralardan Aphrodisias'ın adı komşu kent olan Plarasa'dan (Bingeç) sonra yazılıyor. Daha sonraki sikkelerde Plarasa adı ortadan tamamen kalkıyor. Bütün bunlar Aphrodisias'ın başlangıçta tıpkı Didim gibi sadece bir tapım yeri olduğunu, çevresinde zamanla gereksinmelerden doğan bir yerleşim alanı geliştiğini ve günün birinde de Plarasa adlı kentin tarih sahnesinden silinip Aphrodisias'ın bir kent durumuna yükseldiğini gösteriyor.

Aphrodisias yazıtlarından birinde de İ. Ö. I. yüzyılda eyaletteki vergi toplayıcılarının tutumunu şikayetle görevlendirilmiş iki Aphrodisias'lının Roma'ya gidişlerinden bahsetmektedir. İ. Ö. 39-35 yılları arasında Marcus Antonius tarafından gönderilen senato buyrultusu, Aphrodisias tapınağının sağınma sınırının Efes'teki Artemis tapınağınınki kadar genişletildiğine dairdir.

Tiyatro kazılarında çok sayıda imparator mesajları bulunmuştur. Bunların çoğu uygulanacak olan bağışıklıkları içermektedir. Roma'nın imparatorluk dönemi, Aphrodisias'ın altın çağı olmuştur. Önemli bir edebiyat, sanat merkezi olan kent, tıp ve felsefe alanında atılımlar yaptı. Ayrıca Aphrodisias'da çok ünlü bir heykel okulu vardı.

Yapılan kazılarda bir heykel atölyesi ile çok sayıda tamamlanmış ve yarı yarıya yapılmış heykel bulundu. Heykellerde kullanılan mavimsi gri mermer Babadağ'ının eteklerinde, kentin 2 km. doğusundaki ocaklarda çıkarılıyordu. Bu taş, yerinde işlendiği gibi bir heykel malzemesi olarak yarı işlenmiş ya da bloklar halinde özellikle Menderes vadisindekiler olmak üzere Anadolu'nun başka kentlerine de ihraç ediliyordu.

Roma'da İtalya'nın ve Yunanistan'ın her köşesindeki birçok kentte bulunan bir çok güzel heykelde Aphrodisias'lı ustaların imzaları tespit edilmiştir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki Aphrodisias'da yapılan şenlikler sırasındaki heykel yarışması, yalnız bu kente özgü olaydır.

Hıristiyanlığın yayılması ve imparatorluğun resmi dini olmasından sonra, Afrodit'in adını unutturmak üzere Bizans döneminde buraya Stavropolis (Haç kenti) adı verildi. Ancak, kent bölgenin adı olan Karia olarak anıldı. Türkler tarafından eski kalıntılar üzerine kurulan köyün Geyre adının da Karia'dan bozma olduğu sanılıyor.

Afrodisias ören yeri, geçen yüzyılın başından itibaren batılı gezginlerin dikkatini çekmeye başlamıştır.

Bunların başında Charles Texier ve Laborde gelmektedir. Bunlar görülen kalıntıları anlatmışlar ve bunlardan çizimler de yapmışlardır. 1904-1905 yıllarında Paul Gaudin başkanlığında bir Fransız heyet kısa süreli iki kazı yaptı. 1913'de A. Boulanger'in de bir teşebbüsü oldu. 1937'de Julio Jakopi'nin yönetimindeki İtalyan heyeti de kazılar yaptı.

Aphrodisias'ta en verimli kazılar ise, 1961 yılından beri Prof. Kenan Erim yönetimindeki (ölüm:1990) National Geographic Society tarafından da desteklenen New York Üniversitesi adına yapılanlar olmuştur. Bu kazılar sırasında iyi korunmuş birçok yapı yanında olağanüstü güzellikte sayısız heykel gün yüzüne çıkarıldı. Bunların ancak bir bölümü Aphrodisias'ta kurulan özel müzeye yerleştirilebildi.

Yaklaşık 520 hektarlık bir alanı kaplayan Aphrodisias ören yeri Roma döneminde inşa edilmiş, Bizans döneminde onarılmış 3,5 km'lik bir surla çevrilmiştir. Duvarın inşa ve onarımlarında eski mimari parçaların kullanıldığını görüyoruz.

Kent, aslında Prehistorik bir höyük olan 15 metre yükseklikteki Akropol tepesi diye anılan yükselti hariç düz bir alanda kurulmuştur.
 
Alinda (Karpuzlu) Antik Kenti

0v8R6.webpAlinda, Aydın ilinin Çine İlçesinin 31 km. batısında,Karpuzlu deresi vadisinin batı ucunda, ovaya hakim bir tepe üzerinde kurulmuştur.
Alinda sözcüğü Bilge Umar'a göre Luwi veya Kar dilinden gelmiş olup Işık anlamındadır.İlk Çağ yazarlarından Arrianus bu kentten Karia'nın en müstahkem şehri diye bahseder. Hitit belgelerinde IJALANTA adıya anılan kent, M.Ö.451-450'de kısa bir süre Attika-Delos deniz birliğine girmişse da birlikte çok kısa bir süre kalmış ve sonra ayrılmıştır.

Tarihte Alinda'nın önem kazanması M.Ö.340'da Karya Satrabı Hekatemnos'un kızı Mausolos'un kardeşi olan Kraliçe Ada'nın yine kardeşi Pixodaros tarafından Halikarnassos'dan buraya sürgün edilmesiyle önem kazanmıştır. Alinda'ya yerleşen kraliçe Ada burayı başkent yaparak son derece dirayetli bir yönetim sağlamıştır. Çok iyi bir siyasetçi olan Ada, Büyük İskender Asya seferine çıktığında ona kentin kapılarını açmış ve adeta onu oğlu yerine koymuştur. Bunun altında kalmayan Büyük İskender Halikarnassos'u zaptedince onu tekrar Karia tahtına geçirmiştir. Ada burada İskender'den dolayı bir Hellen kültürünün gelişmesine yol açmış hatta o kadar kentin adını bile değiştirerek Latmos Alexandria adını vermiştir. M.Ö.81'e kadar bu adı taşıyan kent bu tarihten itibaren tekrar Alinda adını almıştır.
Büyük İskender'in ölümünden sonra Alinda Bergama Krallığının toprakları içerisinde kalmış,sonra da vasiyet yoluyla Roma yönetimine girmiştir. Kentin kudret ve ihtişamı Roma devrinde de devam etmiştir. M.S.III.ncü yy.da kendi adına sikke bastıracak konuma ulaşmıştır. Bizans döneminde önemini yitirerek Aphrodisias metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezi olarak kalmıştır.

Alinda antik kentinin kalıntıları Demircidere köyünün (Karpuzlu) birkaç yüz metre ilerisinden başlamaktadır. Nitekim buradaki köy evlerinin duvarlarında heykel ve friz parçaları kullanıldığı gibi bazı evler Roma devri duvarlarının üzerine inşa edilmiştir.

C.H.Fellows,1840 da Demirci deresinde Alinda'nın bastığı sikkeleri bulmuş ve böylece daha önce Muğla yöresinde olduğu sanılan antik kentin yerini saptamıştır.
Yüzyıllar boyu bu antik kentin taşları yeni yapılanmalarda kullanıldığından pek az kalıntı günümüze gelebilmiştir.

Bununla beraber kentin M.Ö.334'den önce yapıldığı sanılan surları ve onları takviye eden duvarları yine de dikkati çekmektedir. İki akropolü bulunan kentin etrafını çeviren , granit bloklardan kesilmiş olan bu surların yapımı teknik yönden Assos ve Latmos'dakilere benzemektedir. Tepenin en yüksek yerinde,oldukça iyi durumdaki kare plânlı iki katlı kuleler,tarihçi Arrianus'un Karia'nın en muhteşem şehri sözünü doğrulamaktadır.

Alinda'nın sırtına yaslandığı tepede yer alan akropolün güney yamacı oldukça dik ve kayalıktır. Buradaki tiyatro kalıntısı ile biraz altındaki Agora ve üç katlı stoa hemen dikkati çekmektedir.90-30 m. ölçüsünde ve 15 m. yüksekliğindeki iki katlı agora'nın ilk katında dükkan olarak kullanıldığı sanılan odalar bulunmaktadır. Bunun üzerindeki ikinci kat ise çift sıra yarım sütunların oluşturduğu oldukça uzun bir galeri görünümündedir.

Alinda agora'sı duvar işçiliğinin mükemmelliğinden ötürü Anadolu'daki Hellenistik devir agoralarının en iyilerinden biri olarak nitelenmektedir. Agoranın batı kanadında ise üç katlı stoa bulunmaktadır. Akropolün güney-batısında, agora'ya göre biraz daha yukarda yer alan, M.Ö. III.yüzyılda yapıldığı sanılan tiyatronun da güzel bir duvar işçiliği vardır. Burası 35 oturma sırası bulunan orta büyüklükte, güzel bir duvar işçiliğine sahip bir tiyatrodur. Letoon, Alabanda, Assos ve Notion tiyatrolarını andıran Alinda tiyatrosunun iki yanındade diazomaya girişi sağlayan simetrik tonozlu geçitler dikkati çekmektedir.

Bu galerilerin tonozları,duvar örgüleri,düzgün sıralı granit taşları ile diğerlerinden yapım tekniği yönünden daha özenli işçiliği olduğunu göstermektedir. Cavea'sı Hellenistik dönemde yapılmış olmasına karşılık tonozlu geçidin bazı bölümleri ile Skenesi Roma dönemine aittir.

Kuzeyde, Akropolün bulunduğu tepeden biraz daha yüksekçe ikinci bir akropol daha vardır. Burasının ikamete mahsus binalarla dolu olduğu tahmin edilmektedir. Bu iki akropol kulelerle takviye edilmiş olan surla birbirlerine bağlanmışlardır.

Akropolde biri küçük diğeri ise daha büyük olmak üzere iki mabedin varlığını belirten temel izlerine rastlanmıştır. Bunların hemen yakınında ise ne olduğu anlaşılamayan yuvarlak plânlı bir yapı kalıntısı ile karşılaşılmıştır.

Roma döneminde inşa edilmiş olan su kemerleri oldukça iyi bir durumdadır. Kentin nekropolü ise yamacın doğu eteğindedirbir alanda kurulmuştur.
 
Anaia Antik Kenti

Anaia günümüzde Söke, Davutlar yolunun üzerindeki yazlık siteler içerisinde kalmıştır.

Bilge Umar Anaia adının Luwi dilindeki “Yamaç” anlamına gelen Anawa sözcüğünün Hellenler tarafından Anaia'ya dönüştüğünü ileri sürer. Kuşadasına bağlı Anya köyünün de Anaia'dan geldiğini ileri sürer. Batı Anadolu'da Samos (Sisam) adası karşısındaki bu kentin ismine Thoukydides de değinmiştir. Atina-Sparta savaşlarında (M.Ö. 431-400) Atina'dan kaçanlar buraya yerleşmişlerdir.

Thoukydides kitabında bu olaydan şöyle bahseder:

“ Atina'lılar muhasara için paraya muhtaç oldukları ve ilk defa varlık vergisi (eisphorai) olarak bizzat kendilerine ikiyüz talanton ödemiş bulundukları için,müttefiklerden de para tahsil etmek üzere,oniki gemi ve komutan olarak da,diğer dört kişi yanında ,Lysikles'i yolladılar. Bu adam ise önce başka yerlerden para topladı ve şurada burada dolaştı. Sonra da Karia'daki Myus'tan kalkarak Maindros ovası içinden tâ Sandios tepelerine kadar çıktı. Fakat burada Kar'ların ve Anaia'lıların taarruzuna uğrayarak ordusunun büyük bir kısmı ile birlikte imha edildi.”
Thoukydides'in bahsettiği varlık vergisi sadece vatandaşlardan alınıyordu. Atinalılar ise vergi vermezlerdi. Devlet mali sıkıntıya düştüğü için Atinalılardan vergi talep etmişti. Yine Thoukydides'den öğrendiğimize göre küçük bir liman şehri olan Anaia, Samos adasının tam karşısında olduğu için konumu bakımından iltica yeri olarak ün yapmıştı.

Romalılar döneminde (MÖ. l.yüzyıl - MS. IV.yüzyıl ) önemli ticaret merkezlerinden biri olan Kuşadası'nda Ortaçağ'da önemli iki liman bulunuyordu. Bunlardan biri Phygela, diğeri de ve Anaia'dır.

Anaia günümüzde "Kadı Kalesi" olarak anılan bir kale ile denizden gelecek tehlikelere karşı korunmaktaydı. Anaia, Phygela'nın güneyinde bir yerleşim yeri, liman ve Bizans çağında piskoposluk merkezi idi. Kent, XVIII.yüzyılda bir antlaşma ile Bizanslılar tarafından Cenevizlilere koloni olarak verildi. Bugünkü Kuşadası'nın olduğu yerde ise Scalanova adlı bir ortaçağ kenti yer almaktaydı. Kente "Yeni İskele" anlamını taşıyan bu adın verilmesi, Efes limanının yerini almasından dolayı idi.

Stratejik konumu ve verimli toprakları nedeniyle Bizanslılar, Selçuklular ve Aydınoğulları Beyliği arasında çekişmelere neden olan Kuşadası, 1413-1414 yıllarında Osmanlıların eline geçmiş ve önemli bir askeri üs olmuştur.

Kültür Bakanlığı, Ege Üniversitesi ve Kuşadası Belediyesi arasında 2001 yılında yapılan protokolle Kuşadası Kadıkalesi'nde başlayan kazı çalışmaları Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeynep Mercangöz başkanlığındaki 25 kişilik akademik bir ekiple devam etmektedir. Bugüne kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda höyük ve üzerindeki kalenin kendini göstermeye başladığını açıklayan yetkililer, kazılarda Hitit, Roma ve Bizans dönemlerine ait çıkarılan seramik parçalar, sikkeler, heykelcikler ve birçok tarihi eser ele geçirilmiştir.

Anaia'daki kazılar sonunda ele geçen buluntu ve kalıntılar arasında Rodos şövalyelerine ait bir gümüş sikke, Kadı Kalesi'nin kapısı olduğu sanılan kalıntılar bulunmaktadır. Ayrıca Bizans döneminde limanı koruyan Kadı Kalesi'nin Ege ve Mısırla olan ticareti sağladığı da sanılmaktadır.
 
Magnesia (Maindros Magnesiası) Antik Kenti

CuJv2.webpİzmir-Aydın karayolu ile ulaşılan Ortaklar bucağına bağlı ve oraya 4 km. uzaklıktaki Tekinköy'ün yanı başındadır.
Batı Anadolu'daki İon yerleşmesi sırasında kurulan kentlerin hemen hemen hepsi deniz kıyısında veya sahile çok yakın olmalarına karşılık Magnesia, (Maiandros Magnesiası) Kolophon ile birlikte bunun dışında kalmıştır. Kentin ilk kurulduğu yer kesinlik kazanamamakla beraber Lethaus (Gümüşçay) ile Maindros'un (Büyük Menderes) birleştiği yerdedir.

Kuzey Yunanistan'daki Magnesia'dan Anadolu'ya gelen Aioller'in kurduğu bu kentten söz eden kaynakların çoğunda Magnesia'lıların uğradığı felâketler denilmiştir.
Magnesia kazılarında Agora'nın güney-batı köşesindeki 17 no.lı, 51 satırlık bir kitabe bize kentin kuruluşu ile en güzel ve en doğru hikâyeyi anlatmaktadır . Üst kısmı kaybolmuş olan kitabenin kalan metni şöyledir:

... hangi nedenle geldikleri anlaşılıncaya kadar tanrının buyurduğu kehanet gizli kalmaktadır. Tanrının,zamanın geldiğini bildirmesinden az sonra Gortyn ve Phaistos arasında bir kent kurdular ve mutlu bir şekilde oraya yerleşip,kadınlar ve çocuklar edindiler,kehanete göre kendi soylarından gelenlere tanrının isteğini aktardılar. Yaklaşık seksen yıl sonra beyaz kargalar göründüler ve hemen şükran kurbanları keserek geri dönüşleri konusundaki kehaneti öğrenmek üzere, Themisto'nun Argos'da rahibe ve Ksenyllos'da birinci Archon olduğu sırada Delphi'ye bir heyet gönderdiler. Onlara şu kehanet bildirildi;

Siz Magnesialılar,siyah bir kuş yerine,beyaz kanatlı bir kuş gördüğünüz için uzak Girit'ten geldiniz ve ölümlülere bir mucize olarak görünen bu olay karşısında anayurdumuza yeniden dönüp dönmemekte kararsızdınız. Ama anayurt toprağından bir başka yere yelken açmak gereklidir. Babam,benim ve kız kardeşim için Magnesialılara Peneios ve Pelion dağının hakim olduğu topraktan daha kötü olmayan bir toprak parçası tahsis etmek uygundur. Ey asil Magnesialılar, sizler nereye yelken açmanız gerektiğini soruyorsunuz. Tapınağın kapısının yanında duran adam size yolu gösterecek. Bu yol sarp Mykale dağının arkasındaki Pampylialıların ülkesine sizi götürmeli, orada kıvrımı çok (Meander) nehrin kenarında çok sayıda arazisi olan Mandrolytos'un zengin evi var. Burada Olimpialı, hilekârlığa hükmedenlere değil, hak edenlere zaferi ve büyük refahı temin eder.
Bu kutsal alanda Glaukos'un soyundan gelen cesur bir adam var. Tapınağı terk ettiğinizde bu kişi karşınıza çıkacak, çünkü kader bunu böyle istedi. Bu şahıs size anakaradaki bol buğdaylı araziyi gösterecek. Magnesialıların silah taşıyan akraba halkını, Thorax dağına ve Manthios nehrine ve Endymion karşısındaki sarp Mykale dağına ulaşmaları için rehberliğin altında Pampylialıların körfezine gönder, Leukippos. Burada zengin ve hayrete değer Magnesialılar, Meandros'un evinde surlarla çevrili kentlerde oturacaklar.

Bilge Umar buradaki yerli halkın Luwi'ler olduğunu söylerken Magnesia isminin Hellen dilinde bir anlamı olmadığını da belirtir. Burada M.Ö.680 ile 652 arasında Lydia Kralı Gyges'in hakimiyetini görüyoruz. Kentin Gyges'in düşmanlığını kazanmasına sebep olarak bazı antik yazarlar, Gyges'in gözdesi olan bir ozanın Magnesia'da uğradığı hakaretlere bağlamışlardır. Daha sonra Kuzeyden gelen bir kavim olan Kimmerler kente M.Ö.657'de hakim olmuşlardır. Peş peşe gelen bu saldırılar nedeniyle Magnesia tahrip edilmiştir. Daha sonra bütün Anadolu'da bir fırtına gibi esen Pers hakimiyetinden burası da nasibini almıştır. Pers Kralı I.Artaxerxes, Salamis Savaşının Atinalı kahramanı Themistokles'in memleketinde gözden düşmesi üzerine onu Anadolu'ya davet etmiş ve yaşaması için üç kent önermiştir. Themistokles'de bunların içinden Magnesia'yı seçmiştir (M.Ö.460). Magnesia'lılar da kahramana büyük saygı göstermişlerdir. Buna karşılık Themistokles, Magnesia'da Artemis adına bir mabet yaptırarak kızını da oraya rahibe yapmıştır. Themistokles Artemis Leukophryus kutsal alanında kurban sunarken ölmüştür. Onun ölümünden sonra onun anısına Magnesia'lılar agora'da bir anıt yapmışlardır.

İon kentlerinin almış olduğu ortak karara uymayan Magnesia, Atina'nın başkanlığındaki Delos Deniz Birliği'ne katılmamış ve Atina-Sparta savaşında taraf olmamıştı. Spartalıların savaşı kazanmasından sonra buraya gelen Spartalı komutan Thibron kentin savunmasız durumunu görünce Perslerin tekrar buraya gelmelerine mani olmak için kenti Thoraks Dağına (Gümüş dağı) taşımıştır.

Magnesia'nın yer değiştirmesiyle ilgili bu söylentilerden çok Menderes'in taşıdığı millerin bunda büyük payı olduğu sanılmaktadır. Alınan bütün bu önlemlere karşı Magnesia yine de Perslerin eline geçmiş, Büyük İskenderin Anadolu'ya gelişine kadar da onların egemenliğinden kurtulamamıştır. M.Ö.334'de Büyük İskender'e gönül rızası ile bağlanmışlar, daha sonra M.Ö. 240 da Seleukos krallığına, M.Ö.189'da da Bergama Krallığına tabi olmuşlardır. Bergama Krallığının vasiyet yoluyla Roma'ya bağlanmasıyla Magnesia'da Roma'nın Asya eyaletleri içerisinde önde gelen kentlerinden biri konumuna girmiştir (M.Ö. 133). Nitekim M.S. III.yy.a tarihlenen bir sikke üzerinde Asya'nın yedinci kenti yazısı da bunu doğrulamaktadır. M.Ö. 87'de Pontus Kralı IV.Mithradates direnerek Roma'ya bağlılığını kanıtlamış, Sulla'da onları bağımsızlıkla mükafatlandırmıştır. M.S.17'deki büyük depremde çok zarar gören şehri İmparator Tiberius 12 yıldan kısa bir süre içinde yeniden inşa etmiştir. Bundan sonra kent için talihsiz bir süreç başlar, önce Gotlar tarafından yakılıp yıkılır. Daha sonra 620-30'da Pers Kralı II.Hüsrev'in akınları karşısında Artemis kutsal alanı çevresindeki surun içine çekilerek kendini korumaya çalışır. Bizans döneminde ise bir piskoposluk merkezi olur ve daha sonra da önemini tamamen yitirir.

Platon'un anlattıklarına dayanarak ve son buluntuların ışığında M.Ö. II.yy.da, çevresi surla çevrili,yaklaşık 1300x100 m.lik bir alanı kaplayan, ızgara plânlı bir kent olduğunu tanımlıyoruz. Yine Platon'a göre şehrin nüfusu yaklaşık 20 000 kişi olup, her biri bir tanrının adını alan 12 semte (phyle) bölünmüştü. Bu tanrılardan sekizinin adını duvar yazıtlarından öğreniyoruz. Bunlar Aphrodit, Apollon, Ares, Hephaistos, Hermes, Hestia, Poseidon ve Zues'dur.

Magnesia 18.yüzyıldan başlayarak gezgin ve Arkeologların ilgisini çekip araştırdıkları bir yerdir. Buradaki ilk ciddi çalışmayı 1817-21 arasında J.N.Huyot yapmış ve şehir plânını çizmeye çalışmıştır. Bu çalışmalar bugün Paris Bibliothèque National'dadır. 1842-43'de Ch.Texier yanına mimar Jacques Clerget ve ressam Clèm Boulanger'i yanına alarak buraya gelmiş ve ilk ciddi çalışmaları başlatmıştır. Artemis tapınağının çıkmasıyla ünlenen bu kazı maalesef Türkiye için çok acı vericidir,zira tapınağın neredeyse bütün frizleri Türkiye'den Paris'e taşınmıştır. Bugün Paris Louvre Müzesinde Magnesia of Meandrum seksiyonunda Ch.Texier'in adı ile teşhir edilmektedir. Bu frizler, toplam uzunluğu 40 m.yi bulan 41 adet blok ve parçalardan meydana gelmektedir. Amazonlar ile Hellenlerin savaşını canlandırmaktadırlar. 1872-73'de O.Rayet ve A.Thomas burada incelemeler yaparak en kapsamlı yayını gerçekleştirdiler. 1887'de İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Osman Hamdi Bey Texier'in arazinin bataklık oluşu ve su basması yüzünden götüremediği 20 m. uzunluğundaki friz bloklarını İstanbul Arkeoloji Müzesine getirir.1890'da Carl Human'ın başkanlığında Alman Arkeoloji Enstitüsü burada küçük bir kazı ile işe başlar ve çalışmalarını 1893'e kadar sürdürür. Bu kazılarda çıkan eserlerin bazı parçaları da ne yazık ki Berlin Müzesine götürülmüştür. Bu dönemdeki çalışmalar Artemis kutsal alanında, altarda, agora'yı çevreleyen Stoa'larda ve Zeus tapınağında yoğunlaşmıştır. Bu dönemden sonra burası uzun süre unutuldu. Ta ki 1985'e kadar. Bu tarihten itibaren Prof. Dr. Orhan Bingöl'ün başkanlığında Ankara Üniversitesi tarafından metotlu bir şekilde araştırma ve kazılar yapılmaktadır. Bu çalışmaların sonunda,Artemis Kutsal Alanı, tapınağı , sunağı, tören yolu, propylon, Agora, Zeus tapınağı, Bizans suru, Latrina, Çarşı Bazilikası, Odeon, tiyatro Athena tapınagı, Theatron , şehir surları, Stadion, Gymnasion ve nekropoller çıkarılıp plânları ve rölöveleri çizilmiştir.

Magnesia'daki Mimari yapılar:

Artemis Leukophtyene Kutsal Alanı ve Mabedi


Portikolarla çevrili olan bu kutsal alanın ortasında Artemis Tapınağı ve sunağı, doğusundaki Propylon ile Agoraya bağlanmaktadır.

M.Ö.II.yüzyılın başlarına ait olan Artemis Mabedi 41x67.5 m. ölçüsündedir. Mabedin mimarı aynı zamanda Teos'daki Dionysos mabedini de yapmış olan Hermogenes'tir. Alman Arkeoloji Enstitüsünün yapmış olduğu kazılarda bu mabedin altında M.Ö. IV.yy.a ait arkaik bir mabet olduğu anlaşılmıştır. Bölgesi devamlı su basmasından dolayı epeyce tahrip olan yapının plânı güçlükle çıkarılabilmiştir. Pronaos ile Naos'un içerisi sütunlarla çevrilidir,ayrıca dış sütun dizisi ile mabet duvarları arasındaki uzaklık alışılagelenin iki katına çıkarılmıştır. Antik Çağ mimarisinde bu uygulamaya Pseudodipteros adı verilir. Mabedin kısa kenarlarında 8, uzun kenarlarında da 15 adet attika tipi sütun bulunmaktadır. Burada dikkati çeken bir başka özellik de Pronaosdaki iki sütunun aynı şekilde Opisdodomos'da da uygulanmış oluşudur. Ayrıca Naos'un içerisine üçer sütun konulmuştur. Artemis mabedinde diğer İon mabetlerinde görülmeyen özellikler vardır. Bunun en belirgin olanı cephenin doğuya yönelmesi gerekirken burada batıya doğru olmasıdır. Bunun nedeni Artemis Leukophryene'nin Frig kökenli bir Anadolu tanrısı olmasına bağlanmıştır. Bu anıtta gölge-ışık oyunlarına da çok önem verildiğini anlıyoruz, çatı yükünün hafifletilmesinin yanı sıra bazı yenilikler de yapılmıştır. Daha çok Roma çağında görülen geniş temenosun ortasında yer almış ve bu alan Agora tarafından kesilmiştir. Mermer bloklarla döşeli olan zemin batıya doğru bir eğim yapmakta idi. Mabetteki Artemis heykelinin nasıl olduğunu sikkelerden anlıyoruz. Aynen Ephesos Artemisinde olduğu gibi aşağıya doğru incelen vücudunda dar bir giysi vardır, iki yana açmış olduğu ellerinde birer yün yumağı tutar. Başında yüksek bir Polos bulunmaktadır. Göğsündeki çok sayıdaki çıkıntı ise muhtemelen bereketi sembolize eden koç yumurtaları olmalıdır. Eski tarihçilerin anlattıklarından heykelin ahşap üzerine altınla kaplı olduğunu öğreniyoruz. Ayaklarının iki yanında ise birer kartal yer almaktadır.

Tapınağın önemli özelliklerinden biri de alınlıkların ortasında bir büyük yanlarında da iki küçük kapı kabartmalarının yer almasıdır. Bu Artemis Leukophryene ve onun kültü ile ilgilidir. Bu kapı tanrının kendini göstermesi ve varlığını kanıtlaması(Epiphanie) sembolüdür.

Magnesia'lılar her dört yılda bir Artemis adına şenlikler yapmış ve diğer İon kentlerine haber göndererek onların da katılmalarını istemişlerdir. Bunun sonucunda da diğer kentlerden farklı olarak kutsal bir konuma girmiştir. Bu durumu Agora'daki bir duvardaki yazıt açıklamaktadır.

Artemis Sunağı

Artemis Mabedinin batısında, Bergama'daki Zeus sunağına benzeyen at nalı şeklinde bir sunaktır. Günümüze sadece temelleri ulaşabilmiştir. Avlulu bir yapı olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Rölyef karakterli heykellerinin bir kısmı bugün Berlin Müzesindedir. 1994 yılından itibaren burada yeniden kazılara başlanmıştır. Sunağın 15.80x23.10 m. ebadında olduğunu temel kalıntılarından anlıyoruz. Etrafı traverten üstüne mermer plakalarla döşeli, Altar iki yandan, sütunlu portikolarla çevrili idi. Prof. Dr. Bingöl, altar kabartmalarında Olympos'lu on iki tanrının heykelleri olduğunu söyler. Bugün bu kabartmalardan iki figür Berlin müzesindedir.

Propylon (Anıtsal Giriş)

Agora'nın doğu stoasının ortasında, tapınak ile Agora arasındadır. Prof. Orhan Bingöl sütunların bazılarını restore edip ayağa kaldırmıştır. Yapı iki basamaklı mermer bir krepis üzerinde oturur. Sütun kaideleri Attika-İon üslubundadır. Doğu tarafındaki sütunlar kapı söveleriyle sınırlandırılmıştır. 1993 yılından itibaren burada da kazılara başlanmıştır.

Zeus Sosipolis Mabedi

Agora'nın doğu-batı yönünde İon üslubunda, Hellenistik dönemde yapılmıştır.Kentin kurtarıcısı (Sosipolis) olarak tanımlanan Zeus'a atanmıştır. G.Gruben'in mimar Hermogenes'in ilk yapılarından biri olduğunu söylediği bu mabet stylobat üzerinde 7.38 x 15.81 m. ebadında idi. Cephesindeki frizler bugün Berlin Müzesindedir. Zeus'a ait olduğu kuvvetle muhtemel bir gövde parçası ile vücudun alt bölümüne ait giysinin bir parçası bulunmuştur. Bu parçalar sikkelerin üzerindeki Zeus tasvirleri ile uyuşmaktadır. Sikkelerin ışığında ,Zeus'un sol elindeki asasına dayanarak tahtında oturup sağ elinde ise muhtemelen Artemis'in büstünü tutmakta olduğunu anlıyoruz.

Tiyatro

Artemis mabedinin güneyindeki bir tepenin batı eteğinde kentin 3500 kişilik tiyatrosu bulunuyordu. Mimar Hermogenes tarafından yapıldığı tahmin edilirse de bu kesin değildir.Son kazıların ışığında tiyatronun üç safhada yapıldığı anlaşılmıştır. İlk inşaası M.Ö. III. yy.a ait olduğu tahmin edilir. Bu tarihten kalma kısım beş bölümlü, kireç taşından sahne binası, iki yanında merdivenleri olan bina ve koridorlar ile orkestranın ortasına kadar uzanan tünel ile yuvarlak orkestradır. İkinci ilavelerin yapıldığı tarihin M.Ö.200 olduğunu, tiyatronun yapımı için para bağışında bulunan Apollophanes'in şerefine konmuş olan iki heykelin kaidesindeki yazıtlardan öğreniyoruz. Bu dönemde 25.5 m. uzunluğundaki analemma duvarları, proskenanın mermer blokları ve duvarların ortalarındaki kapılar yapılmıştır. Bu döneme ait tiyatroda, devrinin önemli müzisyeni ve şairi olan Anaxenor'a ait bir heykel ile yazıt vardır. Strabon'un da bahsettiği bu kişiye, Magnesia'lıların ne kadar önem verdikleri ve onunla gurur duydukları bellidir. Üçüncü yapı dönemi M.S. 22. yy. a aittir. Bu dönemde 3.m.yüksekliğindeki podyum ile Orkestradaki tünelin T şeklinde uzatılmasıdır. Tiyatrodan pek az kalıntı günümüze gelebilmiştir.. Oturma kademelerinin hemen hemen tamamı yok olmuştur. Büyük bir olasılıkla M.S.263'deki Got akınları sırasında büyük tahribata uğramış ve yıkılmıştır. Çünkü buluntular çok dağınık bir haldedir.

Odeon

Agora'nın güney-doğu yönündedir ve çok az kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Hellenistik çağa tarihlenen odeon'un taşları da muhtemelen Bizans suru'nun yapımı sırasında parça parça sökülüp kullanılmıştır.

Stadion

Odeon'un güneyinde iki tepenin ortasında,186 m. uzunluğunda U şeklindedir. Günümüzde tamamen ağaçlar ve makilerle kaplıdır. Bilgilerimiz buraya gelen Huyots ve Clerget'in çizimlerine dayanmaktadır.

Gymnasion

Kentin ortasında olup Magnesia'da görülen en yüksek kalıntıdır. Hamam, Apodyterion ve Palaestra'dan meydana gelmiştir. Yaklaşık 100x25 m2'lik bir alanı kaplar. Apodyterion kalın duvarlı dikdörtgen bir yapıdır. Burada halen Prof. Orhan Bingöl kazı çalışmalarını sürdürmekte olup, oldukça geniş bir bölümü açığa çıkarmıştır. M.S. 2-3 yy.lara tarihlendirilir. Hamam kısmı Miletos'daki Faustina hamamına çok benzer. En alttaki tonozlu koridor ve odalardan oluşan 250 m.lik mekan kazılar sonucu açığa çıkarılmıştır. Korent nizamındaki sütunlarla çevrili Palestra Apodyterion'un doğusundadır .Bu kısım doğu'da staolarla çevrili büyük yapı ile birleşmektedir.

Latrina

M.S.4-5 yy.a tarihlenen bu tuvalet 1993-1995 arasında Prof. Orhan Bingöl tarafından kazısı tamamlanıp restore edilmiştir. Havuzlu bir ön odadan girilen Latrina'nın temizlenmek için kirli ve temiz su kanalları kanalizasyonu ve iki adet güzel çeşmesi vardır. 15.85 x 8.40 m. ebadındır. Latrina'nın oturulan sekisi ile döşemesi mermer kaplıdır. 32 kişinin aynı anda kullandığı oturma sekilerinden anlaşılmaktadır. Genel Tuvalet Roma'da çok yaygındır. Kişiler burada hem ihtiyaçlarını gideriyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Bu yüzden Roma devri Latrina'larında insanları birbirinden ayıran özel bölümler yoktur. Duvarlar opus sectile dekorasyon ile bezenmiştir. Buna ait parçalar restorasyon sırasında, kanalizasyon kanalından çok sayıda çıkmıştır.

Bizans Suru

Bu sur, Pers Kralı II.Hüsrev'in akınlarından korunmak için yapılmıştır. Esas kent surunun blok taşları burada kullanılmıştır. Surun kuzey duvarının iç tarafına 5 m.lik aralıklarla 4.m.yükseğe yerleştirilmiş 50x50 ebadında yuvalar yapılmıştır. Bunların ne için yapıldığı anlaşılamamıştır. Sur duvarlarındaki kaplamanın içi çok sert bir harç ve şpoli malzeme ile doldurulmuştur.
 
Miletos (Milet) Antik Kenti

Milet, Aydın ili, Söke ilçesi sınırları içerisinde Söke'ye 30 km. uzaklıkta ve Akköy yakınlarındadır. Hellenistik ve Roma Çağı boyunca birçok önemli yapının inşa edildiği Mile tos, antik kenti dünyanın önde gelen kentlerinden birisi haline gelmiştir.
Milet'te ilk kazılar 1899'da Th. Wiegand tarafından başlatılmış ve 1938'e kadar devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra tekrar başlatılan çalışmalar hâlen kazı ve onarımlarla Alman uzmanlar tarafından sürdürülmektedir.

M.Ö. 38'de şehir, Roma imparatorlarının özel ilgisiyle özerkliğini elde etti. Böylece Milet İyon şehirleri arasında metropol düzeyine ulaştı. M.S. 3. yüzyıldan başlayarak, bu parlak dönem yavaş yavaş kötüye gitmeye başladı. Şehir, limanlar alüvyonla doldukça, etrafı bataklığa döndükçe ve sıtma tehlikeli boyutlara ulaştıkça terk edilmeye başlandı. Bizans döneminde, şehrin sınırları oldukça daralmıştı ve binalar tiyatronun çevresinde toplanmıştı. Duvarlar yeniden inşa edildi ve bazı binalar restore edildi. M.S. 6. yüzyılda ilerlemek için yapılan çabalar ise uzun sürmedi.
Milet kuruluşunda bir liman kenti olmakla beraber, Büyük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla liman doldurulduğu için bugün denizden içeride bulunmaktadır. Kentte ızgara plân uygulanmış ve yapılar bu plânın öngördüğü biçimde konumlanmışlardır. Kentte bulunan yapılar arasında 15.000 kişilik kapasitesi olan ve son yıllarda onarılmaya başlanan Roma çağı yapısı Tiyatro, M.S. 1. yüzyılda inşa edilmiş Roma Hamamları, ana dini merkez olan Delphinion, Kuzey Agora, M.S. 1. yüzyıla ait Ionik Stoa, Capito hamamları, Gymnasium, 2. yüzyılda inşa edilen Bouleterion, 164x196 m. boyutlarındaki Güney Agora, M.S. 2. yüzyılda yapılan Faustina Hamamı önem kazanır.

Miletos, Batı Anadolu'da Malandros'un (Büyük Menderes) denize döküldüğü yerde bulunan Antik Çağın en önemli kentlerindendir. Miletos'un kuzeyinde Mykale Dağı (Samsun dağı) doğusunda Latmos dağları (Beşparmak dağları), güneyinde de bu dağların denize doğru alçalan yayvan tepeleri bulunmaktadır. Yüzyıllar öncesi Ege Denizi Beşparmak dağlarına kadar sokuluyor, Bafa gölü ile birlikte Miletos'u da içerisine alarak geniş bir körfezi oluşturuyordu. Böylece Miletos antik çağın en önemli limanlarından biri olma özelliğini kazanıyordu. Ancak Maiandros'un getirdiği alüvyonlar zamanla Latmos körfezini doldurarak Miletos'u yavaş yavaş denizden uzaklaştırmıştır.

Miletos günümüzde Aydın'ın Didim ilçesine bağlı olup Balat köyü yakınında ören yeri konumundadır.

Miletos sözcüğünün Hellen dilinde bir anlamı yoktur. Hitit tabletlerinde ismi geçen, Aizawa kentlerinden Milawada'dan dönüştüğü sanılmaktadır.”Ana Tanrıça'ya ibadete giden yolun sahibi olan kent” anlamındadır.

Miletos'un kuruluşu ile ilgili bazı mythoslar vardır. Bunlardan birine göre Delone ismi ile tanınan Akakallis, Girit kralı Minos'un kızı idi. Apollon ile beraberliğinden üç oğlu dünyaya gelmiştir. Bu çocuklardan biri olan Miletos'u annesi, babasının korkusundan ormana bırakmıştır. Bu çocuğa kurtlar süt vermiş, çobanlar da büyütmüştür. Miletos, genç bir delikanlı olduğunda dedesinin kendisini öldüreceğini anlamış ve Anadolu'ya kaçmıştır. Orada Miletos'u kurmuş. Maiandros'un (Menderes nehrinin tanrısı) kızı Kyane ile evlenmiştir. Bu evlilikten Kaunus ve Byblis isimlerinde çocukları olmuş, onlar da büyüdüklerinde kendi kentlerini kurmuşlardır. Başka bir mythosa göre Atina kralı Kadros'un oğlu Pyloslu Neleus'un önderliğinde bir grup insan M.Ö. X-XI.yüzyılda Miletos'un bulunduğu yere gelmiş, oradaki erkekleri öldürerek eşleri ile evlenmişlerdir. Böylece çoğalan insanlar Miletos kentini kurmuşlardır.

Bazı araştırmacılar, kesin bulgulara dayanmamakla birlikte Miletos'un Karia'lı barbarlar tarafından kurulduğuna değinmişlerdir. Strabon, Miletos'un kuzeyindeki Miletos isimli bir yerden gelen Giritlilerce kurulduğunu ileri sürmüştür. Homeros'un İliada'sında ise limana gelen gemilerin listesinde bu kentin ismi geçmiştir.

Athena Mabedinin çevresinde yapılan kazılar, M.Ö. 2000'in ikinci yarısına tarihlenen, Girit'te yapılmış Geç Myken keramiklerini ortaya çıkarmıştır. Bu keramikler Miletos ile Myken kolonisinin de varlığını kanıtlamaktadır. Bunun yanı sıra Prof.Carl Weickert ve Prof.Kleiner'in birlikte yürüttükleri kazılar sonunda M.Ö. 1600 yıllarına kadar inen duvar kalıntıları ile Geç Myken keramiklerini ortaya çıkarmıştır. M.Ö. 1400 yıllarında Miletos bilinmeyen bir nedenle saldırıya uğrayarak yıkılmış, bundan sonra da yerleşim alanının çevresi surlarla çevrilmiştir.

Arkaik Çağda (M.Ö.650-480) Miletos ile ilgili bilgiler oldukça sınırlıdır. M.Ö. 670'den sonra Miletos'lular Karadeniz (Pontos Eokseinos), Marmara (Popontis) ve Akdeniz ( Mare Pamphylium-Mare Lycium) ile olan ticaretlerini geliştirdikleri, bunun için de oralarda koloniler kurdukları bilinmektedir. M.Ö. 611-600 ‘de Lydia'lıların ezici baskısı altında kalmışlarsa da Miletos onların eline geçmemiştir. Miletos,Thrasbulas isimli bir tiranın yönetiminde en parlak günlerini yaşamış,kültürel ve ekonomik yönden diğer İon kentlerinin önüne geçmiştir.

Lydia Kralı Kroisos'un Pers Kralı Kyros'a yenilmesinden sonra Miletos'da diğer İon kentleri gibi Pers egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Persler, Miletos'un kolonilerinden sağladığı gelire ortak olmak isteyince Miletos Tiranı Aristogoras isyan etmiştir. İonya kentleri başlangıçta bazı başarılar elde etmişlerse de sonunda Pers orduları karşısında yenilmişlerdir. Bunun ardından M.Ö.494'de Lade adası önündeki deniz savaşında da bir kez daha onlara boyun eğmişlerdir. Bundan sonra Persler Miletos'u yakıp yıkmış,halkını da Mezopotamya'ya sürmüştür.

M.Ö.477'de Attika-Delos deniz birliğine katılarak Spartalı'ların yanında yer alan Miletos, yine de Pers egemenliğinden kendini kurtaramamıştır. Bu durum M.Ö.IV.yüzyılın sonuna kadar sürmüş ve Miletos'da dikkati çeken bir gelişim olmamıştır. M.Ö. 334'de Büyük İskender'in komutanlarından Granikos Miletos'u diğer İon kentleriyle ele geçirdikten sonra kentte büyük bir rahatlama gözlemlenmiştir. Ekonomik gelişimin katkısıyla surlar yenilenmiş, yeniden yapılanma başlamıştır.

Miletos Hellenistik çağda (M.Ö.300-M.S.30) Seleukos ve Pergamon krallıklarının yönetiminde kalmıştır. Bu arada birkaç kez el değiştirmiş, Magnesia savaşında Seleukoslar'ın yenilmesinden sonra (M.Ö. 188) bir süre bağımsızlığını kazanmışsa da Apamea barışından sonra Pergamon krallığına bağlanmıştır.

M.Ö.133'de Roma İmparatorları Miletos'la ilgilenmiş, kentin yeniden yapılanmasında büyük payları olmuştur. Özellikle İmparator Claudius buraya İon üslûbunda Stoalar ile Capitol hamamını yaptırmıştır.

Miletos'un mimari yapılanması İmparator Taryanus ve Hadrianus'un zamanında da sürmüş ve bu dönemde Miletos'dan Didyma'ya kadar uzanan yol,anıtsal çeşme, Delpinion, Güney Agora kapısı ve Faustina hamamı yapılmıştır. Ne var ki, M.S.III.yüzyılda doğa Miletos'a acımasızca davranmaya başlamıştır. Latmos körfezinin dolması, kıyıların bataklığa dönüşmesi Miletosluları kentten göç etmeye zorunlu kılmıştır. Miletos Bizans döneminde sönükleşmiş ve oldukça küçük bir kent durumuna girmiştir. M.S.VI.yüzyılın sonunda ise önemini bütünüyle yitirmiş, 1261'den sonra Kariada kurulan Menteşe Beyliği yöredeki diğer kentlerle birlikte Miletos'u topraklarına katmıştır. Menteşe beyi Orhan Bey 1333 de adına bastırdığı sikkelerde şehrin adını Palatia olarak yazdırmıştır. 1424'de Sultan II.Murad'ın Menteşe Beyliğini ortadan kaldırmasıyla birlikte çok daha önce önemini yitiren ve harabeye dönen Miletos Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Araştırmacı ve Gezginler Miletos ile XV.yüzyılın ortalarından itibaren ilgilenmeye başlamışlardır. Buradan ilk kez 1446'da Cyrianus söz etmiş, onun ardından Evliya Çelebi Seyyahatnamesinde (1670) Miletos'a değinmiştir. Onların ardından Pickorin ile Salter (1673),Sherard (1716), R.Wood (1750), Revett (1764), Chandler (1765), Gell (1812), Hugot (1820),C.Texier (1835) ,L.Ross (1844), Newton (1857-58), O.Rayet (1872-73) ve C.Humann (1891) Miletos'a gelmişlerdir. C.Humann ayakta kalabilmiş kalıntıların plânlarını çizmiştir.1895-96'da Haussoullier. Miletos'un yanı sıra Didyma'da da araştırmalar yapmıştır. 1899'da Berlin Kraliyet Müzesinin sağladığı maddi katkı ile Th.Wiegand Miletos'u ilk kez kazmaya başlamış ve çalışmalarını I.Dünya savaşına kadar sürdürmüştür. Onun yanında
A.V.Gerkan, Krischen,H.Knakfuss, P.Wilski, G.Kawrau, A.Rehm, J.Hülsen gibi akademisyenler çalışmışlardır. Miletos çalışmalarına uzun bir aradan sonra Prof.Carl Weickaert tarafından 1955-57 yıllarında yeniden başlanmıştır. Wolfgang Müller Wiener de kazı başkanlığı yapmıştır.

Miletos'da son yıllarda yapılan kazılar, kentin üç ayrı evresi olduğunu göstermiştir. Bunlar Geç Khalkolatik, Erken Tunç ve Orta Tunç Çağlarına ait yerleşim yerleridir. Miletos yakınındaki Killiktepe'de yapılan kazılar. M.Ö. 7000-5000'e tarihlenen Neolitik Çağın bir duvarı ile çanak, çömlek, taş aletleri ortaya çıkarmıştır.

Miletos çevresindeki yüzey araştırmalarında Geç Neolitik ve Khalkolitik yerleşim yerleri saptanmıştır. Khalkolitik dönemin en erken örnekleri tiyatro Limanı yakınları ile Athena mabedi çevresindedir. Ayrıca Bouleterion'un batısında, Kaletepe'de, Heroon'un altında Khalkolitik çağın çanak çömleği ile karşılaşılmıştır. Erken Tunç Çağı ( M.Ö.3100-2000) buluntuları Athena Mabedi çevresinde ortaya çıkmıştır. Orta Tunç Çağı Miletos'da tam olarak anlaşılmamıştır. Geç Tunç Çağı'na ait tabakaları T,Wiegand 1907'de yapmış olduğu kazılarda bulmuştur. Sonraki yıllarda benzeri buluntulara Stadium tepesi, tiyatro limanı ve Athena mabedinde de rastlanmıştır.

Kuşkusuz Miletos, Batı Anadolu ile Ege adaları arasında bağlantıyı sağlayan konumdadır. Nitekim Minos ve Myken kültürlerine Miletos'un dışında Anadolu'nun başka bir yerinde rastlanmamaktadır.
 
Didyma (Didymaion-Didim) Antik Kenti

Aydın ilinin Söke ilçesi, Yeni Hisar köyü (Yoran) sınırları içerisinde yeralan Didyma, Apollon Tapınağı ile ünlüdür.
Didymaion, Miletus'a bağlı bir kâhinin ikamet yeri ve mabet olarak bilinir. Son kazılardan Didyma'nın sadece bir kâhinin ikametgâhı değil, aynı zamanda yoğun bir yerleşim yeri olduğu da anlaşılmıştır. Antik Tarihçilerden Thoukydides ve Pausanios'tan öğrenildiğine göre Sicilya'nın kuzeyindeki Lipari takım adalarından iki tanesi de bu ismle anılmıştır. Bunun yanı sıra Yunanistan'ın Thessalia bölgesinde de Strabon tanrılar anası Dinayme'nin tapınağından söz eder. XIX.Yüzyılda Sir Charles Newton "iki dev sütun ile üzerindeki architrav parçası ve tamamlanmamış üçüncü bir sütun, Apollon Tapınağı'ndan tek ayakta kalandır. Anıtsal kalıntılar düştükleri yerde parçalanmış buzullar gibi üst üste yığılmış duruyorlar" diyerek o zamanki tapınağın durumunu açıklamıştır.

Didyma Apollon Tapınağı'nın bulunduğu yöre hiç bir zaman bir kent niteliği taşımamış, Claros gibi bie kehânet merkezi olmaktan öteye gidememiştir. Branchidai (Brankhidai) ismi verilen Delphoi kökenli, soylu bir aileden gelen rahiplerin yönetimindeki Didyma'da her yıl veya dört yılda bir ayinler düzenlenmiş, bayramlar yapılmış, şenlikler, geceleri meşale koşuları birbirini izlemiştir. Branchidai sözcüğü Didyma'nın yanında zaman zaman ikinci bir isim olarak kullanılmıştır. Roma döneminde de bu şenlikler sürdürülmüştür.

Etimoloji yönünden incelendiğinde, Didyma sözcüğünün Grekçe olmayıp Anadolu kökenli olduğu görülür. Bununla birlikte Grekçe'de ikizler anlamında "didymi" sözcüğünün Didyma'ya benzemesi Apollon ile kız kardeşi Artemis'i çağrıştırmıştır. Ancak Didiyma'da Artemis kültünden de söz edilmişse de bu kült ikinci planda kalmıştır. Anadolu'nun bir çok yerindeki Artemis, Aphrodite, hekate Tapınakları Apollon veya Zeus'un isimleriyle tanınmıştır. Bu nedenle Didyma Apollon Tapınağı'nın da anatanrıça yerine Apollon ismiyle tanınmıştır.

Didyma Apollon Tapınağı'nın bulunduğu yerde, İon göçünde ve Miletos'un kuruluşundan kalan arkaik bir tapınak vardı. Büyük bir olasılıkla Apollon'a ithaf edilen bu tapınak, bir çok hükümdar, özellikle Lidya kralı Kroisos da ziyaret etmiştir. Pausanias kehanetin İon göçünden de önce bu yörede var olduğunu ileri sürmüştür.. Didyma'da ele geçen yazıtlar da M.Ö.600 yıllarında burada yapılmış bazı öğütleriiçermektedir.

M.Ö.V.Yüzyılda Perslarin Anadolu'ya yaptıkları akınlarda arkaik devirde yapılmış olan ilk Apollon Tapınağı Kral Darius tarafından M.Ö.494'de yıkılmış, içerideki bronz Apollon heykeli de Ekbatana'ya götürülmüştür. Herodot, M.Ö.494'te İonia ayaklanması başarısızlıkla sonuçlanıp Miletos düşünce Dareios'un hem tapınağı hem de kehanet yerini yağmalayıp yaktığını belirtmiştir.

Strabon ile Pausanias ise aynı eylemin Kserkes'in M.Ö.479'da Plataia yenilgisinden sonra Yunanistan'a dönerken yaptıklarını öne sürmüştür. Bu olaylardan sonra Brankhidler tanrılara karşı sadakatsiz tutumlarından dolayı suçlanmışlar, tanrılara sunulmuş hazineleri Pers kralına teslim etmişler ve sonra da pers ülkesine kaçmışlardır.

Pers kralı onları Sogdiana yakınlarına yerleştirmiştir. Aradan geçen 150 yıl sonra İskender buraya geldiği zaman ordusundaki Miletosluların isteği ile Brakhidlerin yerleştiği köyleri yerle bir etmiştir. İskender, pers İmparatorluğu'nun başkenti Ekbatana'da Kserkses'in Didyma'dan almış olduğu Apollon'un heykelini de geri vermiştir. Bundan sonra tapınak yaklaşık 160 yıl kadar harap durumda kalmış, İskender'in Pers zaferinden sonra Helenistik devirde (M.Ö.300 - M.S.30) yapılmıştır. Bundan sonra Didyma kutsal alanı kısa zamanda zenginleşmiş ve eski canlılığına kavuşmuştur. M.Ö.278'de Galat saldırılarından çok etkilenerek zarar görmüş, Romalılar ise Didyma'ya ilgi göstermiş, M.S.100'de İmparator Traianus Miletos'tan Didyma kutsal alanına giden 17.70 km. uzunluğundaki yolun yapımına katkıda bulunmuştur. M.S.III.Yüzyılda geçtikleri her yeri yağmalayan Gotlar Anadolu'nun batı kıyılarında da ilerlemeye başlayınca Didyma Apollon Tapınağı korunma amacıyla kaleye dönüştürülmüştür. Hıristiyanlık döneminde de burası canlılığını korumuş, tapınağın yanına bir de kilise yapılmıştır.

Didyma Apollon Tapınağı

Helenistik dönemde yapılan Didyma Apollon Tapınağı'nın mimarları Efesoslu Paionius ile Miletoslu Dapnistir. M.Ö.300'de yapımına başlanan tapınağın planı çok fazla büyük düşünüldüğünden yapım çalışmaları M.S.II.yüzyılın ortalarına kadar sürmüş ancak tam olarak bitirilememiştir. Bazı duvarlarda son işçilik yapılmamış, taşlar traşlanmamıştır. Günümüze ulaşan sütunlardan birinin yivsiz oluşu bunu kanıtlamaktadır.

Didyma Apollon tapınağı dipteros plan düzeninde, çift sıra sütunla çevrelenmiş bir yapıdır. Tapınağın kısa tarafında on, uzun tarafında ise yirmi bir sütun bulunmaktadır. Tapınak yedi basamaklı bir kaide üzerinde olup, böyle yüksek bir kaide, Helenistik dönemde Anadolu'da yaşayan bir geleneği gösterdiği gibi, arazi konumundan dolayı da çukurda kalan tapınağın yükseklik kazanmasını sağlamıştır.

Mabet sütunlarının her birinin ayrı birer kaideleri bulunmaktadır. Burada kare Plinhos'lar üstüne üst üste ve konkav levhalar (toros) ile konveks levhaların (troçhilos) yerleştirildikleri görülür. Eski İon üslubu denilen bu şekildeki kaideler cephenin ortasındaki sekiz sütun kaidesi dışında kalanların hepsinde uygulanmıştır.

Didyma Apollon Tapınağı'nın pronaus, iki sütunlu salon, sekos ve naiskos olmak üzere dört bölümlübir plan düzeninde olduğu dikkati çeker. Pronaos'da her sırada üçer tane olmak üzere dört dizinin oluşturduğu on iki sütun vardır. Buradaki döşeme taş levhalarla kaplanmıştır. Buradaki iki sütunlu salona açılan kapı 19x5.60 m. yüksekliğinde ve anıtsal bir görünümdedir. Ancak 1.45 m. yüksekliğindeki eşik içeriye girişi engellemektedir. Anadolu'nun diğer Grek ve Roma tapınaklarında görülmeyen bu eşik dini bir görüşten kaynaklanmaktadır.

Antik çağlardaki dini görüşe göre ibadete gelen insanlar tapınakların içerisine giremez, dışarıdaki sunağın bulunduğu yerde toplanırlardı. İçeriye sadece rahipler ve Apollon kültü ile ilgili olanlar girebilirdi. Ölümlülerin buradan geçmesine izin verilmediğinden bu anıtsal kapının yalnızca Apollon'a ait olabileceği düşünülmektedir.

Tapınağın Naosu'ndan 22 m. genişliğinde, 22 mermer basamakla ayrılan iki sütunlu salon olup, penceresi bulunmamaktadır. Salonun ortasında çok kalın iki sütun tavanı desteklemektedir. Buradaki merdivenlerden üst kata çıkılabilmektedir.
Didyma Apollon tapınağında Pronaos'tan Sekos'a (Neos) anıtsal kapının iki yanındaki küçük kapıdan geçilmektedir. Sekos 21.30 m. yüksekliğindeki iri taş blokların oluştuduğu duvarlarlarla bir avlu görünümündedir. Tapınağın üzeri açık olduğundan Sekos'un içerisinde bulunması gereken Apollon'un kült heykeli prostilos üslubunda yapılmış, küçük bir İon tapınağında korunuyordu. Bizans döneminde bu tapınak taşlarından yararlanılabilmek için yıkılmış, yerine de basilika yapılmıştır.

Tapınağın güneyinde stadium bulunmaktadır. Ayrıca tapınağın basamaklarından bazıları da yarışlarda belirli kişilerin oturması için ayrılmıştır. Yarışların başlangıç noktası doğu yönünde ve günümüzde de görülebilmektedir.

Didyma Apollon tapınağı ile ilgili araştırmalar 1834'te Anadolu'yu dolaşan Fransız gezgin Charles Texier ile Halikarnasis'daki kazıları yapan İngiliz arkeolog Charles T.Newton tarafından yapılmıştır. Onların ardından Berlin Müzesi adına Theodor Wiegant 1904'te bilimsel çalışmaları başlatmış ve 1913 yılına kadar sürdürmüştür. Didyma çalışmaları 1962'de Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Klaus Tucheld tarafından yeniden başlamış ve günümüzde de devam etmektedir.
 
Priene (Güllübahçe) Antik Kenti

Priene M.Ö. 1200 yıllarında Batı Anadolu kıyılarına yönelik Dor göçü sırasında Atina Kralı Kodros'un torunlarından Aipytos tarafından kurulmuştur. Ancak Priene'nin ilk kurulduğu yerin nerede olduğu bilinmemektedir. İon yerleşmesinin başladığı yıllarda kurulan kentlerin başında da Priene gelmektedir.
Priene sözcüğünün Hellen dilinde anlamı yoktur. Luwi/Pelasg dilinden geldiği.değişerek bu şekli aldığı tahmin edilir.

M.Ö.495'de oniki gemiyle Lade Savaşına katılan ve iki önemli limanı olan bu kentte Antik Çağın ünlü düşünürü Bias yaşamıştır.

Kentle ilgili olarak Bias'ın iki öğüdü ile tarihe geçkmiş ve çağının önemli olaylarında da bunlar etkili olmuştur. Bunlardan birincisi ile Lydia Kralı Kroisos'un adalara saldırması önlenmiş ,diğeriyle de Pers saldırıları karşısında Prienelilerin yurtlarını bırakıp Sardes'e gitmelerini sağlamıştır.

Eski Priene'den günümüze hiçbir kalıntı gelemediği gibi nerede olduğu da kesinlik kazanamamıştır. Ondan günümüze yalnızca M.Ö.500'de basılmış, ön yüzünde Athena'nın resmi olan elektron bir sikke gelebilmiştir. Büyük bir olasılıkla eski Priene Maiandos'un (Büyük Menderes) getirdiği alüvyonların,toprak birikintilerinin,çamırların altında kalmıştır.

Bugünkü Priene Atina'nın yardımıyla M.Ö. 350'de eski Priene'nin limanı olan Naulokhos'un kıyıları ile sırtını yasladığı Mykale dağı arasında kurulmuştur.

Strabon, Priene'nin başlangıçta deniz kıyısı olduğunu,zamanla Maiandros'un taşıdığı birikintilerden ötürü denizden 6,5 km. içeride kaldığını belirtir.

Şöyle ki:

“ Gerçekten,toprak gevrek ve kolay ufalanabilen cinstendi,aynı zamanda tuzlarla dolu olup kolay yanabilirdi ve belki de bu nedenlerden nehrin akıntısı, sık sık yönünü değiştirdiğinden,Maiandros kıvrılarak akmaktadır. Nehir aşağılara çeşitli zamanlarda, kıyının çeşitli kısımlarına alüvyon yağmakla beraber,sel toprağının bir kısmını da açık denize sürükler. Gerçekte, kırk stadia uzunlukta sel toprağı yığınları evvelce deniz kıyısında olan Priene'yi bir iç kent yapmıştır.”

Daha sonra Strabon Priene'yi anlatmaya şöyle devam eder:

“ Maindros'un denize döküldüğü yerlerden sonra,yukarı kısımlarında Priene kentinin ve üstü yabani hayvanlarla dolu ve ağaçlarla kaplı olan Mykale dağının bulunduğu Priene kıyısı gelir.”

Eski Priene, Lydia Kralı Ardys'in saldırısına uğrayıp ele geçirilerek haraca bağlanır.

Ardından Pers Kralı Kyros'un eline geçer ve M.Ö.494'de Perslere karşı ayaklanan batı Anadolu kentlerinin, Miletos'un öncülüğünde başlattığı bağımsızlık savaşına katılır.

Lade adası da bu deniz savaşına 12 gemiyle katılmıştır. M.Ö.334'de Büyük İskender Perslere karşı savaşa giderken buraya uğramıştır.

Yeni kentin yapımı Büyük İskender'in M.Ö.334'de İonla'ya gelişinden sonra büyük hız kazanmıştır. Büyük İskender burada yapılmakta olan Athena mabedinin yapımına maddi katkıda bulunmuş, bunea karşılık Prieneliler de mabedi ona ithaf etmişlerdir. Nitekim Priene kazılarında bunu açıklayan bugün British Museum ‘da olan bir ithaf yazıtında bu açıkça yazılıdır.

Priene, M.Ö.II.yüzyılda Pergamon Krallığının yönetimine girmiştir. Bu yıllarda Kappadokia kralı Ariarathes, kardeşi Orophernos tarafından tahttan uzaklaştırılmıştı.

Böylece Kappadokia Kralı olan Orophernos eline geçirdiği 400 talenti Priene'ye saklanması için göndermişti.

Ne var ki, Ariarathes Bergama Kralı II.Athalos'un yardımıyla yeniden Kappadokia tahtına geçince,kardeşinin gönderdiği bu parayı Prieneli yöneticilerden istemiştir. Prienelilerin parayı ancak onlara veren kişiye iade edebileceklerini söylemeleri üzerine Ariarathes, Attalos'un da izniyle Priene topraklarına saldırmıştır.

Prieneliler Roma'dan yardım istemelerinin yanı sıra fırsatını da bularak parayı Orophernos'a geri vermişlerdi. Bütün bu olaylar gelişirken Prieneliler epey güç günler geçirmişlerdir.

Priene, Bergama krallığından sonra M.Ö.II.yüzyılda Romalıların egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır.

Ancak Maiandros nehrinin sürekli getirdiği toprak ve çamur birikimleri kentin denizden uzaklaşmasını gittikçe hızlandırmıştı. Bu arada kent halkı Roma'ya ödemek zorunda kaldığı vergilerden, Mitpridates zamanındaki savaşlardan büyük zarar görmüştür. Siyasi baskılardan Neulokhos limanını kullanamamış, komşusu Miletos'un güçlenmesi sonucu onunla ekonomik yönden rekabet edemeyince de önemini yitirmeye başlamıştır.

Roma İmparatorluğunun sonlarına doğru çevresindeki kentlerin ilgisinden tümüyle uzaklaşan Priene Bizans çağında yalnızca bir piskoposluk merkezi olmasıyla yetinmiştir.

Hellenistik çağın en güzel mimari yapıtlarını günümüze taşıyan bu antik kentte arkeolojik kazılara ilk kez (1895-1898) Carl Human başlamış ve öncelikle Athena mabedi üzerinde durulmuştur. Onun ölümünden sonra kazıları Th.Wiegand devam ettirmiştir. Başlangıçta Athena mabedine yönelik olan çalışmalar gün geçtikçe genişlemiş ve tüm Priene'ye yayılmıştır. British Society of Dilettani kazılarından sonra Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Wolf Koenıgs, Athena mabedi, Agora, Zeus MabediGymnasium ve yazıtlar üzerinde çalışmalarını sürdürmüşlerdir.

Antik Çağ'ın en büyük tarihçilerinden olan, aynı zamanda Tarihin Babası olarak bilinen Heredot ise, kitabında Priene için şöyle der ; "Panionion'da toplanan Iyonlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altına ve en güzel iklime sahip yörede kurmuşlardır. Güneyden baslayarak ilk kentleri Miletos'dur; hemen sonra Myus ve Priene gelir. Gerçekten de Milet, Didim ve Priene Antik Kentleri'nin yeraldığı bölge, Anadolu'nun en güzel bölgelerinden birisidir.” Günümüzden 2000 yil önce Söke Ovası tamamen bir deniz, Bafa Gölü de bir koy şeklindeydi. Bu denizin kenarında Antik Çağ'in en güzel kentlerinden birisi `Priene' yer alıyordu. Priene' liler denizcilikle uğraşıyorlardı.

Priene'nin kelime anlamı "Hisar Yurdu" demektir. Priene Kenti'nin ilk önce nerede kurulduğu belli degildir. M.Ö. 494 yilinda Iyon Birligi ile Persler arasında yapılan Lade deniz Savası' na Priene'liler 12 gemi ile katılmışlardı. Savaş sonunda lyon donanmasi yenilgiye uğrayınca Milet ve Apollon gibi Priene Kenti de yakılıp yıkıldı.
M.Ö. 350 yıllarına doğru kent yeniden bugünkü yerinde inşa edildi. Miletli ünlü şehirci mimar Hippdamos' un, kendi adıyla anılan “Hippodamos Plani” na göre yeniden yapılan bu kent, arkeolojide Hellenistik Çağ'ın en güzel kentlerinden biri olarak bilinir. Kentin Naulochos adında bir limanı olduğunu belgelerden biliyoruz ama bu limanın yeri henüz belli değildir.

Helenistik dönem boyunca şehir Ptolemaic ve Seleucid Krallıklarının ve Pergamum Krallığı'nın yönetimi altına girdi. M.Ö. 133'de Pergamum Kralı II. Attalus'un ölümünden sonra toprakları kendi isteğiyle Roma'ya eklendi ve böylelikle Priene Roma egemenliğine altına girdi. Bizans döneminde şehir piskoposluktu. Bulgular İmparatorluğun çöküşüne kadar yerleşimin devam ettiğini kanıtlamaktadır. Bu dönemin sonunda ise, Priene tamamen terk edilmiştir.
 
Neapolis (Scala Nuova) Antik Kenti

Kuşadası'nın 1 km.güneyindeki Yılanca Burnu denilen ve denize doğru çıkıntı yapan kara parçası üzerinde idi.
Hellen dilinde “Yeni Kent” anlamına gelir. Anadolu'da Neapolis sözcüğü ile bilinen başka kentler de vardır. Bunların başında Bursa'da, Karadeniz'deki Ponus yöresinde, Dağlık Klikia'da, Karia'da, Psidia'da, Galatia'dakiler gelmektedir. Strabon ise buradaki Neapolis'e şöyle değinir:

“ ..Sonra önceleri Neapolis gelir. Şimdi burası Samoslularındır ve burasını,daha yakın olduğu için Marathesion ile değişmişlerdir.”

Günümüzde Kuşadası yerleşim alanı içerisinde kalan Neapolis'in ismi ilk defa Ephesos yönetiminde bir kent olarak duyulmuştur. Neapolis çoğu kez de Marathesion ile karıştırılmış, bazen her ikisinin de aynı kent olduğu düşünülmüştür. Neapolis ile Marathesion'un birbirine çok yakın iki ayrı kent olmaları çok daha mümkündür.

Pauly Wissowa, “Marathesion önce Sisamlılara ait küçük bir kent olup,Ephesos ile Neapolis arasındadır. Sonradan bu kenti Sisamlılar kendi bölgelerine daha yakın olan Ephesos'luların Neapolis'i ile takas etmişlerdir” diyerek konuya açıklık getirmiştir.

Ayrıca Kiepert 1890 tarihli haritasında da Kuşadası'nın güneyinde Neapolis'in yerini işaret etmiştir, Ardından 1911'de yapmış olduğu diğer bir çalışmada da Neapolis'i bugünkü Aslan Burnu'nun olduğu yerde göstermiştir. W.M.Calder ile George E.Bean de aynı konuda birleşmişlerdir.

İlk Çağdan günümüze yapı kalıntıları gelemeyen Neapolis,Hellenistik çağda liman kenti olarak en yüksek konumuna gelmiştir.

Kent Orta Çağda sönükleşmiş, Venedik ve Cenevizlilerin yöreye hâkim oldukları yıllarda yine gelişmiş ve buradan Scala Nuova (Yeni İskele) olarak söz edilmiştir.

Çok daha sonraları buraya uğrayan Evliya Çelebi Seyyahatnâmesinde buradan şöyle bahseder:

“Kuşadası limanında bir küçük adacık vardır. Bir yalçın kaya üzerinde yuvarlak sağlam kaleciği vardır. Etrafı yüz adımdır. Kırk neferleri, on balyemez topu vardır. Kuşadası denilmesinin sebebi her sene bu adacığa yüzbinlerce kuş gelip ziyaret etmesindendir. Tılsımlı bir adadır.”

Günümüzde Evliya Çelebi'nin bahsettiği Güvercin Adası'nın kara ile arası doldurulmuş ve ada yarımadaya dönüşmüştür. Yöre Osmanlı döneminde de önemini korumuştur. XVI.yüzyılda Barbaros'un yaptırdığı cephanelik, Öküz Mehmet Paşa'nın kervansarayı, Kaleiçi Camii ve hamamının da ayrı bir önemi vardır. Özellikle Kervansaray adayı koruyacak kale biçiminde yapılmıştır.
 
Amyzon Antik Kenti

Amyzon, Aydın ili, Koçarlı ilçesine bağlı Mersi Beleni ile Akmescit köyleri arasındaki Asar Tepe'nin üzerindedir.
Amyzon, eski Hellen dilinde herhangi bir anlamı bulunmamaktadır.

Prof. Bilge Umar'a göre bu isim Karia veya Luwi dilinden gelmiş, Hellen ağzında da çarpıtılmış bir sözcüktür.

Amyzon'un ne zaman ve nasıl kurulduğu konusunda bilgilerimiz çok yetersizdir. Strabon ve diğer İlk Çağ tarihçileri kentin sadece ismine değinmekle yetinmişlerdir.

Kentin çevresinde bulunan bazı yazıtlardan da Amyzon'luların M.Ö. 300 yıllarında Mısır'a egemen olan tolemaios'a sonrada Seleukos'lularla yakın ilişki kurmuşlardır. M.Ö. 203 de de III.Antiokhos,Amyzon'a bazı haklar tanımıştır.

Kentin günümüze surlarından başka hiçbir kalıntı gelememiştir. Surlar 7 m. yüksekliğinde, 2 m. kalınlığında dikdörtgen taşlardan M.Ö. 300'lerde yapılmıştır. Yazıtlarda sözü edilen Appollon ile Artemis'in ortak mabedinin taşları çevreye dağılmıştır.

Surların güneyinde,üzeri kemerli on yer altı hücresi dikkati çekerse de neye ait oldukları da anlaşılamamıştır. Bunun depo veya sarnıç olması düşünülürse de kesin değildir.
 
Arpasa Antik Kenti

F7pez.webp

Arpasa, Aydın ili Nazilli-Bozdoğan yolu üzerindeki Arpuz köyünün yamacındadır.
Arpasa Hellen dilinde anlamı olmayan bir sözcüktür. Büyük olasılıkla da Luwi veya Karia dilinden gelmiştir.
Kentin tarihi ile ilgili bilgilerimiz hemen heme hiç yoktur. Yalnızca M.Ö.229-228 yılları arasında Pergamon kralı Attalos’un Seleukosluları yendiği savaş Arpasos ırmağı kenarında yapılmıştır. Roma çağında kent sikke bastırmıştır. Bu sikkelerin üzerinde ırmak tanrısı Arpasos’un, Zeus’un, Athena’nın ve Apollon’un resimlerine yer verilmiştir.

Arpasa’dan günümüze surla dışında başka bir kalıntı gelememiştir. Büyük bir olasılıkla birçok yerde olduğu gibi buradaki taşlar da sökülerek başka yerlere taşınmış olmalıdır.
 
Geri
Top