Bir Yaşama Yayılacak Kadar Yaşanan Mutluluk

arz-ı hal

şşşşştttttttt
Özel üye
Sevinç artığı bir gülümseyiş

Cumbalı tahtalı evler.

Rutubetten küflenmiş duvarlar.

Yağmurun çürüttüğü pencere pervazları.

Kül tablasında yarım bırakılmış bir sigara.

Köşede külle ovulmuş mangal ve cezve.

Odadan taşlığa sızmış, sırılsıklam bir karanlık. Akşam iyice çökmekte..

Kapı önlerinde itişen, üç numara tıraş olmuş çocuklar. Sümükleri dudak üstlerinde kurumuş, toz, kir içinde. Giyitleri özensiz. Eski, yıpranmış.

Kırık saksılarda fesleğen ve sakız sardunyaları.

Annemin bakışları boşluğa dalıp gitmiş. Bıçak parmağımı sıyırmış oynarken. Kurşun kalemin sarı defter sayfalarında sürüklenişi. Sandalyenin köşesine büzülüyorum. Kendimi daha bir yalnız hissediyorum nedense.

Ablam çay demlemiş, mutfaktan geliyor. Annemin yanına oturuyor. Dantelini alıyor eline. Tığ yere düşüyor.

Belgin kristal kadehi yere çalıyor. Onlarca parçaya bölünüyor kadeh. Kum gibi dağılıyor cam taneleri…

Kuzine küçük çıtırtılarla yanıyor.

Civanbaht Neriman alkol bulaşığı kahkahalarla gülüyor.

Duvarlarda kireç badananın üzerine yapışmış fırça kılları.

Tersine çevrilmiş, telleri rüzgardan kopmuş lacivert şemsiye.

Kardeşimin yüzünde sevinç artığı bir gülümseyiş.

Orta birinci sınıfın yaz tatilinde ayakkabı tamircisi Mesut Usta’nın yanında çalışmıştım. Yıpranmış, delik deşik olmuş ayakkabılar bırakılırdı dükkana. Bir süre ilaçlı suda tutulurdu kunduralar. Suyu iyice emen deri salardı kendini. Sonra kalıba konan ayakkabıya yeni kösele takılırdı.Yarım pençe, isteyenlere tam pençe işlemiydi bu.

Çarşının taa öteki ucunda sayaç vardı. Köseleyi dikerlerdi orada. Sarı, uzayan, genzi biber gibi yakan bir yapışkan kullanılırdı. Derby’di adı. Bol bol, fırçayla sürülürdü ayakkabın tabanına. Sayaca giderken yolda bir Çamlıca gazozu alır, içerdim .Bazen de simit.

Uzun ve sıcak bir yazdı. Kavuran !

Her cumartesi iş bitiminde Mesut Usta haftalığımı verirdi. Ertesi gün, kendime ayırdığım küçük bir tutar hariç, tüm paramı annemle gittiğimiz pazarda evin ihtiyacı için harcardık.

Vize’de kendimle baş başa kaldığım, çekirdeğimi yediğim gizli bir sığınağım vardı.

Kimse bilmezdi orayı. Bana aitti. Büyük bir kayalıktı. Yosunluydu. Kaygandı.Yaş ağaç kabuğu, ıslak ve çürük toprak kokardı.

Seneler sonra o kayalığa gittim yine. Şaşırmamak elde değildi. Çocukken koskoca sandığım kayalık meğer boyum kadarmış ancak.

Özgürce, kahkahalarla gülmedim hiç. Gülemedim. Büyüklerin yanında, hele ki babanın yanında gülünmezdi. Gülmek yasaktı, içlenmek, kendini sürgünlere yazgılanmaksa serbest.

İzmit’e yedi kilometre mesafede Kullar Köyü’nde göreve başlamıştı ablam. İlkokul öğretmeniydi. Sene 1975.

En büyük eğlencem bir arkadaşımla eski çuvalı dereye atıp, tıpkı ağ gibi kullanıp dere balığı yakalamaktı o köyde. Tuttuğumuz balıkları evde plastik leğende yaşatmaya çalışırdım ama en çok bir gün dayanabilirlerdi.

Kendimden geçerdim balık yakalarken. Zaman dururdu sanki. Bahçede civciv beslerdik. Cebimde hep mısır olurdu güvercinlere vermek için.

Dört beyaz tavşanım vardı. Zıpır, Zıpzıp, Mercan ve Tombik. O zaman okula giderken kasket takardık. Sahi ne tuhaftı o kasketler ? Neden icap ederdi ? Bir örnek olmak, kayıtsız koşulsuz boyun eğmek…

Sınavım iyi geçmiş, hele dokuz filan almışsam sözlüden, Pazar öğleden sonraları kendime ödül verir lahmacun yerdim. Eğer iki yazılıdan da aferinli notlar aldıysam menüde kola ve iki lahmacun olurdu.

Susuyorum. Susuyoruz. Sessizlik dakikalarca sürüyor. Gözünün ta içine bakıyorum. Renk vermiyordu.

“ Haklıydın” diyor sigara paketine uzanırken. Sesi bıkkın. Az önce bakışlarında bir şeyler oldu.Bir pırıltı.Kaygı mıydı ? Nefret de olabilirdi.Belki de şehvet..çok çabuk yanıp söndü o pırıltı, ama fark ettim.

Birlikte asıldık dakikalara. Geçmesin, süre bitmesin, diye.

Elleri ellerimi buldu.

Soluğunu yüzümde, içimde duydum. Bütünleşemiyorduk. Parçalarımız yitikti. Her an yeni bir parçamızla yüzleşiyorduk.

Saatine baktı. Sabahın beşiydi.

İşte yine başladı. Ansızın. Durup dururken. Adımlarını daha sıklaştırdı hızlandırdı. Her adımda sesi daha da yükseliyor gibiydi;

Masada Gelincik sigarası. Koridora yayılan anason kokusu.

Hüzünle, kararsız sevinçlerin o dantelli sınırında buluverdim kendimi. Küçük mandalı çevirip, teldolabın kapısını açtım. Zeytin yağlı fasulye tabağına uzanacaktım, vazgeçtim.

Annem ispirto ocağında kabak ve biber kızartıyordu.

Radyoda saz eserleri. Birazdan beraber ve solo şarkılar.Şef , Tülin Korman.

Çamaşır leğeni içindeki çivitli ve bol köpüklü su. Durgun. Kımıltısız.

Çinko yağmur saçakları yıpranmış, yosun yürümüş çoktan.

Sıvaları dökülmüş merdiven boşluğu.

Güneş sararığı patiska perdeler.

Akşam içime dökülüyordu. Kendimi gözyaşlarımda arayabilirdim artık. Kendimi hiç bulamayabilirdim de.

Karma aşısı olmuştuk. Aşım tutmuş olmalı ki, ateşim yükselmişti. Boğazımda ağrıyordu. Kirpiklerime kadar terlemiş olmalıydım. Kardeşim mızıklanıyordu. Annem duymazdan geliyordu onu.

Paris damgalı, tek satırlık, adressiz mektubunda Madam Bovary intihar edeceğini yazmıştı. Şaşırmamıştım, doğrusu. Madam Bovary'de tıpkı Madam Karenina gibi ölümü seçmeliydi.

Hayır, sevgilim filan değildi Emma Bovary. Çocukluk aşkım sadece Aliki'ydi. Kısa pantolondan uzun pantolona geçmiştim henüz. Aliki Vize'deki yazlık bahçe sinemasından çıkıp düşlerime girdiğinde.

Karşı sokakta kırık camlarıyla üç katlı metruk bina korkutuyordu beni.

Balkonlardan sarkıtılmış çamaşırlar.Renk renk..savruk.

Güllaç beyazı bir duman sızardı kuzinenin kapağından.

Babam kışlık tatsız kavun ve peynirle yudumluyordu rakısını.Yüzüme baktı.Belki de tam o an bana, bir şeyler söylemeyi düşündü.

Annem Emma Bovary'nin mektubu uzattı. Öyle üstüme üstüme, gözüme gözüme uzattı. Şaşkındım. Hiç beklemiyordum o mektubu bulacağını .Yastığımın altına gizlemiştim oysa.

Ablam perdeyi çekti.İçerisinin tatlı sarı ışığı çoğaldı giderek.Kolum ağrıyordu.

" Aşısı tuttu bu defa" dedi babam.

Okkalı bir küfür savurdu Nusret dayım. Sarhoş ıslığında hep o şarkı: " Mavi nurdan bir ırmak..gölgede bir salıncak.."

Naylon jarseden pembe geceliği, oksijenle sararttığı saçlarıyla Necmiye kadeh tokuşturdu karanlıkta. Madam Mıgıryan'ın randevuevinde sermaye oluşunun onbeşinci yıldönümüydü.

" Güzelsen aldırmazsan işin kolay.Güzelim, e boşta veriyorum.." diye fısıldadı kulağıma.

Vişne çürüğü ruj sürmüştü..kalın ve yağlıydı ruju. Kasap tezgahında yeni doğranmış çiğeri andırıyordu. Midem bulandı. Altın Damlası kokuyordu teni. Bir şişe rakıyı bitirdiğinde alkol ancak kesiyordu Necmiye\'yi. İşte ancak o saat sarhoşlamaya başlıyor, dili peltekleşiyordu. Laf atıyordu sağa sola. Bileğinde taze jilet izleri..

Blömarin kolej önlüğünün göğüs kısmına bastırarak tuttuğu okul kitaplarıyla yokuştan rüzgar gibi iniyordu Aliki. Ben Orhan Günşiray'dım artık. Aliki hızla gibi koşuyordu ben de arkasından.. ılık ılık bir romantizm doluyordu içime.

Ağlamak bazen ikrardı..ve Aliki, Nubar Terziyan beyin kolejli kızı Aliki ağlıyordu. Kurumuş gibiydi dudakları, unutulmuş gibiydi.Gözbebeklerinde tuttuğu gülümsemeyi bırakıverdi.

İşte tam o anda Kavafis'in dizeleri girdi aramıza:

"Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.Bu şehir arkandan gelecektir.Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın/ Aynı mahallede kocayacaksın./Aynı mahallede kır düşecek saçlarına/ Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda, başka bir şey umma./ Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol hiç yok./ Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte/ Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.."

Sabahın alacasında eve döndüğümde birden hatırladım. Tavşan Tombik ölmüştü. Kırmızıya çalan pembe gözlerine bulanık bir perde inmişti.. soğuktu…kaskatıydı. Tüyleri bile sertleşmişti sanki.

Tarçın kokan bir ölümdü bu.


Cemal Türker

" teşrin fırtınası “ Yazarı
 
Geri
Top