Sağa Çektim Bekliyorum
Şizofreni zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır. Biyolojik ve genetik faktörlerin yanı sıra, özellikle eğitimde tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu.
Bu delikanlı o noktaya gelinceye kadar neler yaşamıştı kim bilir? "Ben iyiyim doktor abi, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim bekliyorum."
Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde. On sekiz yaşındaydı. Şizofreni hastasıydı. Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bir bakış yer değiştiriyordu. Çocuk gibiydi tavırları. Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz, saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine birşeyler konuşup gülüyordu.
Ama gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü tekrarlayıp duruyordu :
"İyiyim ben iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."
Şizofreni biyolojik ve genetik faktörlerin yanı sıra, dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu. Bu noktaya gelene dek neler yaşamıştı kimbilir?
Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği tokattı. Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim işte sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.
Babasının asabi olduğunu, bazen işten eve gergin geldiğini, o yüzden ufak şeylere sinirlendiğini, aslında iyi bir insan olduğunu, zamanla annesinden öğrenmişti. İyi de kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası : "Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum"demiyor muydu?
Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki? Bazen aslan oğlum, akıllı oğlum derdi babası kendisine bazen de salak, haylaz. Ne zaman, nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini kemiriyordu. Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki?
Annesi babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı. Devamlı peşinde dolaşır, hasta olacaksın der, başka bir şey demezdi. Bu aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini, dövmüyordu ya, yetebilirdi bu. Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama olsundu.
Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira. Ama maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu. Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani. Annesinin hoşlanmadığı bir şey yaptığında: "Seni doğuracağıma taş doğursaydım" sözünü sık sık duydu.
Bir gün dayanamayıp: "Acaba benim gerçek annem - babam siz değil misiniz?" sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle, "Saçmalama salak" diye bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu?
Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir, yanlarına gidince susarlardı. Bir şey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden anlatmazlardı ki. Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık.
Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyif biraz yerine gelirdi. Ana baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden bizbize iken böyle davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik.
Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu. Anne - babasının evde, keltoş, dedikleri komşu, evlerine misafir olduğu bir gün ona, "keltoş" diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle diyorlardı o zaman? Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu.
"Yine mi o gıcık tipler geliyor? / Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz. "
"O Ayten de çok saçmalıyor canım / Haklısın Aytenciğim çok haklısın "
"Keşke evde yok deseydin. / İnanın çok özlemiştik."
Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun kuralı acaba neydi?
İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de bazen de öfkeyle bağıran asık suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka.
"Gelecek sizin elinizde. / Siz haylazsınız".
"Okuyup büyük adam olacaksınız. / Adam olamazsınız siz. "
"Bu ülkenin umudu sizlerde. / Sizi her gün dövmek lazım."
"Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı. / Aptallar!"
Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk'ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve hep.
Beden eğitimi dersinde bile: " En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet yarattı."
Ama Hüseyin dedesinden: "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur" diye öğrenmişti.
Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük Atatürk mü" diye sordu. Öğretmen ona ters ters baktı ve:
" Böyle saçma soruları bir daha sorma, fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl korunacaktı?
İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında öğretmeni yanlarına yanaştı: "şöyle bir soru gelece cevabı da şu" diye fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen: "beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?"diye bağırınca, kafası iyice karıştı.
Bir gün birisi " Bunlar kamera şakasıydı" diyecek diye bekliyordu. Ama ya değilse? Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse!
Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep: "Susun çok konuşmayın bakayım" derdi. Ama lisede öğretmenler: "Niye aval aval bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar
yüzünden bu millet geri kaldı" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı. Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla konuşmasına, annesi: " Hala çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu.
Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı. Kimse de ona, neler olup bittiğini doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip sustular. " Kızların şeyi var mı" sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla başbaşa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı. Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Nedense sırf bu alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona aşık oldu bile de denebilirdi. Ama bu kez de aşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden böyleydi ki?
Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza:" Seni seviyorum" demek geldi içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti. Tabii ki dayak yedi öğretmenden.
Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için kızın yanına gitti, özür diledi
ve: " Tamam seni sevmiyorum" dedi Ama kız buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı neler olup bittiğini. Şu kızlar da garipti doğrusu.
Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli abilerle gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı.
" Üf abi şu kıza bak, çok güzel."
" Hakkatten Hüseyin ne kız bee."
" Sana bakıyo oğlum, asıl şuna."
" Yok abi şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali abi?"
Değildi maalesef. "Daha hoş" deyip laf attığı kız, Ali abinin kız kardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin ablası ya da kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına kim nerede laf atıyordu?
İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu. Çok kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla çıkmaları iyi değildi. " Kaşar" damgasını yerlerdi. Peki o zaman erkekler kiminle çıkacaktı ki?
Mesela kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince, "Aslan oğlum" diyen bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyametler kopardı. "Bu tutarsızlıklar beni deli edecek" diyordu içinden. Sonunu hissetmişti sanki.
Kur'an okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'an okumazlardı ama " Okumak lazım iyidir" derlerdi. " Okumak lazım iyidir " derler, ama okumazlardı. Normaldi artık bu çelişkiler, pek üstünde durmadı.
O, okudu etkilendi. Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi, sohbetlere gitti. Bir gün, anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü, ancak bir problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı.
" Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara pavyona da git Kur'an da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa."
"Nerede yazıyor bu denge baba?" diye sordu.
Babası sinirlenip işte burada yazıyor ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı.
Ağlamıyordu artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı. Kur’anı da namazı da bıraktı.
Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu. Spiker: "Şok şok! Şu rezilliğe bakın!" diye ekranı inletirken bir yandan da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları seyreder, hem de: "Tövbe tövbe! Başımıza taş yağacak, şunların yaptıklarına bakın" derdi. "Baba başka kanala geçelim" deyince de, "Biraz bakalım canım meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor bilmek lazım" diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.
Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini öğrendi, nasıl olacaksa?
Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki köşe yazılarını okumaya başladı. Bir çok şey öğrendi, özellikle dış politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü.
Yok hayır biz en üstündük. Sadece biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en akıllı bizdik.
Bu millet adam olmazdı. Biz batılıları seviyorduk ama onlar bizi sevmiyordu.
Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar gibi olmalıydık yine de.
Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de. Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik. Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden korksunlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk biz onların. Korkmasınlardı bizden.
Araplar ise zaten oldum olası bizleri sevmezlerdi. Biz de onları hiç sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı.
Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından çıkmamaya başladı. Hayallerle avundu. Hayallerinde her şey netti, kontrolü altındaydı. En iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı ki?
Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere baş vurdu. Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu işe alınmadı. Babası öfkelendi: " Bu torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil. Ama bize yapılınca iyi oluyordu.
İş yerinde bir kıza aşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin'i sevecekti mutlaka, hatta seviyordu galiba. Zaten iş yerinde sudan bir sebepten bağırmıştı ona, tıpkı küçükken
annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz, mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun.
Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık etekler giyiyordu. Otururken de görünmesin diye habire çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi.
Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama giyimini değiştirmedi.
Sonra bir gün yazın onun plajda bikiniyle dolaşıp erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi.
" Nasıl yani!"
Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve
huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden, hayat yolunda sağa çekmişti. Bekliyordu.
" Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor abi, çok iyiyim ben. Sağa çektim bekliyorum!"
[alinti]