• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Göçebe Türklerin Uygarlığa, İslam'a katkısı olmadı mı?

Türk grup davranışının önemli bir bileşenini oluşturan ve modern zamanlarda halen de Türklerin davranışını belirleyen göçebe psikolojisi üzerinde çalışmalarımı, iki haftadır haber10 okuyucularıyla paylaşıyorum. Geçen hafta Türklerde halen süren göçebe psikolojisinin üzerine yükseldiği maddi anatomiyi net olarak ortaya koyabilmek açısından, Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Türklerin de ne ölçüde ve nasıl yerleşik hale geldiklerinin kısa bir hikayesini vermeye başlamıştık. Buna devam etmeden önce, yazılara gelen çok ciddi katkı ve eleştiriler üzerinde durmak isterim.


Öncelikle Türklerin halen süren göçebe psikolojisine verdikleri örneklerle katkıda bulunan arkadaşlarımıza çok teşekkür ederim. Bu çalışmaların yapılma nedeni, Türklerin halen göçebe psikolojisinden nasıl etkilendiklerini gösterebilmek içindir. Ama henüz bu etkilerin neler olduğunu tartışmaya gelmedi sıra. Sanıyorum bu konuları konuşmaya başladığımızda arkadaşlarımızın bu katkılarından çokça yararlanacağız.


Göçebe psikolojisinin süren etkilerini ele alan bu yazılarda, konuya doğrudan odaklandığımızda, bizim diğer alanlardaki görüşlerimizi bilmeyen arkadaşlarımızdan eleştiriler alacağımızı tahmin ediyorduk. Genel olarak uygarlık ve Türklerin uygarlık(lar)la ilişkisi ve uyarlık(lar) karşısındaki konumu üzerine başka yerlerde ileri sürdüğümüz görüşlerimizi enine boyuna burada ortaya koymayınca, bir arkadaşımız haklı olarak şunları düşündüğünü söyledi:


“Selçuklu ve Osmanlının kurucu unsuru olan Türklerin, davranışlarında göçebe psikolojisini taşımaları; kas gücüne dayanan dayanıklı savaşçılar olarak iktidarı ellerinde tutmaları; buna mukabil, kentli Farisi-Grek-Ermeni nüfuzu karşısında itilmişlik duygusunu yaşamaları ilginç konular. Fakat Dücane Cündioğlunun, "İslam dünyasının merkezi" olarak nitelendirdiği, Selçuklu - Osmanlı coğrafyasında Türklere biçilen bu konum, kurucu unsurda sadece kası, savaşı, mücadeleciliği vurgulamak anlamına gelmez mi? 12. yy.dan sonra, İslam dünyasında kayda değer bir gelişme olmamış diyen müsteşrike hak verilmiş olunmaz mı?”


Bu soruya cevap verebilmek için genel olarak uygarlık ve Türklerin uygarlık(lar)la ilişkisi ve uygarlık(lar) karşısındaki konumu üzerindeki görüşlerimizi ortaya koymamız gerekir. Braudel gibi uygarlık tarihçilerine göre, Türklerin kendine özgü bir uygarlıkları yoktur; onların bu açıdan tarihteki rolleri uygarlıklar arasında aracı olmaktır. Türklerin kültürler ve dinler karşısında fanatik olmamaları, her türlü uygarlığı kolayca benimseyebilmeleri gibi özellikleri bu rollerini pekiştirmektedir. Uygarlıklar arasında aracı olma rolü, küçümsenecek bir rol değildir, hatta tam tersine “Türkler olmasaydı, uygarlıklar arasında etkileşim olmazdı, uygarlık tarihi olmazdı” denebilir. Benim uygarlık tarihçilerinin bu görüşlerine ilave olarak söylemek istediğim şey, henüz tam olarak başaramasalar, sentezcilikle yetinseler bile Türklerin tüm tarihleri boyunca kendi özgün uygarlıklarını oluşturmaya da giriştikleridir. Sürecin yönü bu doğrultudadır. Türklerin, mimari, şiir, musiki gibi alanlarda her zaman kendine özgü bir uygarlığın temelleri var olmuştur. Türklerin kendilerine özgü uygarlık kurmaya yatkınlıkları, İslam’la karşılaşmalarından sonra ayan beyan görülen bir olgudur. Öyle ki İslam’la ilk toplu karşılaşmaların olduğu coğrafya olan Maveraünnehir’de İslam düşünce külliyatına, mimarisine, müziğine Türk soylulardan çok önemli katkılar olmuştur. Türk tarihi açısından İslam olmanın heyecanıyla yerleşik yaşama ve uygarlığa yönelmenin ayırt edici biçimde kendini gösterdiği bu döneme “Maveraünnehir Aydınlanması” dense, yeridir. Müslüman Türklerin yerleşik ve uygar olma çabaları, yöneticilerin bazı aymazlıklarına rağmen Anadolu’ya geldikten sonra da, kendine özgü bir rotada sürmüştür. Selçuklu ve Osmanlı Türkleri, İslam uygarlığına Arap, Fars, Bizans parçalarından oluşan senteze dayalı katkılar yapmışlardır. Katkılar pek doğal olarak düşünce ve bilim alanında değil, devlet yönetimi, askerlik, mimarlık ve İslam sanatı alanında olmuştur. Pek doğal olarak diyorum çünkü Türklerin yıkılmakta olan İslam dünyasındaki misyonu, onu korumak ve kollamaktır. Ayrıca tüm uygarlıklara düşünce alanındaki katkılar kuruluş ve gelişme döneminde yapılır, bir süre sonra kötü-ünlü Toynbee’nin zeolitleşme (taşlaşma) dediği durum ortaya çıkar. Örneğin modern uygarlık en önemli düşünürlerini Aydınlanma döneminde vermiş daha sonra kendini tekrarlamaya başlamıştır.


Bu senteze dayalı uygarlık, Batı modernleşmesinin meydan okumasına cevap verememiş, yenilginin külleri arasından yeni bir uygarlaşma umudu olarak Türkiye Cumhuriyeti ile çıkılabilmiştir. Dünyada modern uygarlığın krizinden söz ettiğimiz şu sıralarda Türklerin uygarlıklarla ilişkilerindeki bu muazzam nitelikleri, yeni bir uygarlık için dikkatlerimizin onlara çevrilmesine neden olmaktadır. Kaldı ki Türklerin savaşçı nitelikleri de uygarlık(lar)la ilişkileri açısından küçümsenemez. Onların savaşçı nitelikleridir ki, onları İslam dünyasını kılıcı, koruyucusu haline getirmiştir. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı dönemi, muhtemelen Türkler olmasaydı, kaybolup gidecek olan İslam dünyasının yeniden şahlandığı, İslam uygarlığına muhteşem katkılar yapıldığı dönemler olmuştur. Türklerin İslam’a girişleriyle ortalığın karıştığını ve İslamiyet’in safiyetinin bozulduğunu, dolayısıyla İslam dünyasının şimdiki geriliğinden Türklerin sorumlu olduğunu öne sürüp duran Arap kökenli İslamcılar, bu çirkin iftiralarını Türkler olmasa yitip gidecekleri gerçeğine gözlerini kapayarak yapmaktadırlar.


Haçlı Seferleri’yle ilgili tarihçiler arasında yapılan şu tartışma, Türklerin uygarlık(lar)la ilişkisi ve uygarlık tarihindeki rolü konusunda oldukça ışık tutucu olabilir. Tarihçi Jacques Pirenne, Haçlı Seferleri’nden söz ederken Batı uygarlığının dünyaya yayılışını Türklerin dokuz yüzyıl geride bıraktığını söylemektedir. Ona göre, eğer Türkler tarih sahnesine karışmış olmasaydı Batılılar, çok daha önce Avrupa-Hint yolunu açmış ve büyük keşifler 900 yıl önce başlamış olacaktı. Bu tezin tam aksini savunun Şemsettin Günaltay ise I. Tarih Kurultay’ında, Türklerin İslam uygarlığını savunması olmasaydı, bu uygarlığın 9 ve 10. yy.da yıkılacağını, 9 ve 13. yy.lar arasında Ortaçağ karanlığında yaşayan Batı’ya İslam uygarlığının eserleri aktarılamayacağı için Rönesans’ın ortaya çıkmayacağını ileri sürmüştür. Bu tezlerden hangisi doğrudur bilinmez ama her iki tarihçinin de hemfikir olduğu konu, Türk faktörü işe karışmadan önce yakın-Doğu barajının pek gevşek olduğudur. Bu nedenle Hilmi Ziya Ülken de, Türkler olmasaydı, pek rahatlıkla bu gevşek yakın-Doğu’ya yarı barbar Avrupalıların yerleşeceklerini ama kurulan Haçlı devletlerinde gördüğümüz gibi buralara kültür bakımından pek bir katkı getirmeyeceklerini bildirmektedir. Tam tersine Haçlılar Ortadoğu’dan bir şeyler almışlardır. Türklerin koydukları blok, çeşitli nedenlerle taşmak zorunda olan Avrupa’yı başka yollar bulmaya, yeni kıtalar keşfetmeye sevk etmiştir.


Türklerin uygarlık tarihindeki rolünü, bunun gibi, Bizans, Sasani, Hint, Çin arasındaki işlevlerinde de gösteren birçok başka örnek verebiliriz. Hasılı kelam, Türkler olmadan uygarlık tarihi olmazdı diyebiliriz. Her neyse, bir başka tartışma noktasına geçelim.


Yazılarımızın ortaya çıkardığı tartışma noktalarından birisi de, göçebe Türklerin yerli halkla ilişkisi sırasında, tarihçilerin kaydettiği, gözle görülür bir mukavemet ve muhalefetin olmadığıdır. Elbette bu uzun yıllar boyunca Anadolu coğrafyasında pek çok savaş ve gerilim yaşanmıştır. Özellikle Selçukluların Moğolların denetiminde olduğu zamanlarda Ermenilerin Moğollarla işbirliği neticesi ciddi kargaşalar görülmüş, Moğol-Ermeni işbirliğine karşı başta Karamanoğulları olmak üzere uçlardaki Türkmenler Memlüklülerle ittifak kurmuş ve durmaksızın savaşmışlardır. Yine aynı şekilde Babai isyanlarında ilk göç dalgasıyla gelip yerleşen Türklerle sonran gelen Türklerin arasındaki yer bulma kavgasının rolüne birçok tarihçi değinmektedir. Tüm bunlar vardır ama bunlara rağmen yerlilerle göçebelerin ciddi bir çatışması olduğundan bahsedilemez. Her biri, birbirleriyle karıştırılmaması gereken farklı olgulardır. Türklerin Anadolu’yu yurtlaştırmaları sürecinde bunlara benzer, örneğin yerlilerin Müslümanlaşması (Türkleşmesi) ya da tersine Türklerin Hıristiyanlaşması gibi daha birçok konu vardır. Ama bunların tartışma yeri burası değildir. Biz Türklerin göçebe geçmişlerinin bugün psikolojilerine olan etkisini konuşuyoruz. Türklerin Anadolu’ya yerleşme süreçlerini bu açıdan ele alıyoruz ve hemen ardından göç psikolojisinin görünen özelliklerini anlatmaya çalışacağız.

Erol Göka
 
Top