• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Günde bir sayfa okurmusun :?

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
güzel dostlar buraya actigim sayfaya sayin_ Kelimelerin Sihirbazı_yazar arkadasimizin musadesiyle her gün yazacagim
dizi gibi sayfalar yayinlayacagim
her gün dedim cünki sizlerin her gün en az bir sayfasini okumasini cani gönülden istiyorum
yazarimizin ilk sayfasindan son sayfasina kadar
olan bütün orjinal sayfalarini degistirmeden yayinladigimda sizlerinde zevkle okuyacaginda adim gibi eminim
o halde buyrun zevkle okuyun
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
Kitabin ismi DOH
ESERİN KISA ÖZETİ

*************************


ECHELON'u delme ve dinleme becerisine sahip bir HACKER

**********************************************************************

1) ECHELON, dünya medyası ve populer kültürde AUSCANZUKUS olarak bilinen;
Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından imzalanan;
UKUSA anlaşmasına dayalı bir istihbarat sinyalleri toplama ve analiz ağı işletimini açıklarken kullandıkları isimdir.

Günümüz (NSA) Ulusal Güvenlik Dairesi, (National Security Agency) yani ABD'nin en çok istihbarat toplayan teşkilatının geçmişteki halidir…

ECHELON dünyanın gözleri ve kulaklarıdır.

Elektronik-Digital istihbaratın en gizli ve en fazla konuşulan sistemidir. Dünya yörüngesinde dolanan 5 stratejik uyduyu kullanır, ve her uydunun da yeryüzünde iletişim halinde olduğu bir istasyonu vardır. Takviye olarak 100'den fazla küçüklü büyüklü uydudan da veri alınabilir.


Bilgisayar - Telefon - Cep Telefonu - EPosta - Faks ve Telefaksları dinlemek ve izlemek için okyanus altındaki iletişim hatları dahil, herşeyi "her an" kontrol altında tutuyordu sistem.1998 - 2000 yıllarında, dakikada 2 milyon - günde 3 milyar telefon görüşmesini izleyip dinleyebiliyordu ECHELON. Bilgisayarlar arası yazışmaların da takip edildiğini söylemeye gerek yok. Dinlenen herhangi bir kişinin dünya üzerindeki net koordinatlarını da, yani evinizin adresini de tespit edip kayıt altına alabiliyordu…



2) "Kadın nedir ?" sorusuna; yanıtları;
onun bütün "dişilik ve doğurganlığıyla" hep bir adım "ayrı" oluşundan dem vurarak; "akıl almaz biçimde eril ve güçlü" oluşuyla, "kendini tek hamlede tüketebilecek derecedeki zayıflığını" tam manasıyla dile getirebilecek, "edebi ve felsefi" anlatım gücüne sahip mükemmel bir HACKER.



Öyle ki, kudsiyetleri ve heybetleri bakar bakmaz hissedilen, okuyanın ruhuna anında akseden, göğsü alabildiğine "doldurmuş" seslerle telaffuz edilmiş "Sihirli Kelimeler" tüm kitap boyunca nikah üstüne nikah tazeler maruz kalan her insanla…


3) Çoğu sanat eserinde cevabı aranan "İnsan Psikolojisi Nedir, Ne değildir?" sorusunu perişan eden HACKER.



***
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{01}

**********



-Yıl 2029-

**************************



"GECE" DENİLEN ŞEY YANIBAŞLARINA UZANMIŞTI VE;

"GÜLÜŞLERİ BİRER MERMİ OLSA

SİLAHLARI MUHAKKAK TUTUKLUK YAPACAK OLAN" İKİ ADAMIN;

TAA "CEPLERİ GAZOZ KAPAKLI ÇOCUKLUKLARINDAN" BAŞLAYIP DA,

"DÜNYA ÜZERİNDEKİ YANLIŞLIKLARI DÜZELTMEYE KALKTIKÇA

ONLARA YENİLERİNİ EKLEDİKLERİNİN FARKINDALIĞINDAKİ"

ŞU İHTİYAR HALLERİNE GELİNCEYE DEK YAKMIŞ OLDUKLARI

"SÖZCÜK ÇIRALARINI"

BİRBİR SÖNDÜRMEYE DURDUKLARINI SEYREDİYORDU...

***


Ne zamandır uyuyordu, kestiremiyordu.
Daha doğrusu ne kadardır "şu sızmış haliyle" karavanın ortalık yerinde uzanmış yatıyordu?

Ve, yoldaş olsun diye küçücükken alıp da büyüttüğü Zeus, hangi cüretle kendi bölmesinden çıkmış, karavanın içine kadar girmiş, habire kolunu dürtüyordu.

Bir de Alman Kurt Köpekleri çok akıllı olur derler!

Al işte, yiyeceği fırçalara rağmen nasıl da uyandırmaya çalışıyor onu,
sözümona, "akıllı" bilinen şu ahmak!


"- Bir can dostu gerek bana o karavanda yaşarken" demişti cezaevinden çıktığında.

Karavanda yaşayacaktı bundan sonra ve köpeği de Alman Kurdu olmalı.

Çünki zekidirler.

Adını da Zeus koyacaktı.

Üniversite yıllarında tanıdığı kurt gibi.

O da çok zeki idi.

Güzel köpekti.

Hasan'ı gördüğü an fırlayıp ayağa dikilen ve peşine düşüveren, sevindiğini de elini yüzünü yalamak suretiyle ifade eden, ısırıverecekmiş gibi yapıp da asla dişlemeyerek aklınca oyun oynayan, Hasan ona kızmış - küsmüş - sinirlenmişse de gönlünü almak adına türlü şirinlikler eden, ve haksızlığa uğrayarak azarlanmış ya da tokatlanmışsa da "kalbi kırgın çocuklar gibi" boynunu büküp arkasını dönen, ve Hasan yatıştığında da özür mahiyetinde "-Gel ulan buraya kerata" deyip okşadığında sözleriyle, yılışarak yanında bitiveren bir "alman kurt köpeği" karavan yaşantısında kesinlikle ona eşlik etmeliydi…

Çare yok, sarhoşluktan balona dönmüş gözlerinden birini zar zor açtı Zeus'a fırça atmak için…

Uh! O da ne? Zeus'un günahını almış.

Çünki dürtüp duran o değil, bizzat kendisiydi...

Evet, kendisi!

Koluna hızla bir çimdik attı.

Karşısındaki "Ben" kaybolmuyor, ve canı da yandığına göre demek ki hayal değil!

"İyi de, nasıl ?" diye düşünemeden daha, konuştu "Öteki Ben" ve gözleri de olabildiğine kötü bir ışıkla parıl parıl parlıyordu :

- Kalk bakalım Hasan Efendi!

Azıcık laflayalım seninle bu gece!

Onun sesindeki hemen hissedilen otoriter tondan hafifçe bir rahatsızlığa kapılan Hasan :
- O, o, olur, diyebildi kekeleyerek.

"Öteki ben" birebir kendi mimikleri ve paradokslarıyla destekleyerek konuşmasına başladı.

Şaşkınlığını atamamış oluşunu bira içmeyişine bağladı ve ikisine de birer tane açtı Hasan.

Yorgun bir sesle sormuştu "Öteki Ben" :
- Pazarlık yapıp da birleşme kararı aldığımız geceyi anımsıyor musun?

- Hatırlamaz olur muyum, tabii ki hatırlıyorum.
Çünki dün gibi hala. Neden çıktın içimden, hani kalıcıydın?

- Sabırsız olma Hasan Efendi!
Sıradan Ölümlü (SÖ) olduğunu zırt pırt belli etme!

Hasan, ellerini yumruk yapıp kalçalarına dayayarak :

- Bak sen! Eh, öyle olsun bakalım, konuş hadi, dinliyorum!

Bakışlarında müthiş bir acı ve perişanlık sezilerekten sordu "Öteki Ben" içini derinden bir çekerek :

- Birlikteyken "güzel ve insana layık" bir ömür geçirdik mi sence? Bak 55 bitiyor ve neredeyse 56 yaşındasın. Son 30 yılımız, sana göre, Tanrı ve Nuhoğullarına yakışır biçimde geçti mi?

Hasan duraladı. Her iki gözü de sanki birer melanet kuyusuna dönüşmüş, ve tüyleri ürperten birer hareketli yuvarlak haline gelmişti :

- Yahu bir de karşıma geçmiş soruyor musun DoH? Mahvettin hayatımı o birleştiğimiz geceden sonra be! Öyle gaddar ettin ki beni; "iyilik" üzerine tek bir duyguyu bile hissedemedim içimde onca yıl.

Yaptıklarımın acısını bile çekemez - yaşayamaz halde geçti tüm ömrüm!”

Hafifçe gülümseyerek ve Hasan'ı temin edecek bir şekilde başını yavaşça sallayarak cevap verdi DevilofHacker :

- Sana bir sır vereyim mi? Birleşme gecesi falan yoktu ki!

Birkaç kez yutkunup, kurumuş ağzında dilini harekete geçirmeye çalışarak dedi ki Hasan:

- Saçmalama. O gece de şu anki kadar gerçekti ve sen beni içime girerek esir aldın.
Sen ki, sen de o "muamma" insanlardandın.

Yaşamındaki hiçbir şeyden hoşnut olmayan, yaratılış hatalarını asla kabul etmeyen, mantık - felsefe - vicdan kurallarını en yanlış biçimde uygulayarak kendi kendini mutsuz eden tiplerdendin.

Evet, belki diğerlerinin tümünden bilmemkaç gömlek üstündün, ve diğerlerinin asla sahip olamayacağı kabiliyetlere sahiptin.

Gelgelelim hayattan da, kusursuzluğuna denk biçimde, sana, herşeyi ama herşeyi "en mükemmel şekliyle" vermesini bekledin.

Sıradan Ölümlü'lerden (SÖ) beklediklerin gerçekleşmeyince ve onları "kapasitelerinin üzerindeki bir halde" eğitemeyince, tuttun düşman oldun.

Çünki, hayal kırıklıkların o kadar çoktu ki, ve içindeki hınç öyle güçlüydü ki, intikam almadan yatışmayacaktı. O yüzden döndün dolaştın kötülükler yaptın.

İşin içine beni de kattın. İyi dinle zavallı DoH, ki sana bu şekilde hitap ederken kalbimin çok büyük bir acıma hissiyle ezildiğini de bilmelisin.

Çünki dünya üzerinde hiçbir insan senin kadar layık değildir acınmaya, olamaz...

Hasan devam edecekti ki, DevilofHacker sıkılı yumruklarını birden karavanın direksiyonuna vurarak araya girdi :

"- Kötü olduğum konusunda haklı olabilirsin!

Vicdan doğru beslenmezse bir süre sonra insan kötü, hatta "en kötü" bile olabilir.
Ama dedim ya, "doğru beslenme" gerçekten çok önemli.

Öyleyse bu bizi "insanın kötü olarak doğmayacağı" gerçeğine götürür.

Çünki kötüyü kötü eden toplumdur. Buna anne - babasının yanlış ve tutarsız hareketleriyle şiddet içerikli davranışlarını da eklersek, evlat tabii ki kötü olur.

Öyle bir hale ulaşır ki bir zaman sonra bu duygu, "kötülükten" başka herşey o insana anlamsız ve komik gelir. Vicdanı donuklaşır, yaşamına sürdüğü kara lekeleri de hiçbir fedakarlık - dürüstlüğün de temizleyemeyeceğini iyi bilir.

Ezbere bildiği bir şey de şudur; o konuma vardıktan sonra artık bir alçaktır.
Şerefsiz - aşağılık ve belki de çukurdur.

Çünki, alçağın bile yere göre bir yüksekliği vardır.

İşte ben de tüm bunlarla alnımdan damgalanmıştım ve artık kazımak mümkün değildi.

Oysa çok zeki, belki de en zekiydim ve kötülüğü bildiğim derecede iyiliği de bilirdim.

Eğer beni mecbur etmeselerdi - kendi halime bırakmış olsalardı, sence yine kötülük yanlısı mı olacaktım?

Hı, sevgili Hasan?

Yine insanlara yalanlar - hakaretler - zulümler mi layık görecek, yine katil olacak mıydım?

"Evet" dediğini duyamadım!

Yoksa demedin mi? Diyemezsin ki!

Çünki insanoğlunun kötü - aşağılık olarak doğmadığını sen de iyi biliyorsun.

"Kötülük" hayatın içindedir. Hayat bebeği kucaklar, ve bebek nasibini "iyi veya kötü" sıfatıyla mutlaka alır, sonra da yolunu kendine sunulanla çizer, yaşar..."

Sustu DoH ve kollarını göğsünde birleştirip yine soğuk bir ifadeyle Hasan'ın yanıtını bekledi. Hasan, dişlerini tümüyle gıcırdatan vahşice bir fısıltıyla :

"- İyi de, bunca akıllıyken, ve zekan tüm diğerlerinin çok üstündeyken, kendine telkinlerde hatta tehditlerde bulunamaz mıydın?

Mantığının ve yüreğinin sana okkalı bir "şefkat tokadı" atmasını sağlayamaz mıydın? Bunu istemiş olsaydın, pekala başarırdın!!!"

Hasan da çok zekiydi ve DoH'un iddialarının tümünü son sorusuyla tuzbuz edip dağıtabilmişti.

DevilofHacker düşüncelere daldı, beyin muhakemesi yapmaya başladı.

Bunca alçak - bunca aşağılık - bunca vicdansız - bunca gaddar ve acımasız oluşu gözler önündeyken nasıl da yüzü zerre kızarmıyor, nasıl da SÖ'lerin de sık sık başvurduğu "suçla kurtul" basitliğinin ardına saklanıyor, nasıl da o an, Hasan "haklılığını onaylayıverse" sanki vicdanı huzura kavuşacakmış hissine odaklanıyordu. Mümkün müydü peki, asla!..

Yüreğinde, derecesini kendisinin bile tasvir edemeyeceği bir acı hissetti.

O güne dek hiçbir acıyı birkaç saniye dışında barındırmamış olan yüreği titriyordu.

Bu acı DevilofHacker'ı biranda geçmişe sürükledi.

Kendini anca bilmeye başladığı 5'li yaşlarına.

Öyle net öyle detaylı anımsıyordu ki herşeyi.

Bahçede gezinen karıncaları, annesinin konserve kaynattığı gün, eline geçirdiği kor haldeki bir odun parçasıyla önce bacaklarından sonra da çelimsiz bedenlerinin arka kısımlarından başlayarak, aşama aşama, ta kafalarına kadar kızartarak öldürdüğü güne dönüvermişti…

"Peki ya, askerliğim esnasında da hem kendime hem de başkalarına bu denli acımasız oluşuma ne demeli?" diyerek, bir yıldırımdan daha hızlı bir şekilde düşünmeye başladı bütün hayatını...


alinti***KELIMELERIN SIHIRBAZI
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{02}

**********



ASKERLİK - TEKNOLOJİ - TESKERE

********************************************




YAPTIĞI İTİRAZDA BİR EĞRİLİK OLSA,

SIRF MANEN GÜÇSÜZ OLDUKLARINDAN

KURNAZLIKLARA VE RÜTBESEL CÜRETKARLIĞA SAPANLARA

HİÇ SÖZ HAKKI TANIMADAN DOĞRULTUR;

İÇİNDEKİ DENİZİ TAŞIRMAZ,

VE LÜTUFTAN GAZABA DOĞRU BİR HAREKETE YÖNELMEZDİ.

ÖYLE YA;

KÜFÜR DAHİ ALLAH'ÇA YARATILDIĞINDAN,

ÇİRKİN KABUL EDİLMEMELİYDİ;

ÇÜNKİ, O'NUN GEREKSİZ VE ZULÜM ÜZERİNE

TEK BİR HALKETMESİ OLAMAZDI.

GELGELELİM

KÜFRÜN KARŞISINA İMAN ÇIKARILIVERİNCE,

ÇİRKİNLİĞİ ORTALIK YERE BOYLU BOYUNCA YAYILIR,

BARDAĞI DA OKYANUSU DA TAŞIRIRDI...

***




"- Burası özel şirket değil ve sen de işçi değilsin! Ne demek ulan, ben lojistik şubede, Muhittin Yarbay'ın yanında çalışamam, ha! Oraya bir masa koyar, ananı oturtur, onu bile çalıştırırım istersem! Kendini bil ulan asker, haddini bil!"



Eskiden beri bazı olaylar karşısında öyle hırslanırım ki tarifsiz bir öfkeyle karşımdaki kişiye, "sessizliğin olanca sarmalamasıyla kopacak fırtına öncesinde" suskun dudaklarım bembeyaz oluverir, ve sanki o mahlukata değil de çok uzağa bakarmışçasına, betimin benzimin atmış olduğu yüzümün ortasından fışkıran "gözlerime" acı ve saldırı yüklü bir bulut çöker, ense kökümden ta topuğuma dek bir alev topu iner, geçen her saniyede de yavaş yavaş kendi içime gizlenmeye çalışırım. Haddini bilmeyen o kişi fren yapar da yanlışını sürdürmezse, amenna.​

Tanrı - Şeytan - Melekler ve tüm evren yardımcı olsun aksi durumda...​

Fren yapmamıştı işte. Ne de olsa koskoca Kolordu Komutanlığı'nın Kurmay Başkanı'ydı, yapar mıydı? Geçmişte bu ülkede, o rütbedeki birçok asker darbeleri becermişti yahu, o kalkıp bir "bilgisayarcı asker'e" pabuç bırakır mıydı?...​

"- Anneminkinin yanına bir masa da ben atarım, senin annenle yanyana çalışırlar! "​

Emir Subayı - Emir Astsubayı -Emir Eri ve ona eşlik eden diğer rütbelilerin "şaşkın ve panikten ne yapacağını bilemez" halde, sergilemiş olduğum bu çıkışı ve olası sonuçlarını kestirmeye çalıştığı o kısacık zaman diliminde, bir kükremeyi andıran haykırışında "götürünn şunuu" kısmını zar zor duyabildiğim o koca komutanın keskin ve net emriyle, soluğu önce Kolordu'ya ait bir cipte sonra da kış aylarında nöbet sürelerinin 15 dakikaya kadar düştüğü Çanakkale Boğazı'nın soğuk ötesi rüzgarlarına maruz kalan insanın "donmuş sümüklerini resmen kırarak yere atabildiği" Yıldırım Kışla'da almıştım.​

Orada beni, komutandan gelen telefon üzerine "acilen" karşılayan ve sonrasında da 3 ay eziyet edecek olan Alay - Tabur - Bölük Komutanları, evlerinden "apar topar ve eşofmanlarıyla" gelmiş halde ve "Kurmay Başkanına küfür eden o cesur(!) asker sen misin la?" tarzı söylemlerle teslim aldılar. Canımdan bezdirip canıma okuyacaktılar...​

Cesaret?​

Cesaret dediğin; barındırdığını adın gibi bildiğin onca tehlikeye rağmen, sürekli olarak kullanmaya devam ettiğin patika yolu, hiç girmemek yerine, inat edip asfaltlamaktır bana göre.​

Ve aslında cesaret, "içinde korku hissi yok" manasına da gelmez.​

Aklında korku barındırmayan insanlar, kendilerinin yenilmez olduğunu zannedip, bu büyüklük hissiyle de, yürüdükleri yolda mevcut olan "yol gösterici işaret ve fikir verici detayları" es geçerek, muhakkak surette yenilirler.​

Cesaretin bendeki tezahürü korkaklığın aksi değil, sıradanlığın - tekdüzeliğin tezatıdır.​

Emir komuta zincirinde "elbiseden geçmez" mantığıyla, inandığı bütün manevi değerlerini de sisteme kaptırmış bir asker, sadece "Emredersiniz Komutanım" der, KORBİS (Kolordu Bilgi İşlem Servisi)'te yanyana çalışıp dururken, sürekli olarak burnunu karıştırmak ve PC (Personel Computer) ekranı dahil heryere sümüklerini bulaştırmak gibi bir tik sahibi olan Muhittin Yarbay'ın şubesine verilmeyi, ve elektronik harp planlarını "bu çıldırtıcı olaya maruz kalarak da olsa" hazırlayarak askerliğini bitirirdi.​

Öyle ya, Kolordu Komutanlığı'nda yataklar yataş puffy - koğuş 10 kişiydi. Kripto, merkez telefon santrali, telem ve bilgi işlem gibi "özel" kısımlar da yine "özel ve seçilmiş" muhabere personelinden oluşmuş kişilerle meydana getirilmişti.​

Ayrıca, hamam yerine elektrikli şofbenden "her an" gelen sıcak suyla banyo yapılabilen bir koğuşta askerlik yapabilmek kaç kişiye nasip olur ki?..​

Bana uymadı!​

Yahu ben, profesyonel bir bilişimci olduğumun istihbaratını nereden aldıklarını hala anlayamadığım, ama, Türkiye çapında seçilen 4 kişiyle birlikte, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın kalem müdürlüğünde, "lüks ve konforun" hat safhada olduğu Genelkurmay Başkanlığında, salt sigaramı bina içinde ve dilediğim an içemeyeceğimi öğrendiğim zaman, kıytırıktan yapılmış birkaç "ters ve batıcı" hareketten sonra hem kendimi eletmiş hem de en okumuşu ilkokul terk olan ve çoğunluğu da "Ali okulu" denilen okuma yazma kursuna devam etmiş askerlerden kurulu "tankçı taburuna" sürgün edilmiştim daha acemi askerliğimin ilk ayında.​

Takar mıydım rahat koğuşu - Korbis'i - Lojistik şubeyi - ve sümüklerin efendisi Muhittin Yarbay'ın sultası altında "konforlu (!)" bir askerlik yapabilmeyi...​

Bilindik bütün efsane - destan - hikaye - masalların bütün gayeleri, çoğu zaman birbirleriyle çelişkiye düşseler bile, insanı kendi özüne ve içindeki kalitesine odaklamak - kusursuz insan olmaya zorlamak - şahika veya nirvanaya varmak adına telkinlerde bulunmaktır.

Bu yönde harcanacak emeklerin en büyük çelmecisi - engelliyicisi ise, önce, paradır, sonra da, diktadır. Para veya diktanın varolduğu yerde "insan" artık "hiç" sayılmaktadır.

Hal bu olunca, savunma ve korunmaya geçen insanoğlu "duygu ve ruh hali" bakımından, sıkı sıkıya kapatılmış ve çifte kilitlenmiş çelik kapıların ardındadır. O kapıyı aşmak ve ardındaki "insan"'a ulaşmak ise hatrı sayılır bir seziş - öngörü - ikna kabiliyeti gerektirir. Mayası da kelimelerin sihrini mükemmel şekilde algılamak ve kullanabilmektir.

Dikkate değer yanıysa; o kapıdan çıktıktan sonra, elinde "işe yarayan ve doğru seçilerek alınmış" doneler olmasıdır. Zordur, fakat imkansız değildir.

Akabinde iş, eldeki bu veriler ışığında, o insanın eksik - aciz kaldıklarını tamirlemek, ya da, haketmiyorsa layık olduğu kötü hareketi ona bir çırpıda sergilemektir.

Çoğu insanın ömrü boyunca "zavallı" etiketi ruhuna ilişmiş şekilde yaşıyor oluşunun sebebi; herkesin ondan beklediği kişi olmak için çırpınmasıdır.

Mükemmele yakın bir hayırlı evlat - müstakbel doktor - mühendis, hemşire, yönetici - vericiliğin üst limitini yeniden tanımlayan bir yakın arkadaş - gösterdiği samimi duygularıyla en kötü anlarda bile gülümsetip güvende hissettirebilen bir sevgili ya da eş - küfre maruz kalsa da sineye çekebilen alt rütbeli bir asker!

Her ne olacaksa olsun, ucunda kusursuzluk ve mümkünse çokça da "pasif itaat" olsun.

Ancak kişi, yaşamındaki herkesin bu "farklı ve uçsuz bucaksız" beklentilerini karşılamaya çalışmakla o derece meşguldür ki yıllar yılı, tümünün acizlik ve soytarılıktan ibaret oluşunu anlaması neredeyse bir ömre malolur. Doğal olarak kendi "şahika ve nirvanası" bu süreçte heba olur...

Aylarca iki panço'dan yapılma bir çadırda, boğazın soğuk kıyısında, "boy çukuru" kazarak ceza çekmiş;

ve, zamanımın çoğunu subay - astsubayların eş ve çocuklarına bilgisayar dersleri vererek geçirdiğim "konfor cenneti kolordu karagahında" yaşamayı kaybetmiş olsam da;

komutanımın küfrüne boyun eğmemiş ve birçok acılar çekmiş olsam da;

kışlada kendime hep, "mütevazi ve kabulkar olma, aptallar gerçek sanırlar; kavga çıkarsa da vur durma, bilmezler korkak sanırlar. Aferin sana Hasan, aferin sana!" diye söylendim…

Sonra ne mi oldu?

Kavranabilir ne varsa alır - işler ve kendimce sonuçlar çıkarır;

kesinlikle hükmedemeyeceğim veya hiçbir zaman değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek, ve ortamın "gönlümce" hale çabucak gelebilmesi için de Tanrı'dan şans veya uygun fırsat anı dilenirdim hep. Yine öyle yaptım.

Çok geçmeden gözlerimde "optik nöropti" oluştu ve uzun süren tetkiklerden sonra G.A.T.A'ya (Gülhane Askeri Tıp Akedemisi) sevkedildim. Kör olabilirdim.

İlk bakışta hastalığım can sıkıcı gibi görünse de;

12 Nisan 1993'te Türkiye'nin İnternet'le tanıştığı ve 64 Kbps. kapasiteli kiralık hat ile, ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Bilgi İşlem Daire Başkanlığı Sistem Salonu'ndaki yönlendiriciler kullanılarak ABD.'deki National Science Foundation Network'e bağlandığı günlerden sonra, askere gelip de kakılıp kaldığım "internet bağlantısı" olmayan kuru PC ortamlarından kurtulmuş, harika sayılabilecek bir bağlantıya sahip GATA Göz Anabilim Dalı'nda, görevli tüm Komutanların yurtdışı ve yurtiçi işlemlerini internet üzerinden yaparken aylarca, altyapımın üzerine "en güncel verileri" ekleme fırsatını bulmuştum askerlik sonuna dek…

İlkgençliğimde birşey farkettim ve ömrümce de uygulayıp lüksünden faydalandım :

Herhangi birşeyi "nasıl arzuluyorsam ve hangi kıvamda hayal ediyorsam", ilk muhattap olduklarıma sanki olmuş - bitmiş gibi anlatır, konu kendimle ilgiliyse de sanki becermişim gibi aktarırdım. Sonra beklerdim.

Bahsi geçen şey her ne idiyse, Tanrı onu tam da benim "tasvir ve hayallerime" uyan şekilde olduruverirdi.

Yine aynı şey olmuştu.

Yıldırım Kışladaki arkadaşlarımın hepsine, "çok yakında gelmemek üzere gidip kurtuluyorum buradan" demiştim ve işte gerçekleşmişti.

GATA'da her şey çok güzeldi ve "Teknoloji" benden ileriye hiç gitmedi, beni peşinden koşturarak hiç üzüp terletmedi.

Sonra da bir gün kapıya teskere çıktı geldi...

alinti***KELIMELERIN SIHIRBAZI

***
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{03}

**********



HASBİM - BEBİM - KAYSÜT - BALYEM

*********************************************





BEYAZ ADAM PARAYI VE GÜCÜ ELİNDE TUTTUĞUNDAN,

SİYAH ADAMI HEP AŞAĞILAYABİLECEĞİNİ SANDI.



FAKAT O GARİBİM,

MANEVİ VE RUHİ HÜRRİYET İÇİN

KÜTLE VE HACİM DENİLEN ŞEYLERİN

ÖNEMSİZ OLDUĞUNUN ÇOK FARKINDAYDI.



HİÇ BIKMADAN, HİÇ USANMADAN,

GÖZ KAPAKLARI OLMAYAN BALIKLARLA

"GÖZ KIRPMAMA" YARIŞI YAPTI, YAPTI, YAPTI, VE KAZANDI!



İÇ DÜNYASINDAKİ AZABI

KÖLELERE HÜCUM İLE ÖRTEBİLECEĞİNİ SANAN

SÖZDE "EFENDİ" DE

SONRALARI BİR ÇOK ŞEYİ ANLADI,

GELGELELİM;

YAPMACIK VE CÜRETKAR GÜLÜŞÜ

SONSUZA DEK ZENCİ KALDI.

***


Askerlik dönüşü "memuriyet tarzı" bir iş arayışına girişmedim hiç. Başkasının emri altında - tekdüze birşekilde çalışmak külfet gelirdi. Sonra birgün yolda lise arkadaşıma, Erdinç'e rastladım. O da işsizdi ve 17 metrekare de olsa, babasına ait bir dükkanları vardı. Boştu. Allem kullem ikna ettik babasını ve HASBİM'i (Hasan'ın Bilgi İşlem Merkezi) resmen kurduk. Dükkana 2 masa koyduk, 4 de sandalye.

Dolmuştu :)

Erdinç radyo-tv tamiri yapabilirdi ama bilgisayarın b'sinden anlamazdı. Çünki ben lise 1. sınıftan sonra Elektronik bölümünden Bilgisayar Teknik Liseye geçmiştim, o kalmıştı.

Dükkanda ufak tefek işler yapıyorsak da, o dönemde PC'ler yeni olduğundan güzel paralar kazanabiliyor, gelecek vaadediyorduk.

Ağustos'un insanı hezimete uğrattığı en sıcak günlerinden biriydi ve Erdinç haftasonunda bir akrabasının düğünü için köyüne gitmiş, her ne hikmetse de 8 gündür dönmemişti. Telefon ettim, ama, günlerdir o küçücük dükkanda kan ter içinde - tek başıma pineklediğimin hesabını sormak değildi niyetim. Öyle ya, insan başına herşey gelirdi.

Üstelik kentin tek bilgisayar kursu olan BEBİM (Bursa Elektronik - Bilişim Merkezi) de bana bir araştırma sonucu ulaşmış, Balıkesir'de "Bilgisayar Programcılığı" kursu verebilecek "bilgi ve resmiyeti olan bir eğitim belgesine sahip" usta öğretici (öğretmen) bulamadıklarından gelip, yeni açılacak sınıfta ders vermemi teklif etmişti.

Dükkandaki işlerimi bitirince, hemen dersaneye koşup, gece yarısına kadar da öğrencilerimle haşır neşir oluyordum.

Mersin'de, Üniversite'deyken bulaşmıştım bu öğretmenlik işine de ilk.

Tabelasını gördüğüm an içeriye girerek "Turbo C eğitimi veriyor musunuz acaba?" sorusunu yönelttiğim babacan kurs müdürü,

"- Evladım, neden bahsettiğini bilemedim, ama, sen BASIC ve LOTUS123 biliyorsan, bir de herhangi bir sertifikan varsa elinde "bilgisayar bildiğine dair", gel seni bu dershaneye öğretmen yapalım." deyivermişti.

Şaka sanmıştım, gerçekmiş.

Üniversite hayatım boyunca hem eğitmenlik yaptım o dersanede, hem de lojmanında paşalar gibi barındım. İyi ki lise yıllarımda herkes sadece BASIC ve TURBO PASCAL eğitimi alırken 4 yıl boyunca, ben, FORTRAN - MSCOBOL - RMCOBOL - DBASE - CLIPPER ve birçok modül programı herhangi bir dökümana ihtiyaç duymadan, ticari - kişisel yazılımları da zihinden - hemen yazabilecek derecede öğrenmiş, yalayıp yutmuştum.

Zaten konu "bilgi" olduğunda, "birikim ve tecrübelerin" tamamı geçmişe ait iken, eğer yoksalar ve geleceğe dair planlar yapılıyorsa, bunu, arka lastiği olmayan bir bisikletle caka satarak yol katetmeye çalışmaya benzetirdim hep.

Önce edineceksin bilgi ve tecrübeyi, fırsat çıkınca da kullanıp keyfini süreceksin.

Dersane ve şirket arasında mekik dokurken, karşıma, "- Valla Hasan, bu sıcaklarda bizim köyün deresi harika, bir hafta daha gelmeyeceğim ben." yanıtıyla çıkan Erdinç'e cevabım, üç gün içinde hem resmi olarak hem de fiziki manada kapanışını yapmak olmuştu HASBİM'in…

İnsanlar, daha önceleri - sıkı dost - iyi arkadaş - dava yoldaşı saydığı birini çok kolay kaybediveriyor. Öyle ki, belki birbirine hasım bile olabiliyor. Altındaysa, kişiye yüklenecek kıymet - verilecek değeri belirleme aşamasındayken, muhattabını doğru test ve denemelere tabi tutamayış yatıyor. Bu yanlış yapıldığındaysa kırmızı çizgiler haliyle, abartılı - eksik - hatalı çiziliyor.

Erdinç'inkine benzer bir vakıayı yüksekokuldayken de yaşamıştım.

Beraberce şirket kurduğumuz arkadaşım Yavuz'la birlikte, piyasaya yeni çıkmış olan Opel Vectra ve özel şoförle gidip geliyorduk okulumuza ehliyet yokluğundan.

Büyük şirketlere bilgisayar sistemleri kuruyor ve bilumum teknoloji hizmetlerini veriyorduk. Parayı koyacak yer bulamıyorduk.

Birgün, bir ihale konusunda tartışırken telefonda, tuttu telefonu yüzüme kapattı.

Sahibi olduğum yarı hissesini anında çocuk esirgeme kurumuna bağışlamıştım şirketin, ve yerel medyada manşet olmuştum günlerce "Hayırsever genç işadamı" diye…

Öyle anlar gelir ki, insan bilinçli ya da bilinçsizce çok büyük bir yanlış yapar sevdiği insanlardan birine. Sonra bekler. Onunla karşılaşacağı an için hazırlar kendini.

Bu süreçte beyni ruhuna öğütler aktarmakta ve haklı olduğu yönleri sıralamaktadır.
Din çerçevesinde takılanlar bunun adını nefs - şeytan olarak tanımlar.
Batı dilindeyse Ego'dur adı.

Beyin ve Ruh, bahsedilen yanlışı yapan kişiyi o yüzleşme anına "olabildiğince somut ve gerçeğe en yakın biçimde de soyut olarak" hazırlar. An gelir.

Karşılaşmanın ilk saniyesinden itibaren büyük bir öfke - yoğun bir aşağılama" beklenen çehrede "kayıtsızlığın çiçek açtığını" gören suçlu kişi, canının çok daha fazla yandığını hissettiğinde şaşalar, ve diğeri kendisine bomboş gözlerle bakmaya devam ederse de, kalp krizi sürecindeki sıkışmayı hisseder göğsünde.

Kızdığım insana "sonsuz bir mutsuzluk içeren öylesine bir bakış" attıktan sonra ardımı döner ve çeker giderim.

Maddi - Manevi bütün ilişkilerimi de bitiririm.

Çünki o insanı darp edemeyecek kadar severim.

Zaten o halde bıraktıktan sonra, bütün yaşamınca duyacağı suçluluk hissi de ona yetip artacak bir cezadır.

Erdinç'e de Yavuz'a yaptığımın benzerini yapıp çekip gitmiştim ve doğal olarak da şirketsiz-işsiz kalmıştım...

Üzüntü - Kaygı - Pişmanlık üçlüsü insana aynı anda musallat olursa, kişiliği - tabiatı hiç umulmayacak derecede değişir bireyin - çaptan ve güçten düşer manevi olarak - acizleşir, ama asıl şaşırtıcı olan;

hiçbir şekilde anlayamadığı bir anda eski haline dönüverir. Altyapı asla değişmez.

Bunun bilinci ve içinde bulunduğum çaresizliğin de etkisiyle, porno film eşliğinde bira içebildiğim Börü'nin yerine yalnız gitmek istemedi canım, ve eski iş arkadaşım olan, abim kadar sevdiğim "bira ortağım - içki arkadaşım" Bekir'i aradım. Kırmaz beni, kırmadı ve geldi. Yedik içtik dertleştik.

Üniversiteyi yarım bırakıp geldiğim dönemlerde, kendi evimin inşaatında sineklenip de harçla - kumla vakit geçirirken, yan komşumuz Ümmügül Hanım'ın ''- Hasaan! Sek Süt'ü satmış devlet. Satın alan adam da çok işçi alacakmış, gidip başvursana" diye seslendiğinde, tozuna çimentosuna hiç aldırmadan yırtık pırtık kıyafetlerimin, bisiklete atlayıp KaySüt'e gittiğimde tanışmıştık Bekir'le.

Fabrika sahibi, zaten çirkin olan bana, üstümün başımın perişanlığını da ekleyince, sanırım, "sıkı bir bilgisayarcı" olabileceğimi hiç kondurmamış, Muhasebe Müdür'ü Bekir'e yönlendirmişti. Konduramama bir yana, koca şirkette tek bir bilgisayar vardı ve onu kullanmayı bilen tek kişi de Bekir'di.

Bilgisayarın başına oturtup birkaç soru sordu, sonra afalladı, şaşırdı, telefonu kaldırıp, "- Kemal Bey, tamam, aradığımızın da fazlası bu genç adam. Alalım işe" deyiverdi.

PW (Professional Write) isimli programda tek paragraflık bir yazı yazdırırken, başlık kısmını Pull-Down menüyü hiç açmadan - sadece kısa yol tuşlarıyla Bold / Italic / Underline yapışım şoka sokmuştu onu :)

Gerçi o yıllarda sadece Bekir değil, hemen hemen hiçkimse bilişim konusunda emekleme dönemine bile gelememişti.

Fakat Bekir'in benim içimdeki Profesyonel'i kestirişi de taktire değerdi.

Kısa süre sonra bütün fabrikayı, günümüzde artık kolay kolay göremeyeceğimiz ve "koaksiyel kablo" olarak bilinen (tv anteni kablosu) kablolarla,

yeri geldiğinde kalın (thickNet), yeri geldiğinde de daha ince (thinNet) olanlarını kullanarak donatıp,

herbirini NIC (network interface card - ağ bağdaştırıcı)'ler ile canlandırıp da "birbirleriyle haberleşir" hale gelen bilgisayarları her odaya yerleştirdiğimde, Bekir'in haklılığı ve ileriyi görebilen bir idareci olduğu herkesçe takdir edilmişti.

Akabinde, o dönemin en zor işlerinden birini de kısa zamanda yapıvermiştim. Fabrika'da sadece Bekir'in kullanabildiği LMS (Logo Moduler Sistem) isimli muhasebe programını, onun dehşete düştüğü anlarda, "çoklu olarak kullanabilir" hale getirip, yani kırıp, diğer muhasebe elemanlarının da başka PC üzerinden veri girişi yapabileceği hale getirmiştim.

"Kırmak" kelimesi, Türkçe ve Dilbilgisi gözönüne alındığında "bozmak-zarar vermek" manasını da barındırır.

Fakat bilgisayar dünyası için geçerli olmayabiliyor bu eylem çoğu zaman.

Çok yukarılarda bir Matematiksel yetenek sergileyerek daha önceden yazılmış bir programı çözüp de, mevcut kısıtlamalarını ortadan kaldırdığında onu bozmuş olmadığın gibi, yüksek çözümleme becerisine sahip beynini ortaya atarak, ne derece bilgi ve yetenek sahibi olduğunu kanıtlamış olursun.

Uzakdoğudaki birçok ülke, üretilmiş olan herhangi bir çip'i mühendislerine verip, yazılımları da onlara her türlü desteği sağlayarak teslim edip, kendi yöntem - metod - bilgi birikimleri vasıtasıyla çözümleyerek aynısını yapmak ya da imkan tanınandan daha geniş sınırlarda çalıştırabilmek amacıyla "Reverse Engineering" alanını devasa boyutlara taşımışlardır.

Sonuçta "KIRMAK", bir suç olarak algılanmamalıdır bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde...

Abartıp, biçok işletmecinin adını dahi duymadığı biçimlerle, Fabrika merkeze kurduğum LAN'ı (Local Area Network) genişletip, İstanbul - Ankara - Bursa'daki şubelerle anlık iletişime sokabilecek bir WAN (Wide Area Network-Geniş Alan Ağı) haline getirmiştim Leased Line'lar ile (Kiralık telefon hattı).

Bekir benim bir teknoloji ilahı olduğumu her fırsatta dile getirip uluorta konuşuyor ve maaşımı KaySüt'deki en yüksek maaş seviyesine getiriyorsa da, ben, "- Yahu, sesleri açıkça ve net bir şekilde aktarabilen ilk telefon makinası Charles Sumner Tainter ve Alexander Graham Bell tarafından 15 Şubat 1880'de kullanılmış. Biz 1994 yılındayız. Yapamazsak bu tip şeyleri, ayıp olur" deyip geçiştiriyordum.

Fakat o yılların Türkiyesi düşünüldüğünde de "ne yaptığımı ve kıymetini" çok iyi biliyordum. Sonra askere gitmiştim ve KaySüt'e geri dönmemiştim. İlişik kesilen bir işyerine tekrar dönülmezdi, tat vermezdi. Ama Bekir'le dostluğumuz bakiydi.

Gerçi biralarımızı yudumlarken onun da oradan ayrılıp, bir Yeminli Mali Müşavir'in yanında çalışmaya başladığını, ona Kaysüt'teyken öğrettiğim LOTUS 123-Quattro Pro ve Excel'in ilk sürümlerinin artık ekmek kapısı haline geldiğini, tablolamanın "ileri muhasebede" en önemli şey oluşunu vs. de öğrendim. Maaşı ve konumu iyiydi...

Mesleğini ve ele aldığı işi, çevredekilerin ilgisini çekecek - takdirlerini ve güvenlerini kazanacak kadar iyi yapan biri, uzun süre çaresiz kalmıyor. Bir zaman sonra Bekir aradı ve Balyem isimli, kentin en köklü ve kurumsallaşmış "hayvan yemi" fabrikasında çalışıp çalışmayacağımı sordu. Bilişim konusunda hem revizyon hem de yeni girişimleri olacakmış.


Gittim başladım.

Muhasebe departmanında bir masa ayarladılar bana, ve mevcut UNIX sistemi kullanan personelin de hiç bilişimciye ihtiyacı varmış gibi görünmüyordu. Çünki yazılım özeldi ve şıkır şıkır çalışıyordu.

Tam işi bırakmayı - "iş yapmadığım yerde oturup durarak vakit geçiremem ben", diyerek istifa etmeyi düşünmeye başlamıştım ki on gün kadar sonra, içtiğim birayı da yarım bırakıp evde, fabrikaya götürüldüm şirketin şoförü tarafından bir gece vakti.

Genel Müdür'ün emriydi, "Hasan bir baksın" idi.

Baktım, Ve, "silo altı" denen devasa düzeneği - kumanda paneli - BASIC ve MAKİNA DİLİ (ASCII) karıştıralarak hazırlanmış yazılımıyla birlikte PLC (Programable Logic Control) çiplerini yöneten ve silolardaki hareketi de denetleyen PC ile karşılaştım fabrikanın üretim bölümünde. Arızalanmıştı.

Normalde Ankara'daki bilişim firmasından çok yüksek ücretler karşılığı bir eleman gelirmiş, ama, işte madem ki bir bilgisayarcı işe alınmıştı, o bir baksın'dı.

Öyle demişti bayram üstü stop eden koca fabrikanın Genel Müdürüne İşletme - Pazarlama - Teknik Müdürleri. Akabinde fabrikanın Veteriner hekimi tüm idarecilerin sözcüsü olup da bu devasa sorunu anlatmak için aradığında, o da olur vermişti.

Hepsi PC'nin başında yandık - mahvolduk süzüşleriyle karışık bana bakıyorlardı.

Öyle ya, daha bir haftalık elemanken "ne bilirim - ne yapabilirim" hiçbir fikirleri yok ve şüphe içindeler...

Bilgisayar kullanmaya çocuk denebilecek yaşta başladım.

Öyle ki, yaşadığımız taşra kentine gelen ilk bilgisayarın tuşlarına dokunmak bana nasip olmuştu sahibinden ve nice mühendisten önce.

Yanısıra Beko - Arçelik Yetkili servisinde de çalışıyor, meslek lisesinde aldığım elektronik - bilgisayar eğitimlerini an be an pratiğe çevirebiliyor, hiç zorlanmadan TV - Radyo - Kasetçalar - Yazarkasa - Video (Vhs-Beta) tamir edebiliyordum.

Bilgisayar bağımlısı olduğumda 14 yaşımdaydım. Lise birinci sınıfa yeni başlamıştım.

Kendime ait bir bilgisayarım üniversite ve askerlik bitene dek hiç olmadı ama, hiç de bilgisayarsız kalmamıştım.

Hatta, günde sadece 2-3 saat uyumaktan yorgun bile düşerdi bedenim. Mutlaka klavyelerdeydi ellerim.

Fiziksel problemlerin değişik türleri de başgöstermişti bir süre sonra ve insomnia denen uyuyamama hastalığının yanısıra, sürekli oturmaktan kaynaklanan hemoroid bile geçirdim. Aşırı kilo aldım bir dönem, ve, "karpal tünel" denilen dandik sendrom mouse'a sürekli tıklaya tıklaya oluşmuştu kolumda.

Sonra, bu bağımlılıktan kurtulmanın yolunu Tanrı ve Camii'de görüp, birkaç yıl camiye bile gittim ve topluma karışmaya çalıştım, ama, PC'yi yenmeyi birtürlü başaramadım.

Bu bağımlılığı deştiğimde ise; gerçekte, geçmişimden ve oradaki problemlerden kaçtığımı farkediyorum. Bilgisayar, yani programcılık, beynimin dopamin salgılamasını sağlıyor ve bu etki de tıpkı alkol gibi. Bu yüzden, "bağımlı olmayan kişilerin ve bağımlı yakınlarının" bir bağımlının beynine girip gözatabilmesi ve onu tam manasıyle anlayabilmesi imkansız.

Ve benim bağımlılığım da bir PC oyununa ya da sadece keyif veren bir meşgaleye olandan farklıydı zaten. Bilirdim ki, el becerileri çok olan kişiler pratikten gittikleri için "öğrenimi" hor göreceklerdir. Vasat kişilerse "öğrenim" denen şeye sadece hayranlık duyarlar.

Ondan layıkıyle yararlanan tek zümreyse bilgelerdir.

Ve "öğrenim" denen şey "kişiye sağlayacacağı yararın ne olduğunu asla gösteremeyecektir" ama gelecekte biryerlerde "öğrenimi beyninin içine almış kişinin" kazanımları kendi "gözlem ve kavrayış" niteliğine paralel bir şekilde dirilip hayata geçecek, işine mutlaka yarayacaktır.

Bu bilinçle, hem elektroniği hem de bilgisayarı öğrendim, öğrendim, öğrendim. Kendimi öğrenmeye bağımlı ettim.

İnsanoğlunca kullanılan ilk metaller altın ve bakırdı, tarih de İ.Ö. 4000'leri gösteriyordu.

İlk "alaşım" ise, tamamen rastlantıya dayalı olarak İ.Ö. 3500 yılında Mezopotamya'da bulundu. "Bakır ve Teneke" istemdışı birşekilde karışmış, "Bronz" adı verilmiş, ve bu buluştan sonra da "Bronz Çağı" başlamıştı.

Yani Bakır'ın biliniyor oluşundan tam 500 yıl sonra!

Bense, kendi bronz çağımı rastlantılara, gecikmelere bırakamazdım.
Hep okudum, hep öğrendim, hep çalıştım. Bıkmadım.

Taşrada yetişmiş ve yıllarca süren mütevazi bir hayat eşliğinde "öğrenime" devam etmiş insanlarda, dünya üzerindeki alelade şeylerin kolayca yıkamayacağı bir "sabır ve karşı koyabilme iradesi" gelişir.

Asi olduklarından değil, başkaldırmaya meyilli olduklarından hiç değildir bu halleri, ama, bilirler ki, o edaları ve harcanmış çabaları, er geç, "kendilerine uyan ve mutlu olacakları bir dünya kurabilir" pozisyona sokacaktır onları...

Hemen işe koyuldum. Özel tasarım bir arabirim ile devasa kumanda paneline "seri ve paralel portlardan" bağlanmış 80286 bir PC karşımda duruyordu.

Onunla aramızdaki iletişim;

1985 yılında üretilen ve "şifrelemelerin kontrolünün tam anlamıyla sağlanmaya çalışıldığı ilk kripto çipi olan Clipper" ile, onu geliştiren mühendislerinki kadar aşinalık taşıyordu.

Yem üretimini detaylarıyla bilmesem de, dev kantarlara hükmeden kumanda panosunun ardındaki binlerce transistör - triyak - direnç - tristör ile, olaya digital boyut katan "PC ve işleyişleri" vakıf olduğum şeylerden ibaretti.

Yalnız bir sorun vardı : Çok bira içmiştim.

Ağzımda içki kokuları resmen ağdalaşmış ve gözlerim bulutlanmıştı.

Bulutlanmakla kalsalar iyi, ayakta sallanıp duran beynime uyarak, bir çukurlaşıyor - bir küçülüp büyüyorlar ve park edecek bir mekan arıyorlardı.

Gözlerim bir türlü tutunamıyor, hedefi tam olarak tutturup da odaklanamıyor, ters dönüp de bir türlü doğrulamayan tosbağalar gibi didinip duruyorlardı, ki, odada bulunan müdürlerden biri konuştu : "- Hep böyle çok mu içersin, perişan haldesin?!".

Gerçekten de, bitkin - solgun - ahiretten yeni dönmüşçesine sefil bir haldeydim, ve bu insanlar beni henüz tanımıyorlardı.

Hafifçe sırıtarak : "- Meraklanmayın, vücudumda mide bir tane ve o da karnımda. Bulanacak bir midesi yok beynimin. Bu arızanın üstesinden gelebilirim!"

Yazılım dahil herşeyi inceledim - ölçtüm - biçtim - söktüm - taktım ve lehimledim.

İşim bittiğinde ortalık savaş alanını andırıyordu.
Odadaysa sadece kumanda panosunu kullanan işçiyle ben kalmıştım.

"-Tamam, bir parti yem üret bakalım" dedim işçiye.

Biraz çekingen bir tonla : "- Abi, bu müdürler var ya, neden kaçtı biliyor musun? İşe daha yeni başlayan bir personel bu bilgisayar sistemini yanlış bağlar da silolardaki binlerce kilo arpa - buğday - melas vs. kantarların kapaklarından yerlere akarsa şu bayramüstü, onların yeniden yukarı taşınması en az 20 gün sürer ve fabrika kapanır o süreçte. Zarar zarar üstüne. Aha bundan dolayı kaçtılar. Hani hiçbirisi suçu ve suçluyu denetler pozisyonda olmamak için."

Gülümsedim ve; "- Unutma birader. Dünya kahramanları her zaman sever. Sen üret bir parti yem. Silolar boşalırsa yerlere komple, ben bastım kumanda panelinin düğmelerine derim, seni korurum. Cesaretin temel taşı, ödenecek bedeli kayıtsız şartsız kabul etmektir. Merak etme, öyle bir durumda işten kovulan ben olurum."…

Ustalığımın kaynağını her zaman bildim : Yapılan idmanlar, uygulanan asıl şeyden daha zorlu olursa, kişiye pürüzsüz bir ustalık kazandırır.

Ve ben; o ustalığı da cebine koymuş, hayat denilen oyunu tek başına göğüslemek için doğduğunun farkında olan biriydim...

BIT (Binary Digit), büyüklük bakımından verilerin en küçüğünü teşkil eder ve 0 ya da 1 olarak sadece iki değer alabilir.

Kısaltma olarak da "b" harfiyle gösterilir. Bir de BYTE (Binary Term) vardır ki, 8 bitten oluşur ve "B" kısaltması ile tasvir edilir. Son dönemlerde QUBYTE (Quantum Byte) diye birşeyden bahsetse de bilim insanları, henüz çok taze ve somut sonuçları yok.

Sözde; adını, atomaltı parçacıklar düzeyini inceleyen ve o düzeydeki fizik kanunlarını ortaya koyan bilim dalından alıyor, ve özellikle de dolaşıkfotonların birbirlerinden kilometrelerce uzakta olsalar bile "eşzamanlı biçimde birbirlerini uyarabilmeleri" esasına dayanıp, bilginin bir yerden başka yere belirli bir "süper hızla" aktarılmasını, dahası, süperpozisyon prensibiyle de hem 1 hem 0 bilgisinin aynı anda barındırılmasını sağlayabiliyor.

Bir diğer cazibeli yanı ise, üçüncü şahısların Qubyte'lara ulaşması durumunda, bilgi anında değişime uğrayıp bozuluyor. Yani kendinden şifreli ve teoride kırmak çok güç. Qubyte'ı geçelim, çok yeni. Ama ben; bir "b" ve "B" akışını doğru yaptırıp da, şu PC - PLC - Kumanda Paneli üçlüsüne yem ürettiremiyorsam bu fabrikada, yazık bana.

İşçi düğmelere bastı, sistem sorunsuz çalıştı, yemler üretildi.

Bana getirisi; henüz 15 günlük bir personel bile değilken maaşa %400 zam, hertürlü insiyatifi kullanabileceğim "Bilişim ve Teknoloji Müdür'ü" ünvanı, bir bilgi işlem odası, ve internet bağlantısı. Üstelik havam ve biram da her an yanıbaşımdaydı o şirkette çalıştığım yıllar boyunca. Akabinde, mevcut UNIX sistemi kaldırmış, heryanı fiberoptik kablolarla donatmış, PC ve NTSERVER mantığıyla çalışan LAN'ı kurmuştum…

Kendini bilmek için önce donanmak lazım, hiç olmadı bilgiye hürmet lazım.

Bir de; birkaç bilgiyi alıp kanıksayarak "kültürel manada sınıf atlayıp uçmaya çalışan" birçok taklitçinin kanatlarının, onu, hiç hesaba katmadığı "köklerine" dolanarak yerlerde yuvarlatacağını hiç unutmamak lazım.

Örneğin; Berke Üzrek isimli oyuncu, Behzat Ç. dizisinden sonra meşhur olmuş ve bir röportajda din konusunu kendince araştırdığını belirtmiş.

Şöyle ki; "- Bu bir eğitim. Namaz kılmıyorum ve orucu da şöyle tutuyorum : Oruç tutulan dönem, güneş patlamalarının olduğu döneme denk geliyor. Her 9 yılda bir tavan yapar, her yıl 10 gün sarkar. Güneş patlamaları manyetik alan olarak çok güçlü, ve sarsıcı olabiliyor. İnsan vücudunda en çok enerji tüketen yer mide. Sen güneş patlaması olduğu sırada yemek yediğinde, manyetik alanın güçsüz kalıyor ve bu da fiziksel olarak sarsıcı olabilir. O yüzden Ramazan'da güneş batana kadar yemek yemiyorum ve su içiyorum."


İşte bunları demiş ama, insanın aklına hemen şu soru geliyor : Bu kardeşimiz inançsızlıkta ısrar ediyor, fakat, Hz. Muhammed (S.A.V) 1400 yıl öncesinde bu tip teknik bilgilere nasıl sahip, ve, sıradışı önlemler de alarak, insanlığa, güneşin o kritik dönemlerinde oruçla aç kalmalarını nasıl önerebiliyor?...

Ben Peygamber değildim ve bütün kainatı Tanrı vahiyleriyle öğrenemezdim.

1980'den sonra, teknolojik döküman kıtlığının en üst seviyede olduğu taşrada, bilgi için resmen dilendim, hınç ve hırsla didindim.

Mesela, okulda Basic eğitimi veren öğretmenlerimizde de yeterli bilgi olmadığından, Balıkesir'de sorup soruşturduğum ve zor da olsa ulaştığım "Boyacı Uğur" lakaplı birinden öğrenmiştim RANDOM dosyalamada otomatik kayıt numarası verebilmenin yolunu.

Sohbet sohbeti açtığında, ATTRIB +h komutunun dosyayı silinemez hale gerçekten getirdiğini zannetmiştim ilk anda, ve defterime "silinmez sonsuza gider" diye not almıştım :)

Peki ya RMCOBOL öğrenip de program yazmaya çalıştığım günlerde, bu dili çok iyi bilen Ali Naci isimli birine, "veri girişi sırasında Enter tuşuna her basışta" öten PC'nin "ses çıkarmaması için gerekli olanı" bana söylemesi için, 7 kişilik şirketteki herkese 1,5 porsiyon yoğurtlu iskender döner ve kola ısmarladıktan sonra (ki param yoktu ve aile olarak da fakirdik), her veri giriş accept - input satırının sonuna NOBEEP yazmam gerektiğini öğrendiğimde, onlara zerre kadar kızmadan, aksine, bir "bilgi" edinmişliğin sevinciyle minnet duyguları besleyişime ne demeli?

Yine o dönemlerde; gittiği bilgisayar kursu vasıtasıyla edindiği RM COBOL kitabını (Adnan Mazmanoğlu - Kırmızı kapaklı bir kitap), bana sadece 1 haftalığına verebileceğini söylediğinde Neşat isimli mahalle arkadaşım, besmele çekmiş ve 400 küsür sayfalık kitabı noktasına - virgülüne kadar yazmıştım eski bir ajandaya.

Fotokopi icat edilmişti, evet, ama dedim ya paramız yoktu!...


31 Mart 1930'da, Başbakanlık konutunun oturma odasındaki mobilyaların arasına yerleştirilen Televizyon için bir teşekkür mektubu yazıyor Başbakan Ramsay Macdonald;

ve şöyle diyor :

"- Yayınlar başladığında gözlerimin önünde bir mucizenin gerçekleşmesine tanık oluyorum.

Odama öyle bişey yerleştirdiniz ki, ona baktığım sürece, ne denli garip ve bilinmeyenlerle dolu bir dünyada yaşadığımızı unutmam olanaksız.".

Mesai harcayarak çalıştığım ya da proje bazında hizmet verdiğim her şirket sahibi ya da yöneticisinden benzeri övgüleri aldım. Ve bu lüksü, bir peygamber olmadığım için vahiy yoluyla değil de, söke söke edindiğim "bilgi" yaşatıyordu bana hayatımın her aşamasında.

Yolculuğun ortasında bozulan araba teybini "- Kaptan ben bir bakayım mı?" diyerek, kısıtlı birkaç aparatla tamir ederek, hem bilet parasını geri alan hem de otobüs yetkililerinin yemek masasında dilediğince ağırlanan kaç genç vardır şu dünyada? Üniversite'ye ilk kayıt için giden, yeni kazanmış bir liseli hem de. Abi kardeş ilişkisine dönen tanışıklık sayesinde de, yıllarca, o firmanın otobüslerinde ücretsiz yolculuk yapışımı da alın göz önüne...

Büyük firmaların kendi bünyelerinde bulundurup yüksek maaşlar ödedikleri Ağ ve güvenlik uzmanları - Sistem Mühendisleri - Veritabanı Yöneticileri - İnternet Teknoloji Gözetmenleri ve hatta ilaveten onlara anlaşmalı hizmetler sunan Sistem Entegratörü konumundaki danışman firmalar vardır, ve işyerinin hem lokal hem global ağlarını korumak bu kişilerin görevidir.

Bense, bütün hepsinin görevini eşzamanlı ve tekbaşıma üstlenebildiğimden, görev yaptığım firmalarda keyfim hep yerindeydi. Ama hiçbir zaman yükseklerden uçmadım. Havalara gireceğimi hissettiğim an teknoloji manasında, hemen Tesla'nın yaşadıklarını anımsadım.

1885 yılında Nikola Tesla, AC akım teorisinin patentini Westinghouse Electric Company'e sattığında, elinde sadece, DC akımının en büyük temsilcisi olan eski işvereni Edison ile yaptıkları güç - bilgi savaşını kazanmışlığı vardı.

1893'teyse, yani Marconi'den tam 2 yıl önce, radyo dalgalarıyla iletişim konusunu enine boyuna deşmiş olmasına rağmen, ve bunu da layıkıyle gerçekleştirebileceği "teknik bilgi ve ekonomik güce" sahipken, radyo dalgalarıyla "haberleşmeyi" değil de "enerjiyi taşıma" sevdasını bir tutku haline getirmişti.

Mali yönden çok ağır olan projeleriyse bu sevdada diretmesi yüzünden başarısızlıkla sonuçlandı. Abartıp, başka gezegenlerden sinyaller aldığı veya bir öldürücü ışın bulduğunu falan anlattı medyada.

Ve aslında, teoride, o bilgisi de vardı. Fakat, "yarım yamalak bir yalanın hem karşıdakini hem de sahibini vuracağını" hiç hesaplayamadı, ve iş çevrelerinden gördüğü ekonomik desteği yitirdi.

Sonrası tam bir hüsran.

Tesla'nın o teorileri manyetik alanla ilgili binlerce çalışmanın temelini oluştursa da, o, içine düştüğü mali bunalımdan sonra otel odalarında - yapayalnız - toplumdan uzak ve aç öldü.

Önümde buna benzer örnekler varken, mesleğimin inceliklerini en derin noktalarından yakalayıp öğrenmiş olmama rağmen "temkin ve kanaati" hiç uzak tutmadım kendimden...

Balyem'de hem rahatım hem de 7/24 yetkim vardı, ve akşamları Bekir'le buluşup bira içmenin dışında sürekli PC başındaydım. Jarko Dikarinan 1988'de herkesin "Chat" diye andığı IRC'yi (Internet Relay Chat) hediye etmişti bizlere ve vaktimin çoğunu chat odalarında geçirirken bir yandan da, programcılık üzerine dökümanlara gözatıyordum internette.

Teknik kullanıcıların çoğuysa veri paylaşımlarını BBS (Bulletin Board Systems - İlan Tahtası Sistemleri) ile yapıyordu. Sonraları, kullanıcıların bir araya gelerek, "görüşlerini paylaştıkları ve tartışabildikleri" forum sitelerinin sayısı hızla artmaya başladı, ve ben düzenli olarak takip ediyordum bazılarını.

İnternet henüz çok aktif olmadığından, yine 1988 yılında "Standartlar Topluluğu" tarafından "nasıl güvenli bir hale getirilebileceği" konusunda uzlaşma sağlanamamış olan SNMP (Simple Network Management Protokol - Basit Ağ yönetim Protokolü), "hızlı ve basit" felsefesiyle, herhangi bir güvenlik özelliği olmadan kullanıma sunulmuş olmasına rağmen çok sorun teşkil etmiyordu.

Asıl meselemiz; varlığı 1982 yılında ortaya çıkan, Apple DoS işletim Sistemini ciddi manada tehdit edebilen "Elk Cloner" isimli ilk virüsten sonra;

daha 20MB kapasitenin üstüne bile çıkamadığı dönemlerde sabit disklerin (Harddisk), 3,5 ve 5,25 inch'lik disketler vasıtasıyla bile olsa,

cüretleri ve sayıları hızla artan, başta MBR (Master Boot Record - İlk Sektör) virüsleri olmak üzere,

bütün .EXE-.COM-.BAT uzantılı dosyaları perişan edebilen VİRÜS'lerdi...

Virüslerin "benle ilgili" unuttuğu birşey vardı :
Mesleki anlamda, hiçbir zaman mutlu olmadım!..

"Mutluluk" denen şey, hele de dozu yükseldikçe, ve özellikle de "ilk adım - ilk intiba - ilk tecrübe" olmak üzere, her olay ve eylemde insanın boş bulunmasına, gayr-i ihtiyari olarak da olsa, acısı o an hissedilmemiş "yaralar" almasına yol açar.

Mutluluk lokal anestezi gibidir.
Farketmezsin belki acıyı - sızıyı, ama, çürük de olmuş olsa, artık dişinin yerinde koca bir oyuk vardır. Mutluluk, temkin ve tedbiri zayıflatır.

'80'li yıllarda varolan ve hızla gelişerek sayıları artan zararlı yazılımlar, bilgisayarın içindeki belge ve çalıştırılabilir programlara saldırıp, onları bozmak için tasarlanmaktaydı.

Ve o yıllarda günümüzün gelişmiş ve bol çeşitteki güvenlik yazılımları yoktu.

Çoğu sistem REAKTİF YÖNTEM ile tehdit ve tacizden kurtulmaya çalışırdı.
Bu yöntem, tehdit gün yüzüne çıkıp da bilgisayardaki dosyalarda hasar meydana getirdikten sonra uygulanabilen tedbir ve eylemleri içerirdi.

Oysa ben, günümüz teknolojisinde bolca kullanılan PROAKTİF YÖNTEMİ, yani;

henüz bilinmeyen fakat öngörebildiğim bütün tehditlerin ortaya çıkmasından önce, digital manada güvenliğin sağlanması adına, onlarca güvenlik yazılımını kendim yazar - geliştirir ve uygulamaya sokarak fabrikadaki her PC'ye enjekte ederdim.

Burada bir hatırlatma yapmalıyım.
O dönemlerde zararlı yazılım üretip yüksek güvenlikli ağları bile delerek korsanlık yapan birçok programcı taraf değiştirmiş, bunlarla savaşır haldeki oluşumlara katılıp, güvenlik yazılımları üretir hale gelmiştir.

Gerçi o zamanların "zarar verme" amaçları da günümüzde "bilgi ve para" hırsızlığına dönüşmüştür, bu ayrı bir konu…

O dönemlerin tırmanışının en hızlı hale gelişiyse, 1998 senesinde, 56Kb.'lik modemlerden 45 bin kat süratli bir erişime sahip internet-2 ve WebTv.'ler ile oldu.

1999 yılında iş, WAP (Wireless Aplication Protocol - Kablosuz İleişim Kontrolü) ile cep telefonlarıyla bile internete erişilebildiğinde çığrından çıktı.

İntel firması '99 da PIII, 2000 yılındaysa 42 bin transistörlü P4 işlemciyi piyasaya sürdü ve şu güne kadar da delinemeyen; "Aynı boydaki bir silikon üzerine yerleşecek transistör sayısı, her 18 ayda ikiye katlanacaktır." yasasını, kurucularından Gordon Moore'u utandırmayarak ispatladı.

Moore Yasası olarak anılan bu tespit hala geçerlidir ve geçerliliğini yitirmesi zor görünüyor...


***alinti kelimelerin sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{04}

**********



JAKABO - METALMİLİTAN - İZZET YASİN - ICQ - FGCM

****************************************************************









İSTER YILAN MİSALİ KIVRAN

İSTER KUŞLAR MİSALİ ÇIRPIN,

BİR ŞİİRİ BİNBİR MAKAM VE TONDA OKUYABİLİYOR OLSAN DA,

ONU YAZAN ŞAİRDEN ÜSTÜN OLAMAZSIN.



TANRI ETİNİ HARAM KILDI DİYE

DOMUZU SUÇLAYAMAZSIN.



HÜKÜM YÜCE ALLAH'TAN ÇIKMIŞSA EĞER

VAKTİ GELİNCE "OL!" EMRİ İŞLESİN DİYE;

HANGİ SEVDANIN FERHAD'I OLDUĞUNA BAKMADAN

KENDİ ÇAĞININ DAĞLARINI ARŞINLAYACAK,

ANLAMANIN BAŞKA ŞEY

ÇÖZMENİN BAMBAŞKA BİR ŞEY OLDUĞUNU

AVAZ AVAZ HAYKIRACAKSIN...

***








Balyem'de herşey yolundaydı ve hayatım rutine dönmüştü. Fabrikadaki 30 kadar PC sorunsuz çalıştığı sürece, benim çalışmama gerek kalmıyordu ve zaten gerekli bütün önlemleri almıştım.

"Dünya üzerinde binlerce virüs ve bir o kadar da kötü niyetli insan olsa da beni ırgalamaz, çünki, bir aslanın umrunda değildir ceylan sürüsünün çok kalabalık oluşu yahu" diyerek, vaktimi Süperonline'nin Chat Server'in de Kilise kanalında, Metalmilitan Nick'li kişisiyle laflayarak ve Jakabo nickimin de ününü odaya girenlerle "matrak ve neşeli sohbetler" yapmak sayesinde arttırarak geçiriyordum.

İlginç bir çocuktu Müslüm.
Yani, Metalmilitan.

Henüz lise talebesiydi, asiydi, metal müzik dinlerdi. Kilise kanalının sahibiydi.
Adana'lıydı. Tembeldi.

Okulu sevmezdi ve sadece kızlarla takılmak adına varolduğuna inanırdı okul denilen yerin.

Fakat ilginçtir ki, yıllar sonra, üniversite sınavlarında Kırıkkale Üniversitesi Fizik Bölümünü kazandı. O zekilikte birinden umulurdu ama o haytalığa pek yakıştıramamış ve şaşırmıştım doğrusu.

Bir gün sörf esnasında, "eski okul arkadaşlarınızı bulun" mantığıyla çalışan, Türkiye'deki her okulu Veritabanlarına (Database) ekleyerek, gayet pratik çözümler sunmuş olan bir websitesine rastladım.

Birçok eski okul arkadaşımı bulmuştum ama İzzet Yasin'in bendeki değeri birbaşkaydı.

Akıllı bir insan ve lise yıllarımızda da birçok güzel bilgisayar programına imza atmış, becerikli bir yazılımcıydı. Sitenin ilan panosuna bıraktığı telefon numarasını hemen çevirdim ve uzun uzun konuştuk.






Ege Üniversitesi Üni-Pa'ya (Bilgi İşlem Dairesi) sorumlusu olmuştu ve hiç şaşırmamıştım.

Konuşurken arada telefonu bırakmak ve gelip soru soran diğer mühendislere cevap vermek zorunda kalıyordu.

"- ICQ numaran kaç Hasan? Ekleyeyim seni ve ordan 7/24 yazışalım" dediğinde, kısa zaman önce "yahu biriyle konuşmak için, hele de tanımadığın biriyle konuşmak için program yazmışlar adını da ICQ (I Seek You - Seni Arıyorum) koymuşlar, eksik olsun" diyerek bilgisayarıma kurmadığım o programı hemen kurmak zorunda kalmıştım.

İzzet Yasin'le günün her saati yazışabiliyorduk artık ve her konuda fikir alışverişi yapıyorduk. Arada da ICQ çöplüğünde takılan diğer insanların profillerini inceliyor, "About - Hakkında" kısımlarında ilginçlikler gördüğümde de, "Slm - Nbr" tarzı başlayıp, laflıyordum.

Sonra bir şeyi farkettim :

ICQ - MSN - IRC'de takılan hemen herkes;

"Böyle saklı kalmak gibi bir ayrıcalığı varken, henüz gençken, fırsat bulmuşken, bolca eğlenmeli ve dertleri dirseklemeli, çok derin ve kasvetle düşünmemeli.

Çünki yaşam içinde "felekten gece çalmak" deyimi her an kol gezer durur. Peşine takılınacak tek gerçek budur ve mümkünse insanın her gecesi bu düsturla yoğurulmalı, ve hayata böyle tutunmalıdır. Yaşlanınca bu işler azalır, tadı tuzu kaçar.

İhtiyarlıktan en büyük çile payını da kadınlar alır.

Çünki, gençlik - güzellik onları çok çabuk boşayıp gider, talep azalır ve hayat zulmetmeye başlar. Bir kocakarı veya bunak bir herifle kim ve hangi tarzda eğlenip, gününü gün etmeye çabalar?", mantığıyla balıklama dalıyordu bu ortamlara. İşin ucu partner bulmaya dayanıyordu yani.

İnsanoğulları gerçek yaşamda da kendi putlarını kendi yapar.

Gazino - disko - pavyonlar da bu tip düzenlemelere maruz kalmış yerlerdir mesela. Düzenekler özenle kuruludur. Yan taraftaki deniz veya havuza kırmızı - sarı - mavi ışıklar akıtırlar ve oradaki kadınların hepsi kadınlıklarını tamamen soyunmuş, erkeklerse uçsuz bucaksız erkekliklerini giyinip gelmişlerdir. Bed sesli şarkıcıysa bu ikisinin arasında bir cinsiyettedir çoğunlukla.

Bu tip yerlerin ışıklandırması fevkalade incelikler taşımalı, alacakaranlıklar mekandaki bütün eşyayı sımsıkı örtmeli, hatlar bütün belirginliğini kaybetmeli, ve müşterilerin paraları alkolün de desteğiyle, ceplerinden kolayca alınmalıdır.

İşte, sanalın sohbet ortamları, gerçek hayatın bu karanlık eğlence mekanlarını hiç aratmaz, çünki, sanal zaten uçsuz bucaksız ve kapkara bir güzergah. Karşıdaki "kendini anlattığı derecede" ışır ortalık, ve onun ancak o kadarını görebilirsin.

Oysa öyle güçtür ki kendin olabilmek. Bu, olduğu gibi görünebilecek insanın devasa erdemler barındırmasını gerektirir. Katıksız ve az bulunan madenlerin çok kıymetli olması gibidir.

Savunma mekanizmalarımızın ve "kalkanlar açık halde" dolaşmalarımızın çoğu, bilindik "vasat SÖ" kültürünün baş köşesini işgal etmiş olan "zayıf görünmeme öğretisinin" genç nesillere "hiç hissettirmeden" aktarılabilmesindendir. Durum bu olunca, yanyana gelen ademoğullarının hiçbirisi "kendisi olma erdem ve cesaretini" gösteremez.

Zaten çok az "Sıradan Ölümlü" güçlü olduğu şeylerde buluşur. Büyük kısmı ise, zayıf yönlerinin benzerliğiyle orijinde müttefik olur.

Sonuç mu : Kalabalıklar içinde enine boyuna yaşanan, ve bazen sapkınlık sınırına dayanan "yalnızlık ve onun getirisi sıkıntılar" ile doludur artık cepler. Eğer daha da köşeye sıkıştırılırlarsa bu küçük beyinler, kendilerine fütursuz bir dille "mağdur" bile diyebilirler.

Az sayıda insan ise bu tip bilinçaltı eğitimleri, almışsa defeder - almamışsa "farkındalıkla" reddeder…

Normal bir konuşma esnasında, sanki söylenmemesi gereken bir şeye sıra gelmiş de, "söylesem mi söylemesem mi tereddütü yaşıyormuşcasına" devam ederseniz sözlerinize, işte o duraksama anında havaya saçılan soru işaretleri karşınızdaki insanda "sizi daha bir ilgiyle dinleme ve size tümüyle odaklanma" hissi uyandırır.

Bu tarzda toplu mesajlar atardım ICQ'daki diğer kullanıcılara ben de, ve mutlaka doyurucu sohbetlere sürükleyecek birilerini de bulurdum gün içinde.

Fakat birgün, özü "bil bakalım ben kimim?" e dayalı bir mesajıma,

"- Kimsin, yoksa Hacker mısın?" diye bir yanıt alınca hem şaşırmış hem de bu soruyu soran kadına "Evet" deyivermiştim.

Güvenlik ve güvenlik açıkları konusunda çok ama çok bilgiye sahip olmama rağmen, medyada Hack ile ilgili forum sitelerinde sidik yarıştırıp duran, bazısı amatör ama özenti, bazısı da işin ilmine gerçekten hakim olanlar gibi, ismimin önüne "Hacker - Cracker" sıfatı koymak da hiç aklımdan geçmemişti...

Bilişim suçları işlenmeye başladığında çok sık olarak gündeme gelen bu iki terim, medyada magazin malzemesi olarak kontrolsüzce kullanılmış, ve çok basit iletişim - yazılım ihlalleri yapanlar bile Hacker - Cracker olarak tanınmıştı.

Aslında çok yakınmış gibi görünseler de birbirinden çok farklıdır.

Her ikisi de eşit düzeyde bir bilgi birikimine ihtiyaç duysa da, bir Hacker'ı bir Cracker'dan ayıran şey;

Hacker'ın "özde iyi niyetli" oluşudur.

Yani, bir Hacker bilişim korsanlığı yapmaz fakat sistemdeki açık - zayıf noktaları bulmakta ustadır. Çoğu da bu işi büyük firmalarda güvenlik hizmeti vererek yapar. O şirkette çalışmasa da, herhangi bir sistemdeki açıkları hobi olarak bulup, bunları sistem sahiplerine haber verse de "hacker" ünvanını alır.

Cracker ise, bilişim suçlarını işleyene verilen isimdir.

Bunlar, bilişim sistemlerine izinsiz erişimde bulunur, verileri çalar veya bozar. Asıl eylemleriyse, yazılımları kırarak sınırlı kullanımdan kurtarmaktır.

Mesela, Pentagon'un Bilişim Teknolojileri Müdürü Art Money bu konuyla ilgili olarak, gençlerden, hangi teknoloji alanında olursa olsun Cracker değil Hacker olarak faaliyette bulunmalarını istemiş, ve ikisi arasındaki farka işaret etmişti.

Bu bağlamda Hacker'lık; kötü emeller eşliğinde, ve her iki manasıyla da bir Cracker olunmadıkça, bilgisayar dünyasında "bilginin zirvesine çıkabilmek" anlamına gelmekte...

Sanal ya da gerçek yaşamda, arkadaşlığın bir sonraki pozitif sonucu "dostluk". Bu dostluk farklı cinsler arasında gelişirse, sonraki adımlarda onları haliyle "cinsellik" bekler. Birçokları cinselliğin dostluğu bitirdiği saçmalığını savunur, şiddetle de destekler.

Ve ben derim ki onlara; dondurmanın lezzetini çikolata kabına sokup çıkarmakla yok edebileceğinizi iddia ettiğiniz kadar gülünç duruma düşersiniz bu konuda. :).

Dostluğumuz her geçen gün derinleşiyor, sohbetlerimiz, artık neredeyse hiç kapatmadığımız PC monitörlerimizde günbegün perçinliyordu ilişkimizi.

Bir oğlu vardı FGCM'nin ve bir de köpeği. Uzaktık.

İstanbul'da yaşıyordu. Babası emekli bir öğretim üyesiydi İstanbul Üniversitesi'nden, kocasıysa uluslararası bir şirketin üst düzey yöneticilerinden biri. Lise çağındaki oğlu okul ve eve yaymışken delikanlılığın getirdiği yaramazlıkları, boxer cinsi köpeği Asya da hep evde, hep başındaydı.

Hani bir yalan atıp da "- Hacker'im, evet, hem de en iyisi" demiştik ya, bu yönde çalışmalar yapıp da, birgün ICQ'nun konuşma balonuna "- Evde bir köpeğin var mı senin, ismi de Asya mı?" yazdığım an yaşadığı şoku sevgili olduğumuz dönemlerde de ballandıra ballandıra anlatır, bana olan ilgisinin "süper bir hacker" oluşumla tavan yaptığını söylerdi.

Oysa zor olmamıştı mail adresine girerek orada ne varsa okumam. Kocası ve eczacı arkadaşıyla Asya'nın gazı - hastalığı - ilacıyla ilgili birçok mail gönderip almışlar ve silmemişlerdi. Şakayla karışık, bir başkasının mailine izinsiz ilk girişim ve password - güvenlik duvarı vs. denilen şeyleri ilk aşışımdı bu, ve bana "sanal da olsa" bir sevgili - bir kadın kazandırmıştı.

Aradan 4 ay geçmişti. İnternetten resim göndermeyi bilmediğinden PTT ile göndermişti fotoğraflarını bana. Yeni boşanmıştım, kadınsızdım. FGCM'nin de durumu hiç iyi değildi evliliğinde, ve resmen olmasa da teoride çoktan boşanmışlardı eşiyle.

Bir gün ona; "Yuvayı dişi kuşun yaptığı su götürmez bir gerçek, fakat eksik. Doğrusu; dişi kuş sadece yuvayı yapmalı. Jeoloji mühendisi olmana rağmen evde durman çok mantıklı bu yüzden. Hele de iş ülke kurmaya veya kurulan ülkeyi ömürlendirmeye geldiğinde fiyasko kaçınılmazdır çünki.

Bu tezim iş hayatı için de geçerlidir. Mükemmel bir eğitimin ardından, 1921'de eline bir cetvel alarak bugünkü Irak - Suriye sınırını kendi başına çizen, sonra da kurulan yeni Arap devletlerinin her birine krallar atayan Desert Queen yani Çöl Kraliçesi lakaplı İngiliz hatun Gertrude Bell, bazı özel yazışmalarında dostlarına "Faysal canımı sıkmaya başladı. Bu adamı kral yapmakla acaba hata mı ettim?" tarzı özeleştirilerine bile birkaç yıl geçmeden başlamış. Yani bugünkü Ortadoğu'nun ömrü ancak 80-90 yıl ve onunda tümü kanlı savaşlara sahne olarak sürdü.

Demek ki neymiş, dişi kuş yuvası dışında bişeyler yapmaya kalktığında "Höyyttt" demek gerekirmiş. :)

Her işi bir kenara bırakıp, sen de bizim yuvamızı yapsana kadın, hı? :P" diye yazdığımda beni hiç yormadan;

"- Yaz geldi. Edremit'te bir yazlığım var benim. Sizin o taraflara geleceğim yani, ama, bizim yazlıkta buluşamayız. Sen bir yer ayarlarsan, yuvayı yapmak kolay iş :)" şeklinde bir cevap alınca dünyalar benim olmuştu…

Herkesin küfürler savurduğu "kör talih" kör ise, ve sen kör değilsen eğer, onu görebilir - gözünü dört açabilir - hükmedebilirsin.

Ama "övgü ve pohpoh" göze batan meziyetler gerektirirken;

insanın iç dünyasında - benliğinde varolan ve dışarıdan kolayca görülüp sezilemeyen bazı nitelikler talihi sana çeker, bilmek gerek.

Ve ben uzun zamandır seks yapmayan bir adam olarak FGCM'ye bu teklifi yapabilmek için, onunla sadece seksi düşünüyor yanlışına sürüklememek için aylardır iç dünyamı anlatmışsam da yazışmalarımda, bir kadının etkilenmediği birine kendini sunmayacağını bildiğimden, şu "bana ilgiyi" kolayca çektiren "zeki bir hacker" olayından da devam etmiş, mesela;

onunla yazıştığımız anlarda, arka planda bir işadamını hacklemiş, şirketlerinin ulusal politikalarını beğenmediğim için IMKB'deki (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) portföyünden hisse senedi satış ve alışı yaparak zarara uğratacağımı söylemiş;

onun hemen "dur Hasan yapma!" deyişine de "merak etme, ben iyi bir hacker'ım, kimse yakalayamaz" şeklinde cevap verip, onun devam eden ısrarlarıyla da vazgeçmiş gibi görünüp, hem gönlünü bir kez daha kendime çekmiş hem de zekama ve beynime olan hayranlığını katmerlemiştim.

Hoş, köpeğinin adını koyacağını tahmin edip de, onu ICQ'da offline'a düşürüp, o meşhur çiçeği yeşilden kırmızıya çeviriverdiğimde başka bir yazışmamız esnasında, o zaten dehama teslim olmuştu bile :)

İlerleyen zamanlarda ben de onun yanına, İstanbul'a çok gitmiş olsam da, eski öğrencim Aker'in Altınoluk'taki yazlığında gerçekleşen ilk buluşmamız tam bir rüya gibiydi.

Anladık ki sanal sohbetlerimizin tamamı, dünya üzerine düşerken yitirdikleri kayıp yarısını arama sevdasına düşen her insanın ilk adımlarıydı, ve biz o safhayı layıkıyla geçmiş, hani elimize bir tabak yoğurt tutuştursalar ayrana çevirecek kadar titremeler eşliğinde, yüreklerimizi çatlatacak derecede kabartan dev gibi bir "heyecan ve sabırsızlığın" stresiyle mücadele ederek bir yandan, elimizde bira ve sigaralarımız eksik olmadan sevişerek, o yazlık evi saran çok anlamlı akımları soluyarak şehvet yüklü havasında, birbirimizin olmuştuk.

Yaşadığı mutluluğu hiç çekinmeden anlatıyor, gömülüp kaldığı karanlıkların içinden aniden bir güneş doğduğunu ve her yanının aydınlanıverdiğini itiraf edebiliyordu açıkça FGCM.

Gözlerime, sanki lolipop şekeriymişler de, bedenimden sonra onları da yalamak istercesine mutlu bakıyor, bitmek bilmeyen öpüşmelerimiz kanının tamamını alevlendiriyor, çırılçıplak teninde gezen sert kavrayışlı ellerimin nefessiz bırakıcı zevkiyle kendinden geçip dururken, kulağına fısıldadığım "- Sen artık benimsin küçümen" cümlesi daha bir çıldırtırken onu, öbür yandan da teslimiyete "tümüyle ve hiç gocunmadan" zorluyordu.

Öyle de oldu.

Bense, uzun zamandır yalnız yaşayan bir erkektim, ve ağrısı olmayan bir Priapizm'e (Sürekli ereksiyon) yakalanmış damızlık boğa misali, kadınımın üstünden hiç inmemiştim…


Saatler sonra, aklından yaramazlık yapmak hiç geçmeyen minik bir çocuk gibi büzülüp - küçülüp kaldı kollarımda.

Sarıp sarmaladım onu, uyuduk.

Sonra İstanbul'a döndü...

alinti-kelimelerin sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{05}

**********



ERKEĞİN TEKNOSHOW’U, KADININ DRAMA’SI

********************************************************



BİR MUHABBET KUŞUNA YEM VERİRCESİNE

ÖPTÜRÜRKEN AVUÇLARINDAN YUMUŞAKÇA;

FİKİR MİKROBU SARAR TÜM VARLIĞINI

İKİSİNİN DE BİR ZAMAN SONRA,

VE ARTIK KADIN ANLAMIŞTIR Kİ;

HEM KENDİSİ OLUP HEM DE KOCASININ OLAMAZ.



BUNCA ZAYIF ADIMLARLA YÜRÜMEK

BİRŞEY KAZANDIRMADIĞI GİBİ,

CAN RAHATLIĞI BİRYANA

CANLARI ÖYLE SIKKINDIR Kİ HER İKİSİNİN DE,

ESPRİLERİ DAHİ HER KELİMEDE ÇOK KIRICI OLMAKTA

VE DUDAKLARI KIMILDANDIKÇA

BÜTÜN GÜNAHLARI YERLERE DÖKÜLMEKTE.



OYSA BİRBAŞKA ADAM DAHA VARDIR

HAYATININ YAKIN KIYISINDA, VE, O;

KENTİN EN YÜKSEK BİNASINDAN ATLAMA FİKRİ

AKLINDA HİÇ YOKKEN AŞILAYIP;

KADERİN AZAMETİNE DİZ ÇÖKTÜREREK ATLATIP;

SONRA DA TAM YARI YOLDAYKEN,

CAMDAN,

"SEVİNÇ" VE "SEVGİ" İSİMLİ İKİ KANADI

SAĞ VE SOL YANLARINA BİRÇABUCAK TAKIŞTIRIP;

"ATLAMIŞLIĞIN PİŞMANLIĞI

YÜZÜNDEN OKUNANIN

İHTİRAS YÜKLÜ MUTLULUĞUNU"

HER SANİYE ONA YAŞATMAKTA USTADIR.



İŞİN İÇİNDE BU İKİ KAVRAM VARSA DA,

EKSEN II KİŞİLİK BOZUKLUĞU (ÖLDÜR VE HİÇBİR ŞEY HİSSETME!)

SAHİBİ OLUŞU DAHİ BU SİHİRLİ ADAMIN,

BELKİ BEŞ BELKİ DE ON PERDE KADAR ARKA PLANDADIR,

VE KENDİSİNE KADININ DUYDUĞU GÜVENE

TEK BİR ÇİZİK BİLE ATAMAMAKTADIR...

***




Nereden estiği belli olmayan bir soruya "evet" yanıtı verilerek başlanmıştı ama, benim ilgi alanım hack olaylarına ve bunların çokça konuşulup tartışıldığı forum sitelerine kaymıştı bile.

İngilizce ya da Türkçe hazırlanmış birçok forum sitesini tarıyor, hack ve hackerların icraatları üzerine hazırlanmış her dökümanı inceliyor, bana "bilgi" bağlamında hiç yabancı gelmeyen şeylerle karşılaşıyordum.

Birçok forum sitesindeyse yaşları 12 ile 18 arasında değişen gençlerin, bir "hacker" olarak sen - ben kavgaları yapıp kendilerini ispata kalkıştığını - sidik yarıştırdığını görüyor, hackledikleri websitesi - ICQ - MSN vs. ne varsa birbirlerine caka satmak için malzeme olarak kullanıp yayınladığını gördükçe de, bir yandan tebessüm ediyor, bir yandan da taa '90'lı yılların sonlarına kadar çok yoğun kullanılan IPX/SPX (Aplletalk Protokolü) yerini alan, ve TCP kısmını nükleer saldırılardan sonra bile veri akışını güvenli şekilde kesintisiz olarak sağlayabilsin diye Amerikan Savunma Bakanlığı'nın, IP kısmını ise İngiliz Donanmasının geliştirdiği TCP/IP (Transmission Control Protocol/Internet Protocol) standartının ve onun kullanıcılarının interneti nasıl da yerden yere çarptığını, ve, ilk mesaj iletişimini ta 1960 yılında gerçekleştiren ve Askeri İstihbarat amacıyla geliştirilmiş olan ARPANET'in (Advanced Research Projects Agency Network-Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı Ağı) kemiklerini sızlatışlarına birebir şahit oluyordum.

Çünki, hack olayını tam bilmeyenleri kendine düşman ettiren asıl sebep, Newcastle and Carlisle isimli demiryolu şirketini lanetleyen papazın durumuna benziyordu : 1841'de ilk pazar gezisini 29 Ağustos günü yapacağını duyuran şirket aleyhine, gezinin yapılacağı hafta başında Newcastle caddelerine pankartlar asan Rahip W.C. BURNS halka şöyle sesleniyordu. : "- Pazar ayininden kaçanlara ödül! Charlisle Demiryolu şirketi; Tanrı'nın Kutsal Gününde, isteyen herkesi 7 şilin 6 peni karşılığında büyük bir rahatlık ve güven içinde cehenneme götürüyor. Ve bunların adına da zevk gezisi diyor.!!!".

Hack olaylarına da böyle düz bir mantıkla ve önyargıyla yaklaşan "Sıradan Kullanıcılar";

ortalığı kasıp kavuran hackerlara işte bu papazın gözleriyle bakabiliyorlardı, çünki, hackerlar gerçekten güçlerinin ve bilgi birikimlerinin yetiştiği her yere ve herkese zarar veriyorlardı.

1998'de internetin yayılma hızının dünya çapında patlama yapmasından sonra ise, mesela, ""Hackers for Girlies" isimli bir hacker grubu, New York Times gazetesini 9 saat boyunca kapalı kalmasını sağlayabiliyorsa, ben gibi basit bir kullanıcıya kim bilir neler yapabilirler" diye düşündürtüyordu insanlara.

Bir ev kullanıcısının, binlerce dolarlık bir güvenlik duvarı aparatının ardında duran bilgisayarı kullanması, ve ağ dahilinde Microsoft ISA Server (İnternet Security and Acceleration) - Cisco ASA - Checkpoint N6 - Untangle - Fortigate gibi profesyonel çözümlerle güvenliğini sağlaması olası değildi. Zaten vasat seviyedeki hackerların çoğu da bu "son kullanıcılara" musallat oluyor ve kalite anlayışını oldukça düşürmelerine rağmen, forumlarda başarılarıyla övünüp duruyor, birbirlerine de habire meydan okuyorlardı.

Ciddi bir hack sitesine (wardom____ ya da tahribat____), "- Bilmem kaç tane 6 haneli - 5 haneli ICQ numaram var ve hepsi de aynı mail adresim üzerinden kayıt edilmiş vaziyette. Bilgisi yeten - Gücü yeten buyursun hacklesin. Adresim : devilofhacker______", şeklinde bir meydan okuma konusu açmıştı hacker'in(!) bir tanesi ve konu başlığı da 9 gündür trend topic (çok aktif gözde konu) halindeydi.

Çünki forum sitesini takip eden yüzlerce hacker o mail adresinin peşine düşmüştü, ve, onu ele geçirerek "dehşet bir hacker" olduğunu kanıtlamak sevdasıyla da kaç gündür telef olmuştu uykusuzluktan…

"- Kardeş, senin Topic'ini (konu başlığı) sadece 3,5 dakika önce gördüm ve artık bütün ICQ numaralarınla birlikte mail adresin bana ait. Geçmiş olsun..." yazdığımda, yer yerinden oynamıştı forumda...

Sadece 3,5 dakika yetmişti. Hacklemiştim o mail adresini. Ve o süre boyunca da Abraham Lincoln'ün sözü çınlamıştı beynimde sadece : "- Unutmayın! Tehlikeye en yakın olduğunuz an, dikkat çekmeyi başardığınız an'dır!".

Zavallı hacker benim dikkatimi çekerek kendini tehlikenin göbeğine atmıştı. "- Kimsin lan sen? Mailimi geri vermezsen seni şöyle yaparım - böyle yaparım - asarım - keserim" türünden mesajlar atınca da gözümden iyice düşmüştü.

Ona son bir yanıt verip, o forum sitesinden girmemecesine ayrılmıştım :

"- Sen! Zavallı insan! Kendini büyük hacker sanan zavallı insan! Şu an, Aisopos'un sözünü ispatlıyorsun bütün forum sakinlerine, unutma! Demiş ki bu bilge kişi : "- Sineğin biri araba tekerleğinin dingiline konmuş, amma da tozuttum ha! diye söylenmiş.". Hadi kal sağlıcakla; JAKABO !"...

Hack forumlarının hemen hepsi işte bu keşmekeşteydi.

CIA'nin yöneticilerinden Richard Folk, benzer bir tanımı "Yeni Dünya Düzeni" için yapmıştı, ve bu, sanal ortam için de çok doğru bir tanımdı :

"- Ormanda yaşayan canavar ortadan yok olmuştur. Ancak ormanda hala bizi tehdit eden birçok yılan vardır. Üstelik önceden, canavarın ne yapacağı öngörülebilirken, mevcut düzende ve durumda yılanların ne zaman, nereden çıkacağı ve ne yapacağı bilinememektedir."

Bu ifadeyi bilişim dünyasına yorarsak, sadece askeri amaçlar için kurulan ARPANET'e Haziran 1990'da son verilerek, internetin işletiminin Amerika Online ve Network Solution gibi firmalara verilmesinden, ve denetiminin de sözde (!) Amerikan Hükümetinin insiyatifine bırakılmasından sonra sanal dünyayı yılanlar sarmış, DevilofHacker isimli su yılanı da bana çarpılmıştı.

Çünki; "Tabanca doğrultularak meydan okunacak bir düşman değildir "akıl", ve elinde de çoğunlukla küçük bir çakı vardır. Seninki ya patlar ya patlamaz da, o dürttü müydü, hem batar hem kanatır." düşüncesinden uzaktı. Henüz bilinen zararlı yazılımlar listesinde olmayan veya antivirüs programlarının hepsini birden birşekilde atlatabilen programlar yazabilen birine tuş edildiğini ve bunun da bir onur kaynağı olabileceğini, şu kitabı yazdığım an'a kadar da bilmeyecekti. Hayattaysa, selamlar olsun...

Hasan tarafında bunlar yaşanırken; kadın, adamın banyo kapısına doğru yürüyüşünü göz ucuyla izledi. Kısa boylu - tıknaz - dar omuzlu - kalın belli - kalçaları yağ bağlamış -baldırları küt - boynu kısa ve enliydi. Adamdaki bu değişiklikler öylesine yavaş olmuştu ki, kadın bile pek farkına varamamıştı.

Günün birinde adamın kocagöbekli - kel - davranışlarının da kötü oluşuna alışıverecekti. Oysa adam, sevdiği kadın için ODTÜ'yü bırakıp Boğaziçi Üniversitesi'ne kayıt yaptırdığı yıllarda gür saçlı - ince belli ve tavır olarak da çokça nazikti.

Günün birinde ikisinin içinde de hiçbir tepki uyanmaz hale gelecek, hem o hem adam her şeyden hoşnut olacak, hiçbir şeyi umursamayacak, sıfır duygularla sabahları uyanacak, yıkanacak, ve kesinlikle "aşk'tan ilgisiz şeylerden" bahsederek yapacaklardı günlük işlerini.

Yine günün birinde, hızla akıp geçmiş olan son 20 yıldan çok daha fazla şey değişmiş olacak, ama kadın o zaman da şimdiye dek olduğu gibi herşeye alışıverecekti. Öyle ya, alışkanlık ortaya kilim serdiğinde, aşk çoktan halısını toplayıp gitmiş olacaktı.

Kadının değişmesi de haliyle adamınki gibi yavaş yavaş oldu. Bazen saçlarına eskisi gibi itina göstermediğini - değişik bir elbise giymeye ya da satın almaya özenmediğini - adamın yanına yatmaya giderken bile aynaya bakma ihtiyacını hiç duymadığını - günlerce ruj sürmediğini farkediyordu. Artık pudra ve krem de kullanmaz olmuş, adamın da bütün bunlarla hiç ilgilenmediğini görünce, her birinden temelli vazgeçmişti. Güzel yemek yapmak ve alışveriş etmek dışında herşeyi boşlamış, kendini koyvermişti.

Adam şimdi banyosunu yapacak - salona gelip de hazırlanmış kahvaltıyı görünce kadına gayet memnun bakışlar atacak - çayının yanında reçel sürülmüş ekmek ya da iki tane sigara böreğini peşpeşe yiyecek - ve kadının onu uğurlamasını bekleyecekti. Şirkette de çok hızlı bir yükseliş yaşamış, müdür olmuştu. Uyku saatlerinin düzenli oluşu da sistemli bir hayat sürüşünün parçasıydı. Zaten bir akşam geç uyusa, ertesi gün çekilmez bir hal alırdı. Her sabah erken kalkar - banyo yapar - kahvaltısını eder ve kadının vedasıyla da evden ayrılırdı.

Kadınınsa; herbir saç teline kadar iltifatlara boğulduğu, genç - güçlü ve bir o kadar da absürt ama vizyon sahibi, aynı zamanda da zeki ve kültürlü sevgilisini eve alışı ise yarım saati geçmezdi.

Sevişmeleriyse; kocası seyahatteyse günlerce, şehirdeyse de adam işten dönene yani hava kararana dek hayvani bir şekilde ve çılgıncasına sürerdi.

Bu vakitlerdeyse onlara muhakkak bol köpüklü biralar eşlik ederdi. Nasıl gelmişlerdi bu noktaya? Evet ya, Hasan'ın bir hacker çıkmasıyla.

Oysa, kadın, sabah gazetelerinde, banka hesaplarını boşaltıp yakalanan hackerların haberinin etkisinde kalmış ve şaka olsun diye "Hacker mısın?" diye cevap vermişti Sceptical nickli ICQ kullanıcısının iletisine.

"Septik" kelimesinin de ilgi çekici olması belki yanıtsız bırakmamasında etkendi, ve, tutup bir hacker çıkmıştı gerçekten de Hasan. Tuhaf bir denkgeliş, tuhaf bir yazgıydı...

Kadınlarının, seks açlığı ve aşk oyunları için kendisini tercih edip, biat etme sebeplerini de tenine - terine - bedensel doyuruculuğuna bağladı uzun süre Hasan.

Sonra bir gün farketti ki; rahatlama - sığınıp güvende olma - sokulup samimiyeti hissetme gibi güçlü duyguların yanısıra, onunla saatlerce sürdürebildikleri sohbetleri, aslında kocaları ile artık yapamıyor oluşlarının hırsı vardı arka planda. Bunları alabildiği bir erkekten "beden" kıskanılır mıydı? Mantıklıydı. Ve FGCM ilk günden beri ona bu yüzden aşıktı.



Fakat bir sabah yıkıldı.

Merak edip, sevdiği kadının maillerine baktı.

Kendisine aşık olan o kadın, tanışmalarından önce yanına gidip geldiği bir üniversite öğrencisinin evine,

"- Ona durumu anlatıp, kestirip atacağım Hasan. Erkeğimi buldum ben, elveda diyeceğim Halis'e" demiş olsa da,

sözümona bunları, onda kalan kitaplarını taa evine kadar götürerek söylemişti.

Ne yani, kendisini bunca seven FGCM, Halis denen herifle, veda seksi mi yapmıştı?

Hayatına Hasan'ı soktuktan sonra bu adiliği yapmış mıydı?

Sordu ona.

Yanıtı "- Hayır, asla!" olunca FGCM'nin, inandı ve konuyu kapadı.

İş çıkışı bir sürü bira aldı, evine yollandı.

Bilgisayarını açtı, keyifli(!) dakikalar eşliğinde, bira ve sigarasıyla, gece boyu internette takıldı...



***alinti Kelimelerin sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{06}

**********



İLK GÖRÜŞME VE TEKLİF (ECHELON)

**********************************************







"- İNSANLARIN TÜMÜNÜ SEVMEK ADINA

"TEK BİR" İNSANI SEVMEKTEN VAZGEÇTİĞİNDE;



İNSANLARIN TÜMÜNE MUTLULUK VERMEK ADINA

"TEK BİR" MUTLULUĞU

DİNAMİTLEMEKTEN ÇEKİNMEDİĞİNDE;



İNSANLARIN TÜMÜNÜN KALBİNİ KAZANMAK ADINA

"TEK BİR" KALBİ KIRMAKTAN KORKMADIĞINDA;



YANİ;



YARIN YAPACAĞIN İYİLİKLER İÇİN, GEREKİYORSA,

BUGÜN KÖTÜLÜKLER YAPTIĞINDA;



AYIKLIK MAKAMININ KAPILARINI AÇARAK,

HERŞEYDEN UYANIK BİR HALDE KENDİNDEN GEÇEREK,

KUVVETLİ KAFİRLİK KARŞISINDA ZAFERLER KAZANARAK,

ADEMOĞLU'NUN İÇLERİNİ BÜTÜNÜYLE FETHEDECEK

VE "ÇİRKİN YÜZLÜ GERÇEKLERİ GÖRMEKTEN ÜRKENLER"

SINIFINDAN ÇIKIP;



KURBANLARI - ŞEHİTLERİ - KAHRAMANLARI VE

DAHİLERİ BULUNAN "İMRENİLESİ ADAM" OLACAKSIN"...



"- AKSİ DURUMDA?"...



"- BİLİR MİSİN Kİ,

CEHENNEMDEKİLERİN TANRI'YA OLAN İMANI - İNANCI

DÜNYADAKİLERDEN ÇOK DAHA SAMİMİ,

HATTA TAM OLMASI GEREKTİĞİ GİBİDİR.



ÇÜNKİ;



TECRÜBE ETMİŞLERDİR

VE HERBİRİ ÖTE DÜNYAYI

CAYIR CAYIR YANARAK

BİZZAT YAŞAMAKTADIR.



LAKİN;



ARTIK ÇOK GEÇ KALMIŞLARDIR!!!



DURMA, KALK VE İŞE KOYUL! "...



"- HIMMM!??!"...



***



Tam o sırada, uykusunun yarı uyanıklığa yüz tuttuğu anda, yaşadığı zaman diliminin ve an'ın önemini farkedemeyecek halde, kafasındaki plan ve tasarılarını - geleceğe dair akış diyagramlarını - halihazırda neyi varsa, ve dünya üzerindeki yerini "olabilecek en derin ve hızlı biçimde" oynatacak, ve bütün dengeleri altüst edeceğini henüz kavrayamadığı şu cümleleri duydu Hasan :

"- Dümdüz ve bilindik mantık kurallarının mengene misali sıkan - yangın çıkmış ve dumana garkolmuş bir oda gibi boğan - gayet bayıcı ve bir o kadar da sıradan haldeki yaşamını, muhteşem bir şölene veya cıvıl cıvıl bir maskeli baloya çevirmeliyiz! Kaynaşmalıyız! "…

Sonra da sustu o konuşan ve kan çanağı gözlerinde bir volkan şahlanmışçasına, Hasan'ın da gayet net duyabileceği şeyleri, dudakları hiç ama hiç kımıldamadan mırıldanmaya başladı.

Bir yandan da onu süzüyordu :

"- O ben olmalı, ben de o. Altyapısı çok müsait. Bilgi birikimi ve beyin atılganlığı fazlasıyla tatminkar. Tek şey var : O bazı şeylerin farkında değil! Ona bir kapı, bir pencere açmalıyım. Ne çocukluğundaki macır mahallesi denilen fakir bataklığında, ne okulunda, ne de çalıştığı işyerlerinde ve arkadaş çevresinde görmediği, bugüne dek hiç öğrenmediği bir ufuğa götürmeliyim onu.

Benliğini kuşatmış olan, kuşattıkça da bedenine sinen o yapış yapış zırhı herhangi bir yerinden mutlaka delmeliyim. İşinin - elbiselerinin - yemeklerinin - gördüğü ağaçların - uzun uzadıya yayılan yolların - anne, baba ve kardeşinin - hatta oğlunun (ki o daha bebek, kolay olur), velhasıl rüyalarının bile değişime uğrayacağı; kara kuru - sarışın - esmer - kumral ve aynı zamanda da fevkalade zengin kadınların bile, sahip oldukları servetin miktarına bakılmaksızın onun tarafından kolayca terkedilebileceği;

rakamlarının doğruluğu türlü merciilerce onaylanmış bir piyango biletinin, ikramiye tutarının devasalığı zerre kadar bile düşünülmeden yırtılıp atılabileceği bir dünyanın penceresini;

ama tersleyerek ama ikna etmek amacıyla büyüleyerek ardına kadar açmalı, onu, yeni ufku veya o ufka ulaştıracak yol ile muhakkak tanıştırmalı, sonra da başbaşa bırakmalıyım.

Öyle ki, ulaşacağı o ufukta kaygı - kuşku - üzüntü - keder - hayıf - pişmanlık hiç yok ve her türlü aksaklık giderilmiştir.

O'nun arzularının dışında hiçbir şey gerçekleşmez.

Muhteşem bir zümrüd-ü anka'nın sırtında kaf dağını aşan bir prens gibi bulutlarla top sektirmece oynar başın, ve gak dediğinde su guk dediğinde et önündedir o ufukta.

Ne kulak tırmalayan aykırı bir ses, ne de hazmedilmeyen bir söz vardır ortalıklarda. Herşeyin hesabı da en ince ayrıntısına varana dek yapılmıştır.

Mesela, bas önündeki onlarca düğmeden birine, tüm hayvan ve bitkiler anında terbiye edilsin - yat dediğinde yatsın herbiri ve kalk komutunla da ayağa fırlasın.

Peki ya hemen hemen her gün yediğin ve çok ama çok sevdiğin yumurta?
Onu nasıl istersin? Saman sarısı - kavun içi - limon kabuğu - kanarya?

Sağ üst köşeden başlayan ve alt alta sıralanan check-box'lardan dilediğini işaretle ve yumurtan da aynen öyle pişsin.

Hımm, demek şu ilerideki çiçeği beğenmedin, çünki, durup dururken kıkırdıyor ve porno seviyesinde açık seçik fıkralar anlatıyor sana. O halde, hava alıp normale dönsün diye parka filan götür hadi onu cep telefonuna aktarıp, ama sadece dile bunu, anında gerçekleşecektir zaten.

Ya diğer "albenili" çiçek? Çekinme çekinme, kokla.

Şu an için zor belki ama, gelecekte RJ45 veya fiberoptik benzeri kablolardan kokular da transfer edilecektir, bil. Dokun ona.

Üzerine öylesine serpiştirilen koyu küf yeşili orantısız lekeler nasıl durmuş peki purusya mavisinin üstünde, söyle?

Tabii yahu, aralara biraz şafak kızılı damlatıp emrinizi anında yerine getirsinler, sorun mu? Hayır mı, fikir mi değiştirdiniz, ona da tamam. Silip, yerine nar çiçeği ve koyu vişne çürüğü arasında bir ton koysunlar ha?

Hoop, oldu bile.

Ne?

Duvarlar kül rengi ve alacaya yakın mı, hani, beyne dinlendirici masajlar yapan?

Hazır hazır. Yapıldı istediğin!

Kadınlar mı?
Çelik ışıltısı tadındaki melodi kırıntıları yani. Sürat, ve ona bağlı baş dönmelerinin yegane sebebi olan, yarı sentetik yumuşaklıları mı soruyorsun?

Şu havalandırmayı aç sonuna kadar öncelikle.

Ve bil ki, artık taş yontmayacak, heykel üretmek için terlemeyeceksin günlerce.
Sadece dile ve hangisini dilemişsen, o senin olsun.

Kaşları özenle alınmış o "başka bir kadın" yüzünün hışırdayan ateşi, parfümünün,
taşıyan rüzgarı bile sarhoş, birhoş eden kokusu, mobilyaların tamamına sinmiş ve oralarda birikmiş "tacizci" şehvet kokuları.

Bunların da hepsi senin.
Kadın dediğin başka nedir ki?...

Mor ve kırmızının kadife naifliğindeki ışımaları - kırılgan biblo ve vazolar - bardağa tapan, baş eğen sürahiler - gökyüzünü hedeflemiş ihtişamlı şamdanlar - oymaları tümüyle altın yaldızından oluşan çerçevelerle donanmıştır, ve, odalar bir baştan öbür başa dek tamamen "Ayna" bu dünyada.

Çünki ayna, derinliğin yanısıra sonsuzluk da katar oynaşmalara!..

Ezilmiş çimenlerin toprakla karışıp da genzi geren kokusuna yatmak yok ama artık o ufukta.

"Bir parça yaşam" kokan çamurları da diri diri çiğneyemeyecek; dişinin kovuğuna sıkışan kavrulmuş susam tanesini dilinle çıkardıktan sonra, ön dişlerinle çıt diye ezdiğinde ortaya çıkan yanık kokusu da senin dikkatini pek cezbetmeyecek artık.

Çünki senin dansın, yani "tene tapan - değişik bedenlerden can bulan", "Senin" valsin başlayacak artık!...

Hepsi için açmalıyım ona bu ufku. Yaşamalı. Daha önce yaşadıklarını düşünmeli,
hepsini silmeli, ve şimdi bunları yaşamalı. Bütün çocukluğunu düşünmeli.

İlk gençlik zamanlarının yakası apaçık gömleklerini, suyla ıslata ıslata özenle taradığı saçlarını, hayalarını patlatacakmışçasına sıkan veya içinde kaybolduğu bitpazarı işi pantalonlarını düşünmeli...

Güzelim yarıyıl tatillerini kabusa çeviren, "- Boş durulmaz, ayakkabıcı Süleyman'a gidilecek!" lakırdılarıyla;

o küçücük tamir atölyesinin bir köşesinde ayakta bile zor duran örsün üstünde, başkalarının tepe tepe kullandığı ayakkabıların çivileri "içeride kol gezen soğuktan dolayı kızarıp morarmış minicik ellerle" düzeltilip - yeniden kullanılır hale getirilecek.

Huryaaa edilen - gündüz ayrı gece ayrı gösterimler yapan, ve herkesi Bruce Lee ve Superman hayranı eden ama Behçet Naçar - Zerrin Egeliler başrollü filmlerin de bolca gösterildiği sinemaların, veya, camları gazeteyle kapatılmış ve seks filmi oynatan kahvehanelerin önünde uzun uzun durulmayacak;

dumanı üstünde iki tane ekmek alınarak, soğuyuncaya kadar bir elden öbürüne geçirildiği esnada üf-püf edilirken tam, babaya rastgelindiğinde ve ekmekler hemen ona devredildiğinde, üst kısımları neredeyse donmuş haldeki eller pantalonun cebine sokulmuş olsa da, baba korkusundan şööyle bir ıslık bile çalınamadan ve bazen de akşam ezanının eşlik etmesiyle;

hiç de eğlenceli olmayan o eve(!) dönülecek...

Geçti bütün bunlar, geçmişte kaldı.

Yok yok. O ufuk kesinlikle açılmalı ve Hasan da yaşamalı.

Gerçi bu "malumun ilamı" bile olsa, öncelikle bir eklif etmeli, sözde, iknaya çalışmalı."...

Bütün bunları, Hasanın da duyabileceği şekilde, fakat, dudaklarını hiç mi hiç kımıldatmadan mırıldanan DevilofHacker (DoH), sesi oldukça pürüzlenmiş birşekilde konuştu :

"- Hayatlarımızı birleştirelim!"...

Hasan'ın bitkin yüzünün az önce gerilmiş olan hatları da gevşeyerek :

"- Tamam ama, önce "hayat nedir?" bir uzlaşalım. Ve, bu mümkün mü sence? Uzlaşabilir miyiz? "...

DevilofHacker, okşayan bir ses tonuyla :

"- Ben hayatın, beyaz şapka takıp, yapılamaz denileni yapmak - girilemez denen bilgisayar sistemine girmek - çözülemez denilen şifreyi çözmek vee, kurbanları asla ifşa etmeden, destek olmaktan ibaret olabileceğine inanıyorum.

Getirileri otomatikmen seni bulacaktır zaten, ve, bira - sigara - internet - elbise ve aşk dışında bir şeylere de ihtiyacın yoktur o hayatta.

Bilgisayarın güncel, bağlantın güçlü olsun yeter.

Haa, bir şey daha!;

ECHELON'un paçasından hemen tut ve sakın bırakma!

Senin yapabileceğin birşey bu, sakın gözünde büyütme,
ve ona entegre olup faydalanırken kimseye de çıtlatma!"...

Hasan, bu söylemleriyle neleri kastettiğini biliyordu DoH'un.

"Beyaz Şapka" ile, "White Hacking" denilen "Beyaz Kırma"'yı işaret ediyordu.

Güvenlik ve Test amaçlı erişim, çoğunlukla bilişim sistemi sahibinin bilgisi dahilinde gerçekleşse de; onun bilgisi dışında ama herhangi bir tahribata yol açmadan ve sistem sahibinin her şekilde uyarılması için güvenlik deliklerinin saptanması eylemine bu ad verilir, ve bu işin hacker'ına da "Beyaz Şapkalı Hacker" (BŞH) denir.

Yani yaptığı iş kötü gibi görünse de, sonuçları - getirisi iyidir kurban için.

Ve bu tarzın insanlara yönelik yararları konusunda hiçkimsenin kuşkusu bulunmamaktadır bilişim sektöründe.

ECHELON ise dünyanın gözleri ve kulaklarıdır.

Elektronik - Digital istihbaratın en gizli ve en fazla konuşulan sistemidir.

Amerika - İngiltere - Kanada - Avustralya - Yeni Zelanda tarafından ortaklaşa kurulmuştur.

Dünya yörüngesinde dolanan 5 stratejik uyduyu kullanır, ve her uydunun da yeryüzünde iletişim halinde olduğu bir istasyonu vardır. Takviye olarak 100'den fazla küçüklü büyüklü uydudan da veri alınabilir.

Bilgisayar - Telefon - Cep Telefonu - E Posta - Faks - Telefaksları dinlemek ve izlemek için okyanus altındaki iletişim hatları dahil, herşeyi "her an" kontrol altında tutuyor sistem.

Hasan ile DoH'un bu konuşmayı yaptığı dönemlerde (1998-2000), dakikada 2 milyon - günde 3 milyar telefon görüşmesini izleyip dinleyebiliyordu ECHELON.

Bilgisayarlar arası yazışmaların da takip edildiğini söylemeye gerek görmüyorum.

Dinlenen herhangi bir kişinin dünya üzerindeki net koordinatlarını da,
yani evinizin adresini de tespit edip kayıt altına alabiliyordu...

Hasan'ın sesi boğazının orta yerinde düğümlendi ve o düğüm de "acısı çok keskin bir tutam filizgin otu" misali içerlerine indi :

"- Peki herşey boka bulanırsa, "Beni suçlama, ne yaptımsa senin için yaptım!" mı diyeceksin? "...

"- Bunu ben değil sen diyebilirsin. Çünki hayatlarımızı birleştirdiğimiz an ben gideceğim. Sadece sen kalacaksın ve DevilofHacker olarak yaşayacaksın.
Gerek sanalda gerekse normal hayatta."...

"- Topu şimdiden bana attın bile! "...

DevilofHacker elindeki birayı kaldırmış, koca bir yudum almış, sonrasında da kara gözleri sulu birşekilde,Hasan'a gülümsüyordu :

"- Canımdan bile vazgeçip sana can katışım topu sana atmak mı? "

"- Kabul ediyorum. Nasıl yapacağız," dedi Hasan sakince...

DoH'un sesi birden çok uğursuz bir tonda havada vınladı :
"- Bugünkü hayatının tümünden ve yeryüzündeki herşeyden vazgeç!!! "...

"- ???????..."...

Ne ve nasıl yapacağı konusunu düşünmeye dalmıştı ki Hasan;

DevilofHacker yaşadığı karanlık dünyadaki acılarla bilene bilene neştere benzemiş olan keskin zekasıyla, dramatizm ve şaşırmışlığın zirvesindeki sahneye bir panayır - bir lunapark fırtınasıymışcasına giriş yaptı :

"- Rıza göster, nam da senin olsun, ün de! Varlığını, şu düşündüğün "bilinmezlik karanlığına" gömüver. Sen de biliyorsun ki gömülmeyen şey fidana dönüşmez, filiz vermez! Metadan metaya seyahat edip durmayı bırak! Kendine çok uzaktan bakmayı nice zaman önce hakettin sen, ve şu halinle sadece gıcırdayıp duran bir dolap beygirine benziyorsun! Halin hüzün verici!

Gecenin bir yarısı bilgisayarının başından kalk; şöyle bir yıldızlara bak ve düşün!
Madem ki içinde bulunduğun ortam sana feyz vermiyor, konuştuğun kimseler tatmin etmiyor, terketmene mani olan ne? Ölümlülere ağlama artık ve ölü bile olsa kalplerin - beyinlerin içine bak!

Hatalar ve isyanlar yüzünden pişmansan, ve kollektif akılla yoğrulmuşsan, bil ki zaten ölüsün! Ve yine bil ki, o topluluklardan yayılarak tüm mekan ve zamanı dolduran şey, sadece "bilindik kokuşmuş et kokusu"! Reddet ki artık tadına bakmayı, "dünya nimetleri için zaaf gösteriyor" pozisyonundan çık!

Her meseleye bir cevabı olan, her gördüğünü kucaklayan, her bildiğini anlatan bir kimse mi gördün, hemen uzaklaş! Çünki onunla Tanrı ilgilenir ve gerekeni yapar, bırak onu. Sen diğerlerinin içindeki yoksulları hisset her daim, ve onların yoksulluğu mukabilinde en ağır yükleri taşı! Bana inan, kaldırdığın ağırlık miktarınca feraha ereceksin!

Karamsarlığın kaynağı ışıktan uzak olmaksa,
çabala ve sen ışık olup "beyaz ışık" saç etrafına!!! "…


***Alinti Kelimelerin sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{07}

**********



DEĞERLENDİRME

***********************





İNSANOĞLUNDAKİ "ÖZGÜVEN" DENEN KAVRAM

FAZLACA ABARTILMIŞ BİR KAVRAM.



ONU;



BAŞDÖNDÜRÜCÜ BİR BOŞLUĞA DÜŞÜRÜP EZEREK

"ATIMIZIN DİZGİNLERİNİ ÇEKİYOR VE BİZE HİZMET EDİYOR"

HALE GETİRDİĞİMİZDE;

HAKKIMIZDA YANLIŞ DÜŞÜNENLERİN AĞIZLARINI

SIKICA BAĞLAMIŞ OLMAKLA BİRLİKTE,

İÇLERİNDE OLUŞMASI MUHTEMEL

KİN VE ONA BAĞLI ŞİDDETİ DE

"SEVGİ'NİN ŞİDDETİNE" BOĞDURUP;

HER BİRİNİ

"KAFASI BOŞ, CÜZDANLARI VE MİDELERİ DOLU OLAN AŞAĞI DERECEDEKİ İNSANLAR"

OLMAKTAN KURTARABİLİRİZ.



BÖYLELİKLE DE

"GÜZEL DOST" OLARAK ANILABİLİRİZ...




***


Sıradan bir gün değildi, ama öyleymişcesine bir yandan FGCM ile aşklarını pekiştirirken yazışarak, öbür pencerede de Metalmilitan ile söyleşiyordu Hasan Balyem'deki odasında...

Yazdığı hack olayını da anlatmıştı ona.

"- Benim de bir arkadaşım var bu işlerle ilgilenen Jakabo. Türk ama ailesi Oslo'da. Valla ben MS/DOS'u kullanarak gözlerimin önünde bir sürü site ve kişiyi hacklediğini birebir gördüm.

Sen de süper bir programcısın ve kesinlikle anlaşırsınız onunla" deyip, 7/24 internette takılan o metal müzik hastası Norveç'liyi çağırmıştı sohbet kanalına.

Laf lafı açıp da, "- 3 aydır birbirimizi taciz ediyoruz ama ne o beni ne de ben onu hackleyemedik. Mail adresini vereyim de bir de sen bak bakalım şu Rus'a" dediğinde, tamam deyivermişti Hasan.

Yarım saat geçmemişti ki, elimdeydi Rus'un bütün şifreleri ve iletişim için kullandığı mail adresleri. Norveçli ve Metalmilitan şok geçiriyorlarken, bir yandan da Hasan'ı göklere çıkartıyorlardı ki tam, ekran birden karıştı.

Tamam, internetin her kullanıcısı gibi o Rus da kullanım esnasında izler bırakmış, IP adresi ya da mail adresi sayesinde kişinin tüm bilgilerinin belirlenmesi - şifrelerinin ele geçirilmesi - içine girdiği bütün veri trafiğinin dinlenebilir hatta değiştirilebilir oluşundan dolayı Hasan'ca kolayca hacklenmişti ama, şu an onu MSN'ine ekleyip duranlar kimdi?

Sonradan anlaşıldı ki, Norveç'liye kendini ispatlayıp da el öptüren Hasan, Rus'un arkadaşlarına hedef oluvermişti.

Biraz bilgi topladığındaysa haklarında, Borland International'ın Ukrayna'daki en büyük çözüm ortağı olduklarını, yazılım geliştirmede ise hiç de yabana atılır olmadıklarını görünce, "- Dur biraz aşkım. Başım belada. Bana müsaade. Musallat olan Ruslar var MSN'imde ve hack savaşı çıktı. Çok kalabalık saldırıyorlar. Görüşürüz sonra, byee!" yazıp, FGCM'den kurtulmuştu.

Sonra da günbatımına kadar o genç bilişimcilerle haşır neşir oldu, Ukrayna'yı turladı sanki sanalda...

Normalde her akşam Bekir alırdı Hasan'ı ve bira içmeye giderlerdi. O gün gelmemişti ve aramamıştı telefonla. Hasan'ın da kafasında binbir düşünce vardı zaten son birkaç gündür yaşadıklarından dolayı. Kendini çarşıya attı.

İstasyona inen Milli Kuvvetler caddesi kesinlikle çok kalabalıktı. Nefes nefese insanlar ve kafalarında da Hasan misali bir sürü düşünce.

Alacak verecek - giyim kuşam - yeme içme - gezinti - konut problemleri - iş ve işsizlik - pahalılık - can güvenliği - hükümetin önlem paketleri vs. vs.

Acı bir fren sesiyle irkildi.

Dizkapağının dibindeki kırık fara baktı önce, sonra gözü "aracın sahibinin sol kolunu ve kafasını camdan sonuna kadar çıkarmış" haline kaydı.

Adeta vücudunun yarısını camdan sarkıtmış, ağzını da olabildiğince büyük açarak mağara misali; bıyıklarının yarı yarıya sakladığı kirli dişlerinin de tüm azametiyle, gözlerinden değil kan sanki irin fışkıracakmış gibi, Hasan'ın bir türlü algılayamadığı sözleri bağıra bağıra sıralıyordu, ki, bunların çoğunluğu da büyük ihtimalle küfürdü.

Bağcıkları çözüktü Hasan'ın ama ayakkabıları ayaklarını feci şekilde sıkmaya başlamıştı.

Bunun sebebi de kesinlikle o şoförün çemkirişleri değil, beyni ve ruhundaki karmaşa, karmaşa ve karar aşamasıydı.

Her yanı kalabalık olan kentin bu görkemli caddesinde, caddenin iki tarafını hisar misali kesip duran iri ve hantal binaların arasında, akşamın inmek üzere olduğu şu alaca vakitte, karga ve sığırcık kuşlarının çığlıklarını ilk kez bu kadar net şekilde duyuvermişti.

Diğer sesler tamamen kesilmişti.

İşlerinden yeni çıkmış insanların sel misali akışlarına istemsizce kapılmışken durup, devasa bir mobilya mağazasının vitrinine takılıp kaldığını, aynalı vitrin camındaki yüzünü, evet o yüzünü farketti ilk kez bu derecedeki ayrıntılarıyla.

Nine sandıklarında lavanta çiçekleriyle bekletile bekletile yıpranadursun, bir türlü giyilmeye vakit bulunamamış eski zaman elbiseleri gibiydi yüzü.

Sadece o çağın değil, her devrin ışığı içine işlemiş bir yüz!
Işıl ışıl, pırıl pırıl, beyaz!

Ev eşyası satan mağazayı süzmeyi bırakıp, arabalardan habire inen cilalı ayakkabıları -sinek kaydı traşı eskimiş suratları - savrulan kravatlarıyla - yere düşmanmışcasına vuran topukları ve çantalarını sıkı sıkı tutar halde önünden geçip giden, başı dik - mağrur sistem insanlarını da bir çırpıda hücrelerine ayırdıktan sonra,

alması gereken kararın kazanç ya da kayıplarını hiç aklına getirmeden
"-Öyle olmalı!" diye fısıldadı.

"- Evet öyle olmalı;

çünki;

büyük bir sağlayıcının güvenlik duvarını aşıyorlar, veya, gizlilik derecesindeki birkaç belgeye ulaşıp, uluorta "biz yaptık - biz becerdik" şeklinde bağrışıyorlar.

Kendilerine, siyah zemin üzerinde dans eden renklerle bezeli bir websitesi hazırlıyorlar veya kadraja girmeden röportajlar veriyorlar medyaya.

İmkan olsa "insan için ne yaptınız, ve, şu yapabildiğiniz şeylerin önemi de, üzerlerine sürdüğünüz boyalarla yokolup gitmedi mi?" diye sorardı diğer bütün hackerlara.

Yıllarca gizli kalabilir ve günün birinde, sade ve sadece "güzel" olarak anılabilirdi.

Ve onlara, "- Sizler, toplum içine yırtık paça ve burnu sürtük ayakkabılarını makyaj malzemeleriyle boyayanlar gibi, sözümona, süslemelerle kalite enjekte etmiş kişilersiniz minicik bilgi dağarcıklarına. Hasan şu kitabı yazmasa ve ortaya çıkmayı kendisi istemese "Tanrısal bir güzel" olarak kalırdı. Bu işlerde de mükemmeli hiç kimse, iyi olanı ise "yakayı ele verdiklerinde" herkes zaten tanırdı." dese,

ve onlar da cevap olarak, "- Beyaz şapkalıların da Underground takılanların da en iyisi olduğunu iddia ediyorsun ama, adın çok az geçiyor sağda solda, ve, bir hikayeciden öte birşey de olmayabilirsin yazdığın şu kitapta!" şeklinde kendi büyüklükleri konusunda ısrarcı olsalar;

o saniye derim ki göğsümü gere gere;

"- 1822'de Charles Babage'nin Difference Engine, ve hemen ardından Analitik Motor'u yapmasından; makinesinin mekanik olmasına ve ölene kadar da tatmin edici olarak çalıştıramadığı halde, onu "sayısal bilgisayarın babası" yapmasından bugüne kadar hacker ve crackerlar vardı.

1993'te Beyaz Saray ve BM interneti kullanmaya başlayıp da, Clinton ve AlGore "information highways" isimli planı "vahşi batının tren yollarıyla donatılması" esasına benzeterek heryana fiberoptik kablo döşettiği, ve 50 web merkezinin aynı anda devreye sokulup, Netscape Browser'ın babası olan MOSAIC piyasaya sürüldüğünde ilk test edenlerden birisiydim ben.

Bu alemde, iyi bir hack uzmanını ya da crackerı herkesi tanır.
İyi hacker ya yakalanmış ya da yarım bilgi ve o bilgiden kat kat büyük kompleks ve egolarıyla caka satarken kendini reklam edip, aslında hiç olmadığı kadar becerikli olduğunu haykırmış, foyası ortaya çıkmak yoluyla da ulusal gazetelerin manşetlerine taşınmıştır.

Ve her iki tipin de çoğunu gruplar oluşturur ve tek başlarına çoğu zaman birhalt edemezler.

Mükemmel hackeri ise hiçkimse bilmez, duymamıştır sağda solda adını.

Çünki o, ereği ne idiyse müthiş bir hız ve kaliteyle ulaşmış, sessiz sedasız da çekip gitmiştir.

Ben de hep öyle yaptım.

Bağırsak, kalp ve midenin çalışmaları esnasındaki hareketlerine müdahale edemezsiniz.

Yine adı beyincik olan organ da bedeni ayakta tutmak gibi önemli bir görevi hiçbir dış etki kabul etmeden, ve mükemmel bir otomatiğe bağlı kalarak yerine getirir.

Vücutta, insan, mesela sadece soluk alıp verişini belli bir yere kadar kontrol edebilir.

Ben de bir PC sistemine kaynadığımda, sistemin insan kontrollerince denetlenemeyen her organı gibi davrandım.

En önemlisi de, acıyı tarifleyip sinir sistemine algılatılan ama kendisinde acı çekme kabiliyeti olmayan "beynin" yerini aldım.

Sıkıysa farket, ihbar et, yakala, yakalattır.

Mükemmel hacker ne yakalanmıştır, ne de ün - şöhret peşindedir.

İsim yapanlar veya isim yapma sevdasına kapılanlar, her bir pohpoh ile sözümona aygırlaşır, çok güçlü bir safkana dönüşür.

Bacakları kuvvetli - nefesi derin ve seri - ciğerleri körük gibidir.

Şişerler de şişerler ve bakanlar o beygirin kafasını sadece bundan ibaret zanneder.

Öyle ya, o heybete o oksijen sirkülasyonuna da o burun yakışır.

Fakat birşeyi esgeçerler :

Hack-Crack olayı koku olayıdır.

Küçücük burnu ve küçücük bedeniyle bir it, bir at'tan, üçbeşbin kat daha fazla koku alır!!! "...

İşte bu sözlerimden sonra eminim susmak onlara çok ama çok yakışır.

Evet öyle olmalı. DevilofHacker ile kaynaşmalıyım! Kararım bu olmalı!!!

Üç kasa bira aldı ve evine gitti. İçecekti...


***Alinti Kelimelerin Sihirbazi
 
Top