Bir başkasını korumak için maske takmayı.
Ben karşımdakini koruyayım ki, o da beni korusun diye bir gönül alışverişini.
“Merak etme senin benden olası bir mikrobu kapmaman için ben maskemi takıyorum, sen de benim için tak” bilincini.
Bu yankısı çok uzaklara giden, “Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma”ya kadar giden eski bir bilgi.
Bu bir erdem bile denebilir, kendimi değil, önce başkalarını korumak. Başkalarını korursam, onlar da beni korur.
Kısacası, korona bana başkalaşmayı öğretti.
Anne, baba, büyükanne, dede, büyükbaba, yenge, teyze, nine’nin kıymetini.
Bizler ve torunlar, onları korumak için aylarca onlara yanaşmadık mesela...
Yokluklarında, kapılarına alışveriş torbalarını bırakıp uzaklaşırken, onların değerini hatırladık. Özledik.
Torunlar için ne büyük nimet ve yuva olduklarını anladık.
Sonra artık önce arkadan sarılayım, dur yüzümü öbür tarafa çevirip sarılayım derken, yine başımızı koyuverdik omuzlarına.
Yalnızlığı...
Hayatımız dikkatimizi dağıtarak geçtiği için, bakmıyorduk kendimize, işimize, hayallerimize, halimize, üstümüze başımıza.
Hızlı bir trende, istasyonları atlaya atlaya yol alıyorduk ve çoğu zaman bir telefona cevap verecek mecalimiz olmuyordu.
Bir oturup nefeslenmeyi öğrendik.
Aynı odada nefes alıp verdiklerimiz kim, nasıllar, hepimiz nasılız bunu gördük.
Sosyal medyadan sıkıldık. Sukuneti özlediğimizi fark ettik. Sessiz durabildik.
Eğer kendinden sıkılmıyorsan, canın da sıkılmıyor.
Çünkü yalnızken, baş başa kaldığın kişi (sen) sıkıcı olmadığın için, bir odada bile tonla yapacak şey buluyorsun.
Hadi bulamadın, durabiliyorsun kendinle. Kendiyle duramayana hayat zor.
Birbirimizi....
“insanların karakterleri kriz anında belli olur” demişti Robert McKee. Al işte sana kriz.
Evde belki aylar sonra göz göze gelince, birbirimiz arasındaki o sis dağıldı.
Kim bu seçtiğim insan, dünya yansa ikimiz neyiz, ne yaparız bunu gördük.
Birbirimize moral, birbirimize el, birbirimize eğlence olur muyuz?
Beraber, bir kanepede ayakları birleştirip kitap okur muyuz?
Yemek yapar, etrafı temizler ve akşamında bir film seçer miyiz?
Bugün olsa yine ikimiz birbirimizi seçer miyiz?
Bunları gördük.
Kiminin hayalleri kırıldı, kimileri doğru karar almıştı.
Çocuğumuzu...
Büyük bölümünü okullara havale ettiğimiz (ne yazık ki böyle) çocuklarımız evde kalınca, ne yapacağımızı şaşırdık.
Okullarına online olarak maruz kaldık.
Öğretmen annelere dönüştük.
Uzak dur dediğimiz ekran, her gün ‘otur başına lütfen’ dediğimiz şeye dönüştü.
Daha minik olanlarla oyun oynamak, kitap okumak, tatlı bir dille bir felaketi anlatmak gerekti.
Yere oturup, legoları birleştirdik. Kek karıştırdık.
Yüzümüzü boyamalarına, bütün yastıkları kanepeden indirmelerine, parkeleri su yapmalarına, bizim yatağımızda yatmalarına izin verdik.
“Tamam köpek alıcaz söz” dedik.
Onlara yakından baktık.
Zaten çok fazla şeyimiz olduğunu...
Evde eşyayla kalınca, “Neden bu kadar kazağım var” sorusu gündeme geldi.
Alışverişten soğuduk, çünkü aldıklarımızla yan yana durunca, içlerinde boğulur hale geldik.
“Şu ölümlü dünyada, ne yapayım aynısından bir tane dahayı” dedik.
Boşmuş dedik bu işler.
“Döndürür, döndürür harikalar yaratırım ben bu gardıroptan” dedik.
Doğanın kucağına ihtiyacımız olduğunu...
Eğer kapıları açıp kaçabilseydik, hepimiz ormana kaçacaktık.
Hepimiz deniz kenarına gidecektik.
Dağlara çıkacaktık.
Bir ağaç bulup sarılacak ve olanları bir nefeste anlatacaktık.
Kuşları dinleyecektik.
Kaplumbağanın haberi bile olmadı koronadan.
Bunun muhteşemliğine hayran kaldık.
Biz hepimiz, milyarlarca insan, bir anda, birkaç ay içinde dünyadan silinebilirdik, ama o nehir yine kıvrıla kıvrıla o dağdan aşağı inecekti.
Ve bizi hiç hatırlamayacaktı.
Gözü bizi aramayacaktı bile.
Tam tersi, temiz havalı, temiz sulu ve çöpsüz bir dünyada daha da mesut olacak, çoğalacaklardı.
Doğa büyüktür, bunu gördük karantinada.
Öğrendikçe öğreniyoruz.
Belki de koza dedikleri budur.
Ben karşımdakini koruyayım ki, o da beni korusun diye bir gönül alışverişini.
“Merak etme senin benden olası bir mikrobu kapmaman için ben maskemi takıyorum, sen de benim için tak” bilincini.
Bu yankısı çok uzaklara giden, “Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma”ya kadar giden eski bir bilgi.
Bu bir erdem bile denebilir, kendimi değil, önce başkalarını korumak. Başkalarını korursam, onlar da beni korur.
Kısacası, korona bana başkalaşmayı öğretti.
Anne, baba, büyükanne, dede, büyükbaba, yenge, teyze, nine’nin kıymetini.
Bizler ve torunlar, onları korumak için aylarca onlara yanaşmadık mesela...
Yokluklarında, kapılarına alışveriş torbalarını bırakıp uzaklaşırken, onların değerini hatırladık. Özledik.
Torunlar için ne büyük nimet ve yuva olduklarını anladık.
Sonra artık önce arkadan sarılayım, dur yüzümü öbür tarafa çevirip sarılayım derken, yine başımızı koyuverdik omuzlarına.
Yalnızlığı...
Hayatımız dikkatimizi dağıtarak geçtiği için, bakmıyorduk kendimize, işimize, hayallerimize, halimize, üstümüze başımıza.
Hızlı bir trende, istasyonları atlaya atlaya yol alıyorduk ve çoğu zaman bir telefona cevap verecek mecalimiz olmuyordu.
Bir oturup nefeslenmeyi öğrendik.
Aynı odada nefes alıp verdiklerimiz kim, nasıllar, hepimiz nasılız bunu gördük.
Sosyal medyadan sıkıldık. Sukuneti özlediğimizi fark ettik. Sessiz durabildik.
Eğer kendinden sıkılmıyorsan, canın da sıkılmıyor.
Çünkü yalnızken, baş başa kaldığın kişi (sen) sıkıcı olmadığın için, bir odada bile tonla yapacak şey buluyorsun.
Hadi bulamadın, durabiliyorsun kendinle. Kendiyle duramayana hayat zor.
Birbirimizi....
“insanların karakterleri kriz anında belli olur” demişti Robert McKee. Al işte sana kriz.
Evde belki aylar sonra göz göze gelince, birbirimiz arasındaki o sis dağıldı.
Kim bu seçtiğim insan, dünya yansa ikimiz neyiz, ne yaparız bunu gördük.
Birbirimize moral, birbirimize el, birbirimize eğlence olur muyuz?
Beraber, bir kanepede ayakları birleştirip kitap okur muyuz?
Yemek yapar, etrafı temizler ve akşamında bir film seçer miyiz?
Bugün olsa yine ikimiz birbirimizi seçer miyiz?
Bunları gördük.
Kiminin hayalleri kırıldı, kimileri doğru karar almıştı.
Çocuğumuzu...
Büyük bölümünü okullara havale ettiğimiz (ne yazık ki böyle) çocuklarımız evde kalınca, ne yapacağımızı şaşırdık.
Okullarına online olarak maruz kaldık.
Öğretmen annelere dönüştük.
Uzak dur dediğimiz ekran, her gün ‘otur başına lütfen’ dediğimiz şeye dönüştü.
Daha minik olanlarla oyun oynamak, kitap okumak, tatlı bir dille bir felaketi anlatmak gerekti.
Yere oturup, legoları birleştirdik. Kek karıştırdık.
Yüzümüzü boyamalarına, bütün yastıkları kanepeden indirmelerine, parkeleri su yapmalarına, bizim yatağımızda yatmalarına izin verdik.
“Tamam köpek alıcaz söz” dedik.
Onlara yakından baktık.
Zaten çok fazla şeyimiz olduğunu...
Evde eşyayla kalınca, “Neden bu kadar kazağım var” sorusu gündeme geldi.
Alışverişten soğuduk, çünkü aldıklarımızla yan yana durunca, içlerinde boğulur hale geldik.
“Şu ölümlü dünyada, ne yapayım aynısından bir tane dahayı” dedik.
Boşmuş dedik bu işler.
“Döndürür, döndürür harikalar yaratırım ben bu gardıroptan” dedik.
Doğanın kucağına ihtiyacımız olduğunu...
Eğer kapıları açıp kaçabilseydik, hepimiz ormana kaçacaktık.
Hepimiz deniz kenarına gidecektik.
Dağlara çıkacaktık.
Bir ağaç bulup sarılacak ve olanları bir nefeste anlatacaktık.
Kuşları dinleyecektik.
Kaplumbağanın haberi bile olmadı koronadan.
Bunun muhteşemliğine hayran kaldık.
Biz hepimiz, milyarlarca insan, bir anda, birkaç ay içinde dünyadan silinebilirdik, ama o nehir yine kıvrıla kıvrıla o dağdan aşağı inecekti.
Ve bizi hiç hatırlamayacaktı.
Gözü bizi aramayacaktı bile.
Tam tersi, temiz havalı, temiz sulu ve çöpsüz bir dünyada daha da mesut olacak, çoğalacaklardı.
Doğa büyüktür, bunu gördük karantinada.
Öğrendikçe öğreniyoruz.
Belki de koza dedikleri budur.