Şair Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M. Akif Ersoy’u ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M. Akif ile vefatından önceki son röportajı yapacağını bilmez.
Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. Fakat İstiklal Marşı’nın milli his, milli heyecan ve milli şiir yaratan bu büyük şairi Akif yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri Akif’le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarını topladı.
Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor. Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra yavaşça soruyorum
—Özledin mi bizi üstat?
Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.
Özlemek mi oğlum… Özlemek mi?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;
Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü. Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…
—Hasret
Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;
—Çok acı…
—Ya kavuşmanın sevinci?
—Onu sorma oğlum… Onu ben kendi kendime bile soramıyorum. Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm. Hiç bir şey göremedim.
—Ve kendi kendine söylüyor;
—Cennet gibi yurdumdayım ya. Çok şükür.
Hastalığı akla geliyor;
Karaciğerim, dalağım şişmiş. Geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum. Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.
Evet diyor. İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık.
Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız büyüktü.
Yorgun, susuyor.
—İstiklal Marşı’nı nasıl yazdınız?
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;
—Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!
Bu ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki İstiklal Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’
Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
—Ya büyük zafer üstadım. O anda ne duydunuz?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;
—Ah diyor;
Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna. Dalıyor.
Ve sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;
—Allah’ım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor.
—Ve biz mest olduk!
—O zaman bir şey yazmadınız mı?
—Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;
—Mısır’da nasıl vakit geçirdiniz?
—Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum. Zaten, tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da yaşadım. Son zamanlarda Kahire’ye indim.
—Sevdiniz mi Mısır’ı?
—Var güzel tarafları var. Bilhassa kışın. Hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım. Orada sıcak da sürekli değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz. Fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm, bütün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
—Mısır’da neler yazdınız?
Geçmişten adam hisse kaparmış. Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Ve üstadın Helvan’sa yazdığı Firavunla Yüz Yüze’sinden şu son parçayı alıyorum;
Bileydim, ey koca Mısır’ın ilahi üryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat? Meramın oysa heder;
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!
—Kolay mı yazarsınız?
Dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;
—Hayır. Diyor
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;
—Çok uğraşırım. Epeyi çalışırım. Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim. Nihayet kâğıt üzerine nakl derken de hayli yorulurum.
—Zevklerimizi sorabilir miyim üstadım?
Hafifçe gülümsüyor. Ve ‘zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;
—Zevk mi. Benim zevklerim mi? Eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse. Eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.
Siz yorulmayın. Ben vereyim.
—Yiyemeyeceğim.
—Bir parça sütlaç...
—Mümkün değil. Rica ederim ısrar etmeyin.
Ve bana dönüyor. Eskiden beri yemekle başım hoş değildir. Sigara da içmem.
Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar. Zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.
Tekrar yatağına geçince, ben de veda etmeye hazırlanıyorum. Ve ayaküstünde soruyorum:
—Neler yazacaksınız?
—Biraz kendime gelirsem, yazacak şeylerim hazır.
Eliyle birkaç defa başına vuruyor.
—Var kafamda hazırlanmış mevzularım
—Ya en son yazınız?
—Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi gölgem de upuzun, kumlarda duruyordu. Bu resmin altına şöyle yazmıştım;
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor…
[ALINTI]
Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. Fakat İstiklal Marşı’nın milli his, milli heyecan ve milli şiir yaratan bu büyük şairi Akif yurda hasta döndü. Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri Akif’le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarını topladı.
Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor. Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra yavaşça soruyorum
—Özledin mi bizi üstat?
Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.
Özlemek mi oğlum… Özlemek mi?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;
Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü. Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…
—Hasret
Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;
—Çok acı…
—Ya kavuşmanın sevinci?
—Onu sorma oğlum… Onu ben kendi kendime bile soramıyorum. Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm. Hiç bir şey göremedim.
—Ve kendi kendine söylüyor;
—Cennet gibi yurdumdayım ya. Çok şükür.
Hastalığı akla geliyor;
Karaciğerim, dalağım şişmiş. Geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum. Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.
Evet diyor. İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık.
Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız büyüktü.
Yorgun, susuyor.
—İstiklal Marşı’nı nasıl yazdınız?
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;
—Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!
Bu ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki İstiklal Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’
Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
—Ya büyük zafer üstadım. O anda ne duydunuz?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;
—Ah diyor;
Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna. Dalıyor.
Ve sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;
—Allah’ım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor.
—Ve biz mest olduk!
—O zaman bir şey yazmadınız mı?
—Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi, o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;
—Mısır’da nasıl vakit geçirdiniz?
—Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum. Zaten, tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da Darülfünun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da yaşadım. Son zamanlarda Kahire’ye indim.
—Sevdiniz mi Mısır’ı?
—Var güzel tarafları var. Bilhassa kışın. Hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım. Orada sıcak da sürekli değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz. Fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm, bütün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
—Mısır’da neler yazdınız?
Geçmişten adam hisse kaparmış. Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Ve üstadın Helvan’sa yazdığı Firavunla Yüz Yüze’sinden şu son parçayı alıyorum;
Bileydim, ey koca Mısır’ın ilahi üryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat? Meramın oysa heder;
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!
—Kolay mı yazarsınız?
Dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;
—Hayır. Diyor
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;
—Çok uğraşırım. Epeyi çalışırım. Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim. Nihayet kâğıt üzerine nakl derken de hayli yorulurum.
—Zevklerimizi sorabilir miyim üstadım?
Hafifçe gülümsüyor. Ve ‘zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;
—Zevk mi. Benim zevklerim mi? Eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse. Eh benim de zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.
Siz yorulmayın. Ben vereyim.
—Yiyemeyeceğim.
—Bir parça sütlaç...
—Mümkün değil. Rica ederim ısrar etmeyin.
Ve bana dönüyor. Eskiden beri yemekle başım hoş değildir. Sigara da içmem.
Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar. Zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.
Tekrar yatağına geçince, ben de veda etmeye hazırlanıyorum. Ve ayaküstünde soruyorum:
—Neler yazacaksınız?
—Biraz kendime gelirsem, yazacak şeylerim hazır.
Eliyle birkaç defa başına vuruyor.
—Var kafamda hazırlanmış mevzularım
—Ya en son yazınız?
—Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi gölgem de upuzun, kumlarda duruyordu. Bu resmin altına şöyle yazmıştım;
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor…
[ALINTI]