• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Mitolojik Hikayeler

Hero ve Leandros

Antik çağda "Hellaspontos"un Avrupa kıyısında ( Çanakkale Boğazı ), Sestos kentinin surları arasında Tanrıça Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak bulunmaktaydı. Bu tapınakta ibadet eden rahibe Hero'nun güzelliği ile dillere destan olmuştu. Öyleki Rahibe Hero'yu görenler onu Aphrodite'nin kendisi zannederlerdi. Bu genç rahibenin güzelliği kadar alçak gönüllü olmasından dolayı Tanrıça Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi.
Sestos'ta her sene ilk baharın gelişi ile birlikte şenlikler düzenlenir çevre illerden insanlar buraya gelir Aphrodite tapınağını ziyaret ederlerdi. Böyle bir şenlik gününde Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite Tapınağındaki ayine katılmıştı. Abydos'lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında güzel rahibe Hero'yu görünce aklı başından gitti adeta, daha ilk bakışta ona aşık olmuştu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sanki karşısındaki Aphrodite'in ta kendisiydi.
Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler bir bir mabedi terk edince yavaşça mabetde tek başına kalan Hero'ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracıkta mihrabın önünde Hero'ya duyduğu aşkı dile getirdi.
O günden sonra Leandros Hero'nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalarca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremeyeceğini söylediyse de Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki bir gün mutlaka hak ettiği karşılığı alacağına inanıyordu. Ve tüm çabaları ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı. Hero deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelikle Leandros'un yaşadığı şehirle aralarında denizde vardı. Ama Leandros aşkı uğruna herşeyi yapmaya hazırdı..buna gece karanlığında yüzerek denizi geçmekte dahildi.
O akşam yaşadığı şehre geri döndüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgar şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu.Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp;
"Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyerek kendisini bekleyen karısının çocuklarının boynunu bükük bırakacak" dedi "Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite'yi de sevindirmiş oluruz"
Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın yerinden kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu. Esen rüzgar onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı.
Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros'tan başkası olamazdı..onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü.
Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdiğini tekrar görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı. O günden sonra Leandros her gece Hellespostosu yüzerek geçiyor sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti ve güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek boğazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu. Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi.
Leandros her ne kadar istemese de sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler. Leandros Hero'nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak hiç düşünmeden kendini azgın dalgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor dalgalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero'nun yaktığı meşale şiddetli rüzgarlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü. Heyecan içinde Leandros'un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi ancak orada dalgaların kıyıya attığı sevdiğinin ölüsü ile karşılaştı. Bu acıya dayanamayan Hero sevgilisine sarılarak kendini öldürdü.
Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kaleye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar.Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdüler ve Onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar.
 
Apollon ve Hyakinthos ( Sümbülün Oluşumu )

Kral Amyklos’un Hyakinthos isimli yakışıklı bir oğlu vardı. Tanrı Apollon onun güzelliğine hayran olmuştu. Samimiyetleri ve dostlukları çok ileri gittiğinden boş zamanlarını Eurotas’ın çiçekli kıyılarında çimenler üstünde disk atmakla geçirirlerdi…Bir gün yine her zamanki gibi aynı yere gitmişler, akan derenin şırıltısını dinleyerek bu eğlenceli oyunla meşgul oluyorlardı. Fakat başı çelenklerle süslü kelebek kanatlı ve sarışın ZEPHİROS da Apollon gibi, güzel Hyakintos’a gönül vermişti. Onun Apollon’la sıkı fıkı görüşmesini çekemiyor, adeta kıskançlıktan kuduruyordu.Zephiros, gemicilerin en sevdiği rüzgar olduğu halde görevini yapmıyor hatta kederinin arttığı dönemlerde gemileri kayalara bile çarptırıyordu. İşte Hyakinthos’a hastalık derecesinde bağlanan Zephiros fırsattan yararlanarak, Apollon’un diski Hyakinthos’a attığı sırada bir hareketiyle diskin yolunu şaşırttı ve delikanlının kafasına çarptırdı. Zavallı Hyakinthos hemen yere yığıldı. Kafası patlamış, ağzından burnundan durmadan kan geliyordu.Bu felaket karşısında Apollon kalbinden vuruldu. Deli divane oldu.Apollon hemen sağlık tanrısı ASKLEPİOS’u çağırdı ve ona en etkili ilaçları koymasını söyledi. Fakat ne yazık ki ilaçlar işe yaramadı ve Hyakinthos can verdi.Kederinden ne yapacağını bilemeyen yaz mevsiminin kızgın tanrısı şöyle bağırdı:-Ey sevgili çocuk, ölüyorsun, senin taze ve güzel gençliğini ben kendi ellerimle yıktım, yok ettim. Madem ki ben seninle mezara, yer altına gelemiyorum, madem ki benim yerim göklerdedir, istiyorum ki seni kendim gibi bir ölümsüz yapayım. İstiyorum ki seni, neşeli ve kudretli olduğum zamanlarda görebileyim, ışıklarımla seni okşayayım, koklayayım. Onun için seni çiçek yapacağım. Sen yaşayacaksın. Ben dünyaya yaklaştığım ve ilkbahar kara kışı bozguna uğrattığı zaman sen topraktan baş kaldıracak fışkıracaksın…Apollon bu sözleri söyledikten sonra Hyakinthos’un kanının düştüğü yerden SÜMBÜL boy vermiştir.
 
Kallisto ( Büyük Ayı)

Arkadia kralı Lykaon zalimce bir yönetim göstermekte olup kan dökücülüğü ve acımasızlığı ile adından söz ettirmeye başlamıştır. Ayrıca kendisine misafir gelenleri öldürmekten zevk alan bu kralın Kallisto isminde güzelliği dillere destan bir kızı bulunmaktaydı.
Kralın bu davranışlarına sinirlenen Baş tanrı Zeus Arkadia bölgesinden geçerken Krala bir ders vermek için kimliğini belli etmeden saraya misafir olmuştur. Kral Lykaon Zeus'un önüne daha önceden misafir ettiği ve öldürdüğü bir yolsunun etinden yaptığı yemeği koydurur. Bu olaya bir hayli öfkelenen Zeus yıldırımıyla sarayı yakıp kül eder ve Lykaon' u da kurda çevirir.
Lykaon'un kızı Kallisto ise Artemis'in yakın arkadaşı olan bir periydi. Tanrıça ile birlikte ava çıkar ona yoldaşlık ederdi. O da tıpkı Artemis gibi evlenmemeye ve bir erkekle birlikte olmamaya yeminliydi. Ancak Zeus bu güzel periyi görür görmez ona gönül verdi ve bir gün Kallisto ağaçların altında dinlenirken Artemis'in kılığına girerek yanına yaklaştı. Kallisto baş tanrıyı Artemis sandığında ondan çekinmedi fakat hatasını anladığı zaman iş işten geçmişti. Hamileliğini gizlemek için büyük çaba harcadı ancak bir gün arkadaşları ile birlikte gölde yıkanırlarken Artemis peri kızın hamile olduğunu fark etti. Zeus sevdiği kızı Artemis'in öfkesinden korumak için Kallisto'yu bir ayıya çevirdi ama bu bile onu Artemis'in öfkesinden korumaya yetmedi. Artemis okları ile onu delik deşik etti. Kallisto ölmeden az önce Arkas adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Bu çocuk daha sonra Arkadia'ların babası oldu. Kallisto ise öldükten sonra Zeus tarafından gök yüzüne alındı ve kutup yıldızını gösteren 'Büyük Ayıya' çevrildi.
 
Kassandra ve Apollon

KASSANDRA'nın LANETİ
Truva'nın son kralı Priamos ve Hekube'nin güzel kızı olan Kassandra'nın ikiz kardeşi Helenon ve diğer kardeşleri Hektor ile Paris'tir. ( üstteki vazo resminde Paris ve Kassandra görülmektedir. )
Kassandra geleceği önceden bilmek ve rahibe olmayı çok arzuluyordu. Tanrı Apollon görür görmez bu güzel kızdan çok etkilendi ve ona bir teklif sundu; Kassandra onunla birlikte olursa ona geleceği görme yeteneği verecekti. Kassandra bu teklifi kabul etti. Apollon, Kasandra' nın ağzına tükürdü ve Kasandra geleceği görme yeteneğine sahip oldu.( Anadolu' nun pek çok yöresinde büyüklerdeki iyi hasletlerin küçüğe geçmesi için de aynı ritüel uygulanmaktadır.) Ama Apollon ile birlikte olmadı. Bakire bir rahibe olma isteği Apollon'a verdiği sözden daha ağır basmıştı. Bir rivayete göre de aslında en başından beri Apollon ile birlikte olmaya niyeti yoktu, sadece geleceği görme yeteneği almak için Apollon'u kandırmıştı. Apollon bu duruma çok sinirlendi ve Kassandra'yı lanetledi. Lanete göre; Kassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacaktı. Ve asıl ağır darbe; asla rahibe olamayacaktı. Tam tersine bir kadın olarak aşağılanacaktı. Gerçekten de öyle oldu. Truva Savaşı'nı ve savaşın sonucunu görmesine rağmen kimseyi gördüğü şeylerin yaşanacağına inandıramadı.

Çaresizlikle savaşın başlamasını ve bitmesini izlemek zorunda kaldı. Olacakları bilmene rağmen onları engelleyememek ne acı bir duygudur. Dahası, Agamemnon tarafından esir edildi ve onun cariyesi olmak zorunda kaldı. Bu rahibe olma hayali kuran bir genç kız için yaşanabilecek en kötü kaderdi. Ama belki kaderin cilvesi olarak bu yaşadığı durum yine bir kadın tarafından sonlandırıldı. Truva'ya savaşmaya giden Agamemnon'un karısı boş durmamıştı. Aşığı ile kocası ülkeye döndüğünde onu öldürmek için bir plan yaptı.
Büyük bir zafer kazanmış olarak Kassandra ile ülkesine dönen Agamemnon'un gemisi karısının görevlendirdiği askerler tarafından Yunanistan açıklarında durduruldu. Agamemnon, aralarında Kassandra'nın da bulunduğu cariyeleri ve Agamemnon'u savunan askerler öldürüldü.
Psikolojide, geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna Kassandra Kompleksi ismi verilmektedir.
 
Marsyas ( Marsias ) Efsanesi / Çine Çayı Efsanesi

Antik Çağda Ege Bölgesinin en dramatik hikayelerinden biridir Marsyas ( Marsias ) Efsanesi.

Efsaneye göre, M.Ö. 4000 yıllarında, Tanrıça Athena geyik kemiği (ya da bir başka rivayete göre Büyük Menderes Çayı'nın kaynağındaki bir gölde yetişen uzun sazlar) üzerine delikler açarak ilk flütü icat eder.

Athena gurur duyduğu buluşu olan flütü ile tanrıları önünde çalmak için tanrıların ziyafetine katılır. Şölende Aphrodite ve Hera, flüt çalarken yüzünün aldığı şekille alay edince Athena sinirlenir ve toplantıyı terkeder. Ida Dağı eteklerinde bir su kaynağına gidip yansımasında, çalarken yanaklarının şiştiğini ve çirkinleştiğini görünce, flütü lanetleyip atar ve onu tekrar kullananı çok büyük cezalara çarptırılmasını diler.
Bundan haberi olmayan çoban Marsias kırlarda dolaşırken flütü bulur, çalmaya başlar ve sesine hayran kalır. Bir tanrıçanın eseri olduğu için çok güzel sesler çıkaran flütü büyük bir beceriyle çalan çoban Marsias, çok güzel ezgiler çıkarmaya başlar.
Ünü kısa sürede çevreye yayılır, güzel sanatların ve müziğin tanrısı Apollon'a kadar ulaşır. Apollon da müziğe düşkündür ve lir çalmakta çok ustadır. Kimse onunla yarışmaya cesaret edemez. Tanrı Apollon , Marsias'in müzikteki şöhretini kıskanır ve onu herkesin önünde yarışmaya davet eder. Yenenin yenilene istediği cezayı verebileceğini belirtir. Yarışma, tanrı Timolos'un dağı olan Bozdağ'ın eteklerinde, Frigya Kralı Midas'ın başkanlığındaki üç kişilik bir jüri heyeti ve halkın önünde yapılır.
Apollon liriyle tanrısal ezgiler çalarken sanat ve su perileri olan müzler, koro halinde eşlik ederler. Marsias flüt çalmaya başlayınca tanrı Apollon'dan aşağı kalmaz, o da çok güzel ezgiler çalar. Halk Marsias'ı alkışlayıp, tempo tutar. Apollon'un cezalandırmasından korkan jüri kararını açıkladığında, Kral Midas adil davranarak iki puan sayılan oyunu Marsias'a verir ve berabere kalırlar. Hikayenin bu noktasında, Apollon'un nasıl meydan okuduğu ile ilgili iki farklı inanış vardır:
Birincisine göre Marsias, beraberlikten hoşnut, ayrılmak üzere iken Apollon lirini baş aşağı çevirip aynı melodiyi çalar, Marsias'tan aynısını yapmasını ister. Jüri, bu meydan okumanın adil olduğuna karar verir. Flütün tersten ses çıkarmaması yüzünden Marsias yenilir.
Diğer inanışa göre ise berabere kaldıklarını gören Apollon, lirini çalarken şarkı söylemeye başlar. "İşte" der şarkısında, "Sen de aynısını yap! Kavalını çalarken şarkı söylemeni istiyorum!". Marsias itiraz eder, karşılaştırılması gereken aletin kullanımındaki ustalıktır, sesin değerlendirme dışı kalması gerekir. Apollo, buna karşılık olarak, Marsias'ında flütünü üflerken temelde aynı şeyi yaptığını, enstrümanının sesine kendi sesini kattığını iddia eder. Jüri, Apollon'un iddiasını kabul eder. Marsias, deneyip yapamadığını görünce Apollon'un oyununa geldiğini farkeder. Apollon gibi çalamayacağını itiraf etmek zorunda kalır ve yarışmayı kaybeder.
Apollon, Midas'ın oyunu Marsias’tan yana kullanmasına çok kızar. Kulaklarının iyi işitmediğini ve insana özgü kulakları hak etmediğini söyleyerek Midas'ın kulaklarını uzatıp eşek kulaklarına çevirir. Marsias'ı da kayalıkta bir zeytin ağacına astırıp diri diri derisini yüzdürür ve çeşitli işkencelerle öldürtür.
Marsias'ın ölümüne üzülen kayaların ağlayarak Suçıkan kayalıklarını oluşturduğu söylenir. Bir başka söylenceye göre flüt ustasına üzülen sanat perileri müzler (müza da denir) öylesine ağlamışlardır ki gözyaşları dağların arasından akıp Marsias ırmağını oluşturmuştur. Yine bir başka söylence de Apollon'un daha sonradan yaptığına pişman olduğu, lirini kırıp bir daha hiç çalmadığı ve Marsias’ı bir ırmak haline getirdiği yolundadır.
 
Polyphemos

Olympos’un Baş Tanrısı Zeus, yeryüzündeki korkunç yaratıklar buradan sürülünce sade Kyklopların geri dönmesini onayladı. Çünkü Kykloplar diğerlerinden farklılardı, Zeus’un yıldırımlarını onlar yapıyorlardı. İlk başta üç kişi olan Kykloplar çoğaldılar, kimi keçileri güttü, kimi kimi koyunları… Yine de yabaniliklerini üstlerinden atamadılar.. Pek de güvenilir bir ülke değildi Kyklopların yaşadığı ülke..
Bir gün bir gemi geldi bu ülkeye. Geminin kaptanı Odysseus yanına oniki adamını da alıp mağaralara girdi. Mağara onların tam aradıkları şeyi sundu, bol boy yiyecekler ve içilecek sütler. Gemiciler dayanamadılar ve yedikçe yediler. Kaptan Odysseus şarap getirmişti yanında, onu mağaranın büyük sahibine sunmak için saklıyordu.
Akşam vaktine girildiğinde mağaranın girişinde ürkütücü bir yaratık görünce, Kyklop Polyphemos’du gelen. Mağaranın gerçek sahibi.. Kükreyerek sordu mağaradakilere, kimdi onlar, onun mağarasına girme cesaretini nerden bulmuşlardı? Bütün gemiciler korku içindeydiler, bir tek Odysseus hariç. Kaptan Zeus’un koruduğu denizciler olduklarını söyledi, bir tek onun içinde korku yoktu.
Polyphemos kendisinden daha büyük bir Tanrı tanımadığını söyledi ve orada hemen iki denizciyi öldürdü ve yedi. Diğerlerinin kaçmaması için de mağaranın kapısına bir taş dayadı ve sonra uykuya daldı. Denizcilerin buradan hemen kaçması gerekiyordu. Bir çare olmalıydı, bu koca kaya nasıl kalkardı buradan..
Akşam Polyphemos uyandı, sonuç yine aynıydı, iki denizciyi daha midesine indirdi.
Bu korkunç yaratık mağaradan çıkıp gidince Odysseus mağaranın içinde büyük, kocaman, iri bir sırık buldu, bunun ucunu iyice sivriltti ve ateşte yaktı ve onu gözlerden uzak bulduğu yere geri sakladı. Polyphemos gelir gelmez iki denizciyi daha yedi. Odysseus yanında getirdiği şarabı ona ikram etti, içtikçe içti Polyphemos ve giderek kendinden geçti. İşte o zaman kaptan sivri uçlu sırığı çıkardı, ucunu ateşte yaktı, kızdırdı ve aniden gözüne soktu korkunç yaratığın. Bunun üzerine delirdi Polyphemos ancak göremedi denizcileri.
Sabah olunca kalan denizciler koyunların altına saklanarak açılan mağaranın ağzından kaçtılar. Gemilerine hızlıca ulaştılar ve denize açıldılar. İşte tam bu sırada kaptan Odysseus mağaraya doğru olanca gücüyle bağırdı:
“Gördün mü, Kyklop, adamlarımın hepsini yiyemedin! Konuklarına ettiğin kötülüklerin cezasını buldun.”
Bunun üzerine büyük bir kaya parçasını eline aldı Polyphemos ve gemiye doğru fırlattı, öylesine büyük bir dalga çıkardı ki gemi tekrar kıyıya vurdu. Ancak ürkütücü yaratık onları tekrar eline geçiremeden gemi uzaklaştı ve gitti.
Yunan Mitolojisinde Polyphemus’un bir de aşk öyküsü anlatıldı dilden dile. Tek gözlü korkunç yaratık Nymphelerden Galateia’ya gönlünü kaptırdı. Ama öylesine çirkindi ki, artık tek gözü de yoktu, kim bakardı ki ona. Polyphemos elinden geleni ardına koymadı, şarkılar söyledi aşkına, ayaklarına kapandı, onu düşünerek günlerce kayaların üstünde bekledi, bekledi..
Sonunda Galateia’nın kalbini çalmayı başardığı anlatılır. Onu sevmesinin sebebi belki de Denizler Tanrısı Poseidon’un oğlu olmasındadı, kimbilir..
Galateia’nın kızkardeşi Doris, kıskanç kelimelerle onu kızdırmaya başladı;
“Ben Zeus’un oğullarına bakarım doğrusu. Ortada kalan bir şey var. Polyphemos aptal, kaba, yabani yaratığın biri.”
Tek gözü bile olsa onun sadece kendisini beğendiğini, başkasını görmediğini düşündü Galeteia. Ancak bu aşk çok uzun sürmedi, kalbi başkası için çarptı Galateia’nın, taaa ki tek gözlü Kyklop kininden sevgilisini bulup öldürünceye kadar bu aşk devam etti.
Onun tek aşkı oldu Galeteia, ondan başka da kimseyi almadı kalbine tek gözlü Kyklop Polyphemus...

Bu hikayenin üç bölümü ayrı kaynaklardan günümüze ulaştı, birinci bölüm Homeros’un destanı Odysseia’da vardı, ikinci bölüm üçüncü yüzyılda yaşayan Theokritos tarafından , üçüncü bölüm ise İ.Ö. ikinci yüzyıldan yaşayan yazar Lukainos tarafından..
 
PYRAMOS ve THISBE

Yaşadığı dönemin en yakışıklısı olan Pyramos ile tüm güzelleri gölgede bırakacak güzelliğe sahip olan Thisbe, Semiramis'in saltanat sürdüğü ülkede birbirlerini seven iki gençti. Aynı mahallede , yan yana evlerde doğup büyümüşler daha çocuk yaşlarda birbirlerine gönül vermişlerdi. Yetişkinliğe eriştiklerinde evlenmeye karar verdiler ancak aileleri buna izin vermedi. Onları bir çift olarak uygun görmüyorlardı. Ve görüşmelerine engellemeye çalıştılar ama iki sevgili ne yapıp edip buluşmanın bir yolunu buldular.Evleri ayıran duvarda küçük bir yarık vardı. Bu yarığı ikisinden başka kimse bilmiyordu. Her gün aynı saatte orada buluşur gizlice o yarıktan doğru konuşur birbirlerine güzel sözler fısıldar aşklarına karşı çıkan ailelerinden yakınırlardı. Bir gün birlikte kaçmaya karar verdiler. Ayrı ayrı evlerinden çıkıp Ninus'un mezarının başında buluşmaya karar vermişlerdi. Buluşacakları gece Thisbe gizlice evden kaçtı ve uzun bir yürüyüşün ardından Ninus'un mezarına ulaştı ve kararlaştırdıkları gibi Pyramos'u ağacın altında beklemeye başladı. Fakat tam o sırada ağaçların arasından ağzında henüz parçaladığı bir hayvanın kan lekesiyle dişi bir aslan ortaya çıktı. Thisbe korkuyla uzaklaştı ve yakındaki bir mağaraya gizlendi, kaçarken başındaki tülü düşürmüş ancak geri dönüp almaya cesaret edememişti. Aslan derede su içtikden sonra tekrar ormana dönüyordu ki yerde Thisbe'nin eşarbını gördü ve kanlı dişleriyle parçaladı.
Buluşma noktasına biraz geç gelen Pyramos aslanın yerde bıraktığı izleri görünce içine bir korku düştü ardından sevdiğinin parçalanmış kanlı tülünü fark etti ve korkusu acıya dönüştü. Göz yaşları içersinde Thisbe'nin tülüne sarıldı, sevdiğinin acı ölümü onu kahretmişti. Bu acıya dayanamayarak bıçağını çıkardı ve sevdiğine kavuşabilme umuduyla bıçağı tam göğsüne sapladı , kanı yere aksın diye ölmeden bıçağı geri çıkardı.
Thisbe korkudan titremesine rağmen Pyramos'u daha fazla bekletmemek için yavaşça mağaradan çıktı ve ağacın olduğu yere gitti. Orada sevdiğini görmeyi umarken onun kanlar içindeki vücudunu görünce aklı başından gitti Sevgilisine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ama artık Pyramos için çok geçti. Thisbe önce kanlı bıçağı ardından da parçalanmış tülü gördü. Sevgilisinin onun aslan tarafından öldürüldüğünü zannedip kendisini öldürdüğünü anlamıştı. Yerdeki kanlı bıçağı alıp sımsıkı sapına yapıştı. Eğer Pyramos sevgisi uğruna ölümü göze aldıysa oda alacaktı. Bıçağı havaya kaldırıp hızla göğsüne sapladı, cansız vücudu Pyramos'un vücudunun üzerine kapanmıştı. Tanrılar bu iki sevgilinin başlarından geçenlere üzülerek onların aynı yerde yatmalarına hiç değilse ölümde birlikte olmalarına müsaade ettiler.
 
Selene ve Endymion

Bilinmeyen Anadolu´dan bir dilim...
Üzerlerine binlerce kitabın yazıldığı, filmlerin çekildiği kayıp uygarlıklar ve kentler sizlere kendi içinizdeki göremediğiniz yerleri açabilir veya kapalı kapıları aralayabilir. İşte Ege´den Türkiye Gizem tur´un birinci bölümü...
Bilinmeyene doğru derken ve bilinmeyeni genelde hep gökte veya bir başka boyutta ararken gelin yere inelim...
Anadolu binlerce yıldan bu yana sayısız uygarlığın beşiği olurken birçok gizemi de bağrında saklamış.. Elbette ki, her gizem doğaüstü değildir, bazı gizemler tarihi konumları ve anlaşılmaz ama hissedilebilir anlamlarıyla gizemli olurlar. Gizem ya da bilinmeyen faktör doğanın ta kendisinde de olabilir, eğer yaşadığınız çevre hakkında bilgi edinmek ve bazı olayları yaşamak istiyorsanız, siz siz olun ve muhakkak gezin, unutmayın eskiler “Çok gezen ve çok bilen..” arasındaki farkı bize gayet iyi belirtmişler.. Durumunuz orta düzeyde dahi olsa, çoğunuzun bir arabası vardır ve yine çoğunuz bu araba ile güneye tatile gitmişsinizdir, Ege´den geçerken yolunuzun üzerinde bazı önemli yerler vardır, işte size sözünü ettiğim önemli yerlerden birisi Bafa Gölü ve bu göl kıyısının şimdi birkaç avuç kalmış olan altın kumları. Durun ve Bafa´ya bir iki saat ayırın. Göreceğiniz doğa size çok farklı kılabilir.

Selene’yi hissedebilirsiniz...

Bugün Bafa Gölü ve kıyıları ne yazık ki özellikle kumsalı, endüstri canavarına kurban edilmişse de hala bir başka gezegen görünümünü koruyor ve üçbin yıllık bir efsane hala yaşıyor, hemen yolun sonundaki kalıntı, Çoban Endymion´un Ay Tanrıçası Selene ile buluştuğu yerdir. Yakışıklı çoban Endymion´a aşık olan Ay Tanrıçası Selene, işte burada umutsuzluğa düşer çünkü ölümlü bir insanla beraber olması Zeus yasalarına göre imkansızdır. Anlatıldığına göre Bafa Gölü´nü çevreleyen Beşparmak Dağları Ay´ın en güzel parladığı yerdir ve Bafa Gölü ay ışığı altında gerçekten de gümüş bir tepsidir çünkü Ay Tanrıçası Selene, sevdiği çobanı görmek için, en güzel ışıklarını, en parlak biçimde buraya döker. Efsane bize, Çoban Endymion´un bu işe ne dediğini söylemiyor ama olsun bir beis yok zira o zamanlarda feminist tanrıçaların sözü geçiyordu. Ama siz Bafa´yı ve Selene Tapınağı´nı bir görün, ne işe yarar demeyin çünkü efsaneler gerçeklerin görünmeyen zirvesidir. Hissedin yeter.. Bu tanrısal aşkın yaşandığı dağ Türkiye´dedir. Mitolojik adıyla Latmos Dağları, antik Karia yöresinde, şimdiki Bafa Gölü´nün kıyısındadır. Ünlü tarihçi Strabo “Coğrafya” adlı eserinde bu yöreyi vurgular; “... çeşitli zamanlarda çeşitli yöneticiler buralara sahip olmuşlar... Troya’nın alınmasından sonra Lidyalılar, Aiolisliler ve İyonyalılar ve sonra Persler ve Makedonyalılar ve son olarak da Romalılar buralarda egemen olmuşlar, ülke bölündüğünde halk dialekt ve isimlerini kaybetmiş...”Bugün Bafa’ya gittiğinizde, tüm bu uygarlıkların izlerini bulabilirsiniz. Heraklia binlerce yıllık ağırlığı ile karşınızdadır.

Çapkın Baba’nın maço kızı

Bir diğer mite göre ise, Büyük Tanrı Zeus Endymion’a ölümsüzlük ebedi yaşam ve gençlik bağışlamıştır ama genç kalması için hiç uyanmamalıdır, bu amaçla tanrısal Hypnos’u yollar. Zeus aslında kızını yani Artemis (Diana) yani Selene’yi düşünmektedir. Mitolojik sembolizmaya göre Selene öz anlamda bize Artemis’in kişiliğini simgelemektedir ve bu noktada Tanrıça’yı anlayabiliriz. Artemis, çok aktif bir tanrıdır, hiç yerinde durmaz, çevresi tüm doğadır hatta doğa ile bütünleşmiştir, tüm hayvanlar onu izlerler, bitkiler onu arzularlar. Sözün özü anlaşılır ki, işi başından aşkın olan Artemis’in aşkla meşkle uğraşacak vakti yoktur ama gel gelelim bir dolunay gecesinde uyuyan yakışıklı çobanı görünce aklı başından gidiverir. Oysa aşık olduğu yaratık bir insan yani ölümlüdür ve tanrılar insanlarla birleşemezler, o zaman iş Zeus’a kalır. Hem dağlarda, ormanlarda koşuşturan kızının mutluluğunu istemektedir, hem de biliriz ki Zeus Baba, aşk konusunda çok ciddidir ve kalkıp çobanı ölümsüzlük uykusuna yatırır ve sorunu çözer!!! Çoban Endymion’un öyküsü bir tuhaftır ama bir o kadar da büyüleyicidir. İnsan kişiliği ince tüllerle örtülmüştür. Onu genç bir ozan olarak algılarız (Teokritos mu?), kalben aşkı arar ama bulduğu aşk sonuçsuz ve tatminsiz gibidir, ancak sessiz ay ışığının en parlak anında sevgilisi yanındadır, Selene bir hastabakıcı gibi gelir, parlak ışıklar altında ve melankolik bir ortamda, aşkını mutlak sessizliğin örttüğü bir heyecanla kucaklar onu tüketir, içer ve yine sonsuz uykusuna terk edip bulutların içinde kaybolur. Öykü bize, ümitlerin bir amaca yöneltilmesini, yoğun ve güçlü arzuların önemini, şiirsel aşk diliyle anlatır. Bir yaşam gerçeğin ötesinde rüyalarda harcanmıştır, aslında bu erken bir ölümün çağrısıdır. Verilmek istenen kıssa budur. Yaşam gerçektir ve hayallerle harcanmayacak kadar değerlidir…

Kos’lu Ozan Teokritos

Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığına göre, dünyanın ilk “idil” yani “kır şiiri” şairi Teokritos’dur, Teokritos tahminen Sicilyalı’dır ama bir süre Kos yani İstanköy Adası’nda yaşamış ve şiirlerini Güney Anadolu’nun Dorik lehçesiyle yazmıştır. Sözün kısası, Bafa Gölü ve kıyısındaki Beşparmak (Latmos) Dağları’nın ölümsüz miti “Çoban Endymion ve Tanrıça Selene” öyküsü Teokritos’dan alınmıştır. Balıkçı, miti bizlere aktarırken öncelikle Selene adını vermez ve yerine Artemis’i koyar sonra da bir açıklamada bulunur; “... Artemis, Yunanca bir sözcük değildir, Anadolu’lu (aslen Pelasg) bir sözcüktür. Artemis yeraltı dünyasında Hekate’dir, fırtınalı gecelerde kapkara bulutlarla örtülü korkunç ve karanlıktır. Sakin gecelerin berraklığında ise ay ve ay ışığı göklerin gülümsemesi sayılırdı. İşte o zaman Artemis “Selene” ya da “Sintia” diye anılırdı...” Balıkçı, daha sonra lirik bir melodiyle çoban Endymion’un öyküsünü bize sunarken öylesine bir tablo çizer ki, gerçeğin nerede bitip, mitolojiye nasıl geçtiğini fark edemezsiniz.

Bir Troya kaçağı...

Öyküye göre, Troya’dan kaçan genç bir tutsak ozan (Teokritos?), Beşparmak Dağları’na ve Bafa kıyılarına ulaşır... Yüce Achilleus’un can dostu Patraclos’un ölüsü üzerine 12 genç Troyalı’nın kurban edildiğini görünce, dehşete düşüp korkuyla kaçmıştır, yüreği acı doludur, tüm insanlardan uzaklaşır ve belki de Latmos Dağları’nın görkemini, Bafa’nın ışıltılı sularını görünce aradığını bulduğunu düşünür. Ozanımız, orada çoban Endymion’la karşılaşır, aşağıda miti anlatacağım ama Halikarnas Balıkçısı’nın “Hey Koca Yurt” adlı eserinin 249. sayfasıyla da muhakkak buluşmanız gerekir ve Balıkçı orada bize Endymion’la Selene’nin epik öyküsünü aktarırken sözlerini şöyle bitirir ve; “O koca Beşparmak Dağları’nın yavrusu olan ozan unutulmuştur ama bugün ay ışığında Bafa Gölü’ne ve Beşparmak Dağları’na bakıp, gönlünün damgasını ve Beşparmaklar’ın üzerinde sonsuz uykusuna varmış Endymion’u görmemek için dünya gözünden, gönül gözünden yoksun olmalı. Bu masal bir yurt türküsüdür.” der.

Teokritos’un ötesindeki ozanlar

Büyük ozan Keats´ın en sevilen şiirlerinden birisi Selene ile ilgilidir ve ona seslenir;
“ ... Uyuyan büyük bir hayvan gibi,
Uzanmış senin parlak ilahi rüya sedirine,
Sayısız dağlar yükseliyor, yükseliyor
Tutkulu ve kutsallaştırılmış kısık gözlerle,
Ve henüz senin kutsaman bitmedi,
Saklı, gizli bir yerde, bir küçücük ışık,
Orada zevk, haz var, bir çalıkuşunun yuvasında,
Senin parlak yüzün sessiz ve durgun…”

Bir diğer İngiliz ozan olan Fletcher ise “Sadık Çoban” şiirinde şöyle der;
“… Solgun yüzlü Phoebe, koruda avlanırken,
Önce gözleriyle genç Endymion’u gördü,
Ebedi ateşle onu yaktı, hiç ölmesin diye,
Onu yavaşça götürdü, hiç korkutmadan uykuya,
Tapınakları yalçın tepelerde, papatyalarla çevriliydi,
Her gece oraya, Eski Latmos’un zirvesine geliyordu,
Kardeşinin ışığı ile dağları yaldızlıyordu,
Onu tüm tatlılığıyla öperken…”

Ve neler oldu?

Gelelim öyküye; bir gece Artemis gümüş arabasıyla göklerde dolaşırken, aşağıya bakar ve bir tepenin eteğinde uyuyan genç bir adam görür. Hızla aşağıya iner ve onu öper, uyanan genç karşısında tanrıçayı görünce şaşırır, tanrıça ona aşkını ilan etmektedir. Sonra tanrıça gümüş parmaklarıyla genç çobanın gözlerini ovalar ve uykuya daldırır o geceden sonra her gece gelir ve uyuyan delikanlıyı ziyaret eder. Çobanlık yapan genç, ölümlüdür ama Artemis onun çekiciliğine dayanamamakta ve Olimpos´un yani Tanrılar Dağı´nın yasalarını çiğnemektedir. Endişeyle çobanı alır ve Latmos Dağları eteklerinde yaptığı küçük bir tapınağa saklar, ona ebedi gençliği aşılar ve her gece ziyaret etmeye devam eder. Bir diğer öyküye göre ise, çobanın adı Endymion´dur ve Yunan Kralı Elis´in oğludur. Bu versiyonda Artemis, Ay tanrıçası Selene rolündedir, Endymion´a aşık olunca keyifli bir anında ne isterse yapacağını söyleyen babası Zeus´a yalvarır ve Endymion´u sonsuza kadar uyutmak için izin alır. Yakışıklı Endymion, genç ve yakışıklı kalmak uğruna kabul eder ve ebediyen uyur. Selene tatlı bir sesle Endymion’un kulağına fısıldar; “Sana her gece kendi ay ışığımla geleceğim...”. Artık kimse Endymion’u göremez, genç çoban Beşparmaklar’ın bilinmeyen bir yerinde sonsuz uykusunu sürdürmekte ve her ay ışığında Selene’yi beklemektedir. Onların aşkı, sonsuzluğun uykusuyla bütünleşmiştir, tıpkı evrenin sonsuzluğu gibi...

Bir diğer bakış açısı...

Öykü bu ama mitolojiye bakılırsa tanrıçanın uyuyan aşkını öpmekle yetineceğini düşünemiyoruz. Çünkü diğer mitolojik kaynaklara göre, Artemis´in elli kızı vardı ve herhalde bunları uyuyan çobanlardan doğurmadı. Ama farketmez, mitoloji çelişkileriyle değil, öykülerin sunduğu bağımsız mesajlarla geçerlidir. Örneğin Bodrum´a giderken yolunuz muhakkak, Bafa Gölü´nden geçecektir, bir yarım saat ayırın ve gölün karşı kıyısına yani Latmos Dağları´nın eteğine geçin. Orada küçük bir yıkıntı bulacaksınız, işte Endymion´un ebediyen uyuduğu yer burasıdır. Hele bir dolunay gecesinde orada olursanız, kimbilir belki de Artemis-Selene´yi uyuyan Endymion´u ziyaret ederken görebilirsiniz. Hele bir de aşıksanız, o zaman Zeus üçüncü gözünüzü açar ve sıradan ölümlülerin göremediklerini görebilirsiniz. Malum ya, aşk en büyük büyüdür...
 
Theseus ( Ege Denizinin Hikayesi )

Theseus; Kral Aigeus’la Kraliçe Aithra’nın oğludur. Theseus. Yaşamındaki kahramanlıkları ve başarılarından dolayı denizler tanrısı Poseidon’un oğlu olarak bilinirdi.
Kraliçe Aithra Trayzen’de Theseus’a gebe kaldığı günlerde, Kral Aigeus sandalları ve kılıçını büyük bir kayanın altına sakladıktan sonra eşi Aithra’ya “Oğlum bu kayayı kaldıracak duruma gelene dek, kimin oğlu olduğunu söyleme” deyip, ülkesi Atina’ya döndü.
Theseus Troyzen’de dedesinin yanında kalmış ve geçen yıllar boyunca güçlenip yürekleniyordu. Bir gün, tanrısal kahraman Herakles,Theseus’un dedesinin sarayına konuk olmuş, sırtındaki aslan postunu yere atınca herkes postu canlı bir aslana benzetip korkarak kaçmış sadece Theseus kılıçını çekerek aslan sandığı posta hucum etmişti. Postun canlı bir aslan olmadığını anladığında ise kahkalarla gülmüşlerdi. Bu olay Tanrısal kahraman Herakles ve çevredekiler tarafından hayranlıkla izlenmiş ve Theseus adından söz ettirmeye başlamıştı.

Theseus 16 yaşına geldiğinde annesi onu sandal ve kılıçın saklı olduğu kayanın yanına götürmüş, Theseus koca kayayı kaldırdığında babasına ait sandal ve kılıçı bularak Kral Aigeus’un oğlu olduğunu annesinden öğrenmiştir. Böylelikle Atina’ya gitmeye karar veren Theseus, daha güvenli olmasına rağmen deniz yolculuğunu kabul etmeyip yol boyunca canavarlar ve çeşitli tehlikelerle mücadele ederek kara yolu ile Atina’ya ulaşmıştır. Kral Aigeus büyücü Media’nın etkisi altında idi bu yüzden Theseus babasına kim olduğunu açıklamadı. Media Theseusun kralın oğlu olduğunu anlamış ve onu öldürmek için etine zehir katmıştı. Theseus kılıçını çıkarıp eti kesmek istediğinde Kral Aigeus kılıçını tanır ve Theseusun oğlu olduğunu anlayınca eti yemesini engeller. Media saraydan kovulur ama Theseus için tehlikeler bitmemiştir, Kralın kardeşi olan Palas tahtı ele geçirmek için elli oğlunu Theseusu öldürtmek için göndermesine rağmen Theseus hepsini birer birer öldürür. Ve günahlarından arınmak için bir yıl ülkesinden uzaklaşır. Ta ki her yıl ülkenin en gözde 7 kız ve erkeğinin Girit adası labirentinde yaşayan Minotaurus adlı öküz başlı canavara kurban edilmesi için Girite gönderildiğini duyan Theseus Atinaya giderek babasının ısrarlarına rağmen 7 erkek gençten biri olup canavarı öldürmek için girite gitme iznini babasından alır. Babası Theseusun bindiği gemiye siyah bir bayrak astırır ve oğluna sağ dönersen bayrağı beyaz bir bayrakla değiştir ki uzaktan göreyim der.
Theseus ve 13 genç kara bayraklı gemileri ile o zamanki adı "Arkhipelagos" olan Ege’de süzülüp günlerce süren yolculuğun sonunda Girit’e vardı. Kral Minos ağırladı kurbanlık gençleri. Kral Minos’la, Kraliçe Pasife’nin biricik ve dünya güzeli kızları olan Ariadne ile Theseus göz göze gelir gelmez vuruldular birbirlerine. Bu kez de, Ariadne Theseus’u ölüm yolculuğundan döndürmeye çalıştı. Ama Theseusun kararı kesindi.

Bunu üzerine Ariadne, ona şöyle dedi:
" Labirente girip de sağ çıkmak olası bir durum değildir. Her şeyden önce Minotaurus denilen öküz başlı canavar hiç bir kurbanını sağ bırakmamıştır. Hem onu öldürsen bile, labirent öylesine karışıktır ki, geri çıkma yolunu bulmanın olanağı yoktur. İyisi mi,sana bir makara iplik vereceğim. İpliği sala sala ilerle labirentin arap saçından beter dehlizlerinde... Minotaurus’u öldürmeyi başabilirsen, saldığın ipliği izleyerek bulabilirsin çıkış yolunu."

Öyle yaptı Theseus. Ariadne’nin ipliğini yere salarak ilerledi. Sonunda vardı Minotauros’un bulunduğu bölmeye. Minos’un boğası insan bedenli, boğa başlı azgın canavardı. Theseus, zorlu bir savaşımdan sonra Minotauros’u öldürdü.Ariadne’nin ipliğini izleyerek, dolambaçlı, binbir yanıltmalı yollar içinde buldu çıkış yolunu. Böylece Theseus, tanrısal sanatçı Fethiye’li Daidalos’un yaptığı labirente girip sağ çıkan ilk insan oldu. Üstelik böylece, her yıl bu canavara on dört genç kurban edilmesi töresini de yıkmış oldu.

Theseus, Prenses Ariadne’yi de gemisine alarak dönüş yoluna koyuldu. Theseus zafer sarhoşluğu içinde ülkesine dönerken, gemisindeki kara bayrağı indirip, yerine ak bayrağı çekmeyi unuttu. Kıyıdaki en yüksek burçtan oğlunun yolunu gözlemekte olan Kral Aigeus, kara bayrağı görür görmez oğlunun başına bir felaket geldiğini sanarak, kendisini burçtan denize atıp intihar etmiştir.
Bu olaydan sonra bu denize “Aigeus’un denizi” dendi. Bu ad zamanla en güzel biçimini buldu ve “Ege Denizi” olmuştur.
 
Geri
Top