Muhsin İlyas Subaşı - Ahtapot

MRMİC

Uzman
İçine düştükleri Ortaçağ karanlığı nedeniyle islam dünyasının çok gerisinde kalmış Batı devletleri için, Doğu'nun büyülü birliğini bozguna uğratmanın tek yolu vardır:Osmanlı İslam Devleti'ni tarih sahnesinden silmek...Kalp durmadan,beden ölmezdi.Öyleyse önce bu merkezin devre dışı bırakılması gerekmekteydi.İslam coğrafyasının en ücra köşelerine uzanan kılcal damarlarına kadarkan pompalamaya çalışan bir kalbi sekteye uğratmak için bir ahtapot gibi saran emperyalist güçlerin tezgahladığı 300 yıllık sinsi operasyonu Ahtapot'ta sahne sahne yeniden yaşayacaksınız.Yeniden altı yakılan fitne kazanlarının fokurtularını duymaya başladığımız bu hassas dönemde,burada ara ara yayımlayacağım yazarın bu kitabını ısrarla okumanızı tavsiye ediyorum.
 
Sonbaharın saydamlığını kaybetmiş ışıkları altında,babası odun kırarken,kendiside çitlerle çevrili küçük domuz avlusunda hayvanlara yem veriyordu.Birden evlerinin önünden geçen yolun ileri ucunda iki atlı gördü.Elindeki yem bakracını bırakıp onları gözlemeye başladı.Adamlar iri İngiliz atları üzerinde ağır ağır kendilerine yaklaşıyorlardı.Birisinin başında siyah örgüden yapılmış bir peruk vardı.Sırtındaki elbisesi de siyahtı.Asasını sağ eline almış,sol eliyle de atın dizginlerini tutuyor ve yanındaki adamla konuşarak ilerliyordu.Öbürü ise lacivert bir palto giymişti.Başında şapkası hafif yana kaymış vaziyetteydi.

İki katlı evin önünde durdular.Bu arada babası da,odun kırmayı bırakıp onlarla ilgilenmeye başlamıştı.Evinin önünde indiklerini görünce koşup atlarının yularını tuttu.Bir eliyle birini,öbürüyle diğerini çekerek getirip kapının önündeki demir halkaya geçirdi:

-Hoş geldiniz beyim,dedi.

İçeri seslenip,hanımı ilya’ya misafirlerinin geldiğini söyledi.

Attan inenler, ‘Hoş bulduk’ deyip üzerlerindeki tozu elleriyle çırpmaya başladılar.Hamfer,gelen adamlara yaklaşmış,merakla onları takip ediyordu.Siyah elbiseli adam,asasına yaslanıp,üzerini temizlerken önü açıldı ve boynundan altın sırma ile asılı duran büyükçe Haç’ı gözüktü.Hamfer,Haç’a yabancı değildi.Köylerinin küçük kilisesine annesi onu sık sık götürüyor ve ayinlere katılıyordu.Zaten kıyafetiyle de, gelenlerden birisinin papaz olduğunu tahmin etmişti.Öbüründen böyle bir işaret yoktu.Onuda merak etmişti zaten.Çünkü hep din adamlarının büyüklerini merak ederdi.Köyündeki papaz cahil birisiydi.Zangoçluğu da çoğu zaman köyün küçükleri yapardı.Ama bu farklı görünümdeydi.Evvela uzun boylu, iri yapılı,, gür sakallı, temiz kıyafetliydi.Asası da, Haç’ıda göz alıcı bir şekilde parlıyordu.Babasının çağırdığı annesi de dışarı çıkmış,önündeki örtüye elini silerken,sevinçle konuşuyordu:

-Bu ne mutluluk efendim,hemen içeri geçip birer tahta sandalye getirdi.Misafirler buraya oturdular.Papaz , beraberindeki adamı tanıttı:

-Sömürgeler Bakanlığı’ndan Mistır Edım.Sizlerle tanışmaya geldi.Bazı önemli istekleri olacak.Bu çevreden bu isteklerimizi karşılamak için buraya geldik.Sizi bize Londra’dan kuzeniniz tavsiye etti. ‘Gidin Leon size yardım eder’ dedi.Bunun için geldik buraya…

Leon saygıyla merakla sordu:

-Bizden istediğiniz nedir muterem peder?

Biz Bakanlığın okullarında yetişmek üzere kabiliyetli gençleri götürmek istiyoruz.İleride devletimize hizmet edecek mümtaz inanlar yetiştirmek için…

Leon, bu sözleri dinlerken gözucuyla oğlu Hamfer’i süzdü.Kenarda saygıyla bekleyen hanımına baktı ve düşünmeden cevap verdi:

-Elbette Muhterem peder…Kimleri isterseniz seçip götürmenize yardım ederiz…

İlya yüzünü buruşturup içeri girdi.Leon hemen sözü değiştirip sordu:

-Karnınız açtır herhalde?

-Evet öyle.

-O zaman bir şeyler yiyelim.

Hanımına seslendi:

-Misafirler için bir şeyler hazırla, şarap doldur!..
 
Sofra hazırlanıncaya kadar çeşitli konularda sohbetettiler.Evin önündeki çınarın altında kahvaltılarını yaptılar…Bu arada, gelen misafirleri duyup etrafa toplananlar olmuştu.Yemekten sonra onlarada mesele anlatıldı.Buradan fazla değil iki çocuk alıp döneceklerdi…Bunu bugün hemen seçip ilerideki kasabaya geçeceklerdi…

Uzun konuşmalardan sonra ,annesinin gönülsüz olmasına rağmen,Hamfer’le köyün öğretmeninin kızını götürmeye karar verdiler…

-Tam ongün sonra atlı arabalar gelip bu çocukları köyden alacaklar.Ona göre hazırlayın çocukları,dediler ve köyden ayrıldılar.

Hamfer çocukluğunda ilk defa heyecanlanmış aynı zamanda da şaşırmıştı.Bilmediği bir yere, bilmediği insanların arasına gidecekti.Bereket çok iyi anlaşabildiği Silviya ile birlikte gidecekti.Korkularını bu arkadaşıyla aşıyor ve burukluğunu sevince döndürmeye çalışıyordu…İlya ise bu sonuçtan hiç memnun değildi.Sanki yüreğini söküp almışlardı.Giden çocuğunu bir daha görmeyeceği,hatta yaşayıp yaşamadığını dahi öğrenemeyeceği korkusuna kapılmıştı.Mesele konuşulurken sürekli güçlük çıkarmak istemiş ama, Peder’in kesin tavrının önüne geçmekten de korkmnuştu.Peder etkileyici şeyler söylüyordu:

-Bu çocuklar Büyük Britanya İmparatorluğu’nun öncüleri olacaktır.Büyük Rab böyle diliyor.Meryem anamızın ruhu bunların anasını takdis ediyor.İmparatorluğumuzun Asya ve Afrikadaki öncüleri bu çocuklarımız olacak.Boynundan çıkardı Haç’ı eline alarak ‘Bu kutsal sembol hepimizin fedakarlığıyla gölgesini insanlığın üzerine mukaddes bir örtü gibi yayacaktır…’

Leon bu beklenmedik misafirlerin fırtınasından sonra yatağına uzanırken bu defa içerisinde depremler oluyordu.Mister Edim’in sözlerini düşünüyordu:

-Biz buraya bazı önemli kararları tatbike geldik.Seçmek ve götürmek mecburiyetindeyiz.Bu talihli ailelerin arasına ben kendimi koymak için can atıyorum ama çocuğum yoktur.Bunlar hem devleti hem ailelerini kurtaracaktır.Britanya’yı Dünya İmparatorluğu’na götürmek için bu yükü birileri sırtlayacaktır.Bu yük ağırdır ama onurludur!...’

Ne demektir ‘Britanya’yı dünya imparatorluğuna götürmek için yükü birileri sırtlayacaktır’ sözü?
 
Hele hele,’Bu yük ağırdır ama onurludur…’?

Bu ifadelerde tehlikenin işaretleri verilmiyor muydu? Devleti yayıp büyütme uğruna çocukları feda mı edeceklerdi? Bunlar denizdeki oltaya takılan yem miydi? Daha onüç yaşındaki iki çocuk kocaman bir imparatorluğun yükünü nasıl sırtlayabilirdi?..

Leon’un kafası allak bullaktı.Hanımının da uyumadoğını,gözünü ay ışığına takıp, onun bahçedeki solgun çınarın yapraklarıyla dansını büyük bir gamla seyrettiğini biliyordu.Ama ikisi de tedirgindi ve konuşmuyorlardı…Sonunda edemedi,hanımına sordu:

-Ne dersin İlya bu işe?

-Ne bileyim Leon.Onu Tanrı bilir.Ama ben korkuyorum.Gençliğimi verdiğim,her şeyimi feda ettiğim biricik oğlumu kaybedeceğimden korkuyorum.

-Ben de korkuyorum ama,kuzenim tavsiye etmiş.Yapılacak bir şey de yoktu.Sonra,bunlar sıradan çocukları seçmiyorlar.Baksana bize tavsiyeyle gelmiş olmalarına rağmen,köyün bütün çocuklarını toplayıp hepsine garip garip sorular sordular.

-Tabi sorarlar.Zeki olanları seçiyorlar.

-Evet öyle.Bizim Hamfer’in seçilmiş olması gururlandırdı beni…

-Ama sonu acıyla bitecekse,bu gurur neye yarar?

-Doğru,onda da sen haklısın.Ama dedim ya,yapacağımız bir şey de yoktur…Sonra,hepten de karamsar olmayalım.Bakarsın oğlumuz iyi yetişir ve iyi görevlere gelir de biz de şu domuz çobanlığından kurtuluruz.Londra’nın en lüks semtinde,Taymis nehrinin kenarında bir şatoda otururuz…

-Tabii oğlumuz gönderildiği yabancı ülkeden sağ dönerse…

-eh dua edelim de dönsün…

-Zaten başka sığınacak neyimiz var ki?..

Hamfer, on gün sonra diğer köy ve kasabalardan toplanmış on çocukla Londra’ya geldi.İlk defa böylesine büyük bir şehri görüyordu.At arabasının sarsıntılı yolculuğunun bitkinliğine rağmen,Taymis nehrine vuran gölgesiyle ihtişamını sularda naksettiren Katedralin ihtişamıonu çok etkilemişti.Büyük taş binaların önünden geçerken hepsinin kapısına,penceresine ayrı ayrı ilgiyle bakıyor, buralardan gündelik hayat akışı içerisinde giden gelen insanların kıyafetlerine ilgi duyuyordu…Arada bir geçen dört atın çektiği oldukça süslü faytonlardaki insanların değişik kıyafetlerini bugüne kadar görmemişti.Başlarındaki büyükçe tüylü şapkaları,daracık pantolonları,kılıçları,sırtlarındaki tüfekleriyle belli ki, devlet erkanına koruma görevi yapıyorlardı…

Araba Londra’nın taş döşeli ana caddesinde bir ara sokağa saptı.Fazla ileri gitmeden büyükçe bir kapı açıldı.Araba buraya girdi,büyükçe bir avluda durdu.Evvela yanlarındaki muhafızlar indi.Sonra arabayı kullanan adam,arkasından bunlar,birer ikişer aşağıya atlamaya başladılar.

Sararmış çınar yaprakları avluda rüzgara teslim olup yerde sürünürken,güneş avlu duvarının ötesine geçmiş ve içeriye serin bir gölge atmıştı.İnsanları,binaları,caddeleriyle Londra’nın sisli havasının genzi gıcıklayan kirliliğinin farkında bile değillerdi.Hamfer hafifce öksürmeye başladı.Ellerini cebine koymuş, Silviya’ya iyice sokulmuştu.Silviya ise ürkek bir ceylan gibiydi,Sarı benzi biraz daha solmuş, dudakları titremeye başlamıştı.Üzerindeki uzunca mantosunun ceplerini önüne doğru çekip büzüldü.Binanın avlusu büyükçeydi.Çocuklar indikten sonra,araba kenara çekildi ve atlar çözüldü.Kendilerini karşılayan orta yaşlı bir adam hepsiyle el sıkışmaya başladı.Bu arada, kendilerini ilk defa almaya gelen papaz da ana binadan çıkarak yanlarına geldi:

-Hoşgeldiniz yavrularım.Tanrı sizi korusun.İnşallah yorulmadınız?

Hepsinin omzuna elini koyup,sırayla teker teker ilgilendi.Sonra bunları alıp binanın alt katına götürdü.Burası genişçe bir salondu.İçerisi daha loş ve serinceydi.Dipteki şömine Hamfer’in dikkatini çekmişti.Oradaki odunların alevi birden içini ısıtır gibi oldu.Duvarlardaki fresklere hiç aldırış etmeden o tarafa doğru yürüdü.Papaz,çocukların üşüdüğünün farkındaydı.Hepsini oraya götürdü.Şöminenin kenarındaki küçük kanepenin üzerine oturdular.Ellerini ateşe uzatıp ısınmaya çalıştılar.

Salondan yukarıya doğru açılan geniş merdivenden bir adam belirdi.Oldukça şık giyimliydi.Yanında bir bayan, iki de erkek vardı.Bunlar da yanında saygılı bir şekilde aşağıya indiler.Çocuklara yaklaşan adam,tebessümle papaza hitabederek konuşmaya başladı:

-Yeni misafirlerimiz geldiler demek.

-Evet Mistır Leonard, geldiler…

-Zeki çocuklara benziyorlar.

-Ee,biz seçtik bunları…

Adam çocuklara hitabederek:

-Hoşgeldiniz çocuklar,dedi.Sonra yanındaki bayana döndü:

-Bunları hemen yukarıya çıkar,odalarını göster.Elbiselerini değiştirsinler.Hemen banyoya alın.Yemeklerini yedikten sonra da isteyen burada otursun, isteyen odasında kalsın.Bugün serbestler.Tekrar çocuklara dönerek, isterseniz hemen yatabilirsiniz…

Arabanın sarsıntısından sarhoşa dönen çocukların hepsi de bu ilk talimata sevindiler.Topluca yukarı çıktılar.Yanlarında güçlükle taşıdıkları tahta bavulları, torba halindeki çantaları ve diğer eşyaları merdivenlerde sanki hiç yük değildi.Bir an evvel karınlarını doyurup yatağa kendilerini bırakmak istiyorlardı…Uzunca bir yolun yorgunluğu,çok cazip gelmesine rağmen çevreye fazla ilgi duyacak hal bırakmamıştı onlarda…Kızlar bir odaya, erkekler başka bir odaya alınmıştı.Zaten altı erkek ve dört kız vardı…Eşyalarını bırakıp hepsi doğruca tuvalete gittiler.Sonra refakatçi hanım onları banyoya götürdü.Herkes orada kendince yıkandı.Elbiselerini değiştirdiler.Aşağı inip salonun sağ tarafındaki yemekhaneye geçtiler.Kızarmış domuz etinden yapılmış kebaplarını yediler…Sonra tekrar yukarı çıktılar.Şehrin sokakları yeni karanlığa gömülürken onlar da kendilerini ilk defa yalnızlığın ve sessizliğin yorgun kucağına bıraktılar…
 
Hamfer’in bu iki katlı taş binada başlayan eğitimi beş yıl kadar sürecektir.Burada kendisine,özellikle Arapça, Türkçe, ve Farsça öğretilecektir.Derslere genelde İngiliz hocalar girmektedir.Ama bunların hepsi de kendi alanında profesyonel birer misyonerdir.Çok iyi eğitim görmüşler, öğrettikleri dilleri bizzat o dilin konuşulduğu ülkede geliştirmişlerdir.Hatta, öğretilen dilin değişik şiveleri bile dikkate alınmaktadır.Çünkü, kimin nerede görev yapacağını hemen hemen ilk planda kestirmek mümkün olmamaktadır.Arapça’da, Mezopotamya şivesi ile Mısır şivesi farklıdır.Bedevi’nin aksanı ile mekteplininki farklıdır.Bunları bütün detayıyla öğrenmek durumundadırlar.Aynı şey Türkçe için de geçerlidir.Eğer İstanbul’da kalacaklarsa,aydının karşısında güzel Osmanlıca’yı, halkın karşısında sade Türkçe’yi konuşmak durumundadırlar.Bu ise,kolay bir iş değildi.Hatta bu dilleri iyi kavrayabilmek için aktörlük bile yapıyorlardı.Küçük piyesleri oynuyorlar, hem tipleri canlandırıyor hem de şivelerini öğreniyorlardı…

Hamfer, okuldaki derslerine duyduğu ilgi kadar yaşı ilerledikçe Silviya’ya da yakınlık gösteriyordu.Önce çocuksu bir arkadaşlıktı ilişkileri.Sonra giderek hissileşmeye ve biraz da romantikleşmeye başladı.Aynı okulun sıralarına oturmalarına rağmen birbirlerine yaptıklarını kuru mektuplarıyla anlatıyorlar, zaman zaman fırsat buldukça da baş başa kalıp konuşuyorlardı…

Bir defasında Osmanlıca’nın konuşulduğu bir saray hayatı piyesleştirilmişti.Hamfer,Padişah rolündeydi.Silviya ise Sultan rolüne talip oldu.Arkadaşları onun bu isteğini gülerek ve gözleriyle de ‘Ah seni seni!’ diyerek karşıladılar.Konudan hocaları Danhil’in de haberi vardı. Ama o, bu gençlerin farkında olmadığı bir gerçekten haberdardı.Biliyordu ki, bunların bir araya gelmeleri, bu okuldan sonra buradaki arkadaşlığın ötesinde mümkün değildi.Çünkü konumları farklıydı.Birisi İslam ülkelerinin üst düzey yöneticilerine Cariye olacak, diğeri ise, inanmış bir Müslüman İngiliz olarak sürdürecekti…

Hocası, birgün kendi gençliğini, kendi sıcak ilişkilerini düşündü.Bu gençleri hoşgörüyle karşıladı: ‘Bırakalım burada hayatın tadını çıkarsınlar…’ dedi.Rollerini uygun gördü ve ellerine piyesdeki konuşma metinlerini verdi.Temsil provaları başladı ve gençler birbirleriyle ilişkilerini geliştirerek sürdürdüler.Piyes’in sahneleri buna çok müsaitti:

Padişah: Üzerindeki uzunca beyaz bir entari vardır.Başında beyaz takkesi…Odanın içerisinde gezinmektedir.

Sultan: (Dekolte bir kıyafetle içeri girer.) İyi akşamlar devletlüm.Günün hayırla geçmiştir inşallah.

Padişah: (Hanıma yaklaşır. Elini omzuna koyar.) Eh, yine ömür duvarından bir taş düşürdük…Sen ne yaptın bakayım de hele. (Elini hanımının beline doğru kaydırır.Karyolaya doğru çeker ve birlikte otururlar.)

Sultan: Ne yapayım, yine Mahidevran’ın yumrukları altında inledim.(Biraz ağlamaklı hal alarak) Sen, beni haremine bu kadının çilesini çekmem için mi aldın? Eğer beni seviyorsan bana, onu seviyorsan ona bak!

Padişah: (Tebessüm ederek, eliyle hanımın saçlarını okşar.) Ben ikinizi de seviyorum.

Sultan: Öyleyse bana izin ver.Ben oğullarımla Sarayının bir köşesinde yaşayayım. Sen de bu ilk hanımınla hayatını sürdür.

Padişah: Olurmu öyle şey sultanım? Ben senin şu ela gözlerinden, çekik burnundan, kırmızı yanaklarından, selvi boyundan nasıl uzak kalırım? (Ayağa kalkıp hanımına karşı daha iltifat edici hareketler yaparak) O senden yaşlıdır.Onun üzerine geldiğin için seni biraz zor kabullenir.Hoş gör.

Sultan: (Ağlamaya başlar.) Hoş görecek halim kalmadı! Veziri Azam İbrahim Paşa, sık sık şehzade Mustafa’ya adamlar göndertip, senin hakkında entrikalar çeviriyor. Mahidevran bunun için Sarayında el altından işler yapıyor. Ben seni kaybetmekten çok, bu güzelim ülkemizin parçalanmasından korkarım!..

Padişah: (Ciddileşir, Oda ayağa kalkar.) Hurrem, ne diyorsun sen? Neler söylüyorsun böyle?..

Sultan: Ben söylemiyorum, seni uyarıyorum.Yakında başına bir felaket gelirse, o felaketi seninle birlikte ben de yaşayacağım için korkuyor ve uyarmak istiyorum.Annen Hafsa Sultan’ın ölümünden sonra, İbrahim Paşa’nın entrikaları arttı…Ben sarayının çöken çatısına direk oldum.Ama ağırlık beni de çökertiyor devletlim. (Hüngür hüngür ağlamaya başlar.) Kendini düşünmüyorsan da beni bu acıdan kurtar n’olur yalvarırım sana. (Yüzüstü yatağa uzanır ve hıçkırıklara boğulur.)

Padişah: (Donakalmıştır. Hemen başındaki takkesini çıkarır.Geceliğini değiştirip kaftanını giyer.Kavuğunu başına örter.Acele adımlarla ve hiddetli bir eda ile yatak odasını terk eder.)

Sultan: (Kafasını yana çevirerek,Padişahın tavrını takip eder.Çıktıktan sonra, yerinden doğrularak, keyifli bir şekilde yatağına uzanır ve ışığı söndürür.)
 
Hamfer, rolünde Silviya’ya ilk defa böylesine yakın oluyor ve onu kucaklıyordu.Rolündeki bakışları adeta onu yakan birer kıvılcımdı.İşin rol tarafına baktığı yoktu.Ama öğretmenleri Danhil’in rolden sonraki kritiği onu kendisine getirecekti.Danhil söze başladı ve uzunca bir yorum yaptı:

-Burada padişah Kanuni Sultan Süleyman’dır.Biliyorsunuz, Ona, bütün tarihçiler gelmiş geçmiş zamanların en büyüklerinden birisi olarak bakarlar.Adaleti yüzünden ‘Kanuni’ ünvanını almıştır.Şiddetin yerine adaleti getirmiş.Belgrad’ı fethederek, Osmanlı’nın Batı’ya geçişindeki köprübaşını eline geçirmiştir.Rodos, Mohaç, Macaristan, onun zamanında Batının yüreğinden sökülüp alınmıştır.Viyana önlerinde onun tuğu vardır.Preveze’de Büyük Haçlı donanmasını ve büyük Haçlı Komutanı Andre Dorya’yı yenen de bu adamdır.Şark, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır onun döneminin mahsulüdür.Ama gençler dikkatinizi çekti mi? Böyle büyük bir insan, güçlü iradesini getirip, bizden saraya gitmiş bir hanıma teslim ediyor.Hurrem, İtalyan ya da Fransız’dır. Ama hangisinden olursa olsun, öncelikle bizim neslimizdendir.Bizim kanımızdan, bizim soyumuzdandır.Saray’da kadın hakimiyeti onunla başlamıştır.İbrahim Paşayı öldürtmüş, Mahidevran’ı oğlu Mustafa’nın kendisinden gelme oğlu Selim’i tahta çıkarmayı başarmıştır.Şimdi burada Silviya’ya gittiği yerde ne gibi işler düşüyorsa, onu bize gelip burada Hamfer anlatsın…

Hamfer böyle bir teklif beklemiyor’du.Önce şaşırdı, sonra aptallaşarak kalkıp sahneye yürüdü.Utangaç bir eda ile söze başladı:

-Silviya böyle bir hanım olursa,aynen buradaki Hurrem Sultan gibi müdahele etti:

-Peki ama, hadi Silviya’yı Hurrem Sultan yaptık ama, Kanuni’yi nerede bulacağız? O bir daha gelmez ki!..

Yanındaki bir başka öğretmen kendi kendine mırıldandı:

-Tanrı Hristiyan alemini bir daha öyle bir adamdan korusun.Onun gelmesi temenni edilir mi hiç!..

Hamfer,duraklamış ve cevap veremeden başını önüne yıkmıştı.Belli ki, rol gereği de olsa, Silviya’yı başkalarıyla paylaşmak istemiyordu…

Ama seçtiği hayatın bundan başka çıkış yolu var mıydı? Bunu kendi kendine sorarak, biten toplantıyı takiben yatakhaneye döndü.Ellerinde Silviya’nın kucakladığı belinin sıcaklığını duyarken,yüreğinde onu başkalarının koynunda düşünmenin burukluğu ile…

Okulda dersler ilerledikçe, buradaki gençlerin ufukları da genişliyor ve neyin, nerede, nasıl yapılacağı konusunda bağımsız karar verebilme yetenekleri artıyordu.Ancak, bu yeteneklerini kullanamadıkları tek alan, okul papasının dersleriydi.Papaz ne söylerse onu doğru kabul etmek, ona inanmak ve onu uygulamak gerekiyordu.Bir gün yine papaz dersteydi ve konuşuyordu:

-İsa bizim için çarmıhta can verdi. Orada can veren o değildi yalnızca.Bizim de günahlarımızdı.Onun kanı şarabımız oldu.Teni ekmeğimiz oldu.Gözyaşı, vaftiz suyumuz oldu. O sonsuzluğa açıldı ve ahirette bizi bekliyor.Bizim elimizden tutup cennete götürecek.Kafirlere karşı amansız olursak onu memnun ederiz…

Hamfer ürkek bir şekilde parmağını kaldırıp söz istedi:

-Bir şey sorabilir miyim Muhterem Peder?

-Sor evladım.Elbette sorabilirsin.Siz soracaksınız ki, biz sizi aydınlatıp iyi yetiştirelim ve gittiğiniz ülkelerde dinsizleri Hristiyanlığa davette sıkıntıya düşmeyesiniz.

-Efendim, siz isa’nın çarmıha gerildiğini söylediniz.Daha önce de bu konuda geniş hikayelerimiz oldu.Bunları dinledik.Çoğu zamanda duygulandık. Ruhullah’a teşekkür ettik. Bizim için canını feda etti diye…Peki ama, dinsizler ise, İsa’nın ölmediğine inanıyor.Onlar, İsa’nın geri döneceğini, halkı Müslüman yapacağını söylüyorlar.Sonra onlar, sizin gibi yapmıyorlarmış.Gelen öğretmenlerimizi anlattıklarına göre, oralarda İsa efendimiz bizim sevgimizden daha fazla muhabbet görüyormuş, sevgi ve saygı görüyormuş.Bu çelişkiler karşısında nasıl tavır almamız gerekiyor?

Papaz, biraz ciddileşti, ses tonunu biraz sertleştirdi ama yine de aşağıdan almaya çalışarak konuşmaya başladı:

-Kafirlerin Ruhullah’ı kabul ya da reddetmeleri önemli değildir.Onlar, bizimkini kabul ederek, ‘Sizde bizim peygamberimizi kabul edin’ demek istiyorlar.Onlarınki bir peygamber değil, bir sihirbazdır.Önce bunu unutmayacaksınız.Sonra, şunu da unutmayacaksınız:Sizin inancınız budur.Buna inanacaksınız, ama orada onlar gibi davranmanız gerekeceği için onlar gibi konuşacaksınız.Yani Müslümanlar ne derlerse siz de onu söyleyeceksiniz.Sizler, Mukaddes Roma’nın çözülmüş ruhunu, yıkılmış saltanatını, dağılmış topraklarını birleştirmek için görevlendiriliyorsunuz.Bunun için size her şey serbesttir.Serbest olmayan tel şey, dinimizin emirlerinden sapmamak.İçinize şeytan girip sizi azdırmadıkça, hizmetlerinizi Yüce Tanrı takdis edecektir…

Hamfer verilen cevaptan pek tatmin olmamıştı.Papazın hamasi vaazı, bilinen klasik sözlerin ötesinde değildi.Ama yapacak da bir şeyi yoktu.Elindeki İncil kitabını açtı.Oturduğu yerden mırıldanarak okumaya başladı…

Papaz, gözlerini Hamfer’in üzerinden çevirdi.Dersteki diğer talebelere döndü:

-Sizler yalnızca misyoner değilsiniz.Sizin bundan önce, siyasi bir hüviyetiniz var.Sizler gittiğiniz ülkenin dinine gireceksiniz.Bu giriş şeklen olacak.Önce kendinizi çok iyi kamufle edebilmeniz için bizim dinimizi de girmiş göründüğünüz dini de çok iyi tanımanız gerekir.Sizin ruhunuzu ifsad edebilirler.Buna dikkat ediniz.Unutmayınız Vaftizci Yahya gibi olacaksınız, İsa Ruhullah’ı ele veren Yahuda İskariyot gibi değil…

Papaz çoşmuştu.Sorulan sorudaki kararsızlık, belli ki bazı tereddütleri ortaya getiriyordu.Bu gençler, doğu kültürüyle yetiştikçe kendi kendileriyle, çevreleriyle, öğrendikleri ve inandıklarıyla çelişkiye düşüyorlardı…

Yıllarca burada ders vermiş ve bu tür suallere muhatap olmuştu.Bunun için de cevap vermekte güçlüğü yoktur.Ama inandırabiliyor muydu?.. Bu konuda kendisinin de bir kararlılığı yoktu.Ama görevi buydu.Onlar soracak ve kendisi söyleyecekti.Talebelere dönerek Matta’nın 10. babını açmalarını söyledi.Oradan okumaya başladı:

‘İsa on iki şakirdini yanına çağırıp murdar ruhları çıkarmak,her çeşit zayıflığı iyi etmek kudretini onlara verdi.’

-İsa efendimiz.sizi de şakirdi yaptı.Size de bu kudreti verdi.Siz bunun farkına varabilir ve kendi içinizdeki kudreti keşfedebilirseniz, kılıçla yapamadıklarımızı sizin nurlu ellerinizle gerçeklekleştireceğiz…

Tekrar okumaya döndü:

‘İsa bu onikileri gönderdi ve onlara emrederek dedi.Milletler yoluna gitmeyin…’

-Siz de gittiğiniz milletlerin yoluna gitmeyeceksiniz.Yolunuz bizim saf, temiz, berrak yolumuz olacak.Bizim nurlu ufkumuz olacak.Bu emri, size ben vermiyorum, görüyorsunuz yerin ve göğün sahibi Büyük Rabb’ın oğlu İsa Ruhullah vermektedir.Ve hatta o, ne çetin bir işe sürüldüğünüzü şu ayetlerle ne güzel açıklıyor bakın:

‘İşte sizi kurtların arasına koyunlar gibi gönderiyorum.İmdi yılanlar gibi akıllı ve güvercinler gibi saf olun…’
 
-İşte sizden istenen kişilik bu.Bu akıllılık ve bu saflıkla düşmanı kendi toprağında yakalayacaksınız.Onları hidayete çağıracak ve başaracaksınız. ‘Zira söyleyen siz değilsiniz, fakat size söyleyen Babanızın ruhur…’

Papaz, dersinin son cümlesini incil’den bu ayetle tamamladı ve gururla yerinden ayrılarak sınıfı terk etti…

Hamfer oturduğu yerden kalktı.Elindeki incili kapattı.Gözucuyla Silviya’ya baktı.O da kendisine doğru yürüyordu.Birbirlerine yaklaştılar.Sınıfı terk edip koridorun sonuna kadar yürüdüler.Dışarda ise hafif bahar rüzgarı Taymis kıyılarından topladığı kır çiçeklerinin
Kokularını bu kasvet dolu kocaman binanın salonlarına taşıyordu.Merdivenlerden yukarı çıkarken okulun bahçesine bakan pencereden dışarıyı seyretti.Hayret!.. Bir kedi doğum yapıyor…Etrafından geçen kalabalığa aldırmadan durup onu seyretti.Kedi doğumu yaptı.Önce bir ana şefkatiyle yavrunun üzerini yalamaya başladı.Sonra dehşet verici bir şey:Hamfer donup kalmıştı.Kedi yavrusunu bir fare gibi başından yakaladı ve parçalamaya başladı…Minik yavrunun arka ayaklarındaki titrek çabayı görünce dayanamadı yürüyerek yatakhaneye çıktı…

O gün yemek yiyemedi.Arkadaşları yemek salonundan üzgün bir vaziyet çıkan Hamfer’in Papaz’a muhatap olmasından etkilendiğini düşünüyorlardı…

Birisi yanına gelip,teselli etmeye çalıştı:

-Bizim görevimiz bu Hamfer.Biz dinleyecek, öğrenecek ve tatbik edeceğiz.Bu yolu seçmekle hem ülkemize, hem insanlığa hizmet götüreceğiz.Hem biz Papaz olmayacağız ki. Bu adam kızgın edayla sana ya da bir başkasına hitap etse ne çıkar?... Bizi aforoz da edemez, bizim görevlendirilmemize de mani olamaz. Biz artık o devreyi atlattık…

Hamfer, arkadaşına bir şey söylemedi. 10. Bap’ta okuduklarıyla bahçede gördüğünün birbirini tamamlayan özelliklerini arkadaşına da açmadı. ‘Haklısın.’ Demekle yetindi ve akşamleyin Londra’nın rutubetli gecesine sessizce teslim oldu…

Pazar günü kilisede ayin vardı. Oraya topluca gidiliyordu.Hamfer de Silviya ile konuşarak kilisenin yolunu tutmuştu.Bir ara bir arkadaşı kendisine yaklaştı.Kolundan tutup kenara çekti:

-Bu kızla fazla ilgilenme, dedi.

Hamfer afallamıştı:

-Nedenmiş o diye sordu.

Arkadaşı, biraz daha ciddileşerek ve sert bir eda ile:

-Nedeni falan yok.İlgilenme diyorum o kadar!...

Sonra yürüyerek yanından uzaklaştı.Silviya konuşulanları duymuştu.Bu hareket6 onun gücüne gitti:

-Aldırma, o bizim yakınlığımızı çekemiyor, demekle yetindi.

Hamfer ilk hareketin kabalığına rağmen,Silviya’dan gördüğü tepki hoşuna gitmişti ve böyle bir hareketi yapan arkadaşına da birden içinde sıcak bir ilgi duydu: ‘İyiki öyle bir ikaz oldu.Hiç olmazsa, Silviya’nın bana karşı olan ilgisinin mahiyetini anlamış oldum. Oh ne güzel bir şey.’ Diye düşündü.Sanki bir sataşmanın ezikliğini duymamış gibi daha neşeli bir şekilde yoluna devam edip Kiliseye girdi.Orada da, Silviya’yla yan yana oturdu…

Papaz gelip vaazına başladı.O da biliyordu ki, bu talebeler özel eğitim gören seçilmiş insanlardı.Onun için de bütün kaygısı, gittikleri ülkenin inanç baskısı altında kalacakları yolundaydı.Ona göre İslam’ı tehdit oluşturan bir din olarak göstermek gerekiyordu.Bunun için de hep doğu halkının inanç biçimi üzerinde duruyordu.Kendisi, bu ülkeleri gezmiş profesyonel bir misyonerdi.Taktik biliyordu.Telkin gücü yüksekti.Söze başladığında, ‘Tanrı sizi takdis etsin evlatlarım.’ Dedi, arkasından şunları ilave etti:

-Onların inançlarını değiştirebilmemiz için,İslam’ı kötüleyerek yol almamız mümkün değildir.Bunu hiç yapmayın.Yalnızca, onların dini yaşayışlarında sık sık, ‘Ha bakın bu bizim dinimizde de var.’deyin. Onlar kur’an’dan ayetler okurken, siz de sık sık ‘İncil’de de bu olay şöyle anlatılıyor’ deyin. Mesela , peygamberlerin hikayelerinde bundan sık sık faydalanırsınız.Bir defa bütün Müslümanlarda, bizim peygamberimize saygı vardır.İncil’e saygı vardır.Onlar İncil’in tahrif edildiğini söylerler.Bu konuda fazla konuşmayın. ‘Tahrif edilmiş olsa ondan geçen hikayeler, sizi kitabınızda da yer almazdı’ deyin.Ama tabii, bunu derken henüz Müslüman olmamışsanız böyle konuşacaksınız.Eğer şeklen Müslüman gözüküyorsanız, bunları böyle yapmanız mümkün değildir. Bu defa, ‘Bizim terk ettiğimiz Hristiyanlıkta da bunlar şöyleydi, böyleydi, İncil’de de bu olay şöyle anlatılıyordu’ gibi tabirler kullanacaksınız.Unutmayınız, propagandanın yaptığını silah yapamaz.Siz oralara Büyük Britanya krallığının düşünen silahı olarak gidiyorsunuz… Mukaddes Roma’nın budanmış kökünü yeniden filizlendirebilmek için, sizin gayretiniz tek umudumuzdur.Doğu bizim olmalıdır.Müslümanın kanında Mesih’in ruhunun taze güllerini sizler açtıracaksınız.Kazanmak için çalışacaksınız, başaramazsanız bulunduğunuz yeri tahrip edeceksiniz, inançlarını tahrip edeceksiniz.Sık sık , başlarındaki adamlar hakkında senaryolar uydurup onların müslümanca yaşamadığını, saraylarında fuhuş yaptılarını fakir halkın paralarını zimmetlerine geçirdiklerini telkine çalışacaksınız. Bunun için çok hassas, çok dikkatli ve çok tedbirli olmanız gerekir.Çünkü bunları inanmış bir Müslüman imajınızı kaybetmeden, hatta bunu kuvvetlendirerek yapacaksınız. Onlarda amire itaat farzdır.Muhammed onlara bunu tavsiye etmiştir. ‘Amiriniz fasık da olsa, size zarar vermiyorsa ona tabi olunuz.’ Demiştir. Siz ,hiyerarşiyi bozabilirseniz, o yarın bize karşı yarın savaş ilan etse, inandırıcı olmadığı için asker toplayamayacaktır. Veya, fanatik müslümalar öylelerini tahttan indirebilmek için savaş açacaklar ve böylece içten zayıflamaya başlayacaklardır.Hele hele Osmanlı topraklarına gidenler için bu çok önemlidir.
 
Onların padişahları kendilerini dünyanın hakimi görürler. Dünyayı düzeltmek için gönderildiklerine inanırlar. Onlar hakkında yalan haber yayıp, halkı tahrik ederseniz, yıllardan bu yana bize verdikleri acıların bedelini almış oluruz.Hepinizin tek hedefi birinci planda Osmanlı tahtıdır.Sonra Afrika’yı ve Asya’yı düşüneceksiniz. Çünkü, İslam aleminin lideri kendisini Halife sayan padişah’tır. Padişahlar için çıkaracağınız her haber için Tanrı sizi takdis edecektir. Unutmayınız, cennetin anahtarı Padişah’ın kanındadır. Kim parmağını bu kana batırabilirse, ebediyen bütün geçmişini ve geleceğini kurtarmış olacaktır. Biz hem Doğu’yu çökertecek, hem de Batı’nın tek güçlü devleti olacağız. İngiliz ruhu buna layıktır. Sizden bu ruhu diriltmeniz beklenmektedir. Sizler milletimizin gururusunuz. Her şeyimiz sizin gayretinize bağlıdır. İnsanlığın efendisi olabilmemiz sizin görevinizi başarıyla yerine getirmenize bağlıdır.Bakınız Londra’nın kenar semtlerinde halkımız, cüzamdan kırılıyor. Fakirlik binlerce ingilizi çöplüklerde aç fareler gibi didinmeye zorluyor. Ama siz, devletin en lüks binalarında, en güzel yemeklerini yiyerek ve has İngiliz kumaşlarını giyinerek yaşıyorsunuz. Devlet, verirken alacağı günde elinize bakacaktır. Kendinizi mahçup çıkarmayın, göreyim sizi…

Hamfer bu heyecanlı vaazden çok etkilenmişti. Silviya’da öyle. Çıkarken, birbirlerine daha fazla sokuldular. Bir ara, Hamfer hiç farkında olmadan koridorda Silviya’nın elini tuttu. Silviya, o yumuşacık elini Hamfer’in eline verirken hala papazın etkisindeydi. Birden elinin sıkıldığı fark edince kendisini toparladı. Elini çekmek istedi. Hamfer bırakmıyordu. Gözucuyla baktı, ‘Yapma’ der gibi bir edası vardı. Hamfer kilisiye giderken kendisini uyaran arkadaşını görünce gayri ihtiyari olarak Silviya’nın elini bıraktı. Yan yana yürüyerek dışarı çıktılar. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Okul bahçesine gelesiye kadar da öğle olmuştu. Doğruca yemekhaneye gittiler. Hamfer Silviya’nın karşısına oturarak yemeğini yedi. Dışarı çıktılar. O gün akşama kadar serbesttiler. Çarşıya çıkmaya hazırlanıyorlardı. Silviya’ya yaklaşıp sordu.

-Beraber çıkalım mı?

Silviya başını hayır anlamında salladı.

-Ben çıkmayacağım. Elbiselerimi tamir etmem gerekiyor, dedi. Hamfer de çarşıya inmekten vaz geçti. Eline aldığı Osmanlı’ca lügatla etüd odasına gitti… Yolda tartıştığı arkadaşı Stafani de peşinden geldi. Elinden tutarak bir kenara çekti:

-Bana bak Hmafer, bir daha o kıza yaklaştığını görürsem gözünü patlatırım senin.

Hamfer şaşırmıştı, yumruğunu sıkarak:

Hadi patlat da göreyim seni, dedi ve demesiyle Stafani’ye bir yumruk indirdi… Stafani bu beklenmeyen saldırı karşısında şaşırmıştı, sendeledi yere düşecek oldu, masadan tutundu. Bu defa o da, Hamfer’e tekmeyle girdi. Ortalık karışmıştı. Salondakiler bu beklenmedik olay karşısında şaşkına döndüler. Kitabını bırakan bunların etrafında toplanmaya başladı. Dışarıdan gürültüyü duyanlar da koşup geldi. Silviya da gelenler arasındaydı. İkisi de kavga ederken, Silviya’yı görmüş ve gururlarını korumak istiyorlardı. Sonunda salona tarih öğretmenleri girdi. Bunlar kavgayı bırakmak mecburiyetinde kaldılar. Öğretmenleri ikisini alarak odasına götürdü. Talebeler de dağılıp o günü bu olayın dedikodusuyla geçirdiler… Silviya ise, kendisi için iki gencin birbirine girmesinin hem gururunu duyuyor, hem de bu olayın kendisi hakkında kötü bir sonuç doğurmasından korkuyordu…Bunun için taraf olmamaya karar vererek kendisine arkadaşlarının yönelttiği bütün soruları cevapsız bırakıyordu…

Hamfer, tarih öğretmeni’nin odasından çıkarken kafası allak bullak olmuştu. Bir tarafta , artık iyice tutulduğu Silviya’ya kavuşamayacağı gerçeğini öğrenmiş olması, öbür tarafta, girdiği yolun dönüşünün imkansız olduğu gerçeği. Ülkelerarası Siyasi İlişkiler Dersi’nin hocası çok net konuşmuştu:

-Size bunca yıldır verilen emeğin bir bedeli var elbette. Bir defa siz ya da aileleriniz sizleri buraya gönderirken kararınızı o zaman verecek ve istemiyorsanız gelmeyecektiniz. Geldikten sonra dönüşü olmayan bu yola girmiş olduğunuzu kabul etmek durumundasınız. Başarılı olursanız iyi hizmetler verir ve yükselirsiniz. Ülkemizin sonsuz imkanlarından faydalanırsınız, başarılı olamazsanız bir kenara atılmaz, bir yerde tutulur ve çok ağır bir bedel ödersiniz. Bu sistem, Müslüman ordularının İspanya’ya geçerken gemilerini yaktıkları olaya benzemektedir. Bir köle olan Tarık Bin Ziyad, küçük ordusuyla çıktığı ispanya kıyılarında gemilerini yakmış ve ordusuna: ‘Önünüzde düşman, arkanızda deniz var. Bu iki canavar arasındaki tek seçeneğiniz başarmaktır. Değilse, düşman ya da deniz sizleri yok edebilir.’ Demişti. Biz gemilerimizi yakıyoruz ama arkanıza denizi değil, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun o dehşetli gücünü koyuyoruz. Zaman, aşk zamanı değildir!.. Biz Ortadoğu’da ve Asya’da güçlenebilirsek, Avrupa’da hakimiyetimizi kurar ve böylece dünyanın yönetimini ele alabiliriz. Bizim nihai hedefimiz budur ve sizler bu hedefin öncü savaşçılarısınız!...

Bu sözler etkileyiciydi. Ama yüreğine oturmuş bir de başka tutku vardı. Kendisini bundan sıyırması oldukça zordu. ‘Vatan mı, Silviya mı?’ diyordu sık sık. Hemen hepsinde de, ‘Elbetteki vatan!...’ diye cevap veriyordu. ‘Ama bu dünyaya yaşamaya geldimse, sevdiğimi de alamayacaksam, bu vatan benim için neyi ifade eder?..’ diye isyan edesi geliyordu… ‘Ben başkalarının aşklarını yaşayabilmeleri için, kendimi feda edecek kadar aptalmıyım?’ demekten de geri kalmıyor ve bu çıkmaz içerisinde kıvranıp duruyordu. Ama bir gerçeği de göz ardı etmesi mümkün değildi: Girdiği maceranın acımasızlığı…

Yatakhaneye gelip yatağına uzanınca, göz pınarlarından iki damla yanaklarına süzüldü. Bunları parmak uclarıyla alırken, kendi kendine mırıldanmadan edemedi: ‘Silviya, seni ve bütün umutlarımı, bütün heyecanlarımı, kaderimle birlikte çaresizliğime gömüyorum. Seninle olamayacağım ama seni de unutmayacağım. Eğer birgün Tanrı seni benim karşıma çıkarır da ve ben irademi istediğim gibi kullanma hakkına sahip olursam, mutlaka bu acılarımın bedelini alacağım!..’ Yorganını üzerine çekti ve kendisini karanlıkla gelen o maceralı rüyalarının ipek kollarına bıraktı.

İri yapılı, gür sakallı bir adamın karşısında oturuyorlardı. Önündeki masa biraz yüksekçe ve kendisi ayaktaydı. Üzerinde çapraz düğmeleri dolaşan kırmızı sırma siyah ceketini adeta üniforma haline getirmişti. Yaşı ellinin üzerinde ama diri görünümlü birisiydi.

Öğrenimlerinin sonuna yaklaştıkları bir güz sabahı okuldaki eski yeni bütün talebeler toplanmış ve bu adamı dinleyeceklerdi. Okul Müdürü, öğrencilere kısa bir konuşma yaptı:

-Şimdi size Mister William hitap edecekler. Kendisi, Barbarların başkenti İstanbul’dan yeni döndüler. Oradaki gelişmeleri, dünyanın genel tutumunu ve Britanya İmparatorluğu’nun hedeflerini anlatacaklar. Bu konferans beş yıldan buyana burada ders görenlere bütün gördüklerini özete, ilk başlayanlara okuyacaklarının sınırlarını verecektir. Çok iyi dinleyin ve gereken notları alın. Sizin hedefinizi belirleyecek büyük fikirler bu konuşmayla sunulacaktır.

Okul Müdürü, saygıyla çekildi. Ayakta duran adam masaya iyice yaklaştı ve söze başladı:
 
-Size bir müjdeyle geldim evlatları. Sınırları bizim topraklarımızın yirmi katına ulaşan Osmanlı yönetimi, azgınlığından uzaklaşmaya başladı. Leh Kralı Jan Sobieski Viyana’da Avusturya’nın imdadına yetişti ve Estergon kalesi barbarların elinden geri alındı. Gerçi bunlar yeni hadiseler değil. Üzerinden yıllar geçti. Ama, bundan sonra bir daha bu vahşilerin sıcak nefesini ensemizde hissetmekten kurtulduk. Bundan sonra bizler dışarıdan sizler içerden el ele verecek ve bu barbar sürülerini topraklarımızdan kovacağız. Büyük peder İkinci Urbanus’un hayalini gerçekleştirecek ve kafirleri geldikleri yerlere göndereceğiz… Bugün bu toplantıyı 1095 yılında toplanan Clerment Konsili’nin devamı kabul edin. Beni de Urbanus’un dirilmiş ruhu sayın ve Haç’ın mukaddes gölgesini taşımak için de kendinizi mukaddes Roma’nın kumandanları kabul edin. Bunun için yapacağımız her hizmet kutsaldır, her fedakarlığınız Tanrı katında değer görecektir… Ben İstanbul’da iken Varadin’i ve Belgradı kaybettiler. Bu çok önemli bir işarettir. Yol artık bizlere açılmaktadır. Hazine ve Maliye Bakanımız Walpole sizin hizmetleriniz için ülkemizin bütün kaynaklarını emrinize seferber etmeye hazırdır. Beni buraya gönderirken emin olmanızı istedi ve kendisine güvenmeniz için yemin etmenizi istedi. Babamız İsa’nın ruhu önünde yemin ediyor musunuz?

Hep bir ağızdan ‘Ediyoruz!’ sesi yükseldi. Hatta, bazıları heyecanlanarak ayağa bile kalkmıştı. Hamfer de kendisini ayakta buldu. William, eliyle işaret etti:

-Oturun evlatlarım. Burada artık sizlere yeni talimatlar vermeyeceğim. Bu görevi, okulunuzun seçkin öğretmenleri yaptılar. Sizler öğrendiklerinizi tatbik ederseniz, ülkemiz ada devleti olmaktan çıkıp cihan imparatorluğuna dönüşecektir. Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya hayali artık uzaklarda değildir. Bu güneşi barbarların elinden alacağız. Bütün bu emek ve masraflar bunun içindir. Sizler, bu devlet ideolojisinin öncülerisiniz. Bayrağı taşıyacak ve göndere çekeceksiniz. Unutmayınız sizin bu hizmetinizi İngiliz halkı hiçbir zaman hatırından çıkarmayacaktır…

Hamfer, yan yana oturdukları Silviya’ya baktı. Pürdikkat adamı dinliyordu. Tekrar konuşmacıya döndü. Adam, uzunca uzunca konuşmasının sonuna gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Geçmişi, bugünü ve geleceği hakkında etraflı bilgi verdikten sonra son söz olarak şunları söyleyebileceğini belirtti:

-Artık bu Hasta Adam’ın sonuna doğru yaklaşıyoruz. Bir asır içerisinde onu yatağa düşürecek ve cenazesini birlikte kaldıracağız. Bu noktaya gelebilmek için Hristiyan alemi İsa Efendimizin de yardımıyla çok büyük çalışmalar yaptı. Bizimle bir asır savaşan Fransa şimdi onların imkanlarından faydalanıyor. Bunu da onun elinden alacağız ve Boğaz’ın mavi sularından geçerek tekrar Kostantinepolis’i canlandıracak ve Ayasofya’da Hristiyan azizlerin tablolarının üzerini açacağız… Yalnız şunu unutmayın, bunları söylerken hareketimiz tamamiyle dini olmaktan çok politiktir. Onları dinle yıkmamız mümkün değil, politika ve ekonomiyle yıkacağız. Ahlaklarını bozacağız. İnançlarını ellerinden alacağız. Bunun için tek silahımız sizlerisiniz… Hadi göreyim sizi…

Sağ elini havaya kaldırdı, vedalaşır bir edayla, ‘Sizlere başarılar diliyorum. Tanrı yardımcınız olsun!’ diyerek kürsüden indi…

Talebeler tümü ayağa kalkmış, bu dar pantolonlu ve siyah çizmeli şovalye tipli adamı alkışlıyordu… Konuşmacı talebelerin arasından mağrur bir edayla ilerleyip salonun kapısından çıktı…

Okul Müdürü toplantının sona erdiğini söyledi ve talebeler de birer ikişer gruplar halinde dağılmaya başladı.

Hamfer , Silviya’nın yakınındaydı kalabalık ayağa kalktıktan sonra yanına yaklaştı:

-Soylu bir konuşmaydı değimli?

-Ya öyle evet. Çok etkilendim

-Ben de…

Sonra birlikte yürüyerek salondan çıktılar. Bahçeye geçtiler. Dışarıda rutubetli bir hava vardı. Ertesi günü bir toplantı daha yapacak ve sonra da görev yerlerinin belirlenmesi için bekleyeceklerdi. Bir bakıma geriye sayma başlamıştı… Hamfer, Silviya’yla taş zeminli okul bahçesinin çamlarla örtülü daracık yolunda gezinirken, içini çekerek sıkıntılarını anlatmadan edemedi:

-Silviya, köyde iken sen çelimsiz bir kızdın. Beş senede burada serpilip geliştin. Şimdi yürek yakan bir güzel oldun. Boyun, gözlerin, göğüslerin her gece beni deliye döndürüyor. Ama kötü teslim olduk. Devletimi ve milletimi senin aşkına tercih etmek durumundayım. Ama senden kopmayacağım. İnanıyorum ki, öbür dünyada Tanri bizi İsa Efendimizin önünde evlendirecektir. Bizim duygularımız birbiriyle bugün evlenmiş olsun, ruhumuzu ise Tanrı eversin. Bedenlerimiz ayrı olsa da önemli değil…

Silviya durdu, Hamfer’in gözlerine baktı. Ellerini göğsünde kavuşturdu. Başını önüne yıktı. Uzun sarı saçları mavi gözlerini kapatırken yanağından süzülen yaşları göstermemeye çalışarak dedi ki:

-Dönüşü olan bir yolda olsaydık, her şeyden vazgeçer seni yalnız bırakmazdım. Ama teslimiz, yapacağımız bir şey yok. Bundan sonra irademizi ülkemizin menfaatleri için başkalarına vereceğiz. Zaman ve şartlar ne getirir bilemem. Seni mutlu etmeyi çok isterdim ama görüyorsun bu mümkün değil. Ama dileklerine katılıyorum. Duygularımız burada, ruhumuz ahrette birbiriyle evli kalsın. Bedenlerimizi de belki zaman birbirimize emanet eder. Tanrıdan bunu dileyelim…

Sonra birlikte yürümeye başladılar. Kendileri gibi diğer arkadaşlarında da bir burukluk vardı. Okulu bitirmenin heyacanı bir çoğun da böylesine trajik ortam oluşturmuştu. Ülkenin çeşitli yerlerinden alınıp getirilen bu insanlar kendileri için değil ülkeleri için yaşayacaklar, başka ülkelerde oradaki insanların şartlarına göre yeni kimlikler alacaklardı. Şimdi beraberinde , Arap Türk, İran, Hind kimliği vardı.Belki bir dönem Arap olacak, bir dönem Türk olacaklar, bir dönem Hindli.Ama asla İngiliz olma vasıflarını kaybetmeden. Şimdi onu yüreklerine gömüyorlardı. Gidecekleri ülkelerin insanlarını tanımışlar, inançlarını öğrenmişlerdi. Bu inançları çökertmek için gereken taktikleri almışlardı. Hedef, İngiliz menfaatini İslam topraklarında hakim kılmaktı… Başarırlarsa pay milletine, başaramazlarsa fatura kendilerine aitti… Feda edilmişlerdi ama korkuları yoktu. Bunu milletlerinin geleceği için soylu bir fedakarlık sayıyorlardı…

Akşama doğru, geç vakte kadar gezindikleri çamların kokusunu nemlenen kirpiklerinden yataklarına taşımamak için içeri girdiler. Güz akşamları Londra’nın havası ağırlaşır ve

geceleri insanın genzini yakardı. Bunu bildikleri için; kendilerine gösterilen müsamahaya rağmen döndüler ve odalarına çekildiler…

Kızartılmış domuzlar büyük gümüş siniler içerisinde servis yapılıyordu. Meşhur İskoç Viskisi hemen hemen her masada su yerine içiliyordu. Birbirinden güzel İngiliz kızları yarı açık göğüslerinin üzerine sarkan saçlarını başlarıyla sağa sola dalgalandırıp yürüyor ve her masaya çeşitli meyveler taşıyorlardı. Salonun loş ışıkları dışarıdaki rüzgarın yapraklardaki uğultusuyla oluşturmak istediği romantik sonbahar iklimini içeri pek taşıyamıyordu. Çünkü burada herkes bu mezuniyet balosunun heyecanı içerisinde yiyor, içiyor ve eğleniyordu. (U) şeklindeki masanın en orta yerinde göz kamaştıran kıyafetleriyle bay bayanlı İngiliz asilleri ve aristokratları oturuyordu. Merkezden çevreye doğru bugün diplomalarını alacak elli öğrenci misafirler arasına serpiştirilerek oturtulmuştu. Hepinse özel ilgi gösteriliyor, hepsiyle çevresindekiler sohbet edip şakalaşıyordu…
 
Hamfer, yanındaki milletvekiliyle pek samimi olmuştu. Konuları, bir daha bu domuz kızartmalarını yiyip yiyemeyeceği, İskoç viskisini içip içemeyeceği üzerindeydi. Hamfer emin konuşuyordu:

-Bunları gittiğim yerde bulamasam da her geldikçe ülkemde yiyecek ve gideceğim yerdeki ihtiyacımı buraya geldikçe karşılayacağım…

Milletvekili esprili bir kahkahayla eklemden edemedi:

-Gerek yok canım, İstanbul’a düşersen bol bol Turkey yersin. Onların eti de lezzetlidir…

Kendi lisanlarında Türkün telafuzu Hindi manasına geliyordu. Buna Hamfer de katıldı ve birlikte gülüştüler…

Espri etrafındakilerin de dikkatini çekmişti. Söz İstanbul üzerine açıldı böylece. Birisi boynunu bunlara doğru uzatarak anlatmaya başladı:

-Azizim, İstanbul bir harika şehir. Nasıl oldu da bu barbarların eline geçti? Şimdi şu masayı İstanbul’da düşünün. Boğazın gümüş sularına ay ışığının yansıması ne harika bir manzara oluşturur. Burada şu gençlerin dansından çok, orada suyla ay ışığının dansı beni daha çok etkilerdi…

Hamfer merakla sordu:

-İstanbul’a gittiniz mi?

-Ya ya, orada üç sene kaldım.

-Ne için gitmiştiniz.

-Kafirleri Hristiyanlaştırmak için.

-Misyoner miydiniz.

-Evet öyle.

-Başarılı olabildin mi?

-Pek sayılmaz.

-Neden?

-Adamlar çok bağnaz.

-Ben onları yola getirmek isterken, neredeyse onlar beni dinsizleştireceklerdi…

Adamın açık sözleri Hamfer’in dikkatini çekti, hatta hoşuna da gitti. Yerinden kalkarak, yanındaki küçük çocuğu kendi sandalyesine getirtip oturdu ve onun yanına geçti:

-Anlatsana nasıl oldu bayım?

-Ben, onların kahvelerine gider sık sık İslam’ı över bu arada Hristiyanlığın da İslam’dan farklı olmadığını söylerdim. Örnekler verir ve bana ilgi duyanlar olursa onlarla bilahere anlaşır özel olarak görüşürdüm. Böyle yaparak birçok kişiye çok yüksek miktarda para ödedim. Adamlar görünürde beni kabulleniyorlar, parayı aldıktan sonra bir daha yanıma yaklaşmıyorlardı. Birisinde yine böyle bir konuşma yaptım. Bu defa iki kişi gelmişlerdi. Adamlara İncil’den hayli parçalar okudum. Onların Kurban Bayramı günlerindeydi. İsmail’in aslında kurban edilmediğini, kurban da getirmediğini, bunca hayvanı bir hiç uğruna kesmenin anlamsız olduğunu söylüyordum. Birisi bana, ‘Doğru söylüyorsun, haklısın.’ Gibi sözler ederken, öbürü, ‘Nee?..’ dedi. Birden bıçağını çekerek üzerime çalındı:

-Ulan kefere seni şimdi burada gebertirim. Müslüman ol bakayım, dedi. Benim ödüm kopmuştu. Yapacak bir şeyim yoktu. İri yapılı, azgın birisiydi. Bıçağın soğuk ucunu gırtlağımda hissedince, çaresiz ‘oluyorum’ dedim. Bana şahadet getirtti. Sonra bıraktı. Halsiz düşmüştüm. Oradan kaçış o kaçış. Hemen bulduğum ilk gemiyle pılıyı pırtıyı toplayıp buraya geldim…

-Böyle kabadayılık yapanlar çok mu?

-Tavra bağlı. Aslında inançlarına hak vererek kendininkini anlatırsan pek bişey demiyorlar. O zaman da onları kabullenmiş oluyorsun ve zaten senin söylediklerine onlar da inanıyorlar. Ama ‘Gel Hristiyan ol’ dediğin zaman iş değişiyor…

Yanındaki adam söze karıştı.

-Ama siz daha politik bilgilerle donatıldınız. Bunları kilise yönlendiriyor. Kilise kendi kabuğunun dışına çıkamadığı için propaganda da etkili olamıyor. Sonra, bu ‘Ben Hristiyanım’ diyerek çağırıyor. Sen ise, ‘Ben Müslümanım’ diyerek onların inancını ve ahlakını bozacaksın. Sen onlardan birisi gibi davranacağın için pek fazla tehlike söz konusu değil. Ama yine de dikkatli olmak gerekiyor. Onlar, başka dinlerden ayrılıp Müslüman olanlara özel bir önem verir ve onlara çok saygı duyarlar. Senin en büyük silahın işte bu olacak. Bunu iyi kullanırsan, silahın üzerlerinde öldürücü etki yapabilecektir…

Siz bu işleri biliyorsunuz.

-Eee, elbette bileceğiz. Her İngiliz biraz misyoner, biraz politikacı, biraz da casustur. Bu yapı, bizim ayakta durmamızın ötesinde genişleyebilmemiz için çok önemlidir…

Hamfer, ‘Doğru…’ diyerek başını salladı. Dnsa kalkan topluluğa yöneldi.Silviya, kendisiyle dövüşen gençle dans ediyordu. Birden şakaklarında soğuk bir ter hissetti. İçerisinde bir sıkıntı belirdi… Gözünü üzerlerine dikti. Kızın kendisine bakmasını bekliyordu. Bu durum dakikalarca devam etti. Yanındakilerin konuşmaları onu artık hiç ilgilendirmiyordu. Nihayet o an geldi ve Silviya’yla göz göze geldiler. Çok haşin bir bakışı vardı Hamfer’in. Kız bunun farkına varmıştı, hafif tebessüm etti. Yüzünü dönüp dansına koyuldu.
Hamfer bir süre daha baktı. Sonra önündeki viski şişesinden bardağına koyduğu içkiyi kafasına dikmeye başladı…

Salonun loş ışıkları sigara dumanıyla adeta sarhoşa dönmüştü. Fazla kaçırıp dağıtanlar vardı. Görevliler bu durumda olanların koluna girip dışarı taşıyordu. Çalan hareketli müzik eşliğinde dans edenlerin çoğu da müziğe ayak uyduramayacak kadar dengesizleşmişti.

Hatta kollarındaki bayanları öpmeye kalkanlar, elleriyle sarkıntılık yapanlar, birbirlerinin elinden hanımları çekiştirenler bile vardı… Gecenin geç saatlerine kadar bu durum devam etti. Toplantının başındaki parlak nutuklar, hareketli sözler ve vaadlerin yerini seyri bile hoş olmayan bir laubalilik almıştı. Masanın baş tarafında oturanların çoğunluğu pipolarını yakmış ve yanındakilerle sohbet ediyorlardı…

Müzik birden kesilince, herkes yerine dönmeye başladı. Silviya da gelip yerine oturdu. Hamfer kalkıp, sandalyesindeki çocuğu babasının yanına gönderip kendi yerine oturdu. O da sarhoştu ve ayakta duramıyordu.

Masanın başındakilerden yaşlıca olan zat ayağa kalktı. Piposunu sağ eline alarak kısa bir konuşma yaptı:

-Beyler, bu toplantı için teşekkür ederim. Yeni genç ajanlarımıza saygılar sunuyorum. İngiliz halkının dünya durdukça bu mutlu tabloyu her çağda yaşayabilmesi için onların gayretine ihtiyacımız vardır. Kendilerini kutluyor ve gelecekteki hizmetlerinde başarılar diliyorum…

Alkışlar arasında yerinden ayrıldı. Koluna giren hanımıyla ağır ağır yürüyerek salonu terk etti. Kalabalık ise dağılmaya başladı. Hamfer de yürüyerek dışarı çıktı. Hafif rüzgarın serinliğine kendini bırakıp ağır ağır yürüyerek pansiyonun yolunu tuttu…

Okul bitmiş, diplomaları oldukça büyük bir törenle verilmişti. Şimdi herkes sevkedileceği ülkenin belirlenmesini bekliyordu. Kendilerine bir ay kadar izin verildi. Geldikleri yerlere dönüp aileleriyle vedalaşmaları, hazırlık yapmaları bildirildi.

Hamfer, çocukluktan gençliğe geçtiği ve en heyecanlı günlerini geçirdiği okul pansiyonundan eşyalarını topladı. Donuk renkli duvarları süzdü, pencereden okul bahçesine son defa baktı. Her yaprak kımıldayışında duyduğu hüznü, sevgiyi, acıyı, umudu bir film şeridi gibi yeniden gözlerinin önüne getirdi. Silviya’yla gezdiği patika yolları, çamların dibindeki uzun yaz gecelerinde yaptığı sohbetleri, kavga ettiği arkadaşını, aşkını açıkladığı anı yeniden yaşadı. Ama içinde bir umut vardı. Mezuniyet balosunda Silviya’nın başka birisiyle, üstelik kavga ettiğ, gençle dans etmesine rağmen ona kırgın değildi. Gerçi köyüne yalnız dönecekti. Silviya’nın emekli olan babası gelip Londra’ya yerleşmişti. O burada kalıyordu. Ama umutsuz da değildi. ‘Bakarsın ikimizi de bir yere verirler. Mesela İstanbul’a. Aynı gemiyle aylar süren yolculuğumuz olur. Sadece bunun gerçekleşmesi benim yaşamımın nihai hedefini gerçekleştirmem demektir.
 
Geri
Top