MRMİC
Uzman
Ondan sonra ölsem de dert değil’’ diye düşünüyordu… Eşyasını yeni aldığı tahta valize doldurdu. Onun önünde hareket eden posta arabalarına binecek ve köyüne gidecekti…
Beş yıl boyunca sık sık mektuplaştığı, fırsat buldukça da yılda hiç olmazsa bir defa gidip ziyaret ettiği köyünden gerçek ayrılışı bu defa olacaktı. İşin farkındaydı, bunun için gitmeyi, köyünün taşını toprağını koklamayı, domuz ahırına gidip hayvanları okşamayı, dağa gidip odun kesmeyi, ata binip ormanda gezmeyi çok istiyordu. Park kenarında araba beklerken içerisinden geçen umutlar karmakarışıktı. ‘’ Bu güzel ülkeden ve bu güzel insanlardan ayrılmak istenir mi hiç?’’ diye düşünüyordu. Ama eklemeden de edemiyordu: ‘’ Büyük Britanya’nın ileride anacağı kahramanlardan birisi de ben olacağım. Tarih hep siyaset adamlarının ve askerlerinin başarısını yazacak değil ya. Bu ülkenin ileriye gitmesi için onlara zemini biz hazırlamıyor muyuz? Bak mesela, Osmanlılar, Batıya önce dervişlerini göndermiş. Onların sağladığı sevgi ortamı savaşın kazanılmasında büyük etken olmuş. Şimdi biz de böyle şeyler yapacağız…’’ Bu iyimser düşüncelerle, dört atın çektiği büyük posta arabasına bindi. Arabanın iki kenarına uzatılmış tahta kanepelere ilişmeden önce valizini üste yerleştirdi. Yol parasını ödedi ve yerine oturdu…
Araba toprak yolda toz çıkararak ilerliyordu. İçeride sekiz kişi vardı. Bunlardan ikisi karı-koca, diğerleri erkekti. Herkes birbirleriyle tanışıyor, gideceği yeri, ne için gittiğini anlatıyordu. Yanındakiler Hamfer’e de sordular. O da, öğrenim gördüğünü, ailesinin yanına tatilini geçirmeye gittiğini söyledi… Fazla konuşmak istemiyordu. Zaten içeride cadı gibi gevezelik yapan gösteriş budalası bir kadın kimseye de meydan vermiyordu. Gerçi anlattıkları da sıradan şeyler değildi:
-Ah beyler, ben nasıl şanslı kadınım bir bilseniz. Acaba benim gibi kaç İngiliz kadını Osmanlı İmparatoru’nu gördü. Onu kocaman şapkası, kürklü elbisesi, altınlarla işlenmiş mintanı; incilerle, sedeflerle akiklerle süslü tahtını görmek bir ömre değerdi doğrusu. İşte onu ben gördüm. Ah bilseniz ben ne mutlu kadınım, ah bir bilseniz!..
Kadın neredeyse beş saati bulan yolculuk boyunca hep Osmanlı Sarayı’nı anlattı durdu. Belli ki, pek fazla kültürlü birisi değildi. ‘’Padişah’’ demiyor. ‘’İmparator’’ diyordu, kavuğu şapka yapıyor, şalvara pantolon diyordu ama önemli değildi bunlar. Hele hele saray hanımları, cariyeleri onu ne kadar etkilemişti öyle:
-Ah o kadınları bir görseniz. İmparatorun sarayında sürüyle kadın vardı. Hepsi de onun karısıydı. Onlara bu kadar kadını nereden bulduklarını sorduğumda, fethettikleri yerlerden toplayıp getiriyorlarmış… Öyle söylediler.
Birisi takıldı:
-Bayan, o kadınlar arasında sen de olmak istermiydin?
‘’Evet’’ diyecek oldu, belli ki boş bulundu ama yanında bütün heybetiyle duran, ama yine de karısının emrinde olduğu hemen tahmin edilebilen kocası vardı. Ağzından çıkan o tek heceli ‘’Evet’’ kelimesinin arkasını şöyle getirdi:
-Evet… Ama onlar bizim topraklarımıza gelemez ki. Gelseler de bizim toraklarımızı alamazlar ki, beni götürebilsinler. Hem, ben kocamla çok mutluyumdur. O ticaretini onlarla yapıyor ve bir seferinde de beni oralara götürüp, her yerleri gezdirdi. İmparatorla, Kraliçelerle tanıştırdı…
Kadın tekrar gördüklerini anlatmaya döndü:
-İnsanın aklını başından alan saraylar var. Hepis çok süslü. Hepsinin içerisinde çok kıymetli eşyalar var. Kadınları kapalı ama açıldıkları zaman bırakın erkeği, kadınların bile aklını alacak kadar güzeller ve ziynetleri fazla. Altınları, elmasları, incileri, zümrütleri bizim bütün servetimizi karşılayacak kadar çok…
Yine de edemedi, hayranlığının ifadesi arasında, ağzından kaçırıverdi:
-Onların arasında, onlar gibi olmayı her İngiliz kadını ister. Orada deniz bir başka güzel. Köşkler, yalılar bir başka güzel. Kadınlar bir başka güzel, erkekler bir başka güzel. Hele camiler, hele camiler. Onlar bir başka güzel. Bizim kiliseler gibi karanlık ve kasvetli değil. Pırıl pırıl aydınlık. Camları renkli, tabanı renkli, tavanı renkli. Onların din adamları, çok sade giyiniyor. Onlar, bizim papazlarımız dan farklı. Onları çok sade buldum. Hepsi pırıl pırıl insanlar. Sakalları düzgün ve temiz. Kimsenin de ibadetine karışmıyorlar…
Kadın, iri gözleri, buğday teni,hafif çıkık yanakları ve çeneye doğru üçgen şeklini alan yüz hatlarıyla, pek güzel değildi ama sonradan görme ve geveze birisiydi. Zaten at arabasının da tek hareketli müşterisi oydu. Hamfer’in böyle varlıklı birisinin neden posta arabasını seçtiğini merak etmesine fırsat kalmadan kadın onu da söyleyiverdi:
Biz, naturel bir gezi düşündük. Halka karışalım, tabiatla baş başa kalalım diye böyle bir yolculuk yaptık… Oteli olan en yakın kasabada inecek, geceyi orda geçirdikten sonra arkadan gelen özel arabamızla Londra’ya geri döneceğiz…
Hamfer, inerken, kadının bu kadar şamatasından kalan tek cümleyi unutamamıştı:
-Beyler, istanbul’u görmeden sakın ölmeyin…
Kendi kendine mırıldanmadan edemedi:
-Biz almaya, o da hayranlıkla seyretmeye çalışıyor. Aman Tanrım, şu İngiliz milleti ne kadar çelişkilerle dolu hale geldi?...
Annesşyle kucaklaşırken, kulaklarında hala o kadının bu son cümlesi vardı ve onu çok etkilemişti…
Beş yıl boyunca sık sık mektuplaştığı, fırsat buldukça da yılda hiç olmazsa bir defa gidip ziyaret ettiği köyünden gerçek ayrılışı bu defa olacaktı. İşin farkındaydı, bunun için gitmeyi, köyünün taşını toprağını koklamayı, domuz ahırına gidip hayvanları okşamayı, dağa gidip odun kesmeyi, ata binip ormanda gezmeyi çok istiyordu. Park kenarında araba beklerken içerisinden geçen umutlar karmakarışıktı. ‘’ Bu güzel ülkeden ve bu güzel insanlardan ayrılmak istenir mi hiç?’’ diye düşünüyordu. Ama eklemeden de edemiyordu: ‘’ Büyük Britanya’nın ileride anacağı kahramanlardan birisi de ben olacağım. Tarih hep siyaset adamlarının ve askerlerinin başarısını yazacak değil ya. Bu ülkenin ileriye gitmesi için onlara zemini biz hazırlamıyor muyuz? Bak mesela, Osmanlılar, Batıya önce dervişlerini göndermiş. Onların sağladığı sevgi ortamı savaşın kazanılmasında büyük etken olmuş. Şimdi biz de böyle şeyler yapacağız…’’ Bu iyimser düşüncelerle, dört atın çektiği büyük posta arabasına bindi. Arabanın iki kenarına uzatılmış tahta kanepelere ilişmeden önce valizini üste yerleştirdi. Yol parasını ödedi ve yerine oturdu…
Araba toprak yolda toz çıkararak ilerliyordu. İçeride sekiz kişi vardı. Bunlardan ikisi karı-koca, diğerleri erkekti. Herkes birbirleriyle tanışıyor, gideceği yeri, ne için gittiğini anlatıyordu. Yanındakiler Hamfer’e de sordular. O da, öğrenim gördüğünü, ailesinin yanına tatilini geçirmeye gittiğini söyledi… Fazla konuşmak istemiyordu. Zaten içeride cadı gibi gevezelik yapan gösteriş budalası bir kadın kimseye de meydan vermiyordu. Gerçi anlattıkları da sıradan şeyler değildi:
-Ah beyler, ben nasıl şanslı kadınım bir bilseniz. Acaba benim gibi kaç İngiliz kadını Osmanlı İmparatoru’nu gördü. Onu kocaman şapkası, kürklü elbisesi, altınlarla işlenmiş mintanı; incilerle, sedeflerle akiklerle süslü tahtını görmek bir ömre değerdi doğrusu. İşte onu ben gördüm. Ah bilseniz ben ne mutlu kadınım, ah bir bilseniz!..
Kadın neredeyse beş saati bulan yolculuk boyunca hep Osmanlı Sarayı’nı anlattı durdu. Belli ki, pek fazla kültürlü birisi değildi. ‘’Padişah’’ demiyor. ‘’İmparator’’ diyordu, kavuğu şapka yapıyor, şalvara pantolon diyordu ama önemli değildi bunlar. Hele hele saray hanımları, cariyeleri onu ne kadar etkilemişti öyle:
-Ah o kadınları bir görseniz. İmparatorun sarayında sürüyle kadın vardı. Hepsi de onun karısıydı. Onlara bu kadar kadını nereden bulduklarını sorduğumda, fethettikleri yerlerden toplayıp getiriyorlarmış… Öyle söylediler.
Birisi takıldı:
-Bayan, o kadınlar arasında sen de olmak istermiydin?
‘’Evet’’ diyecek oldu, belli ki boş bulundu ama yanında bütün heybetiyle duran, ama yine de karısının emrinde olduğu hemen tahmin edilebilen kocası vardı. Ağzından çıkan o tek heceli ‘’Evet’’ kelimesinin arkasını şöyle getirdi:
-Evet… Ama onlar bizim topraklarımıza gelemez ki. Gelseler de bizim toraklarımızı alamazlar ki, beni götürebilsinler. Hem, ben kocamla çok mutluyumdur. O ticaretini onlarla yapıyor ve bir seferinde de beni oralara götürüp, her yerleri gezdirdi. İmparatorla, Kraliçelerle tanıştırdı…
Kadın tekrar gördüklerini anlatmaya döndü:
-İnsanın aklını başından alan saraylar var. Hepis çok süslü. Hepsinin içerisinde çok kıymetli eşyalar var. Kadınları kapalı ama açıldıkları zaman bırakın erkeği, kadınların bile aklını alacak kadar güzeller ve ziynetleri fazla. Altınları, elmasları, incileri, zümrütleri bizim bütün servetimizi karşılayacak kadar çok…
Yine de edemedi, hayranlığının ifadesi arasında, ağzından kaçırıverdi:
-Onların arasında, onlar gibi olmayı her İngiliz kadını ister. Orada deniz bir başka güzel. Köşkler, yalılar bir başka güzel. Kadınlar bir başka güzel, erkekler bir başka güzel. Hele camiler, hele camiler. Onlar bir başka güzel. Bizim kiliseler gibi karanlık ve kasvetli değil. Pırıl pırıl aydınlık. Camları renkli, tabanı renkli, tavanı renkli. Onların din adamları, çok sade giyiniyor. Onlar, bizim papazlarımız dan farklı. Onları çok sade buldum. Hepsi pırıl pırıl insanlar. Sakalları düzgün ve temiz. Kimsenin de ibadetine karışmıyorlar…
Kadın, iri gözleri, buğday teni,hafif çıkık yanakları ve çeneye doğru üçgen şeklini alan yüz hatlarıyla, pek güzel değildi ama sonradan görme ve geveze birisiydi. Zaten at arabasının da tek hareketli müşterisi oydu. Hamfer’in böyle varlıklı birisinin neden posta arabasını seçtiğini merak etmesine fırsat kalmadan kadın onu da söyleyiverdi:
Biz, naturel bir gezi düşündük. Halka karışalım, tabiatla baş başa kalalım diye böyle bir yolculuk yaptık… Oteli olan en yakın kasabada inecek, geceyi orda geçirdikten sonra arkadan gelen özel arabamızla Londra’ya geri döneceğiz…
Hamfer, inerken, kadının bu kadar şamatasından kalan tek cümleyi unutamamıştı:
-Beyler, istanbul’u görmeden sakın ölmeyin…
Kendi kendine mırıldanmadan edemedi:
-Biz almaya, o da hayranlıkla seyretmeye çalışıyor. Aman Tanrım, şu İngiliz milleti ne kadar çelişkilerle dolu hale geldi?...
Annesşyle kucaklaşırken, kulaklarında hala o kadının bu son cümlesi vardı ve onu çok etkilemişti…