Nostaljik Şeyler

Papatya

V.I.P
V.I.P


Nostaljik Şeyler


Babalarımızın o en son çıkan araba yarışını bizden daha çok oynamayı istedikleri halde neden oynayamadıklarını biliyor musunuz? Çünkü onlar çocukluklarında bilye oynarlardı. O zamanlar her şey daha basit ve (tabii sadece onlara göre) daha güzeldi, Boğaz Köprüsü’nden de yürüyerek geçilebiliyordu örneğin. Şimdiyse bahar geldi ve bizim nesil muhtemelen bilgisayar başından yine kalkamayacak. Biz de, madem ekran karşısındasınız, bu fırsatı değerlendirelim dedik ve 20 yaş civarı olanlarınızın ancak hayal meyal hatırlayabileceği zamanlardan, baharın gelmesiyle hareketlenen hayattan akıllarda kalan, hmm, “şeyler” ile ufak bir nostalji gezisine çıktık.

Abur cuburlar

Abur cuburlar ve tabii ki abur cuburcular. Bir kuşak öncesinin midesine kast eden abur cuburlar şimdilerde sokakta görsek tenezzül etmeyeceğimiz, hatta ne olduğunu bilmediğimiz için bakmayacağımız şeylerdi. Pembe beyaz pamuk helvacılar, tahta çubuklara doladıkları (ömürlerinin sonlarına doğru plastikleri çıkmıştı) rengarenk meyveli macunları satan macuncular, un helvacıları, leblebi tozcular… Leblebi tozu külahta satılırdı, içinde plastik bir oyuncak olurdu ve boğaza pek fena kaçardı. Bir nevi sürpriz yumurta idi işte. Çocuklar kaynamış kimyonlu nohut, anne babalar dalı üzerinde taze nohut yerlerdi. Steyşın arabalar ile çilekli, muzlu, ucuz mu ucuz kiloyla gofretler satılırdı ama inanın o gofretlerin tadı şimdikilerde bile yok. Zor da olsa o arabalardan görülüyor bazen, kaçırmayın deriz. Bozacılar malumunuz. Ucuzundan çubuk şeklinde çikolataların tadı da hala anlatılır.

Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan fabrikasyon abur cuburlar da vardı. İçindeki numaralı araba resimleri biriktirilen, hatta onlarla oyun oynanan Turbo sakızlar, yine numaralı hayvan resimleri çıkan Dandy sakızlar, karikatürlü “neşeli dostumuz” Tipitip, içinde arap kadınların resimleri olan, almadan önce gizlice ambalajın içinden resme bakarak sizde varsa değiştirilebilen Zambo… Bu sakızların kağıtlarını 100’e tamamlamak çok önemliydi, tamamlayanı görülmedi, ancak şehir efsanesi şeklinde anlatılırdı. 100’e tamamlayıp gönderilirse hediye verileceği de aynı efsanelerdendi. Bir tek Tipitip’in 100 karikatüre sticker (yapıştırma) gönderdiği tarafımızdan doğrulanmıştır. Bu kağıtlar 100’e tamamlanamazsa o an uydurulacak kurallarla oynanan kağıt oyunlarında kullanılıyordu. Aynı oyunlar, sırf bu iş için satılan futbolcu kartları ile de oynanırdı.

Kolalı lolipop, tüm lolipoplar içinde en anlı şanlı olandı. Ne yazık ki koca kutunun içinden birkaç tane çıkıyordu, sanırız onları bu kadar değerli yapan da buydu. Bütün kolalılar kapıldıysa elmalılara talim ediliyordu. Sonradan kola da, kolalı lolipop da sebil oldu, kolalı jelibon bile çıktı!

Küçük bir arabanın ya da kollarına taktıkları kutu–çantaların içinde alaska frigo satan dondurmacılar, ağabeylerinizin ablalarınızın aklının almadığı bir şeydi, nasıl oluyor da o dondurmalar erimiyordu? Bunun anne baba versiyonu ise at üzerinde dağdan getirdiği karları satan karcılardı.

Abur cubur değilse bile omuzlarına yerleştirdikleri tahtanın iki ucuna asılı kaplarda yoğurt satan, ellerindeki çıngıraklar ile de mahalleye geldiklerini haber veren yoğurtçular, her servisten sonra apartmanların duvarına çizdikleri çiziklerle ay sonunda hesap yapan sütçüler ve klorlu akıyor diye bardağa konduktan sonra bekletilen sular da bunları yazarken aklımıza geliveriyor.

Oyunlar

Canı sıkılmış birkaç çocuktan fazlasını gerektirmeyenlerden basit birkaç nesne ile oynananlara, hatta komplike çalışmalar gerektiren daha haylazcalara kadar ağabeylerimizle ablalarımızın oyunları, bilgisayar başında direksiyon sallamaktan çok daha şenlikliymiş.

Çınçın denen, ucunda çıngıraklı bir top olan telden ibaret oyuncak, düşününce bize çok saçma gelse de bir aralar epey bir popülerdi. Aynı telin ucuna eğer plastik ya da teneke bir araba takarsanız oyuncakların en şahını elde ediyordunuz, mahallede feci forsunuz oluyordu.

Ortasındaki delikten ipe takıp çevrilen fırıldaklar, iki plastik topu sallayıp birbirine çarptırarak gürültü çıkaran şeyler, bilyeli arabalar ve topaçlar gördüğünüz gibi teknoloji ürünü kalıyordu. Hula hoplar, bir ayağa takılıp döndürülerek diğer ayakla üstünde sekilen ipli toplar, önce bileğe, dize, sonra bele, aşmış oyuncular için koltuk altına kadar çıkan lastikler, çocuk gücü ile çalışan oyuncaklardı.

Tabii bütün oyunlar ip atlamak kadar zararsız değildi. Oluklu mukavvalardan yapılan zırhlar ve inşaatlardan çalınan kireçleri poşetlere doldurarak hazırlanan el bombaları ile yapılan mahalle savaşları, cephanesi sivri sivri buruşturulmuş kağıtlardan hazırlanan üfleme borusu tüftüf, annelerin yüreğini ağzına getiren patlayıcılardan torpil, yine inşaatlardan çalınan karpit, çatapat, patlangoç ve kızkaçıran, önermediğimiz ancak eğlenceli olduğuna emin olduğumuz “haylaz çocuk oyunları”. Bir de ne hikmetse her daim yerlerde olan renkli, telefon kabloları ve onlarla oynanan oyunlar vardı. Bunların bir tehlikesi yok elbette, ama yerden toplanan kabloların ellerde ağızlarda gezmesi gibi bir durum vardı ortada.

Canı sıkılmış hiperaktif çocuklardan başka bir şey gerektirmeyen oyunlar ise sanırız en zevkli olanlarıydı. Dokuz taş, adı üzerinde, dokuz kiremit parçasını üst üste dizen iki takımın birbirinin kulelerini yıkma çabasından ibaretti. Yakantop ve istop birer klasik, onları zaten biliyoruz. Dönemin büyükçe çocuklarının oynadığı gece saklambacı, gece oynanması dışında orijinalinden farkı olmayan, üst seviye izin gerektiren bir oyundu. Simit, ebenin “simiiiit” diye bağırıp nefesi bitene kadar birini ebelemesi gereken bir oyundu. Ebeleyemeden nefesi biterse tüm oyun cezaları arasında en popüler olan topluca pataklama yoluna gidiliyordu. Dekman, alelade sopaları tabanca gibi tutup oyuncuların birbirlerine “dekman” diye bağırdıkları bir vurmaca oyunuydu. Tabii kimin vurulup vurulmadığı konusunda mızıklamalar olması ve oyunun kavga ile bitmesi de kaçınılmazlardandı. Esasen o dönemin bütün oyunları öyle ya da böyle kavga ile bitiyormuş genelde. Misket, kavga ile biten oyunların kralıymış. Bir de “önümüze gelene bir tekme” gibi grup psikolojisi içinde şiddet kullanılan oyunlar vardı ki hala oynarız.

Tabii toplu oyunlar var bir de. Aslında yukarıda saydığımız birkaç ve sayamadığımız onlarca oyunun hepsinin toplu versiyonları var ya da uydurmak mümkün. Ancak toplu oynanmak için bulunan oyunların en kıyağı bildiğiniz top oynamaktı. Kaleleri oluşturan iki adet taş ya da teneke yağ kutusunun arasındaki mesafenin maç sırasında sürekli değişmesi bir mahalle futbolu kuralıydı. Mahallede hakem ne arasın, herkes top koşturmak istediğinden anlaşmazlık olduğunda yoldan geçen tanıdık bir büyüğe danışılırdı, amca da pozisyonu görmediğinden kararını, derdini en gürültülü anlatan takımın ya da yeğeninin olduğu takımın lehine kullanırdı. Elbette kavga çıkması kaçınılmazdı bu karar sonunda. Kavga çıkarmadan dediğini yaptırmanın tek yolu, üzerinde kırmızı bir şey taşıyıp “kımızı bayrak al bayrak” diyerek onu öpmekti. Takım seçilmesi gerektiği zaman önce davranıp en iyi oyuncuyu kapmak için de pratik bir çözümdü. “6’da devre, 12’de de biter” şeklinde skor üzerinden tutulan süre, dizi kanayan çocuklardan birinin annesinin pazardan gelirken çocuğunu görmesi ve gelip maçı dağıtmasına kadar sürerdi. Üç kornerin bir penaltı yaptığını da hatırlatalım. Dizler ise hep kabukluydu.

Bildiğiniz top peşinde koşturmanın, şehirlere, hatta mahallelere göre değişen versiyonları mevcuttu. 4-5 kişinin oynadığı, herkesin kendi kalesi olduğu japon kale maç, alman kale, gol kale, tek kale, çift kale… Şık bir hareket yapan, dönemin yıldız futbolcusuna benzetilerek ödüllendirilirdi, artık o sıralar gündemde kim varsa, Feyyaz da olurdu bu, Simoviç de, Prekazi de, Tanju da…

Diğer Eğlencelikler

Renkli plastik minicik poşetler içinde kolonya adı altında satılan pis kokulu renkli sıvıları kırtasiyelerden ve ufak bakkallardan temin edebiliyordunuz. Bakkallarda satılan bir diğer absürd oyuncak da karton maskelerdi. 166’yı arayıp masal dinleme modası vardı, ancak masalı başından yakalamak epey bir problemdi, ama olsundu, vay canınaydı, telefonda masal dinlemek çok teknolojik bir şeydi. Yazıyı hazırlarken hala çalışıyor mu diye denedik, gerçekten de hala var ve artık her arayışınızda en başından başlıyor. Lakin “Ayşe’nin şipşirin bir bahçesi vardı, bahçesinde tomurcuklar vardı” şeklinde başlayan masalı duyup dehşete kapıldığımızdan tam olarak her ayrıntıyı veremiyoruz.

Kanun çalan küçük bir kız türemişti, “bak kızcağıza, sen neden böyle olmuyorsun” diye çocuklara çıkışan ebeveynler, bir kuşağın özgüvenini pek fena berelemiştir gibi geliyor bize. Televizyonların açma düğmesinin üzerinde plastik bir parça vardı, ebeveynler evde yokken o parçayı alarak çocukların tek başına televizyon seyretmelerini engelliyorlardı. Gerçi gündüz yayın olmadığından çok fark eden bir şey de olmuyordu. Televizyonun tek kanallı olduğu dönemde nedense bir tv dergisi vardı! “TV’de 7” adlı bu derginin bir dönemin en çok satan dergisi olduğunu hep duyarız. Ne zaman hangi dizinin yayınlanacağını herkes bilirdi, ikinci kanal geldiğinde bir süre insanlar şaşkın şaşkın dolandı. Dönemin çocukları İstiklal Marşı ile rap rap yürüyen askerleri mutlaka seyreder, “Lütfen televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” yazısı çıkınca da bir müddet beklerlerdi, arkasından olur da başka bir şey başlarsa diye. Pek çıkmazdı. Video kasetlerden önce kopyalana kopyalana dinlenmez hale gelen Zeki-Metin kabare kasetleri vardı.

Teksas, Tommiks, Fantom, Mister No, Teks, Zagor, Kaptan Swing dönemin popüler kültürel yayınlarıydı. Zaman zaman çizgi roman okuma alışkanlığı tekrar canlandırılmaya çalışıldı, ama pek de olmadı.

Plastik mataraların renklenip şekillendiği dönemler bizim çocukluğumuza yakın olduğundan bu kısmı hatırlayabilirsiniz. Hala ilköğretimde okuyan çocukların mataraları var mı, inanın bilmiyoruz.

Kimsenin bisikleti olmadığından bisiklet kiralayıcılar vardı. Bir de ayı oynatıcılar. Neyse ki bize yetişmedi bu vahşet, ama annenize bir sorun, o pamuk kalpli kadın bile muhtemelen kıvırtan ayıları kıkırdayarak seyretmiştir bir dönem.


 
Geri
Top