Kabullendim artık bunu. Tüm vücudum kıvranıyor acıdan. Ayaklarımın altı su toplamış. Ellerim keza öyle. Çok çabalamışım, çok uğraşmışım; düşmüşüm yine.
Ama nasıl
Duvarlara bakıyorum. Yer yer kırmızı lekeler var. Nedir bu? Çıkaramıyorum. Kanım olmalı. İnsan kendi kanını tanımalı. Evet benim kanım. Tırmanmaya çalıştığımda, düştüğümde, tekrar denediğimde ve senelerdir bir şekilde pes etmeden uğraştığımda parçalamışım vücudumu. Onun izleri bunlar. Kabul ediyorum artık bak. Düştüm ve paramparça oldu her yanım. Günlerce, haftalarca kendi kanımda kaldım. Karanlıkta nerelerimin kanadığını fark etmedim bile. Çok canım yandı başında. Mahvetti beni bu düşüş. Tüm sevdiklerimi dışarda bırakıp yalnızlığın dibine itilmiş olmanın gerçekliği vurdu sonradan suratıma. Bu gerçek, fiziksel acıdan daha çok yaktı canımı.
Ama bitmedi dedim. Bitmedi, ölmeyeceğim dedim. İzin verdim kendime. İyileşmek için, güç toplamak için. O pis, soğuk kuyunun dibinde hareketsiz yatarken bile farkındaydım ölmediğimin. İzin verdim kendime. Nefeslen, soluklan dedim. Öyle yaptım. Önce yaralarım kabuk bağladı, kırılan yerlerim iyileşti. Ardından yerden, o soğuk zeminden destek alıp kalktım ayağa. Etrafımı çevreleyen uzun duvarlara baktım. Cesaretimi kırmak için sanki daha da uzamışlar, kocaman olmuşlardı. Kırılmadı cesaretim. Koydum ellerimi ayaklarımı duvara. Tırmanacağım dedim. Yapacağım. Yaparım, güçlüyüm.
Yaptım da.
Kimse ihtimal vermedi belki ama yaptım. Tek başıma iyileştim, tek başıma tırmandım o duvarları. Tekrar tekrar düştüm başta. Vazgeçmenin kıyısına geldim. Vazgeçmedim. İsyana sürüklendim. İsyan etmedim. Çığlıklar attım, boğazım yırtılana kadar bağırdım ama ağlamadım. İnancımı kaybetmedim.
Yaptım da. Tırmandım kuyunun başına kadar. Onca acıya, onca sıkıntıya rağmen, onca kanayan yaraya rağmen tek başıma çıktım tepeye.
Tamam dedim. Yaptın, başardın.
Ama tükendin de aynı zamanda. Ne elini kaldıracak, ne kafanı oynatacak takatin kaldı. Şimdi ne yapacaksın? Nasıl açacaksın kuyunun kapağını? Nasıl çıkacaksın dışarı?
Uzunca bir süre orada durdum. Tırnaklarımdan kan geldi taşlara tutunmaktan. Umursayamadım. Canım o kadar yanmıştı ki öncesinde, bu acı beni etkilemedi. Hiçliğe yakındım. Gücüm de cesaretim de hiçliğe yakındı.
İç hesaplaşmamı orada yaşadım. Bir kuvvet kapağı açtın ne yapacaksın sonra? Ya çok alıştıysan kuyuya? Ya adapte olamazsan dışarıya? Ya yeteri kadar güçlü değilsen? Ya seni tekrar itmek isterlerse aşağıya?
Ne yaptıysam, ne kadar çabaladıysam da tek adım yol ilerleyemedim. Gitgide yoruldu parmaklarım, kollarım, bacaklarım… Gitgide ölümün nefesini hissettim, beni çağıran o ıslık sesini duydum. Gitgide alıştım bu düşünceye. Kendi kendime vedalaştım annemle…
Tam o andı sanırım... Bir mucize oldu. Bana mucize gibi geldi. Bir ses duydum. Ölümün kesik ıslığından daha farklı bir ses. O an bir melek bana semadan seslendi sanki. Allah'ım dedim, gerçekten benden vazgeçmedin mi?
Kafamı yasladığım, parmaklarımı kenarına iliştirdiğim o ağır taş kapak oynadı yerinden. Kıyamet kopuyor sandım. Kıyamet sayılırdı benim için. Keşke öyle olsaydı diyeceğimi bilmeden umutla doldu içim. Kuyuya düştüğümden beri ilk defa gözlerimden yaşlar süzüldü. İçimi tarifsiz bir his kapladı. Uzun zamandır hissetmeyi unutmuş biri olduğum için anlamlandıramadım ne olduğunu. Midem düğümlendi, boğazıma sevinç hıçkırıkları tıkandı.
Kapak hareket etti. Sonra tekrar, sonra tekrar...
Bana bir ömür gibi gelen saniyelerin ardından o aşılamaz dediğim kuyunun kapağı aralandı hafifçe.
Önce parmaklarımda hissettim ferahlığı. Ne zamandır kan gitmeyen parmak uçlarıma iğneler battı sanki ağırlık kalkınca. Rabbim bu nasıl bir rahatlık, bu nice bir mutluluk... Ardından içeri vuran ışık gözlerimi kamaştırdı. Her yer bembeyazdı. İşte cennet dedim kendi kendime. Bu kadar sabrettiğin için rabbin seni cennetine aldı dedim. Bu düşünce zaten akmakta olan gözyaşlarıma durdurulamaz bir ivme kazandırdı.
Yaşlı gözlerimi peş peşe durmadan kırpıştırdım. Beni oradan çıkaran meleği görmek istedim. Tekrar tekrar, hiç durmadan, görüşüm düzelene kadar oynattım göz kapaklarımı.
Ve gördüm onu...
Bana gönderilen elçiyi, kurtarıcı meleği... Huzur dolu ama endişeli ela rengi gözlerle bakıyordu yüzüme. Dudaklarını oynattı hafifçe. O ilahi dudaklardan ismimi duymak vücudumdaki son güç kırıntılarını çekti aldı. Ellerimden ayaklarımdan kesildi kuvvetim. Artık dedim kendime, düşsem de ölsem de gam yemem.
Ben ne kadar bıraksam da kendimi o bırakmadı beni. Düşecekken yakaladı bileğimi güçlü elleriyle. Seneler içinde hiç bu kadar güvende hissetmemiştim. Hiç kurtulurum diye düşünmemiştim. Hiç inanmamıştım bir meleğin varlığına, kurtarıcılığına.
Tekrar söyledi ismimi. O an çocukluğuma döndüm. Bisikletten düşmüş dizini kanatmış çocukluğumla, yüzmeyi öğrenmeye çalışırken panik yapıp bir ton su yutmuş çocukluğumla, gece kabus görüp babasının yanına sığınmış çocukluğumla baktım yüzüne. Şimdi her şey daha net, her şey daha berraktı.
Herkesi affettim o an. Tüm geçmişimi sildim. Beni bisikletten itenleri, boğmaya çalışanları, kabusum olanları… Hatta beni o kuyuya itenleri bile affettim. İyi ki dedim. İyi ki düşmüşüm.
Adımı tekrar söyledi. Yüzünün güzelliğine o denli kapılmıştım, o denli ezberlemeye çalışmıştım ki sesindeki tınıyı fark edemedim. Tekrar adımı söyledi, kaşlarını not ettim hafızama. Tekrar adımı söyledi, dudaklarını not ettim hafızama. Tekrar adımı söyledi, dudağının kenarındaki küçük beni not ettim hafızama. Keşke duysaydım onu. Ona bakmaktansa, hafızama kaydetmektense keşke dinleseydim.
Duymadım. Beni bırakacağını anlamadım. Anlayamadım, keşke anlasaydım. Yapamadım.
Bileğimi mengene gibi saran parmaklar saliseler içinde açıldı. Önce elim düştü boşluğa. Ardından tüm vücudum… O an bile beni bıraktığını fark edemedim. Gözlerim kararmadan önce son gördüğüm, gözlerine vuran güneşin elayı yeşile döndürdüğü oldu.
Öleceğim burada.
Artık eminim. Ağzımdan, burnumdan kan geliyor. Damağımda kendi kanımın metal tadını alıyorum. Sol yanağım kuyunun soğuk zeminine dayalı. Vücudumun her yeri kırık, her yeri ılık kanla kaplı. Göz kapaklarıma iğneler batıyor. Önceden içi boş olan bu kuyu şimdi paslı çivilerle dolu. Her yerim paramparça, her yerim darmadağın.
Ölümün ıslığı şimdi kulağımın dibinde çalınıyor. Gözlerimi zar zor araladığımda çocukluğumu görüyorum. Sudan çıkmış panik içindeki çocukluğum, dizleri kanayan çocukluğum, kabustan uyanmış korku dolu çocukluğum… Hepsinin cesetleri etrafımda yatıyor.
Ölüyorum burada.
Fakat silemiyorum dudaklarımdaki gülümsemeyi. Dudaklarımın her hareketinde kan dökülüyor ağzımdan. Yine de durduramıyorum kendimi. O gözler, o çehre, o ilahi ses çıkmıyor aklımdan. Ah felaketim olan o gözler, o çehre, o ilahi ses...
İnsan öldürüldüğü için mutlu olur mu?
İnsan kendisini öldürene hayran olur mu?
Olur.
Ölümün soğukluğu çarşaf gibi örtünürken üstüme; umutlarıma, geleceğime, mutluluklarıma, çocukluğuma, anneme ve en çok da bir çift ela göze veda ediyorum.
Elveda.
Ama nasıl
Duvarlara bakıyorum. Yer yer kırmızı lekeler var. Nedir bu? Çıkaramıyorum. Kanım olmalı. İnsan kendi kanını tanımalı. Evet benim kanım. Tırmanmaya çalıştığımda, düştüğümde, tekrar denediğimde ve senelerdir bir şekilde pes etmeden uğraştığımda parçalamışım vücudumu. Onun izleri bunlar. Kabul ediyorum artık bak. Düştüm ve paramparça oldu her yanım. Günlerce, haftalarca kendi kanımda kaldım. Karanlıkta nerelerimin kanadığını fark etmedim bile. Çok canım yandı başında. Mahvetti beni bu düşüş. Tüm sevdiklerimi dışarda bırakıp yalnızlığın dibine itilmiş olmanın gerçekliği vurdu sonradan suratıma. Bu gerçek, fiziksel acıdan daha çok yaktı canımı.
Ama bitmedi dedim. Bitmedi, ölmeyeceğim dedim. İzin verdim kendime. İyileşmek için, güç toplamak için. O pis, soğuk kuyunun dibinde hareketsiz yatarken bile farkındaydım ölmediğimin. İzin verdim kendime. Nefeslen, soluklan dedim. Öyle yaptım. Önce yaralarım kabuk bağladı, kırılan yerlerim iyileşti. Ardından yerden, o soğuk zeminden destek alıp kalktım ayağa. Etrafımı çevreleyen uzun duvarlara baktım. Cesaretimi kırmak için sanki daha da uzamışlar, kocaman olmuşlardı. Kırılmadı cesaretim. Koydum ellerimi ayaklarımı duvara. Tırmanacağım dedim. Yapacağım. Yaparım, güçlüyüm.
Yaptım da.
Kimse ihtimal vermedi belki ama yaptım. Tek başıma iyileştim, tek başıma tırmandım o duvarları. Tekrar tekrar düştüm başta. Vazgeçmenin kıyısına geldim. Vazgeçmedim. İsyana sürüklendim. İsyan etmedim. Çığlıklar attım, boğazım yırtılana kadar bağırdım ama ağlamadım. İnancımı kaybetmedim.
Yaptım da. Tırmandım kuyunun başına kadar. Onca acıya, onca sıkıntıya rağmen, onca kanayan yaraya rağmen tek başıma çıktım tepeye.
Tamam dedim. Yaptın, başardın.
Ama tükendin de aynı zamanda. Ne elini kaldıracak, ne kafanı oynatacak takatin kaldı. Şimdi ne yapacaksın? Nasıl açacaksın kuyunun kapağını? Nasıl çıkacaksın dışarı?
Uzunca bir süre orada durdum. Tırnaklarımdan kan geldi taşlara tutunmaktan. Umursayamadım. Canım o kadar yanmıştı ki öncesinde, bu acı beni etkilemedi. Hiçliğe yakındım. Gücüm de cesaretim de hiçliğe yakındı.
İç hesaplaşmamı orada yaşadım. Bir kuvvet kapağı açtın ne yapacaksın sonra? Ya çok alıştıysan kuyuya? Ya adapte olamazsan dışarıya? Ya yeteri kadar güçlü değilsen? Ya seni tekrar itmek isterlerse aşağıya?
Ne yaptıysam, ne kadar çabaladıysam da tek adım yol ilerleyemedim. Gitgide yoruldu parmaklarım, kollarım, bacaklarım… Gitgide ölümün nefesini hissettim, beni çağıran o ıslık sesini duydum. Gitgide alıştım bu düşünceye. Kendi kendime vedalaştım annemle…
Tam o andı sanırım... Bir mucize oldu. Bana mucize gibi geldi. Bir ses duydum. Ölümün kesik ıslığından daha farklı bir ses. O an bir melek bana semadan seslendi sanki. Allah'ım dedim, gerçekten benden vazgeçmedin mi?
Kafamı yasladığım, parmaklarımı kenarına iliştirdiğim o ağır taş kapak oynadı yerinden. Kıyamet kopuyor sandım. Kıyamet sayılırdı benim için. Keşke öyle olsaydı diyeceğimi bilmeden umutla doldu içim. Kuyuya düştüğümden beri ilk defa gözlerimden yaşlar süzüldü. İçimi tarifsiz bir his kapladı. Uzun zamandır hissetmeyi unutmuş biri olduğum için anlamlandıramadım ne olduğunu. Midem düğümlendi, boğazıma sevinç hıçkırıkları tıkandı.
Kapak hareket etti. Sonra tekrar, sonra tekrar...
Bana bir ömür gibi gelen saniyelerin ardından o aşılamaz dediğim kuyunun kapağı aralandı hafifçe.
Önce parmaklarımda hissettim ferahlığı. Ne zamandır kan gitmeyen parmak uçlarıma iğneler battı sanki ağırlık kalkınca. Rabbim bu nasıl bir rahatlık, bu nice bir mutluluk... Ardından içeri vuran ışık gözlerimi kamaştırdı. Her yer bembeyazdı. İşte cennet dedim kendi kendime. Bu kadar sabrettiğin için rabbin seni cennetine aldı dedim. Bu düşünce zaten akmakta olan gözyaşlarıma durdurulamaz bir ivme kazandırdı.
Yaşlı gözlerimi peş peşe durmadan kırpıştırdım. Beni oradan çıkaran meleği görmek istedim. Tekrar tekrar, hiç durmadan, görüşüm düzelene kadar oynattım göz kapaklarımı.
Ve gördüm onu...
Bana gönderilen elçiyi, kurtarıcı meleği... Huzur dolu ama endişeli ela rengi gözlerle bakıyordu yüzüme. Dudaklarını oynattı hafifçe. O ilahi dudaklardan ismimi duymak vücudumdaki son güç kırıntılarını çekti aldı. Ellerimden ayaklarımdan kesildi kuvvetim. Artık dedim kendime, düşsem de ölsem de gam yemem.
Ben ne kadar bıraksam da kendimi o bırakmadı beni. Düşecekken yakaladı bileğimi güçlü elleriyle. Seneler içinde hiç bu kadar güvende hissetmemiştim. Hiç kurtulurum diye düşünmemiştim. Hiç inanmamıştım bir meleğin varlığına, kurtarıcılığına.
Tekrar söyledi ismimi. O an çocukluğuma döndüm. Bisikletten düşmüş dizini kanatmış çocukluğumla, yüzmeyi öğrenmeye çalışırken panik yapıp bir ton su yutmuş çocukluğumla, gece kabus görüp babasının yanına sığınmış çocukluğumla baktım yüzüne. Şimdi her şey daha net, her şey daha berraktı.
Herkesi affettim o an. Tüm geçmişimi sildim. Beni bisikletten itenleri, boğmaya çalışanları, kabusum olanları… Hatta beni o kuyuya itenleri bile affettim. İyi ki dedim. İyi ki düşmüşüm.
Adımı tekrar söyledi. Yüzünün güzelliğine o denli kapılmıştım, o denli ezberlemeye çalışmıştım ki sesindeki tınıyı fark edemedim. Tekrar adımı söyledi, kaşlarını not ettim hafızama. Tekrar adımı söyledi, dudaklarını not ettim hafızama. Tekrar adımı söyledi, dudağının kenarındaki küçük beni not ettim hafızama. Keşke duysaydım onu. Ona bakmaktansa, hafızama kaydetmektense keşke dinleseydim.
Duymadım. Beni bırakacağını anlamadım. Anlayamadım, keşke anlasaydım. Yapamadım.
Bileğimi mengene gibi saran parmaklar saliseler içinde açıldı. Önce elim düştü boşluğa. Ardından tüm vücudum… O an bile beni bıraktığını fark edemedim. Gözlerim kararmadan önce son gördüğüm, gözlerine vuran güneşin elayı yeşile döndürdüğü oldu.
Öleceğim burada.
Artık eminim. Ağzımdan, burnumdan kan geliyor. Damağımda kendi kanımın metal tadını alıyorum. Sol yanağım kuyunun soğuk zeminine dayalı. Vücudumun her yeri kırık, her yeri ılık kanla kaplı. Göz kapaklarıma iğneler batıyor. Önceden içi boş olan bu kuyu şimdi paslı çivilerle dolu. Her yerim paramparça, her yerim darmadağın.
Ölümün ıslığı şimdi kulağımın dibinde çalınıyor. Gözlerimi zar zor araladığımda çocukluğumu görüyorum. Sudan çıkmış panik içindeki çocukluğum, dizleri kanayan çocukluğum, kabustan uyanmış korku dolu çocukluğum… Hepsinin cesetleri etrafımda yatıyor.
Ölüyorum burada.
Fakat silemiyorum dudaklarımdaki gülümsemeyi. Dudaklarımın her hareketinde kan dökülüyor ağzımdan. Yine de durduramıyorum kendimi. O gözler, o çehre, o ilahi ses çıkmıyor aklımdan. Ah felaketim olan o gözler, o çehre, o ilahi ses...
İnsan öldürüldüğü için mutlu olur mu?
İnsan kendisini öldürene hayran olur mu?
Olur.
Ölümün soğukluğu çarşaf gibi örtünürken üstüme; umutlarıma, geleceğime, mutluluklarıma, çocukluğuma, anneme ve en çok da bir çift ela göze veda ediyorum.
Elveda.
Son düzenleme: