• Merhaba Ziyaretçi.
    "Minimalist Fotoğraflar" konulu yarışmamız başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de yarışmada görmek istiyoruz...

Osmanlıcada ''T''ile başlayan kelimelerin anlamları

TİZ-ÂB
f. Kezzap.
TİZ-ÇEŞM
f. Gözü keskin.
TİZ-DEST
f. Çabuk iş gören, eline çabuk.
TİZÎ
f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık.
TİZNA
f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı.
TİZ-PÂ(Y)
f. Tez, süratli, ayağına çabuk.
TİZ-PER
f. Hızlı ve çabuk uçan.
TİZ-REFTÂR
(Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden.
TİZ-REV
(Bak: Tiz-reftar)
TOKAT
Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille.
TOLGA
Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır.
TONAJ
Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.
TOPUZ
t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse.
TÖHEM
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler.
TÖHMET
Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma.
TÖHMETLENDİRMEK
Suç isnad etmek.
TÖVBE
(Bak: Tevbe)
TRAJ
Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı.
TRAJEDİ
yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.
TU
f. Sen.
TU(Y)
f. Katmer, kat.
TUAM
(Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar.
TUB
Kiremit. * Tuğla.
TUBA
Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet.
TUBA LE-KE
Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana.
TUBAHA
Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük.
TUBA-İ HİLKAT
Hilkat ağacı, hilkat tubası. Kâinat, teşbih yapılarak tuba ağacına benzetilmiştir.(Tuba-i hilkatten semavat şıkkına hep kehkeşan ağsanınaBir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış pek güzel meyveleriz biz. M.)
TUBAL
Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça.
TUBALE
(C.: Tubâlât) Dişi koyun.
TUB'AN
Mühür mumu.TUBERTU : (Tu-ber-tu) Kat kat.
TUBU
Bir nevi kene.
TUBUL
(Tabl. C.) Davullar.TUDE : f. Yığın, küme.
TUDE-BE-TUDE
Yığın yığın. Küme küme.
TUF
f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada.
TUFA
Sihir, efsun.
TUFAHE (TAFÂHE)
Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen.
TUFAN
Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. (Hz. Nuh'un (A.S.) Cenab-ı Hak'tan aldığı emri kavmine tebliğ etmesi neticesinde kavminin ekserisi hürmetsizlik ve dinlememezlik yaptıklarından ve zulme başladıklarından, Cenab-ı Hakk'ın izni ile devamlı ve şiddetli yağmurla büyük su baskını oluyor ve Nuh Peygamber (A.S.) bir gemi yaparak, kendisine iman edenlerle ve her sınıf canlı mahluktan birer çift alarak su üzerine çıkıyor ve zâlimler suya gark oluyor, Peygambere itimad ile tâbi olanlar da tufandan kurtuluyor. Bu hâdisenin vukuu Kur'anda sâbittir.)
TUFANZEDE
f. Tufan görmüş. Tufana uğramış.
TUFAVE
Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile.
TUFEYLÎ
(Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
TUFF
Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir.
TUFFAH(A)
Elma.
TUFU'
Ateşin sönmesi.
TUFUH
Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme.
TUFUL
Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar.
TUFULÂNE
f. Çocukçasına.
TUFULİYYET
(Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik.
TUFYE
Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.
TUGAT
(Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar.
TUGAVE
Güneş dairesi. * Araptan bir kabile.
TUGMUS
Şeytanın ve cinnin gayet habisi.
TUGVAN (TUĞYÂN)
Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak.
TUGVE
Dağ başı. * Yüksek mekân.
TUGYAN
Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını.
TUGYE
Dağ başı. * Yüksek mekân.
TUH
Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir)
TUHAF
(Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
TUHAL
Dalak ağrısı.
TUHARE
Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.
TUHFE
Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan.
TUHFÎ
İyilik etmek.
TUHLA
Kara ile boz arasındaki renk.
TUHLÜB
(C.: Tahâlib) Soysop, sülâle.
TUHM
(C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.
TUHME
Hayvanın burnunun kara olması.
TUHME
Mide dolgunluğu. Hazımsızlık.
TUHR
Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına "Mümtedet-üt tuhur" denir).
TUHRA
Yufka bulut.
TUHRUBE
(Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası.
TUHRURE
(C.: Tahârir) Bulut parçası.
TUHTUH
Kötü ahlâk.
TUHUHA
Hamurun ekşimesi.
TUHUR
Arınıp pâk olmak, temizlenmek.
TUHUR
(C.: Tahârir) Bulut parçası.
TUHUT
Hor ve hakir kimse.
TUHVE
Yufka bulut.
TUHYAN
Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.
TUHYE
Benî Temim kabilesinden bir cemaat.
TUKA
Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah.
TUKAT
Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.
TUKUS
Yaban havucu.
TUKYE
Sakınma.
TUL
Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk.
TULA
Çok uzun. Pek uzun.
TULA
Boynun ön tarafı.
TULAN
(Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.
TULATILE
(Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet.
TULEN
Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca.
TULGA
Kusmak.
TULHA
Boz renk.
TULHE
Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne.
TULHUM
Lezzeti değişmiş olan su.
TULK
Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.
TULL
Süt.
TULLAB
(Talebe. C.) Talebeler.
TULLAB-I NUR
Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri.
TULLEB
(Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler.
TULME
(C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su.
TULU'
Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme.
 
TUL-U EMEL
Bitmeyen istek. * Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek. (Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misali bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o hayalî hâne ve şehir ve bahçede hercü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme! L.)
TUL-U ÖMÜR
Ömrün uzunluğu. Uzun ömür.
TULUAT
(Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar.
TULUK
(Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak.
TULYE
(C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü.
TU'M
(Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni.
TUMA'NİNE
İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma.
TUMAR
(C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.
TUME
Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati.
TU'ME
(Bak: Tu'm)
TUMEA'
(Tâmi'. C.) Tamahkârlar.
TUMRUK
Yarasa kuşu.
TUMRUS
Sıcak külde pişmiş ekmek.
TUMTUMAN
Peltek.
TUMTURAK
Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe.
TUMUH
Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.
TUMUM
Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek.
TUMUR
Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek.
TUMUS
Bir şeyin mahvolması.
TUNB
Nâhiye, cânip, taraf, yön.
TUNBURANİ
(Tunburâni) Tanbur çalan.
TUNİ
f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız.
TUNUB
(C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri.
TUR
Dağ. * Had ve mikdar.
TUR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir.
TURA
(Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra)
TU-RA
f. Seni, sana, senin.
TURAB
Toprak, toz.
TURAME
Dişte olan kamaşma.
TURAN
Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor.
TURBUŞ
Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes.
TURFANDA
Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze.
TURFE
Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey.
TURFE
(C.: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık. * Nimet. * Güzel yemek. * Zarif, iyi nesne. * Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.
TURFE-KÂR
f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan.
TURGUL
Çil kuşuna benzer bir kuş.
TURHAN
Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa "patrik" derler.)
TURKA
Bir kere.
TURMUK
Yarasa kuşu.
TURMUS
Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek.
TURRA
(Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura.
TURS
Kuvvet.
TURSUS (TURSUN)
(C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot.
TURŞ
f. Ekşi, hâmız.
TURTUBE
Akçe.
TURTUR
Uzun boylu ince adam.
TURU'
Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak.
TUR-U SİNA
(Bak: Sina)
TURUH
Uzun.
TURUK
(Tarîk. C.) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller. * Aygırlanmak.
TURUK
Geceleyin eve gelmek.
TURUK-U HAFİYYE
Gizli tarikler, yollar, tarikatlar. Gizli zikir yapan tarikatlar.
TURUR
Düşürmek.
TURUŞ
f. Ekşi.
TUS
Tabiat. * Asıl.
TUSEN
f. Serkeş ve sert at.
TUSU'
Dokuz bölükte bir bölük.
TUŞE
f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey.
TUŞE-İ RÂH
Yol azığı, yol yiyeceği.
TUT
f. Dut.
TUTANAK
(Bak: Zabıt)
TUTİ
Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.
TUTİYA
Çinko.
TUTU
Çinko.
TU'TU
Söylerken duraklamak.
TUTUK
Örtü, perde, peçe.
TUUM
(Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler.
TUVA
Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu.
TUVAL
Uzun.
TUVAN
f. Güç, kuvvet.
TUVAR
Evin çevre yanı.
TUVEYRAT
Kuşçuklar, küçük kuşlar.
TUVEYS
Küçük tavus kuşu.
TUVMAR
(C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.
TUVT
Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun.
TUVVEL
Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.
TUYUF
(Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller.
TUYUR
Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak.
TUYUR
(Tayr. C.) Kuşlar.
TÜBBA'
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi.
TÜBBAN
Güreşçilerin donu.
TÜBBET
Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup "Misk-i Tübbetî" derler)
TÜCAH
(Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön.
TÜCCAR
(Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar.
TÜEDE
Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek.
TÜFE
Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın.
TÜFENG
f. Tüfek.
TÜFENG-ENDÂZ
f. Tüfek kullanan.
TÜFENG-HÂNE
f. Silâh deposu.
TÜFFAH
Elma.
TÜFL
Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek.
TÜHEM
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.
TÜKÂH
Tekyegâh.
TÜKLAN
Tevekkül etmek.
TÜKLE
İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse.
TÜKME
f. Düğme.
TÜKYE
Dayanmak, itimad etmek.
TÜLAVE
Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak.
TÜLÜNNE
Hâcet, ihtiyaç.
TÜLÜV
Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek.
TÜNBAN
f. Don, iç donu.
TÜNBEK
f. Darbuka. Dümbelek.
TÜND
f. Sert, şiddetli, haşin.
TÜNDBÂD
f. Sert rüzgâr, kasırga.
TÜNDÇİHRE
f. Asık suratlı.
TÜNDÎ
f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet.
TÜNDMEŞREB
f. Titiz, sert tabiatlı.
TÜNDMİZAC
f. Sert huylu.
TÜNDREFTAR
f. Çabuk giden, sert ve süratli giden.
TÜNDZEBAN
f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen.
TÜNTE
f. Eşek arısı.
TÜNU'
Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak.
TÜR'A
(C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer.
TÜR'A
(C.: Türa') Kapı. Derece. * Bağ ve bostan. * Kanal. * Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.
TÜRA'
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
TÜRAS
Miras mal.
 
TÜRBAN
(Türâb. C.) Topraklar.
TÜRBE
Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar.
TÜRBEDÂR
f. Türbe muhafız ve hizmetkârı.
TÜRK
Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şubeye ayrılmış olup; Türkistan'ın doğu tarafında bulunanlar; Uygur; batı tarafındakiler de: Türk ve Türkmen isimleriyle bilinirlerdi.Peygamberimizin (A.S.M.) hicretinden 350 sene sonra Tağ Han neslinden olduğu rivayet edilen Türkmen Hükümdarlarından Salur Han, İslâm dinini kabul ederek Kara Han ismini almış ve kavminin de ekserisine İslâm dinini kabul ettirmişti. O sıralarda Türk ve Türkmen kavimleri İslâm hilâfet merkezi olan Bağdat'a gidip gelmeğe başlamışlardı. Fıtrî cesaret ve kahramanlıkları hasebiyle Abbasi Halifeleri, bunları askerlik hizmetlerine almışlardı. Bu sebeple Türkler, Azerbeycan ve Erzurum taraflarına dolmuşlardı. Türkler, zamanla kumandanlık ve ümeralığa geçmişler, hükümet işlerini de ellerini almışlardı. Bu cihetle bütün İslâm memleketlerinde Türkler büyük bir nüfuz ve iktidara sahip olmuşlardı.Türkler, müslümanlığı kabul ettikten sonra lisanlarını Arap hattıyla yazmağa başlamışlardı. Şark Türkçesinde, yani Uygur lisanında hayli edebiyat vücuda gelmiş, bir takım şair ve edipler yetişmişti. İran'da kurulan Türk Devletleri Farisîyi resmî ve edebî lisan olarak kabul ettikleri halde; Anadolu'da kurulan Selçuklular devrinde resmî lisan Türkçe kabul edilmişti. Daha sonraları Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra bu lisan günden güne kesb-i Türkî etmeğe başlamış, hatta Sultan Mehmed Han, Sultan Selim ve Süleyman devirlerinde mükemmel bir Osmanlı Edebiyatı meydana gelmiş ve birçok edip ve şairler yetişmişti.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmıyan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi.) Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!... R.N.)(İşte ey Ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâdları; Altıyüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ânı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'âna ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümâtı def'ettiniz. Tâ $âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşreb münâfıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!..M.)(...Evvelâ Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, daha sonra Emeviye'nin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmeti, Arap'tan Acem'e doğru geçmiş; hadis-i şerifin de delâlet ettiği üzere Fars milleti manen ve maddeten İslâmiyete pek büyük hizmetler yapmış, sonra bunlar da aynı hale gelmiş; bu defa da Allah Türkleri göndermiş. Arapların, Farslıların, kıymetini bilemeyip zâyi' ettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan dünyanın her tarafına yaymışlar. Demek ki onlar da bu nimetin kıymetini bilmez, küfr ü küfrâna giderlerse mevkilerini, Allah'ın göndereceği diğer bir kavme terketmeğe mecbur olacaklardır. Ve kim bilir vâsi ve alim olan Allah Teâla, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir. Binaenaleyh, ey mü'minler! Dininizin kıymetini biliniz, hiç bir kavme inhisar kabul etmeyen bu vâsi' feyz-i hakkı, bu fazl-ı İlâhîyi, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz. E.T.)
TÜRKÂN
(Türk. C.) Türkler.
TÜRKCUŞ
f. Yarı pişmiş et.
TÜRKİSTAN
f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır.
TÜRKİYYAT
Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim.
TÜRKTAZ
f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu.
TÜRKÜ
(Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi.
TÜRNUK
Sel yolunda arta kalan balçık.
TÜRR
Yapı üstüne çekilen ip.
TÜRRA'
Kapıcı.
TÜRRAS
Kalkancı.
TÜRRE
(C.: Terârih) Bâtıl, herze söz.
TÜRREHAT
(Türrehe. C.) Saçma sapan sözler.
TÜRREHE
(C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.
TÜRS
(C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Ask: Kalkan.
TÜRŞÎ
Ekşilik. * Turşu.
TÜRÜAT
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
TÜRÜŞ
f. Ekşi, hâmız.
TÜRÜŞ-RU(Y)
(C.: Türüşruyan) Asık suratlı, ekşi yüzlü.
TÜS'
Dokuzda bir. (1/9)
TÜTUK
Örtü, perde. Çadır.
 
Geri
Top