Şanlıurfa Antik Kentleri (Güneydoğu Anadolu Bölgesi)

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Şanlıurfa Antik Kentleri (Güneydoğu Anadolu Bölgesi)

Edessa (Urfa) Antik Kenti

yRrUR.webpİlkçağlardan bu yana doğu ile batı kültürleri arasında bir köprü olan Edessanın tarihi M.Ö.8000lere dayanmaktadır.

Urfanın eski ismi Şemseddin Saminin Kamusül Alamına göre; Ur ya da Urelkeldaniyn olup, Büyük İskenderin fethinden sonra Makedonyalılar bu şehri vatanlarındaki Edessa (Vodina) kasabasına benzeterek bu adla ve Akarsuları güzel anlamına gelen Kaliroe olarak adlandırmışlar, Araplar da Kaliroe isminden esinlenerek buraya Ruha ismini vermişlerdir.

Prof. Fikret Işıltana göre İslam döneminde Diyarı Mudar olarak da adlandırılan bölgedeki Urfaya Osrhoene Krallığı döneminde verilen Osrhoene adının, Kentin Makedonyalılar tarafından Edessa ismi ile yeniden kuruluşundan, Süryanice Urhai-Orhai olan önceki isminin, Arapça Er-Ruhanın Latinleştirilmiş biçimi olduğu sanılmaktadır.

Prof. Bilge Umara göre ise; Edessa ismi Helenistik Çağdan beri kullanılmıştır. Seleukos Nikator bu kenti geliştirerek Makedonyadan gelen göçmenleri buraya yerleştirmiş ve ismini de Edessa olarak değiştirmiştir. Bu isim Roma, Bizans ve Haçlı Devletleri zamanında da kullanılmıştır. Bununla beraber Urhay (Urfa) ismi unutulmamış ve sonra da Edessanın yerini Urfa almıştır.

Halep salnamelerine göre şehre kısa bir süre (Antiokya/Antakya) adı verilmişse de Prof. Segale göre M.Ö. 163te ölen IV. Antiochusun sikkeleri üzerindeki (Antioch Callirohae), başka bir kente de ait olabilir. Bir efsaneye göre ise; Urfa adı Nemrutun diğer bir adı olan ve Sulak yerde bulunan anlamına gelen Hewya oğlu "Urhai" den gelmektedir. Urhainin güzel akarsular şehri anlamı, Edessanın Makedonyadaki Edhessaisos ırmağının kenarındaki şehir ve bu kentin sonradan aldığı ad Vodinanin Makedonca su anlamına gelmesi, Kalliroenin çeşme ya da akarsuları güzel anlamı belli olduğuna göre Urfa adının kaynağı konusunda henüz bir sonuca ulaşılamamışsa da bütün rivayetlerin su ya çıktığı tartışmasızdır.

MK140.webpAşağı Fırat Projesi kapsamında Fırat Nehri kıyılarında, Sultantepede, Göbeklitepede ve baraj göllerinin altında yapılan kurtarma kazıları yörenin tarihine ışık tutmuştur. Buna dayanılarak Edessada Neolitik Çağ (MÖ.10000-5500) ve sonrasında yoğun bir yerleşmenin olduğu ortaya çıkmıştır. Asur tabletlerine göre burası MÖ.2000lerde Hurriler ile Mitannilerin yerleştiği bir yerdi. Hitiler Mitanni krallığını ortadan kaldırdıktan sonra yöreye yerleşmişler, MÖ.XI.yüzyıldan sonra da Mezopotamyadan kuzeye doğru göç eden Aramiler buraya yerleşerek Bit-Adini Krallığını burada kurmuşlardır. MÖ.857de Asurlulara bağlanan ve sonra Medlerin saldırısına uğrayan yöre, bir süre Babillerin egemenliği altında kalmıştır. MÖ.VI.yüzyılda Persler yöreye hakim olmuş ve buranın ticaretinin ve tarımının gelişmesinde büyük payları olmuştur. MÖ.IV.yüzyılda Büyük İskender Persleri Anadoludan çıkardıktan sonra yöreye de hakim olmuştur. İskenderin ölümünden sonra da Seleukosların hakimiyetine girmiştir. I.Seleukos tarafından MÖ.303te bugünkü Urfanın bulunduğu yerde Edessa kenti kurulmuştur.

Edessanın, ilk kuruluşu ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, Arap tarihçisi Ebul Faraça göre, Nuh Tufanından sonra yeryüzünde kurulan ilk yedi yerleşim merkezinin ilki ve en önemlisidir. Hz. Ademin çiftçilik yaptığı, Hz. İbrahim Halil, Hz. Eyyüp, Hz. Şuayp, Hz. Elyasa gibi peygamberlerin yaşadığı bu bölge bugün Peygamberler Şehri olarak anılmaktadır. Hıristiyanlar, Hz. İsanın mendilinin Şanlıurfada bulunmuş olmasından dolayı buraya Dir-Mesih adını vermişlerdir.

Musevi, Hırıstiyan ve İslâm peygamberlerinin atası olarak nitelenen Hz.İbrahim Urfada doğmuş, Nemrut ve onun yaptığı putlarla mücadele ettiği için burada ateşe atılmıştır. Lut Peygamber, amcası Hz. İbrahimin Urfada ateşe atıldığını görmüş ve daha sonra buradan Sodama gitmiştir. Hz.İbrahimin torunu İsrafiloğullarının atası Yakup Peygamber burada yaşamış ve Urfada ölmüştür. Bu nedenle Şanlıurfa inanç turizmi yönünden önem taşımaktadır.

Smr5V.webpSeleukoslardan sonra Mısırlılar, ardından Aramiler yöreyi ele geçirmiştir. MÖ.132de burada Abgar, sonra da Osrhoene olarak isimlendirilen bir krallık kurulmuştur. Ermeni Krallığı yönetiminde yağmalanan, bir süre Partların denetiminde kalan Osroene Krallığı MÖ.I.yüzyıl sonlarında Romalılara bağlanmıştır. Romalılar ile Partlar arasında zaman zaman el değiştiren Osroene Krallığı, MS.117de tamamı ile Romanın egemenliğini kabul etmiştir. Aramiler birçok kez Romaya karşı ayaklanmışlarsa da bu ayaklanmalar bastırılmıştır. Yöre III.yüzyıl ortalarında Sasanilerin, VII. Yüzyılda Arapların saldırısına uğramış, X.yüzyılda Bizanslılarla Mervaniler arasında el değiştirmiştir.

Şanlıurfa il merkezi yakınındaki Göbekli Tepe'de yapılan arkeolojik kazılarda, ilkel dinlere ait olan ve günümüzden 11.000 yıl öncesine tarihlenen dünyanın en eski tapınakları bulunur.
 
Aslinda bizim türkiyemizin her yeri gezmeye görmeye deger gercekten harika eski antika yerlerimiz var birde degerlendire bilsek viran olarak birakmasak

zeyno emegine saglikk bilgi icin
 
Kazane (Uğurcuk) Antik Kenti

h4sDn.webpŞanlıurfa merkeze bağlı Kazane (Uğurcuk) yerleşim alanının tarihi M.Ö. 5000-3000e dayanmaktadır.Burrada ele geçen bulgular Kalkalitik çağa ait olup, bu çağ da 5000-3000 arasındadır. Höyüğün kazısı 1992 yılında müze müdürü Adnan Mısır başkanlığında ABDden bu konularla ilgili gönüllü derneklerin finansmanıyla Pensilvanya Üniversitesinden Dr. Patrick Wattenmarkerin iştirakiyle başlatılmıştır.

Çalışmalar sırasında mimari buluntular, evler, sokaklar ve bu döneme ait eserler bulunmuş olup, müzede muhafaza edilmektedir. Bu yerleşim alanında höyüğün tepesinde su deposu inşa edildiği görülmektedir. Bunun dışında çiftçilerden birinden satın alınan ve temizlenmek üzere Ankarada bulunan Sümerceyi Akatçaya çeviren bir alfabe mevcuttur.

International Herald Tribunenin 11 Kasım 1993 tarihinde yayınlanan sayısında Kazaneye büyük yer vermiştir. John Noble Wilfordun makalesinde "Türkiyede yeni keşfedilen gömülü kent ve ilginç kil tabletler eski kentsel uygarlığın ve yazının bilinen ufuklarını, Güney Mezopotamyanın Sümer kentdevletlerinin çok ötesine götürmektedir. Arkeologlar bu keşiflerin son yıllarda Mezopotamya araştırmaları alanındaki en heyecan verici keşifler olduğunu söylemekte ve sitlerde yapılacak yeni kazıların, arkeoloji biliminin en önemli sorunlarından birine cevap olacağı konusunda emin görünmektedirler" diye yazmaktadır.

Kazane, höyük yerleşmesi dışında 3.binin ortalarında gelişen bir aşağı şehir ve şehir dışı yapılarıyla büyük ve sürekli isken gören bir merkez görünümdedir. Höyükteki en eski dönem olan Halaf yerleşmesi çok geniş bir alanı kaplamaktadır. Son Kalkolitik ve İlk Tunç Çağ tabakalarından elde edilen bitkisel kalıntılara göre;söz konusu dönemlerde çevrede kamış,saz ve ot türü bitkiler oldukça çoktur.

1992 yılında P.Wattenmaker yönetiminde yapılan kazılarda, Höyüğün batısındaki özellikle M.Ö.4.bin yerleşmelerinin saptanmasına yönelik basamaklı açma, tepenin doğusunda Aşağı Şehir ve höyüğün güneyindeDış Şehiradıyla anılan açmalar açılmıştır.

Son Neolitik Çağ,Halaf Dönemi, Son Kalkolitik Çağ,İlk Tunç Çağı, Orta Tunç Çağında yerleşime sahne olduğu, gerek kazı gerekse yüzey araştırmaları sonucunda saptanmıştır. İçlerinde en önemli yerleşme İlk Tunç Çağı II ve III.evrelere aittir.

Kazanenin mimari açıdan en zengin buluntularını İlk Tunç Çağı II ve III.evreleri vermiştir. Bu evrelerde yerleşimin İlk Tunç Çağı I.evreye göre çok büyüdüğü görülmüştür. Aşağı Şehirde yapılan kazıda dışı taş temelli anıtsal boyutta müdafaa yapısı ile çevrili kerpiç bir yapı ortaya çıkarılmıştır.Yapım tekniğinde, temelin iç ve dışında iri taşların. ortasında ise daha küçük boyutlu taşların kullanıldığı görülmektedir. Taşlar çamur harç ile birleştirilmiştir. Temel 1m. kalınlığında üç sıra halindedir. Temelin üst kısmı, kerpiç tuğlalardan yapılmıştır. Giriş ya da geçit denebilecek ince uzun koridor biçimli mekan 13m.uzunluğundadır.

Bu taş yapının kuzey kısmında yerleşme merkezine doğru olan kısmında iki yapı katı bulunmuştur. Üstteki evre derin sürülen pulluk yüzünden tahrip olmuştur. Alttaki evre daha iyi durumdadır. Her ikisinde de kerpiç duvarlar sıvalıdır. Ortaya çıkarılan mekanların birbirine geçit verdiği izlenmektedir. Dış Şehirde yüzey bulgularına göre işlik alanları olabilecek yerde taş temelli bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Bu yapının büyük olasılıkla kumaş dokuma yeri olabileceği düşünülmektedir.

Obeid ve Halaf çanak-çömlek parçaları hariç, oda katlarından elde edilen bütün buluntular 3.bin yıla tarihlendirilmiştir. Ele geçen buluntuların büyük bölümü süslenmiştir.Bu buluntular arasında sade çanak-çömlekler, pişirme kapları, saklama kapları yer almaktadır. Ayrıca metalik mal,yalın mal, bezemeli mal şeklinde gruplar da mevcuttur. Yapılan kazılarda Tunç ve bakır alaşımlı iğne, kaide, kemik bız, hayvan figürinleri gibi küçük eserler de bulunmuştur.
 
Şuayp Antik Kenti

56luk.webpŞanlıurfaya 88 km. uzaklıkta ve bugün Özkent Köyü adıyla anılan yerdir. Geniş bir alana yayılan ören yerinin sularla çevrili olduğu ve Roma Devrinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Halk arasında Şuayb Peygamberin bu kentte yaşadığına inanılır. Şuayb Şehrinde Peygamber makamı olarak ziyaret edilen bir de mağara bulunmaktadır.

Kent merkezinde çok sayıdaki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan yapılar inşa edilmiştir. Tamamı yıkılmış olan bu yapıların bazı duvar ve temel kalıntıları günümüze kadar gelebilmiştir.

Halk arasındaki bir inanca göre, Şuayp peygamber bu kentte yaşamıştır ve kent adını bu peygamberden almıştır. Kalıntılar arasındaki bir mağara Şuayp Peygamberin makamı olarak ziyaret edilmektedir.
 
Soğmatar Antik Kenti

VFo8d.webpGünümüzde Yağmurlu Köyü adı ile anılan Soğmatar, Şanlıurfaya 73 km. uzaklıktadır. M.S. 1. ve II. yüzyılda Süryaniler tarafından iskan edilmiştir.

Soğmatar kelimesi, Arapça yağmur çarşısı anlamındaki " Suk el-Matar " sözcüğ ünden gelmektedir. Tektek Dağları'nın kışın bol yağmur alan bu bölgesinde bulunan çok sayıdaki sarnıç ve kuyuda biriktirilen sular, dağlarda otlatılan koyun ve keçi sürülerinin yaz aylarındaki su ihtiyacını karşılamakta idi. Bu özelliğinden dolayı köy, Yağmurlu adıyla da anılmaktadır.

Kökü Harran Sin kültürüne dayanan Sabiizim ve Baştanrı Marilahanın kültür merkezi olduğu bilinen Soğmatar ören yerinin, Baştanrıya ve gezegenlere ibadet edilen ve kurban kesilen açık hava mabedi en önemli kalıntılarından biridir.

Soğmatar, birçok tarih araştırmacısının ilgisini çekmiştir. 1882'de Sachau, yüzyılımızın başında Fransa'nın Bağdat Konsolosu H. Pofnon, burayı ziyaret ederek Süryânice kitabeleri okumuşlardır. 1971 yılında burada incelemelerde bulunan H.J.W. Drijvers ve J.B.Segal, Soğmatar'a giren yolun sağındaki tepede bulunan Arâmice yazıları M.Ö. IV. yüzyıla tarihleyerek o çağda bu tarihi şehrin Edessa (Urfa) ile Harran'a yakın Tektek Dağları arasında önemli bir merkez olduğunu söylemektedir.

Soğmatar tarihteki esas ününü; ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı Assur ve Babillilerin politeist inancından gelen Pagan (putperest) dinin ve bu dinin baştanrısı (tanrıların efendisi) Mar alahe (Marelahe)nin merkezi olmasından almaktadır. Mare lahe'yi temsil eden açık hava mabedi, Soğmatar'daki kalıntıların odak noktasını teşkil etmektedir. Kalenin güneyindeki Kutsal Tepe-Merkez Tepe olarak adlandırılan bu açık hava mabedinde; kaya zeminine oyulmuş Süryânice yazılar ile zirvenin kuzey yamacında, kayalara oyulmuş tanrı rölyefleri günümüze ulaşmıştır. Tepenin batısında dağınık bir biçimde duran mimari parçaların buradaki tapınağa ait olduğu sanılmaktadır.

Tepenin doğusunda yer alan aynı tarihli diğer bir yazıda: 476 yılının Şubatında, bu ay içinde, ben Adona oğlu Maniş ve Ma'na ve Alkur ve Balbana ve kardeşi Alkur. Biz bu kutsal tepe üzerine bu sunağı kurduk ve korunan biri için bir taht diktik. O, vali Tridates'ten sonra vali olacaktır ve o tahtı korunan kişiye verecektir. O'nun mükâfatı Marelahe'dendir. Fakat eğer o, tahtı vermezse ve sütunu tahrip ederse, o tanrı yargılayacaktır yazılıdır. Yazılarda geçen 476 tarihi Seleukos takvimine göredir ve bu tarih M.S. 164-165'lere tekabül etmektedir.

Kutsal Tepe'nin kuzey yamacının zirveye yakın kısmında, kayaya oyulmuş insan şeklinde iki adet tanrı kabartması bulunmaktadır. Bunlardan sağ tarafta olanı 1.10 m. boyunda bir erkek figürüdür. Dizlerine kadar inen bir elbise giymiş, ayakta durur vaziyetteki bu figürün başının arkasında güneşi sembolize eden istiridye biçiminde bir şekil bulunmaktadır. Bu kabartmanın sağındaki Süryânice kitabede Tanrı bu heykeli Ma'na için 476 yılının Mart ayının 13'ünde emretti yazılıdır. Başının arkasındaki güneş şekline dayanarak bu heykelin Güneş Tanrısı Şamaş'ı temsil ettiği tahmin edilmektedir.

kQgvb.webpBu kabartmanın sol tarafındaki yuvarlak kemerli kayadan oyma sütunçeli niş içerisinde kabartma bir büst yer almakta, bu büstün sağında bir, solunda ise iki Süryânice kitabe bulunmaktadır. Soldaki kitabede: Şila oğlu Şila, bu heykeli Adona oğlu Tridates'in hayatı için ve kardeşlerinin hayatı için Tanrı Sin'in şerefine yaptı yazılıdır. Sağdaki iki kitabeden birinde: Kuza oğlu Zekkay ve çocukları Tanrının önünde hatırlansın, yukarıdan aşağıya doğru daha küçük harflerle yazılan diğerinde ise Ben Tanrı, onu görüyorum. Onu görüyorum ve ona bakıyorum. Ben Tanrı Sin yazılıdır. Bütün bu yazılardan kabartmanın Ay Tanrısı Sin'i tasvir ettiği anlaşılmaktadır.

Soğmatarlı Paganların Harranlı Paganlar (Harrânîler) gibi İslâmi dönemde, güney Mezopotamya'daki monoteist Sabiilerin dinlerini benimseyip benimsemedikleri bilinmemektedir.

J.B.Segal, Soğmatar'ın odak noktası konumunda olan açık hava mabedi Kutsal Tepenin batısında ve kuzey batısındaki tepelerde yer alan 7 adet yapının Güneş, Ay, Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür tanrılarını temsil eden tapınaklar olduğunu söylemektedir. Kutsal Tepe'ye çıkan Soğmatar Sabiileri, bu tapınaklara yönelerek ibadet ederler ve kurban keserlerdi. Harran Sabiileri de Ay Tanrısı Sin mabedindeki ibadetleri sırasında, Baştanrı Marelahe'nin mabedinin bulunduğu Soğmatar'daki Kutsal Tepe'ye yönelirlerdi. H.J.W. Drijvers başta olmak üzere bazı araştırmacılar, kare ya da silindir gövdeli bir plana sahip, bu yapıların altındaki kayaya oyulmuş arkosoliumlu odalara dayanarak bunların Anıt Mezar olduğunu ileri sürmektedir.
 
Akçakale Antik Kenti

İlçenin bilinen tarihi M.Ö. 5000 yılına dayanmaktadır. Sümer ve Hititlerin elinde bulunan bölge M.Ö. 2750 yıllarında başlamaktadır. Sami’lerin istilasına uğramıştır. Daha sonra 612 yılına kadar Asur’ların egemenliğine girmiş olan bölge, MÖ.612’de Babillerin sınırları içerisinde kalmıştır.

Daha sonra Medler ve Persler yöreye egemen olmuş, Büyük İskender’in MÖ.332'de Anadolu’daki Pers hâkimiyetine son vermesinden sonra Urfa yöresi ile birlikte Akçakale de Makedonya Krallığının egemenliği altına girmiştir. Büyük İskender’in ölümünden sonra Seleukoslar yöreye hakim olmuş, bunu Osrhoene Krallığı ve Romalılar izlemiştir. Roma’nın 395’te ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içerisinde kalmış, Bizanslılar ile Sasaniler arasında sık sık el değiştirmiştir.
 
Ceylanpınar Antik Kenti

İlçenin İlkçağ tarihi ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte geçmiş tarihinin çok eskilere dayandığı sanılmaktadır.

MÖ.2000’lerde Hititlerin ve Asurluların hakimiyetine giren yöre MÖ.612’de Babillerin sınırları içerisinde kalmıştır. Daha sonra Medler ve Persler yöreye egemen olmuş, Büyük İskender’in MÖ.332’de Anadolu’daki Pers hâkimiyetine son vermesinden sonra Urfa yöresi ile birlikte yöre de Makedonya Krallığının egemenliği altına girmiştir.

Büyük İskender’in ölümünden sonra Seleukoslar yöreye hakim olmuş, bunu Osrhoene Krallığı ve Romalılar izlemiştir. Roma’nın 395’te ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma (Bizans) sınırları içerisinde kalmış, Bizanslılar ile Sasaniler arasında sık sık el değiştirmiştir. Yöre MS.640 yılında Arap istilasına uğramış, 661 yılında Emevilerin, 750’de Abbasilerin hâkimiyeti altına girmiştir.
 
Nevali Çori Antik Kenti

Nevali Çori antik yerleşme yeri, Şanlıurfa ili Hilvan ilçesine bağlı Kantara köyünün sınırları içerisinde, Fırat nehrinin sağ tarafında ve onun bir yan kolu olan Katara deresinin yanında yer almaktadır.

Kalıntıların bulunduğu alan, uzunluğu 100 m. genişliği 50 m. olan ve iki kuru dere tarafından sınırlanan terası bir kireç tepesinin altında bulunmaktadır.
Nevali Çori antik yerleşmesi insanların yerleşik hayata geçmeye başladığı, yoğun avcılığın yanı sıra bitki ve hayvanların evcilleştirilmeye çalıştığı bir dönemi yansıtmaktadır.

Depo olarak kullanılabilecek çok sayıda taş yapının, kült yapısının ve birçok sanat eserinin burada bulunmuş olması, Nevali Çori yerleşmesinin bu döneme ait merkezi bir yer olduğunu göstermektedir.

Güneydoğu Anadolu’nun en dikkat çekici Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşmelerinden biri de Nevali Çori’dir. Şanlıurfa’nın 40 km. kadar kuzeyindeki çanak çömlek öncesi yerleşmenin beş evreli olduğu saptanmıştır. Bunların Çayönü’nün ızgara ve hücre planlı yapıları arasındaki geçiş evreleriyle çağdaş olduğu düşünülür. Özellikle üçüncü yapı katında ızgara ve hücre planlı yapıların yan yana bulunuşu ilginçtir. Bunlardan ızgara planlıların depo, ötekilerinse konut olarak kullanıldığı öne sürülür.

Nevali Çori’nin en ilginç yönü 4. yapı katında ortaya çıkartılmış kutsal yapıdır. Yerleşme yerinin doğu ucundaki bu yapı dıştan 14x14 metre, içten de 9x9.80 metre boyutlarında, karemsi planlı ve üç evreli bir salondan ibaret olmasıdır.


Hepsi birbirinden ayrı, içinde yemek pişirme, oturma, depo bölümü olan evler… Yüzleri es geçilmiş, asıl özen bedenlerine verilmiş insan heykelleri, hayvanlı-insanlı karışık yüzlerce sanat eserinin üretildiği atölyeler… Tam olarak ne için kullanıldığı bilinmese de kült merkezi olduğu kesin özel payelerle destekli tapınak… İnsan ve hayvan ruhunu simgeleyen tasvirlerle mistik yorumlar yaptıkları figürler… Hayvanları avladıkları ok uçları, taş aletler…

Güçlü akan nehirler, bereketli ovalar ve sıra dağların doğal sınırları içinde kendilerine bir yaşam kurdular. Nereden gelmişlerdi, nereye gittiler, henüz meçhul. Hemen yanlarındaki, 800 metre yükseklikteki Göbekli Tepelerin aksine düzlük yerde olmak ve Fırat’ın kolu olan Kantara Çayı’nı görmek istediler. İçinde yaşadıkları bütün mimari yapıların girişlerini çaya çevirdiler. Belki o su şırıltısı, o güzel eserleri yapmalarına ilham verdi, belki hepsi de hiç farkında olmaksızın bir araya gelmiş sanatçılardı.

Sayıları bin kişiyi bulmuyordu. Anadolu’da çokça görülen ana tanrıça burada yerini erkeğe, belki de, kim bilir kadınla erkeğin bir arada yönetimi paylaştığı bir anlayışa bırakmıştı. Daha o zamandan sınıfları ayırmışlardı toplumu. Cinsel dünyalarından izleri kayalara, kiraçtaşlarına çizdiler, şekillendirdiler. Günümüzden tam on bir bin yıl önce… Onlar Urfa ili sınırları içinde kalan Nevali Çorililerdi. Bugün yaşamları suların altına gömüldü. Arkeologlar yaşadıkları yer sular altında kalmadan önce yaptıkları kazılarla ne varsa topladılar. Ama GAP projesi dahilinde 1992 yılında sular altında kalan Nevali Çorililerin gizemi hâlâ merak konusu.

Tarihi değiştirebilir

Nevali Çori, 1980'li yılların sonunda ve 90’ların başındaki kurtarma kazıları sayesinde ortaya çıkarıldı ve sular altında kalmadan önce bulunan eserler, Urfa müzesine taşındı. Heidelberg Üniversitesi'nin Urfa Müzesi ile birlikte yaptığı kazılar o kadar ilginç sonuçlar ortaya koldu ki, değerlendirmeler pek çok yeni bilgiyi ortaya çıkaracak. Kazı başkanı Prof. Harald Hauptmann bir şeyin Nevali Çori kazılarıyla kesinleştiğini söylüyor: "Anadolu toprakları medeniyetin beşiği ve sanıldığının aksine tarımla birlikte yerleşik düzene geçişin simgesi olan Neolitik kültür, Akdeniz'de değil, bu topraklarda başladı."

Bu insanlar nereden buraya gelmişlerdi, bu gelişmiş sanatı nereden öğrenmişlerdi? Bunlar henüz bilinmeyenler. Avcılık toplayıcılıkla yaşamını sürdüren ilkçağ topluluklarının bulundukları çevreye hakim olup yerleşik düzene geçmesi ve tarım yapmasına tarihçiler "Neolitik Devrim" diyor. Nevali Çori insanları sadece hayvanları avlayıp besin toplayarak değil tarım yaparak da gelişmişlik örneği sunuyorlardı. Hauptmann "Kısa bir süre fark olmasına rağmen yerleşik düzene geçmişti, belki bir yerden öğrenmişlerdi bunu. Toroslar iyi topraklardı, avcılık imkanı vardı, yaban ceylanlarını avlıyorlardı, ceylan çok fazlaydı, ayı vardı. Geyik ve yaban domuzu avcılığının yanı sıra koyun ve keçi yetiştiren Nevali Çorililer çağdaşlarının aksine buğday, arpa, fasulye, bezelyenin yanı sıra Antep fıstığı, badem ve üzüm yetiştiriyorlardı" diyor.

Kafatası kültü

90/40 metrelik büyük terasın üzerinde kurulan Nevali Çori, yani yöre halkının deyişiyle Sıtma Deresi üzerinde 5 tabaka keşfetti arkeologlar. Hepsi birbirinden ayrılmış muntazam dikdörtgen evlerin işçiliğindeki özen, kanallı yapılar olması ve girişlerinin dereye bakması farklı bir yeri işaret ediyordu. Duvarlarını, odaların tabanlarını kalın bir kille sıvamışlar adeta kalın bir duvar daha örmüşlerdi üzerlerine. Taban döşemelerinin altındaki kanalları dışarıya açık tutmuşlar, böylece içerini havalandırmayı ve yaşadıkları mekanı kuru tutmayı akıl etmişlerdi.

Nevali Çorililer, ölülerini aynı bölgedeki diğer uygarlıklar gibi yaşadıkları evlere gömüyorlardı. Önce kafasını bedeninden ayırıp kuşlara parçalatıyor, sonra gömüyor ve atalarına tapıyorlardı. Kazılardaki en ilginç buluntu tapınak. Bağımsız bir tapınak hem de. T biçimli, üzerleri heykeltıraşlık eserleriyle kaplı payelerle desteklenmiş tapınak ayrı bir sınıfın varlığının kanıtı. Bu tapınağın mozaik kaplı tabanı vardı ve bir nişin içinde çok büyük boyutta muhtemelen erkek heykeli bulunuyordu.

Atölye olarak kullanılan yapıda 700 pişmiş toprak figürin buldular, sadece 30'u hayvan biçimindeydi. İnsana ağırlık vermiş bir sanat anlayışları vardı. İnsanlarla çevrelerini sarmış hayvanları, panteri, aslanı, ayıyı, yaban domuzunu, yabani atı ve uçan akbabaları tasvir ettiler. Sanatsal kalite açısından çok ileri düzeyde eserler bunlar.

Düzenli ve örgütlü bir toplum

Hauptmann "Taştan yapılmış heykeltıraşlık eserlerinin münferit eserler olmaları, bunların büyük boyutlu heykellerin modelleri olduklarını düşündürüyor. Bu görüşü destekleyen bir diğer buluntu grubu da minyatür kabartmalı payeler" diyerek ekliyor: "T başlı monolitik sütun stilize insan kabartmalarıyla bezeli ve uzunluğu 3 metreyi aşıyor. Akbabaya benzeyen 59 cm'lik kuş heykeliyle insan ve kuş karışımı 23 cm yükseklikteki bir yaratığın baş ve gövde parçasını bulduk. Bereket ve ölüm tasvir edilmiş belki, kuş da öteki dünyayla bağlantıyı simgeliyor. İşlevlerine göre ayrılmış yapıların ve bir tapınağın olması burada düzenli ve örgütlü bir topluluğun yaşadığının işareti. Ekonomik ve sosyal açıdan sınıflara ayrılmış bir toplum…"

Nevali Çori'de bildiğimiz ana tanrıça figürüne rastlamadı arkeologlar. Bunun yerine kadınla erkek bir arada ya da tek tek ayrı şekillerde ve hayvanlarlaydı. "Burada erkek egemen toplum vardı diyemeyiz ama erkek figürleri daha fazla ve ana tanrıça kültü yok" diyor Hauptmann. Nevali Çori'nin bir diğer ve belki de asıl önem taşıyanı kadınların ve erkeklerin cinselliklerinin vurgulanması. Dik duran fallus biçimli erkek figürü, insan başlı kuş tasviri, ereksiyon halindeki penisiyle aslanımsı bir hayvan ve aslan heykeli ile süsülenmiş bir başlık… Bunlar henüz tam olarak açıklanamayan ama ilk olarak bulunan cinsel yaşam izleri… Burada bulunan yüksek düzeydeki sanat eserlerine bakarak özel bir topluluğun yaşadığını dünürsek… Bu kadar yaratıcı insanlar olduklarına göre cinsel yaşamları da belki üremenin ötesindeydi. Hauptmann "Belki o odayı zifaf odası olarak kullanıyorlardı, bilinmiyor henüz. Belki de cinsel fantezileri söz konusu, henüz araştırmalar sürüyor" diyor.
 
Tepartip Seruğ (Suruç) Antik Kenti

Suruç, Suriye ile sınırı teşkil eden demiryolu üzerindeki Mürşitpınar Köyüne 10 km uzaklıkta olan tarihi bir şehirdir. İlkçağın Osrhone ülkesinin şehirlerinden Anthemuzia veya Batnea’nın yerine geçtiği Maft Suhunh (İpek Şehir) dur. Bu dönemlerde, oradaki ileri ziraatın eseri olarak ipekçiliğin çok geliştiği ve sanayinin kurulduğu kettir.

Kaynaklarda Seruğ diye geçen bu şehrin Hz. İbrahim ile çok yakın ilişkisi vardır: Hz. İbrahim’in babası Azerin dedesi Nahor’un babasının ismi Seruğ’dur.

M.Ö. Asya’dan göç eden Sümerler, Mezopotamya’da medeniyet kurmuşlardır. Sümerler ve Akad Türkleri, Saruğ Ovası’nda Suruç’u Batna ismi ile anmışlardır. Daha sonra İskit ve Asurlular, Sümerler ve Akadları ortadan kaldırarak Suruç’u “Tepartip” adıyla Birecik ilçesine bağlamışlardır.

Sümerler Mezopotamya’da hâkimiyetlerini sürdürürken, Mısır’a akın eden Kiksos Türkleri geçici bir zaman için buraya yerleştirmiştir. Roma İmparatoru Büyük Constantin, M.S. 35 yılında, öteki kentlerle birlikte Suruç’u da Urfa Kontluğu’na bağlamıştır. Bir süre sonra Suruç, Kudüs Krallığı’na bağlanmıştır. Tarihi eski çağlardan beri bilinen Suruç’u, Romalılardan, İyaz Bin Ganem barış yoluyla almış ve Abbasilere bağlamıştır (M.S. 639). O zaman Suruç, Urfa’dan ayrı bir ilçe olduğu için Urfa’daki Türk kavimleri Araplara karşı gelmiş ve Abbasilerin elinden Suruç’u kurtarmışlardır.

Suruç’un yakınlarında, siyah taş üzerine yapılmış 1 m eninde, 2 m uzunluğunda 2 adet aslan heykeli bulunmaktadır. Heykellerin bugün bulunduğu yer, Suruç’a 15 km mesafede olup, Suriye sınırları içindeki Rıslantaş Köyü’dür.
 
Geri
Top