Tarihten Sohbetler

175016_galeri_1.jpg

2. Abdülhamid


sehzade_slide.jpg

Ben 2. Abdülhamid’in oğlu Mehmed Selim.
Babam milletini delicesine seven cesur bir adamdı. Babamın göğüsleri geniş, omuzları kalkık, vücudu ise zinde ve çevikti. Konuşması gayet sakin ve tane taneydi. Asık suratlı değildi. Güler yüzü ve tatlı dili ile insanların gönlünü rahatlıkla alırdı. Kahkaha ile gülmekten hoşlanmazdı ve hiç kahkaha ile güldüğü görülmemişti. Tabii ve çok vakarlı bir yürüyüşü vardı. Gayet nazikti. Babamın saltanatı zamanında ben bir tek harp hatırlıyorum. O da 1897 Yunan Harbidir. Bu benim çocukluk zamanıma rastlamıştır. Zekası ve gönül alıcı muamelesi, yabancıların da hürmetini kazanmasını sağlamıştır. Bu sebeple işlerin kolaylıkla yaptırırdı. Hal ve tavırlarında görülen mükemmelliğe hayran kalanlar, ona hizmet etmek işlerini kolaylaştırmak hususunda yarışır ve aynı zamanda ona hizmetçi olmakla iftihar ederlerdi. Ben bu olaya çok şaşırırdım fakat benim için de olması gereken şey bu idi.

Babam eğitimde de Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi... gibi okul açarak eğitime katkıda bulunmuştur. Bunun yanında birçok askeri, kültür ve tıbbi müesseseler açmıştır. İbadethaneler yaptırmıştır.

1.Dünya Savaşı’nın çıkacağını biliyor ve hazırlıklarını ona göre yapıyordu. Ne Almanya’nın yanında ne de İngiltere’nin yanında yer alıyordu. Almanya’nın yanındaymış gibi yapıp İngiltere’ye karşı denge unsuru oluştururken, ayrıca İngiltere’nin de karşısında olmak istemiyordu. Çünkü Almanya gibi bir devletin savaşı kazanamayacağını düşünüyordu. Endişeleri de son derece artmıştı. Babam savaşın Osmanlı Devleti ve İslam alemi için felaketle biteceğini düşünüyordu. O, bu sonucun iyice yaklaştığı 10 Şubat 1918 tarihinde 76 yaşında vefat etmişti...

İleri görüşlü babamı rahmetle anıyorum. Çünkü şu anda Osmanlı Devleti 40 parçaya bölünmüş durumdadır…
 

cariye-12121.webp
Hoşneva




O büyük savaş sonrası esir düşmüş, dillerini dahi bilmediğimiz köle pazarlamacıları bizi satışa çıkarmıştı. Öyle kötü davranıyorlardı ki insanlığımızı dahi unutmuştuk. Hepimiz farklı kişiler tarafından, sonumuzu bilmeden satın alınıp, bir yerlere götürülüyorduk. Ben ve bir kişi Osmanlılara satıldı ve yeni sahiplerimiz tarafından büyük bir saraya götürüldük.

Osmanlıları daha önce çok duymuştuk. Kimisi onlar için “vahşi” diyor, kimisi ise “kurtuluş elçileri” diye tasvir ediyordu.

Topkapı Sarayı’nda “Harem” adı verilen yere götürüldüğümüzde, sarayın haşmetinin yanı sıra, giriş kapılarındaki ve duvarlardaki süslü güzel yazılar çok dikkat çekiciydi. Daha sonra öğrendiğime göre, bu yazılar, Müslümanların yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’deki ayetler ve hadislermiş. Her gittiğim yerde gördüğüm bu yazılar, Osmanlıların dinlerine verdikleri önemin ve hassasiyetin en açık göstergesiydi.

Bana Hoşnevâ ismini koymuşlardı. Osmanlıların, karakterim ve güzelliğim dikkate alınarak verdikleri bu ismi çok benimsemiştim.

Haremdeki görevliler bize bir köle gibi davranmıyor, ağır işlerde çalıştırmıyor, aksine bizi eğitiyorlardı. Saraydaki her dairenin bir nevî müdiresi konumundaki “büyük kalfalar” ve bunlara yardım eden “küçük kalfalar” ve ustalar vardı. Haremin başı ise, padişahın annesi Valide Sultandı. Bizlere “acemi” diyorlardı ve “Sarayda terbiye olmayan, hiçbir yerde terbiye öğrenemez. Harem terbiye mektebidir.” demişlerdi. Gerçekten de öyleydi. Bize oturup kalkmayı, güzel ahlâkı, çok iyi bilmediğimiz Türkçe’yi, Müslümanlığı öğretiyorlar, medrese eğitimi veriyorlardı.

İlk başlarda kendi dînimden vazgeçmek istemesem de; saraylıların davranışları, âhlâkları, terbiyeleri beni derinden etkiledi. Yaşayışları bana örnek oldu. İnsanlara verdikleri değerle bana insanlığımı hatırlattılar. İnsanlara bunları yaptıran bu dîni seçmemek hem akılsızlık, hem de nankörlük olurdu doğrusu.

Harem, padişahın evi ve namusuydu. Aynı zamanda bir eğitim yuvası da olan hareme, bazı görevli erkeklerin ve küçük şehzadelerin dışında hiçbir erkek giremezdi. Haremin bir bölümü padişah ailesine, bir bölümü harem hizmetlilerine tahsis edilmişti. Harem hizmetlileri, cariye, kalfa, usta ve öğretmenlerden oluşmaktaydı. Haremin aile bölümünde ise Valide Sultan, padişahın nikâhlı zevceleri Haseki Sultanlar (Kadın Efendiler), kızları Sultan Efendiler ve oğulları Şehzade Efendilerin yanı sıra; güzellikleri, zekaları, eğitimleri, güzel ahlakları ve terbiyeleriyle padişah ve şehzadelerle evlenebilecek olan gözdeler ve ikballer vardı.

Padişahı görmem nasip olmasa da padişah ailesinin, saraylıların, hatta hizmetlilerin kıyafetlerindeki ihtişam ve edep dahi padişahın gücü ve kudretinin dalâleti, bu saray ise dünyaya hükmedebilecek bir saltanatı barındırdığının göstergesiydi.

Haremin önemli bir bölümü olan Hünkâr Sofası ise haremin oturma odasıydı. Duvarları aile hayatı, çocuk terbiyesi ve benzeri ulvi meselelere ait ayet, hadis veya kasidelerle süslü oda, böylece hiçbir edepsizliğe müsaade etmiyordu. Burada misafirler ağırlanıyor, bizde bazen ilahiler söyleyip, musiki dersleri alıyorduk.

Haremde geçirdiğim günler huzurlu ve eğlenceliydi. Sarayda bazı geceler, ya büyük bir sofada yahut yine o derece büyük bir odada musiki faslı yapılırdı. Hele Ramazan ayı ayrı bir şenlikli olurdu. İftardan önce sakin ve sessiz olan saray, iftarla birlikte o Ramazan coşkusu içindeki eğlenceler, sahura kadar devam ederdi. Cemaatle teravih namazı kılınır, şiirler okunur, neşeli saraylıların icat ettiği oyunlar oynanır, zamanın hoş geçmesine gayret edilirdi. Ayrılırken de davetlilere süslü zarflar içinde oldukça dolgun diş kiraları verilirdi.

Haremdeyken bazı cariyelerin aslen Türk olduğunu da öğrendim. Bunlar aileleri tarafından yetiştirilen ve küçük yaşta esir gibi gösterilerek saraya sokulan kızlardı. Bunların aileleri ile olan bağları saraya girdikleri andan itibaren kesiliyordu. Bu ailelerin amacı kızlarının padişah ya da şehzade, belki de paşa karısı veya öğretmen olup kızlarının hayatlarının garantiye alınacağını bilmeleriydi.

Ben hizmet cariyesi olarak seçilmiştim. Hizmet cariyeleri, kalfalar, ustalar; cariyelik süremiz olan 9 yılı doldurduktan sonra, ister âzâd edilir (hür bırakılır), ister çırağ edilir (evlendirilir), istersek de ömrümüzü haremde geçirir veya yeni bir padişah geldiğinde Eski Saray’a gönderilirdik.

Benimle birlikte getirilen Çeşm-i Ferah adlı cariye, saray dışında öğretmenlik yapmak istemişti. Bu konuda kısıtlaması olmayan sarayda onun isteğini kabul etmiş ve ona âzâd kağıdını vermişti. Sonra ona bir ev vermiş, bir de ömür boyu maaş bağlamışlardı. Ben ise isteğim üzerine ahlakım, eğitimim ve zekamdan dolayı bir paşa ile evlendirilmiştim (çırağ etmişlerdi). Bana da maaş bağlanmıştı. Hem kocama yük olmayacaktım, hem de kocam öldükten sonra açıkta kalmayacaktım.

Harem hayatım hâlâ an be an hafızamdadır. Başlangıçta ailem dahil hiçbir şeyim olmamasına rağmen, geleceğim planlanmış, sarayın yardımının ömrüm boyunca üzerimden eksik olmayacağını bildiğim için huzur bulmuştum. Orada geçirdiğim her dakikanın önemini, öğrendiklerimin kıymetini şimdi daha iyi anlıyorum.

Evet, o günden buyana Müslüman’ım, şimdi evimin hanımefendisiyim ve çocuklarıma iyi bir anneyim. Bundan daha kıymetli ne olabilir ki hayatta...
 

11.jpg

İskan Politikası


İskan; beşeri yerleşim anlamına gelmektedir. İskan politikasının amacı fethedilen yerlerin Türkleşmesini sağlamaktır. Bu amaç hem fetihlerin sağlam ve kalıcı olmasını hem de fethedilen yerlerin siyasi, askeri ve sosyal yönden güvenliğini sağlamaktır. İskan politikası fethedilen yerlerde sorun çıkma ihtimali olan ailelerin Anadolu’ya göç ettirilmesini sağlayarak karışıklık çıkma ihtimalini azaltmak için kurulmuştur.

18.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun iskan politikası, boş ve harap yerlerin şenlendirilmesi ve ziraate açılması istikametinde yürütülmüştür. Bu hedefe varmak için ortaya çıkan problemlerin başında yerleşik halkın üzerinde büyük bir baskı unsuru olan göçmenlerin güç meselesi gelmektedir ki, bunun için de, özellikle güç unsurlarının ortadan kaldırılarak güvenli bir ortam hazırlanması, devletin politikasının gerçekleşmesinde önemli bir menzil olacaktı. Nitekim bu hususun önemi anlaşılmış olmalıdır ki, bu kabil grupların, Anadolu’daki iskan mahallelerinden uzak tutulması için Rakka ve Kıbrıs bir sürgün bölgesi olarak seçilmiştir.

İskan politikası göçebelerin iskanlarına teşebbüs ettiği gibi bu sayede de hem gelirleri arttırmak, hem de idari aksaklıkların bir sonucu olarak ortaya çıkan güçlükleri ortadan kaldırmayı hedef almıştır.

Osmanlı devleti bu yüzyılda toprak kaybına uğraması, onunla birlikte, Müslüman-Türk halkının da iç kısımlara göçe başlamasına sebep olmuştur. Meydana gelen bu nüfus hareketleri, devletin ekonomik düzenini bozduğu gibi, emniyetini de büyük ölçüde etkilemiştir. Nitekim birçok mahalle ve köy harap olup boşaldığı gibi yine birçok mamur tarla, bağ, bahçe terk edilerek zirai gelirin önemli miktarda azalmasına yol açmıştır. Bu durum karşısında devlet, bu harap olmuş ve boşalmış sahalara başı-boş bir hayat yaşayan göçebelerin veya eski haklarını yerleştirme işlerine girişmiştir.

18, yüzyılın iskan politikası olarak çıkan,"´harap ve sahipsiz yerlere oymakların yerleştirilerek yeniden ziraate açılması şeklinde içe dönük iskan siyaseti, bu yüzyılın varılmak istenen başlıca hedefi olmuştur.

Ayrıca iskan politikası fethedilen bölgelere Anadolu’dan getirilen Türkmen aşiretlerinin yerleştirilmesiyle gerçekleştirilmesidir. Özellikle anlaşmazlık bulunan aşiretlerin birini yerleştirilmesi, Anadolu’daki çatışmaları önlemiştir. Yerleştirilen Türkmenlerden bir süre vergi alınmaz ve geri dönmelerine izin verilmezdi.
 

2.beyaz%C4%B1t.jpg

İkinci Beyazıd


Ben II. Murad'ın torunu, Fatih Sultan Mehmed'in oğlu, Yavuz Sultan Selim'in babası ve Cem Sultan'ın abisi Devlet-i Ali Osmani'nin 8. padişahı Avni mahlasıyla şiirler yazan II. Sultan Beyazıd Han...

3 Aralık 1447'de doğdum. İlime ve sanata karşı ilgili olduğum için babam Fatih Sultan Mehmed beni devrin en büyük alimlerince yetiştirdi.

Arapça ve Farsça eğitimi aldım. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini öğrenerek babam Fatih Sultan Mehmed'in istediği Türk-İslam kültürüyle eğitimimi tamamladım.

Devrimin tüm alimlerini, ulemalarını ve sanatkarlarını sarayım etrafında topladım. Onlar için ayrıca bir para fonu hazırladım. Devrin din adamlarını sık sık sarayım etrafında toplayarak sohbetler düzenledim, bilgiler edindim.

Devrimin en önemli olayı 31 sene süren saltanatımın ilk 14 yılında kardeşim Cem Sultan ile yaptığım saltanat mücadelesidir.

Babam Fatih'in ölümünden sonra İstanbul'un Cem Sultan'ı padişah olarak görmek istediğini öğrendim. Daha erken davranarak valilik yaptığım Amasya'dan gelerek İstanbul'da padişahlığımı ilan ettim.

Cem benim için büyük bir rakipti, onu ne kadar Türkmen beyler istese de beni de yeniçeriler padişah olarak görmek istiyorlardı. Kardeşim Cem Sultan'da iyi bir eğtim almıştı. 22 yaşında olmasına rağmen devlet idaresinde büyük birikimi vardı.

Tahta geçtiğimde tüm bu vasıflara sahip olan kardeşim Cem Sultan, bana karşı bir savaş düzenledi. Ama yeniçeriler yine benim yanımdaydı ve Cem Sultan'ı tekrar yendim.

Bunun ardından kardeşim Cem Memluk devletine sığındı. Burada onu bir padişah gibi karşılayarak Osmanlı'yı zor durumda bırakmak istediler. Zaten Mısır-Hicaz su yollarının yapımında çıkardıkları sorun yüzünden gergin olan ilişkilerimiz Memluklar'ın bu tavrıyla en sert noktasına ulaştı.

Cem yeni bir savaş için tekrar Anadolu'ya geldi. Fakat onu tekrar yendiğimde Rodos Şövalyelerine sığındı. Rodostaki şövalyeler kardeşimi hem Avrupa'ya peşkeş çektiler hemde devletimden binlerce altın para kopardılar.

Ama benim Rodos'a baskın yapmamdan korktukları için Rodos Başşövalyesi De Aubusson kardeşim Cem'i Roma'ya Papa İnnocent'e teslim etti.

Papa İnnocent'in amacı Cem'i devletim üzerine yapacakları Haçlı seferlerinde koz olarak kullanmaktı.

Bunun yanı sıra Cem'i Fransa ve Napoli Krallığı'da koz olarak kullanmak istiyordu. Ben ise Avrupa üzerine yapılan akınları durdurmak zorunda kalıyordum. Kısacası kardeşim Cem Avrupa'nın 14 yıllık politikasında başrol oynadı.

Derken Papa İnnocent öldü. İtalya'nın en kanlı ailelerinden Borjiyalar'dan Rodericoi VI. Alexendre adıyla papa oldu.

Bu sırada Fransa Kralı Kudüs üzerine bir haçlı seferi yapmaya karar verdi. Sağlam adımlarla gitmeleri için benim devletimi geçmeleri, beni geçmek içinse Cem Sultan gibi büyük bir koza ihtiyaçları vardı. Bunun üzerine Roma'ya giderek kardeşimi Papa VI. Alexendre'dan aldı.

Ancak Papa VI. Alexendre kardeşim Fransa kralına teslim etmeden önce zehirledi.Böylece bu sorun biterken Avrupa cenaze teslimini bile haraç konusu yaptı.

Cem Sultan olayı devrimin sönük geçmesine neden oldu. Devletim Osmanlı'nın Avrupa yönündeki ilerleyişi geçici de olsa durdu.
 

2.beyaz%C4%B1t.jpg

İkinci Beyazıd


Ben II. Murad'ın torunu, Fatih Sultan Mehmed'in oğlu, Yavuz Sultan Selim'in babası ve Cem Sultan'ın abisi Devlet-i Ali Osmani'nin 8. padişahı Avni mahlasıyla şiirler yazan II. Sultan Beyazıd Han...

3 Aralık 1447'de doğdum. İlime ve sanata karşı ilgili olduğum için babam Fatih Sultan Mehmed beni devrin en büyük alimlerince yetiştirdi.

Arapça ve Farsça eğitimi aldım. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini öğrenerek babam Fatih Sultan Mehmed'in istediği Türk-İslam kültürüyle eğitimimi tamamladım.

Devrimin tüm alimlerini, ulemalarını ve sanatkarlarını sarayım etrafında topladım. Onlar için ayrıca bir para fonu hazırladım. Devrin din adamlarını sık sık sarayım etrafında toplayarak sohbetler düzenledim, bilgiler edindim.

Devrimin en önemli olayı 31 sene süren saltanatımın ilk 14 yılında kardeşim Cem Sultan ile yaptığım saltanat mücadelesidir.

Babam Fatih'in ölümünden sonra İstanbul'un Cem Sultan'ı padişah olarak görmek istediğini öğrendim. Daha erken davranarak valilik yaptığım Amasya'dan gelerek İstanbul'da padişahlığımı ilan ettim.

Cem benim için büyük bir rakipti, onu ne kadar Türkmen beyler istese de beni de yeniçeriler padişah olarak görmek istiyorlardı. Kardeşim Cem Sultan'da iyi bir eğtim almıştı. 22 yaşında olmasına rağmen devlet idaresinde büyük birikimi vardı.

Tahta geçtiğimde tüm bu vasıflara sahip olan kardeşim Cem Sultan, bana karşı bir savaş düzenledi. Ama yeniçeriler yine benim yanımdaydı ve Cem Sultan'ı tekrar yendim.

Bunun ardından kardeşim Cem Memluk devletine sığındı. Burada onu bir padişah gibi karşılayarak Osmanlı'yı zor durumda bırakmak istediler. Zaten Mısır-Hicaz su yollarının yapımında çıkardıkları sorun yüzünden gergin olan ilişkilerimiz Memluklar'ın bu tavrıyla en sert noktasına ulaştı.

Cem yeni bir savaş için tekrar Anadolu'ya geldi. Fakat onu tekrar yendiğimde Rodos Şövalyelerine sığındı. Rodostaki şövalyeler kardeşimi hem Avrupa'ya peşkeş çektiler hemde devletimden binlerce altın para kopardılar.

Ama benim Rodos'a baskın yapmamdan korktukları için Rodos Başşövalyesi De Aubusson kardeşim Cem'i Roma'ya Papa İnnocent'e teslim etti.

Papa İnnocent'in amacı Cem'i devletim üzerine yapacakları Haçlı seferlerinde koz olarak kullanmaktı.

Bunun yanı sıra Cem'i Fransa ve Napoli Krallığı'da koz olarak kullanmak istiyordu. Ben ise Avrupa üzerine yapılan akınları durdurmak zorunda kalıyordum. Kısacası kardeşim Cem Avrupa'nın 14 yıllık politikasında başrol oynadı.

Derken Papa İnnocent öldü. İtalya'nın en kanlı ailelerinden Borjiyalar'dan Rodericoi VI. Alexendre adıyla papa oldu.

Bu sırada Fransa Kralı Kudüs üzerine bir haçlı seferi yapmaya karar verdi. Sağlam adımlarla gitmeleri için benim devletimi geçmeleri, beni geçmek içinse Cem Sultan gibi büyük bir koza ihtiyaçları vardı. Bunun üzerine Roma'ya giderek kardeşimi Papa VI. Alexendre'dan aldı.

Ancak Papa VI. Alexendre kardeşim Fransa kralına teslim etmeden önce zehirledi.Böylece bu sorun biterken Avrupa cenaze teslimini bile haraç konusu yaptı.

Cem Sultan olayı devrimin sönük geçmesine neden oldu. Devletim Osmanlı'nın Avrupa yönündeki ilerleyişi geçici de olsa durdu.
 
Hoşneva



O büyük savaş sonrası esir düşmüş, dillerini dahi bilmediğimiz köle pazarlamacıları bizi satışa çıkarmıştı. Öyle kötü davranıyorlardı ki insanlığımızı dahi unutmuştuk. Hepimiz farklı kişiler tarafından, sonumuzu bilmeden satın alınıp, bir yerlere götürülüyorduk. Ben ve bir kişi Osmanlılara satıldı ve yeni sahiplerimiz tarafından büyük bir saraya götürüldük.

Osmanlıları daha önce çok duymuştuk. Kimisi onlar için “vahşi” diyor, kimisi ise “kurtuluş elçileri” diye tasvir ediyordu.

Topkapı Sarayı’nda “Harem” adı verilen yere götürüldüğümüzde, sarayın haşmetinin yanı sıra, giriş kapılarındaki ve duvarlardaki süslü güzel yazılar çok dikkat çekiciydi. Daha sonra öğrendiğime göre, bu yazılar, Müslümanların yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’deki ayetler ve hadislermiş. Her gittiğim yerde gördüğüm bu yazılar, Osmanlıların dinlerine verdikleri önemin ve hassasiyetin en açık göstergesiydi.

Bana Hoşnevâ ismini koymuşlardı. Osmanlıların, karakterim ve güzelliğim dikkate alınarak verdikleri bu ismi çok benimsemiştim.

Haremdeki görevliler bize bir köle gibi davranmıyor, ağır işlerde çalıştırmıyor, aksine bizi eğitiyorlardı. Saraydaki her dairenin bir nevî müdiresi konumundaki “büyük kalfalar” ve bunlara yardım eden “küçük kalfalar” ve ustalar vardı. Haremin başı ise, padişahın annesi Valide Sultandı. Bizlere “acemi” diyorlardı ve “Sarayda terbiye olmayan, hiçbir yerde terbiye öğrenemez. Harem terbiye mektebidir.” demişlerdi. Gerçekten de öyleydi. Bize oturup kalkmayı, güzel ahlâkı, çok iyi bilmediğimiz Türkçe’yi, Müslümanlığı öğretiyorlar, medrese eğitimi veriyorlardı.

İlk başlarda kendi dînimden vazgeçmek istemesem de; saraylıların davranışları, âhlâkları, terbiyeleri beni derinden etkiledi. Yaşayışları bana örnek oldu. İnsanlara verdikleri değerle bana insanlığımı hatırlattılar. İnsanlara bunları yaptıran bu dîni seçmemek hem akılsızlık, hem de nankörlük olurdu doğrusu.

Harem, padişahın evi ve namusuydu. Aynı zamanda bir eğitim yuvası da olan hareme, bazı görevli erkeklerin ve küçük şehzadelerin dışında hiçbir erkek giremezdi. Haremin bir bölümü padişah ailesine, bir bölümü harem hizmetlilerine tahsis edilmişti. Harem hizmetlileri, cariye, kalfa, usta ve öğretmenlerden oluşmaktaydı. Haremin aile bölümünde ise Valide Sultan, padişahın nikâhlı zevceleri Haseki Sultanlar (Kadın Efendiler), kızları Sultan Efendiler ve oğulları Şehzade Efendilerin yanı sıra; güzellikleri, zekaları, eğitimleri, güzel ahlakları ve terbiyeleriyle padişah ve şehzadelerle evlenebilecek olan gözdeler ve ikballer vardı.

Padişahı görmem nasip olmasa da padişah ailesinin, saraylıların, hatta hizmetlilerin kıyafetlerindeki ihtişam ve edep dahi padişahın gücü ve kudretinin dalâleti, bu saray ise dünyaya hükmedebilecek bir saltanatı barındırdığının göstergesiydi.

Haremin önemli bir bölümü olan Hünkâr Sofası ise haremin oturma odasıydı. Duvarları aile hayatı, çocuk terbiyesi ve benzeri ulvi meselelere ait ayet, hadis veya kasidelerle süslü oda, böylece hiçbir edepsizliğe müsaade etmiyordu. Burada misafirler ağırlanıyor, bizde bazen ilahiler söyleyip, musiki dersleri alıyorduk.

Haremde geçirdiğim günler huzurlu ve eğlenceliydi. Sarayda bazı geceler, ya büyük bir sofada yahut yine o derece büyük bir odada musiki faslı yapılırdı. Hele Ramazan ayı ayrı bir şenlikli olurdu. İftardan önce sakin ve sessiz olan saray, iftarla birlikte o Ramazan coşkusu içindeki eğlenceler, sahura kadar devam ederdi. Cemaatle teravih namazı kılınır, şiirler okunur, neşeli saraylıların icat ettiği oyunlar oynanır, zamanın hoş geçmesine gayret edilirdi. Ayrılırken de davetlilere süslü zarflar içinde oldukça dolgun diş kiraları verilirdi.

Haremdeyken bazı cariyelerin aslen Türk olduğunu da öğrendim. Bunlar aileleri tarafından yetiştirilen ve küçük yaşta esir gibi gösterilerek saraya sokulan kızlardı. Bunların aileleri ile olan bağları saraya girdikleri andan itibaren kesiliyordu. Bu ailelerin amacı kızlarının padişah ya da şehzade, belki de paşa karısı veya öğretmen olup kızlarının hayatlarının garantiye alınacağını bilmeleriydi.

Ben hizmet cariyesi olarak seçilmiştim. Hizmet cariyeleri, kalfalar, ustalar; cariyelik süremiz olan 9 yılı doldurduktan sonra, ister âzâd edilir (hür bırakılır), ister çırağ edilir (evlendirilir), istersek de ömrümüzü haremde geçirir veya yeni bir padişah geldiğinde Eski Saray’a gönderilirdik.

Benimle birlikte getirilen Çeşm-i Ferah adlı cariye, saray dışında öğretmenlik yapmak istemişti. Bu konuda kısıtlaması olmayan sarayda onun isteğini kabul etmiş ve ona âzâd kağıdını vermişti. Sonra ona bir ev vermiş, bir de ömür boyu maaş bağlamışlardı. Ben ise isteğim üzerine ahlakım, eğitimim ve zekamdan dolayı bir paşa ile evlendirilmiştim (çırağ etmişlerdi). Bana da maaş bağlanmıştı. Hem kocama yük olmayacaktım, hem de kocam öldükten sonra açıkta kalmayacaktım.

Harem hayatım hâlâ an be an hafızamdadır. Başlangıçta ailem dahil hiçbir şeyim olmamasına rağmen, geleceğim planlanmış, sarayın yardımının ömrüm boyunca üzerimden eksik olmayacağını bildiğim için huzur bulmuştum. Orada geçirdiğim her dakikanın önemini, öğrendiklerimin kıymetini şimdi daha iyi anlıyorum.

Evet, o günden buyana Müslüman’ım, şimdi evimin hanımefendisiyim ve çocuklarıma iyi bir anneyim. Bundan daha kıymetli ne olabilir ki hayatta...
 
Bir Dünya Yıkıldı

Bir dünya yıkıldı. Söylemesi kolay belki ama Cihanşümul bir imparatorluktu çöken...

Hürriyet, özgürlük, milliyetçilik slagonlarıyla gelen, ne istediğini bilmeyen, Batının olduğu gibi görünmeyen cilalı yüzüne aldanan, ecnebi fikirlilerin yıktığı o dehşet imparatorluktu çöken.

Geçmişinden ders almayan bir milletin geleceği olmaz. O yüzden şu an yapılacak olan tek şey o muhteşem imparatorluğu yıkan en mühim meselelerdir:

Takvime bakıyoruz, 1490'nın yaprakları var. Endülüs, içindeki Yahudilere verilen son mühlet gününü bekliyor. Ülkeyi verilen müddet zarfında boşaltmazlarsa imha edilecekler.

Osmanlı Donanması bu insanlara acıyıp, onları Endülüs'ten şanlı Osmanlı topraklarına taşıdı. Kimi şimali Afrika'ya kimi Selanik, İstanbul, İzmir havalisine taşındı. Bu ekiple gelenlerin içinde, Yasef Nasif isimli bir Yahudi çok geçmeden sivrilip, Kanuni'nin müşavirliğine dek yükselmişti. Bu hal O'nu içteki Yahudilerin sözcüsü durumuna getirdi. Sarayın her yanı onun casuslarıyla doluydu.

Kendisi ise Şehzade Sarı Selim'in adeta bir gölgesiydi. Biliyordu ki hırslı bir kadın olan Hürrem kendi oğullarından birinin şehzade olması için her şeyi yapacaktı. Bunların içerisinde Yasef'in ve Hürrem'in tercihi özellikle Selim'di.

İlk önce Mustafa'yı bin bir yalanla dolanla katlettirirler. Sonra şehzade Beyazıt'ın üstüne Sarı Selim'i salarlar. Bebek olan masum, minik şehzade de boğdurulunca artık tek şehzade Selim'dir. Zafer O'nundur. Böylece Cihanşümul bir imparatorluğun temel taşları ne yazık ki sallanmaya başlar.

Yasef, Sarı Selim'in zamanında devlet işlerine el atmayı başarır. Artık Yahudiler Osmanlı'nın idari mekanizmalarındadır ve imparatorluğun mirengi noktalarının tek tek ele geçiriyordur.

Yasef'in burada iki ideali vardır. Birincisi; Venediklilerden Kıbrıs'ı alıp, oranın kralı olmak. Osmanlı Kıbrıs'ı alır lakin Yasef'in hevesi kursağında kaldı. Çünkü Sadrazam Sokulu Kıbrıs'ı asla bir yahudiye vermez.

İkincisi ise; Filistin'de Yahudi varlığını ihya etmek. Bunu yapması çok zordur ama Yasef çok inatçıdır. Hedefine az-buz ulaşır ama takdir-i ilahi daha ilerisine müsaade etmez. Yasef'in değersiz ömrü Kikland Adaları'nda sona erince, devreye Nur Banu girer.

Sarı Selim'in karısı olan Nur Banu oğlu 3. Murat'ın gözünü açması için ona kendi elleriyle Safiye Sultan'ı alır. Bilmez ki kendi elleriyle oğluna aldığı gelin dişli bir rakiptir.

Saray entrikası gibi görünen bu olayın arkasında da yine bir Yahudi vardı: saray sızmalarından Ester Kira.

Önce Nur Banu'yu tutan Ester Kira daha sonra garip bir serzenişle Safiye Sultan'ın tarafına geçmiştir. Ve sonuç çok renkli bir sahnedir: önde Safiye Sultan perde arkasında Ester Kira.

Sarayda rüşvet şebekeleri kurup, devletin en nazik noktalarına adamlarını yerleştirir. Bu hal Yeniçeri'nin gözünden kaçmaz. Ve tarihte ilk kez Yeniçeri isyan eder. Artık bu Yahudi tagallübü canlarına yetmiştir. Yeniçeri tüm hırsını Ester Kira'dan çıkarır.

Ester Kira belki ölmüştür ama verdiği zarar bir imparatorluğun çöküşünü hazırlar.


İltimas ve rüşvet, safahat, liyakat ve emniyetin iflası, Yeniçeri'ye bile Yahudilerin sızması, Loncaları fitnecilerin ele geçirmesi, iktisadi ve ticari hayatın el değiştirmesi, fitnenin İttihat ve Terakki'nin beyni olan Emanual Koraso... Selanik mebusluğu bir yahudiye işte böyle verilir.

Ve Jön Türklerin, Yahudilerin ve dönmelerin yetişip girdiği İttihat ve Terakki Osmanlı'yı 31 Mart vakasına kadar getirir. O zamanın millet şuurunu isterseniz birde kendini vatan, millet meftunu (!) olarak niteleyen sahte bir aydının mısralarından dinleyin. Sultan Hamid'e hain bir ermeni tarafından atılan, hedefine ulaşamamış bir bombanın adına ağıt yakılarak, satırlaştırılan bir şiir:

Ey şanlı avcı damını beyhude kuramadın,
Attın... Fakat yazık ki yazıklar ki vuramadın.

Bir bomba atılıştı hedef Osmanlı Sultanı'ydı. Bu bomba Abdülhamit gibi kuvvetli bir hükümdarı öldürebilirdi. Doğacak anarşiden faydalanmak ve Osmanlı'yı parçalamak için atılmıştı. Biz aydınımızla birlikte bu bombayı ve atıcısını alkışladık.

Ve Otuz Bir Mart Vakası bu milletin alnına vurulmuş kara bir iftira mührü olarak kaldı.

İşte bu gidişatı, bu hercümercin sonucu:

Koca bir dünya yıkıldı...
 
Geri
Top