• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf oylamasi başladı  BURADAN  En güzel Yapay Zeka resmini seçiyoruz

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler

Suskun

V.I.P
V.I.P
KIZILBAŞLIK


Kızılbaşlık, Şii mezhebinin bir kolundan olanlara verilen ad.

Kızılbaş'ların bulunduğu yerler:
Trakya'da Dobruca, Deliorman, Edirne ve Kırklareli; Anadolu'da Eskişehir çevresi, Balıkesir, Narlıdere (İzmir), Sivas, Çorum, Mecitözü, Sungurlu, İskilip, Divriği, Tunceli, Malatya, Erzincan, Erzurum, Antalya ve Hatay. Genellikle yalnız kendilerinin bulunduğu köylerde yaşarlar.

Sünnilerle karışık Kızılbaş köyleri pek azdır. İran'ın batısında Luristan ve Kürdistan'da, Azerbaycan'da Tebriz, Makû, Maverai Kafkas'ta, küçük topluluklar halinde Hemedan, Tahran, Mazenderan ve Fars'ta «Ehlihak» adı altında yaşayan Kızılbaşlar vardır. Tahtacılar ve Anadolu'da «Abdal» adı verilerek halk arasında «çingene» oldukları söylenen göçebeler de Kızılbaştır.

Şah Haydar ve oğlu Şah İsmail'e yardım eden boyların adlarıyla ilgili olarak Kızılbaşlardan Makû'dakilere Karakoyunlular, Urmiye'dekilere Abdalbeyliler, Luristan'dakilere Gulyai, Tebriz'dekilere Gûrran, Karadağ'dakilere Şamlular, Karabağ'dakilere Milliler adı verilmiştir. Anadolu'daki Kızılbaşlar kendilerine Şah Safi süreği derler. Bektaşiler Kızılbaşlara «sofu sürekleri» adını vermiş ve «yol bir, sürek bir; sürek olsun, çörek olsun, Ehlibeyti sever olsun» sözleriyle Kızılbaşların inanışlarını benimsediklerini belirtmişlerdir.



TARİH

Kızılbaş adı Şiiliğin bu koluna mensup olanların ilk zamanlarda kızıl taç ve hırka giymelerinden dolayı verilmiştir. Sasaniler çağında Zerdüşt dinine bağlı Mazdek taraftarlarının benimsediği bu kıyafet, İslâmiyetten sonra Bâtıniler tarafından kabul edilmişti. Bâtınilere bundan dolayı muhammere (kırmızı elbise giyenler) adı verilir. Şiiliğin imamiye mezhebini benimseyen ve Safevi devletini kuran Erdebil safilerinin 12 dilimli kızıl taç giymeleri bu geleneğin devamıdır. Safiyeddin Erdebili'nin torunlarından şeyh Cüneyd (öl. 1460) Suriye, Anadolu ve Azerbaycan'daki Şii-Bâtıni boyları ile Sımavna kadısı oğlu Bedreddin taraftarlarını kendi çevresinde toplayarak giriştiği dini-siyasi hareket sırasında öldürüldükten sonra Erdebil sufileri Cüneyd'in oğlu şeyh Haydar'a pir olarak bağlandılar.

Taraftarlarınca «Tanrı'nın Zuhuru» sayılan şeyh Haydar 12 dilimli kızıl taç giyiyor, kızıl sarık sarıyordu. Müritleri de derecelerine göre aynı tacın sarıklı ve sarıksız çeşitlerini giyiyordu. Şeyh Haydar'dan sonraki Safevi şahlarına bağlı olan zümreye Sünniler tarafından Kızılbaş adı verildi. Sünni-Şii çekişmeleri yüzünden Anadolu'da halk arasında Kızılbaş adı verilen topluluk aleyhinde çeşitli söylentiler yaygınlaştı; Kızılbaş adı, ahlâk telâkkilerine aykırı davranan kimse anlamında kullanılmaya başladı.

XV. yy.dan itibaren gelişen Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Anadolu'daki Kızılbaşlar İran'a sıkı bir bağlılık gösterdiler. İran'dan gelen Kızılbaşlar Anadolu'da Osmanlı devleti aleyhinde propagandalara giriştiler. Anadolu'da zaman zaman Kızılbaş ayaklanmaları çıktı: Anadolu beylerbeyi Karagöz Paşayı yenecek kadar kuvvetlenen ve veziriazam Hadım Ali Paşa tarafından mağlup edilen Şahkulu'nun (öl. 1511) isyanı, Selim I'in Çaldıran seferinden (1514) önce bastırmak zorunda kaldığı Kızılbaş ayaklanmaları, Süleyman I zamanında sadrazam İbrahim Paşanın bastırdığı Kalender ayaklanması (1527), Suriye'den gelerek Güneydoğu Anadolu'da 50,000 taraftarıyla harekete geçen ve Bozok'a yolladığı halifesi aracılığıyla Kızılbaşları ayaklandıran Yalancı Şah İsmail'in faaliyeti v.d. bu hareketlerin başlıcaları arasında sayılabilir.



İNANÇLAR

Kızılbaşlar şeyh Safiyeddin Haydar'ı pir tanır. İnanç ve törelerinde Bektaşilikten gelen etkiler çoğunluktadır. Fakat Kızılbaşlık Bektaşilik gibi benimsediği inançlara bağlanan herkesin girebileceği bir tarikat değildir. Kızılbaş olmak için mutlaka Kızılbaş soyundan gelmek gerekir. Bundan dolayı Kızılbaşlık bir tarikat değil, kapalı bir mezhep sayılır.

Bektaşiler, Kızılbaşları meydanlarına kabul etmezler, buna karşılık Kızılbaşlar Bektaşileri genellikle kendi âyinlerine kabul ederler. Bektaşi olmak isteyen Kızılbaşlara, tarikata aldıkları bütün yabancılara uyguladıkları işlemi uygularlar. Bugün Kızılbaşlar iki kola ayrılmıştır: birinci kol geleneğe uygun şekilde kendi ocaklarına bağlıdır. Bunlara Purut adı verilir. Dönük adı verilen ikinci kol, Bektaşi çelebilerine bağlanmıştır. Kızılbaş inancı çoğunlukla gelenek ve göreneğe dayanır. Bu inanç ana çizgileriyle «deyiş» ve «ayet» denilen nefeslerde (hece vezniyle dörtlükler halinde söylenmiş dini şiir) dile getirilir. İnancın temeli halife Ali'nin Tanrı sayılmasıdır.

Kızılbaşlar halife Ali'nin adını da anarak kelime] şahadet getirirler. Allah, Hz. Muhammed ve Ali'yi tek bir varlık sayarlar; Tanrı'nın, Hz. Muhammed ve halife Ali suretinde göründüğünü kabul ederler. Kızılbaş menkıbeleri halife Ali'nin Hz. Muhammed'den üstün olduğunu anlatır. Mirac'ı, Hz. Muhammed'in Ali'ye ait sırra ermesi şeklinde yorumlarlar. Âyini cem adını verdikleri törenlerinde Mirac'ı anar ve hareketleriyle canlandırırlar.

Kızılbaşlar Ali'yi Tanrı, Hz. Muhammed'in vârisi ve müridi, ümmetin imamı sayar; Oniki İmam ile birlikte bunların erginlik yaşına gelmeden öldürülmüş erkek çocukları olduklarını kabul ettikleri 14 masum'a inanırlar. Bağlandıkları 3 sünnet şunlardır:

1. Dilden tevhit kelimesini bırakmamak;
2. Kibir

lenmemek, kin tutmamak;
3. Gönül kırmamak, kimseye düşmanlık beslememek.


Yedi farzları da şöyledir:

1. Sırrını saklamak;
2. Öteki Kızılbaşlarla birlikte olmak;
3. Yalan söylemekten ve aleyhte bulunmaktan kaçınmak;
4. Hizmette bulunmak;
5. Mürebbisine itaat etmek;
6. Musahibini gözetmek;
7. Halifeden taç ve kisvet giyinmek.

Bunları yerine getirmeyenler, topluluk içinde sopa yemek ve halife ile mürşide para vermek gibi cezalara çarptırılır. Kızılbaş inancında tevellâ (halife Ali ile çocuklarını sevmek, onları sevenleri sevmek) ve teberra (halife Ali ile çocuklarını sevmeyenleri sevmemek) önemli yer tutar. Alışverişte doğruluğa büyük önem veren Kızılbaşlar terazinin insanı yanıltabileceğini kabul ettikleri için ancak taneyle ölçülebilecek şeyleri satarlar. Bu yüzden bazı yerlerde «Kızılbaşlar terazi tutamaz» denmektedir. Kızılbaşlıkta kadın boşamak haramdır.

Kızılbaşlar altı dini dereceye bağlıdır:

1. Halife : Safeviler zamanında doğrudan doğruya İran'dan gönderilirlerdi. Son zamanlarda Hacıbektaş tekkesindeki Dede baba tarafından seçilen betası çelebileri halifeliğe getirilmeye başlandı. Son halife, Kurtuluş savaşında Atatürk tarafını tutan Ahmed Cemalcddin Çelebi idi;

2. Dede : Kızılbaşların dini işlerini yönetir. Hz. Muhammed'in soyundan geldikleri kabul edilir. Dedeler, ocak adı verilen ailelere mensuptur. Ocaklar şu Kızılbaş büyüklerinin soyuna bağlı sayılır: Abdal Musa, Ağuiçen, Ali Şeydi Otman, Celâl Abbas, Dede Garib Musa, Gözü Kızıl, İmam Rıza, Karadonlu Can Baba, Pir Sultan, Sarı Saltuk, Seyyid Ali, Seyyid Baba, şeyh Bircan, şeyh Çoban, şeyh Samit v.d. Ocakların bazıları birbirine bağlıdır;

3. Mürebbi : Dini işleri görmek, davalara bakmak, adak toplamak, kurbanları kesmek için dede tarafından tayin edilir;

4. Rehber : Din törenlerini yönetir. Gelenek ve göreneği iyi bilen herhangi biri bu görevi yerine getirebilir;

5. Musahip : Ergenlik çağına gelerek özel törenle tarikata kabul edilecek kimsenin yol göstericisine denir. Birine musahip olmak, görgü gecesi yapılan musahip kavline girme töreniyle başlar;

6. Talip : Ocaktan olmayan, yeni halife Ali soyundan gelmeyen bütün Kızılbaşlara denir.



DİN TÖRENLERİ

Kızılbaşlar muharrem ayında Kerbelâ olayını anmak için 12 gün, şubat ayında Ali'nin bir görünüşü saydıkları Hızır için 3 gün oruç tutar. Kızılbaşların din törenleri kış aylarında olur. Çift sürme ve harman zamanı sona erdikten sonra dedeler taliplerin törenlerini yönetmek için köy köy dolaşır. Dedenin uğradığı köyde bir ev hazırlanır ve cuma geceleri, âyini cem adı verilen görgü âyini yapılır.

Bu törende, dede, ocak yanına oturur, talipler yaş sırasıyla iki yanına dizilir. Arkada kadınlar yer alır. Guyende adı verilen sazcılar dedenin yakınına oturur. Gece yarısı sohbetten sonra başlayan törende özel bir şekilde eller yıkanır, Oniki İmam için nefesler okunur. Zikir yapılır. Miracname okunur. Sema yapılır.

Dedenin iki eliyle tuttuğu erkân adı verilen kayın ağacından sopanın altına birbiriyle musahip olanlar ikişer ikişer yatar; sembolik olarak ölme, rehber tarafından yıkanma, dedenin duasıyla yeniden hayata kavuşma canlandırılır. Tevhit okunur. Ortak bir tastan su içilerek Hüseyin'e selâm verilir, katiline lanet edilir. Gülbank çekildikten sonra sofra serilerek hazırlanan kurban eti yenir. Yemekten sonra cuma geceleri tarikin durduğu yerde mum yakılması için para toplanır.

Perşembe geceleri sorgu âyini yapılır. Gene gece yarısı, sohbetten sonra başlayan bu törende 12 imam için nefesler okunur. Musahip kavline girmiş olanların sorguları yapılır. Suçu veya birbirinden şikâyeti olanlar bildirilir. Dede bunları yargılayarak hüküm verir.

Musahip kavline girme töreni, görgü gecelerinde yapılır. Musahip kavline girecekler rehber tarafından boyunlarına bir çevre geçirilerek dedenin önüne götürülür. Musahip kavline girmek için evli olmak gerekir. Dedenin önüne götürülenlerin karıları birbirinin kocasının eteğini tutar. Rehber, şeriat, tarikat, hakikat, marifet erenlerine selâm verir. Dede musahiple yanındakinin «ellerine tek, dillerine pek, bellerine berk» olmalarını öğütler. Sembolik ölme ve yıkanma hareketi tekrarlanır ve bellerine tarikle 12 defa vurulur.

Kızılbaşlar, nevruzu (21 mart) Ali'nin doğum günü sayar ve büyük bayram olarak kutlar. O gün Abdal Musa adına kurban kesilir. O akşamki toplantıdan sonra dede, köyüne döner. Yaz ayları boyunca âyin yapılmaz. Kızılbaşlar Hac ziyareti yerine XV.-XVIII. yy.larda şeyh Haydar'ın mezarının bulunduğu Erdebil'e giderlerdi. Ziyaret yerleri sırasında halife Ali'nin yattığı Necef, Hüseyin'in yattığı Kerbelâ, Musâl Kâzım ile Muhammed el-Taki'nin yattıkları Kâzımı ye v.d. vardır. Kızılbaş büyükleri arasında yer alan Hacı Bektaş, Abdal Musa, Hüseyin Gazi, Seyyid Battal'ın mezarları da ziyaret yerleridir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
MEVLEVİLİK


Mevlevilik, Mevlânâ Celâleddin Rûmi adına, oğlu Sultan Veled tarafından kurulan tarikatın adı.

Mevlânâ Celâleddin Rûmi (1207-1274) dostlarının katıldığı özel toplantılar düzenler, tasavvufi ve dini sohbetler yapar, şiir söyler, zikrederek sema ederdi. Zamanla bir tören niteliği kazanan bu toplantılar belli kurallara, belli görüş ve düşünce ilkelerine bağlandı. Toplantılarda ney, kudüm ve benzeri çalgıların çalındığı zikirler, törenler daha derli toplu ve ölçülü yapılmaya başlandı.

Kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılan, halk ve özellikle çağın aydınları arasında büyük bir ilgi uyandıran bu toplantılara katılanların sayısı arttı. İran, Arabistan ve Anadolu'nun birçok yerinden gelerek toplantılara katılanlar, katılmak isteyenler, Mevlânâ'ya karşı derin bir sevgi ve saygı duyanlar oldu. Zamanla bu özel toplantılar sınırlandırıldı: belli kurallara, düzenli törenlere bağlandı.

Mevlânâ'nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, aynı yoldan giderek, babasının düzenlediği toplantılara ve bunlarda yapılan sema, zikir ve benzeri törenlere, bir tarikat niteliği kazandırdı. Törenlere katılmak, toplantılarda bulunmak, sema meclisine ve zikre girmek için birtakım değişmez ve Mevleviler arasında yaygın olan kurallar koydu. Zamanla bunlara resmi bir nitelik kazandırdı. Mevlânâ'nın oturduğu yeri (sonradan tekke adını aldı) genişletti. Bu toplantılar, önceleri yalnız Konya'da yapılıyordu.

Mevlânâ'nın görüşlerini, düşüncelerini benimseyenlerin sayısı çoğalınca, merkez olan Konya tekkesinin izniyle başka illerde de tekkeler, Mevlevihaneler açılması için izin çıktı. Zamanla Anadolu'da olduğu gibi, komşu İslam ülkelerinin birçok ilinde Mevlevihaneler, tekkeler açıldı.

Mevlevilik, Sünni tarikatlar arasında en yaygınlarından biri oldu. Mevlânâ ve oğullarının sağlığında dostluğunu kazanan bazı yakınlarının gömüldüğü Konya Mevlevihanesi, Kubbei Hadre (veya hazret) [Yeşilkubbe] diye anılan türbe, tarikatın merkezi ve kutsal makamı olarak benimsendi, saygı ve sevgi gördü.MEVLEVİLİĞİN ÖZÜ VE ANLAMISünni tarikatların en büyüklerinden biri sayılan Mevlevilik, Tanrı ile evrenin birliği görüşüne dayanır. Tanrı, yarattığı evrende görünüş (tecelli) alanına çıkar. Evrende var olmak, Tanrı'nın bir görünüşü'dür. Gerçek varlık Tanrı'dır. Her şey Tanrı'dan gelir, sonunda gene Tanrı'ya dönecektir. Tanrı, bir bütünlük içinde evreni kuşatır. Tanrı'dan başka varlık yoktur.

Mevleviliğin benimsediği ve Mevlânâ'nın eserlerinde dile gelen bu anlayış, yeni değildir; varlık birliği (vahdeti Vücut) görüşüne dayanır. İnsanda, ruh denen, tanrısal bir öz vardır. Evren yaratıldıktan sonra bu öz, insan varlığının ortaya çıkışı sonucu, bedene girdi. Öz yurdundan, tanrısal ülkeden ayrıldı. Şimdi, geldiği yere kavuşmanın derin özlemi içinde çırpınır durur. Ruh, insan varlığının en yüce özüdür.

İnsana insanlık değeri kazandıran bir cevher'dir. insanı gerçeğe ulaştıran, tanrısal özün sırlarına erdiren, akıl değil aşktır. Aşk, insanın özünde, Tanrı'ya karşı duyulan en derin bir özlem niteliğini taşır. Aşkın özünde dile gelen, sezgidir. Aşk ile sezgi birbirini bütünleyen iki manevi güçtür. Onlar birbirinden ayrılmaz, biri ötekini gerekli kılar. Sezgi ile aşk, insan ruhunun kavrayış, anlayış gücüdür; bilme, öğrenme yeteneğidir.

İnsan, yalnız aşk ile olgunlaşır, gerçekleri, tanrısal sırları kavrayabilecek olgunluğa (kemale) ulaşır. Bütün yaratıklar, gök katları (felekler) bu aşk ile dönerler (sema ederler), kendi dillerince (hal diliyle) Tanrı'yı anarlar (zikrederler). Tanrı, sürekli yaratış eylemi içinde olan, daima kendini yenileyen, bütün varlık evrenini bir yüce bütünlük içinde kuşatan som iradedir, som sevgidir, nurdur.

Her türlü tanımın, açıklamanın, anlatımın üstündedir. Onun varlığı, insan aklının sınırlarını, kavrayış yeteneklerini aşar. insan, gönlünü aşk ile, Tanrı sevgisi ile doldurursa, Tanrı'yı gönlünde duyar, gönül gözüyle görür, gönül diliyle konuşur. Tanrı aşkı insanın içine dolunca, insan, Tanrı'dan başka bir varlık görmez olur. Her an kendinin Tanrı katında olduğunu, her anının, her yanının Tanrı ile dolduğunu sezer, gönlünde duyar. İnsan, Tanrı'nın dile geldiği, söz ve ses olarak tecelli ettiği bir varlıktır, kelâmullahı nâtık'tır. Tanrı'nın, konuşan, söyleyen kelâm'ıdır.

Tanrı, değişik biçimler içinde, ayrı ayrı niteliklerle görünüş alanı'na çıkar. Bu yüzden insanın evrende gördüğü değişik varlık türleri, renk, ses, uyum (ahenk), düzen, güzellik gibi nitelikler Tanrı'nın görünüşünden başka bir şey değildir. İnsan, aşk ile basamak basamak Tanrı'ya yükselir, belli kemal aşamalarına (mertebelerine) ulaşır. Ulaştığı her aşamada, Tanrı'yı ayrı bir görünüş niteliği'nde sezer. Bu bakımdan aşk ile yükselmek, kemal ve irfan sahibi olmak, Tanrı'ya yaklaşmak anlamına gelir. Bütün insanlar, yeryüzünde edindikleri bilgi (aşk ile kazanılan bilgi) derecesine göre Tanrı'yı yansıtan birer varlık oldukları için, insanı sevmek, Tanrı'yı sevmektir.

Mevleviliğin sevgiye dayanan insan anlayışı, insana varlık türleri içinde ayrı bir değer ve önem vermesinden dolayıdır. İnsan, evrenin özü (zübdei âlem), varlık bütününün söyleyen dili, gören gözüdür. Mevlevi tarikatına göre, bütün evren ve insan, toprak, ateş, hava ve su gibi dört ana ilkeden kuruludur. Göklerle insanın özü, yapısını kuran ilkeler birdir, eştir. Ancak, felekleri yöneten yasalar ayrıdır. Çünkü onlar, bir bakıma manevi aşamalardır.



Yaratılmışlar içinde en yücesi insandır. İnsanın yüceliği, Tanrı'ya yakınlığından, gönlünün bir tanrısal görünüş (tecelli) alanı olmasından ileri gelir. Tanrı, insanı birtakım ilâhi özlerle, yüce nitelik ve yeteneklerle donattı. Varlıklar içinde onu yüce kıldı. İşte bunu anlama ve bu yüceliği kavramaya irfan denir. İrfan, aşk ve sezgi ile kazanılır. Gönlünde aşk ateşi, ruhunda Tanrı sevgisi bulunmayan, bunu, derin anlamı kavrayamaz; insanın özünde saklı ilâhi sır'a eremez. Bu sıra ermenin yolu «aşk ile yanmak, aşk ile pişmek»tir.

Mevleviliğin anladığı aşk, insanın insana karşı duyduğu geçici, beşeri muhabbet değildir, Tanrı'ya duyulan sınırsız, derin ve karşılıksız bağlılığı gerektiren sevgidir, sonsuz coşkunluktur. Mevleviliğin düşünce ve görüş bakımından Yeni-Eflatun'cu felsefe akımının dolaylı olarak etkisi altında kaldığı, hem Mevlana’nın hem de onun ardından gelenlerin eserlerinde geçen tasavvuf kavramlarından açıkça anlaşılır. Mesnevi'de. Divanı Kebir'de, Sultan Veled'in, Ulu Arif Çelebi'nin eserlerinde görülen bütün tasavvuf kavramları Plotinos'un geliştirdiği Yeni-Eflatun'cu felsefe akımının düşünce ürünleridir.

İslâm dünyasında dinle musikiyi, dar bir alanda resmi bağdaştıran, ibadette musikiye yer veren ilk tarikat Mevleviliktir denebilir. Ney, kudüm, nısfiye, rebap, daha sonraları tambur ve başka sazlarla dini nitelikte tören düzenleyen, zikreden, sema meclisine giren, ilâhiler okuyan, şeriatın katılıklarına yumuşaklık katan Mevleviliktir. Bu niteliği yüzünden Mevlevilik bazı noktalarda şeriatla çatışır. Birçok devlet büyüğü ve sultanın Mevlevi oluşu, tekkelere gidişi, şeriatın, her alanda Mevleviliğe baskı yapmasını önlemiştir.

Mevleviliğin temel ilkeleri, genellikle on iki konuda toplanır:


1. insanlığa hizmet etmek;
2. başkalarına her zaman iyi ve güzel davranışın örneği olmak;
3. Mesnevi okumak ve mutasavvıf olmak;
4. aklı iyi kullanmak, hikmet sahibi olmak;
5. dindar olmak;
6. içini her zaman temiz tutmak;
7. Mevlânâ'yı pir tanımak;
8. Mevlânâ'nın yolundan ayrılmamak;
9. Tanrı'dan, Hz. Muhammed'den sonra Mevlânâ'ya bağlanmak, ona gönülden inanmak;
10. bilim edinmek, bilgili olmak;
11. alçakgönüllü, sabırlı, güler yüzlü ve nazik olmak;
12. maddi ve manevi bakımdan temiz olmak.

Bunlar Mevleviliğin değişmez kurallarıdır. Mevlevi tarikatına giren, çile dolduran herkesin bunlara uyması gereklidir.




Mevlevilikte bir de âyini cemi Mevlevi denen tören vardır. Daha çok geceleri yapılan ve bir sohbet niteliğinde olan bu törene dedelerden başka, tarikata giren muhibler de katılır. Bu töreni, meydancı dede yönetir. Kapının başına şeyhin kırmızı postu konur. Sonra öteki postlar sırayla dizilir. On sekiz şamdan, dokuzarlık iki sıra halinde yerleştirilir. Yatsı namazı kılındıktan sonra meydancı dedenin âyini ceme selâ çağrısı üzerine tören başlar. Neyler çalınır, sema âyinine başlanır. Önceleri bir sanat ve eğitim yeri olan Mevlevi tekkeleri, zamanla bu niteliklerinden uzaklaştı. Tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla çalışmalarına son verildi.

Mevlana Türbesi


Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin Konya'daki türbesi. Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin ölümünden sonra Alemeddin Kayser ve Muiniddin Pervane ile karısı Gürcü Hatun tarafından yaptırıldı (1274).

Mimarı Bedreddin Tebrizi'dir. Çevresindeki mescit, semahane, meydanı şerif, matbah, derviş hücreleri, şadırvan, şebi aruz havuzu ve çelebi dairesiyle bir külliye halindedir. Külliyeyi meydana getiren yapılardan esas türbe binası Selçuklu devrine, türbenin yivli gövdesi ve külahı ile giriş koridoru, çelebi mezarları, post kubbesi Karamanoğulları devrine, mescit, semahane, türbeler, derviş hücreleri, matbah ve şadırvan ise Osmanlı devrine aittir. Türbenin bugünkü şekli; kare planlı bir zemin üzerinde üç tarafı kemerli ve bir tarafı kapalı mekân halindedir. Bu mekânın üzerini 16 dilimli sivri bir külah örter.

Külahın tepesinde bir hilâl içinde Mevlevi sikkesi bulunan yüksek bir alem vardır. Külahın üzerini firuze çiniler kaplar. Külaha Yeşilkubbe denir. Yeşilkubbenin altında Mevlânâ'nın ve oğlu Sultan Veled'in gök mermerden yapılmış üstü puşide ile örtülü sandukaları vardır. Türbenin bir «mumyalık» kısmı da vardır, cephede bugünkü Gümüş Eşik'in altında bulunan bu kısmın kapısının XVIII. yy.da örülmüş olduğu bilinir. Çapraz tonozla örtülü olduğu sanılan bu kısımda Mevlânâ'nın na'şı mumyalanarak muhafaza edildi.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P


Rafızilik


Rafızilik, Ebubekir ile Ömer'in halifeliklerini kabul etmeyen Şiilik kolu.

Rafızilik, VII. yy. ortalarında yahudi asıllı İbni Sebe tarafından kurulan, halife Ali ve evlâdına aşırı ölçüde bağlanan, sünni mezhebinin bütün görüşlerine karşı çıkan bir inançtır. Genellikle Şii mezhebinin fırkalarından biri sayılır.

Hz. Muhammed'in ölümünden sonra ortaya çıkan halifelik meselesi Müslümanlar arasında birtakım anlaşmazlıkların doğmasına yol açtı. Bazısı Ali'nin halife olması gerektiğini, Hz. Muhammed'in sağlığında onu kendisine halife olarak seçtiğini ileri sürdü. Müslümanların çoğu, özellikle Ebubekir'i tutanlar bu görüşe karşı çıktıkları için Ali halife olamadı. Halifelik makamına sırayla Ebubekir, Ömer ve Osman geçti. Ali, ancak onların ölümünden sonra halife olabildi. Bu yüzden, anlaşmazlık büyüdü.

Ali'yi tutanlar Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye'ye karşı direnişe geçtiler. Halifelik konusundaki anlaşmazlığı din anlayışına bağlayan İbni Sebe sonradan Rafızilik diye anılan görüşlerini üç noktada topladı: 1. Hz. Muhammed bir peygamber olduğuna göre ölmemiştir. O da İsa peygamber gibi günün birinde tekrar yeryüzüne gelecektir. Buna inanmayanlar, Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayamayanlardır.

Kur'an’ın biri zahiri (görünüşte), biri de batıni (içrek) olmak üzere iki anlamı vardır. Onun görünüşteki anlamına bağlananlar, özünü bilmedikleri için, bu gerçeği anlayamamışlardır. Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye Ali'nin hakkını yediler. Hz. Muhammed'in yolundan ayrıldılar. Ali ölmedi, tekrar dünyaya dönecek, insanlara adalet dağıtacak, Allah'ın yolunu gösterecektir; 2. her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Muhammed'in vasisi de Ebu Talib'in oğlu Ali'dir.

Hz. Muhammed'den sonra Müslümanların başına geçmek, onları yönetmek görevi Ali'nindir. İmamlık hakkını Ali'nin elinden alanlar, İslam dinine göre büyük zalimlerdir. Ali'nin hakkını ilk defa inkâr eden Ebubekir, sonra sıra ile Ömer, Osman ve Muaviye'dir; 3. Allah, Ali ve evlâdında görünüş alanına çıktı. Onların özünde Allah'ın bir cüz'ü saklıdır (hulul). Bu yüzden Ali, belli bir anlamda Allah'dır. Allah, Ali'nin kişiliğinde göründü, onun dilinden konuştu, öyleyse Ali'ye inanmak Allah'a iman etmek; Allah'a inanmak Ali'ye iman etmektir.

İbni Sebe'nin bu düşünceleri kısa bir süre içinde geniş bir çevreye yayıldı, özellikle İranlılar tarafından kolaylıkla benimsendi. Bu inanca bağlananların kimi Ali'yi bir ilâh, kimi de Nebiyyi nâtık (konuşan peygamber, yeniden ortaya çıkan bir resul) olarak kabul ettiler. Her iki görüşe göre Ali'ye itaat etmek bir din borcudur, bir tanrısal buyruktur. Ali'ye inanmayan, onun izinden yürümeyen Müslüman değildir, din açısından suçludur.

Rafıziliğe göre Kur'an, görünüş bakımından bir kabuktur; gerçek, bu kabuğun içinde gizlidir. Namaz, zekât gibi din görevlerinin amacı Hz. Muhammed ile Ali'yi sevmektir. Hz. Muhammed ile Ali'yi candan sevenler namaz kılmış, zekât vermiş sayılır. İslâm dininde muharremat adı verilen yasaklar Ebubekir ile Ömer'in yolundan gitmek, hatmiye mezhebinden olanlara karşı çıkmak, direnmek demektir.

Sünni mezhebine aşırı ölçüde bağlı kalan bazı İslam bilginleri, Rafıziliğin İslam birliğini parçalamak için ortaya atılan siyasi bir görüş olduğunu ileri sürerler; fakat Rafızilik, daha çok, eski İran dini inançlarının İslam dini ilkeleriyle kaynaştırılması sonucu doğdu. Bu yüzden, İslamlığa karşı siyasi değil, dini bir direniş, karşı çıkış niteliğindedir.










İBAZİLİK


Yazgıya bağlanan, Haricilik'ten doğan bir kuruluştur. Bu kuruluşa göre tanrı, bütün evreni, onun kapsadığı varlık türlerini yaratmıştır. Bütün bu yaratılanlar tanrısal birliğin kanıtlarıdır. Öyleyse tanrı birliğini anlamak için, önce bunları tanımak gerekir. Ancak, Sünnilik'in ileri sürdüğü bütün görüşler de doğru değildir. Burda tanrının yüceliğini anlamak için, birtakım tapım biçimlerini kurumlaştırmanın, onlara genel - kesin geçerlik tanımanın gereği yoktur, tanrıyı bilmek için, onun yarattıklarına bakmak yeter.

İbazilik'in kurucusu İbaz bin Abdullah'a göre, ona inanmayanlar suçludur, ancak dinsiz değildir, onlarla evlenilebilir, kalıtları(miraslan) alınabilir. İbazilik'in sonradan ortaya çıkan Harisilik (Harisiye), Hafisilik (Hafisiye) adlı iki kolu daha vardır, ancak aralarında önemli bir ayrılık yoktur.












Sadilik

Tarikatın kurucusu Şeyh Sadeddin Cevahirü’l-Şeybanî 1197 de Kudüs yakınlarında doğdu, 1301 de Urfa’da öldü. Önce Kadirilik le bağlantı sağladı, onun ilkelrini törenlerini öğrendi, sonra kendi adıyla anılan tarikatı kurdu. Tarikatın düzenli bir kuruluş niteliği kazanmasını sağlayan oğlu Yunus’tur. Babasının yerine geçen Şeyh Yunus tarikatı genişletmiş, geliştirmiştir.

Sadilik ‘te “devse / üstüne basma” denen tören temel ilkedir. Toplu törenlerde dervişler yüzü koyun yere yatar, şeyh üzerlerine basarak geçer , kimi zaman bunu ata binerek yapar. Yüzükoyun yatan dervişlerin üzerinden atla geçmek, onlarda benliği, kendini beğenmişliği, tutkuyu yok etmek, alçak gönüllü kılmak içindir. Törenler toplulukla sürdürülür, Tanrı adları anılır, şeriatın bütün kurallarına uyulur.

Sadilik ‘in ; Acizilik (Aciziye), Selamilik (Selamiye), Tağlebilik (Tağlebiye), Vefaılik (Vefaiyye) adlı dört kolu vardır.

Sadilik ‘in İstanbulda oldukça geniş bir alana yayıldığı, yirminin üstünde tekkesinin olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.

Sadilik Kütüğü


- Hasan Basrî
- Habib Acenmî
- Davud Taî
- Maruf kerhî
- Seriüs-Sakatî
- Cüneyd Bağdadî
- Ebu Ali Ruziyarı Ahmed
- Ebu Osman Mağrii Said
- Ebu Kasım Guürgani Ali
- Ebu Bekir Kusî
- Ebul-Vefa İbrahim
- Ebu said Endülüsi
- Ebül-Medinü’l Mağribî
- Yunus Şeybanî
- Mezid Şeybanî
- Abdullah Şeybanî
- Sadeddin Cevahirü’l – Şeybanî . . .



Kaynak : İ.Z.EYÜBOĞLU
 

Suskun

V.I.P
V.I.P







Batinilik

Kurucusu Hasan Sabbah 1O49'da İran'ın Rey'de doğdu, 1134'te Kazvin dolaylarında Alamut kalesinde öldü. Yemen' den göçerek Rey'de yerleştiği söylenen Ali bin Mehmed'in oğludur. Babasının Şafii mezhebinden, Horasanlı bir Türk ailesinden olduğu söylentisi de vardır. Hasan Sabbah, ondört yaşına değin babasının gözetimi altında din bilgileri edindi, sonra o dönemin ünlü İslam bilginlerinden İmam Muvaffak Nişaburi'nin öğrencisi oldu; onun bulunduğu medresede gökbilim, matematik öğrenimi gördü. Arkadaşları arasında, sonradan İran'ın en ünlü ozanlarından biri olan Ömer Hayyam ile Selçuklular'ın veziri Nizamülmülk vardı. Hasan Sabbah, sonraları, bütün çalışmalarını tasavvuf üzerinde yoğunlaştırdı, özellikle Batinilik denen, Yeni- Platonculuk, Alevilik gibi kuruluşlardan, çoktanrıcı inançlardan oluşan akımı yeniden düzenlemeye, ona siyasal bir nitelik vermeye başladı. Çalışmalarını kolaylıkla sürdürebilmek için; 1090'da İran'ın Kazvin bölgesinde, yüksek bir tepenin üzerinde, sarp kayalıklarda kurulu Alamut Kalesi'ne çekildi, orasını yeniden onarttı, sağlamışlardı. Çevresin de toplananlara kendisinden insanları mutluluğa kavuşturmak, ölümsüzlüğe ulaştırmak, cenneti yeryüzünde kurmak için görevlendirildiğini, bu görevle ilgili bütün yetkileri özel olarak tanrı' dan aldığını etkileyici bir dille anlatmaya koyuldu. Onlara, daha önceden döğülmüş haşhaş katılmış bal şurubu içirip, kendinden geçirttikten sonra, türlü çiçeklerin bulunduğu havuzlu bir bahçeye taşıtırdı. Bu bahçede yarı çıplak genç, güzel kadınlar dolaşır, ayılmaya başlayan erkeklerin çevresinde gezer, onları etkiler, sonra bir bardak şurup daha vererek yeniden bayıltırlardı. Yeniden bayılan kişi, gene ilk bayıldığı yere götürülür, ayılıncağa değin bırakılırdı. Ayıldıktan sonra, kendisine gördüklerinin gerçek olduğu, düş olmadığı, ölünce oraya gideceği söylenirdi.



Hasan Sabbah, bu yolla kendine bağladığı insanların sayısı Kazvin, Rey yörelerini etki altına alacak bir güç oluşturunca, saldırılar düzenlendi, ülkenin dört yanına yayılan fedaileri aracılığıyla içlerinde Nizamülmülk'ün de (1092) bulunduğu kendisine karşı olan birçok devlet adamını gizlice öldürttü. Selçuklu Sultanı Melikşah bir mektup göndererek Hasan Sabbah'tan bu ortalığı karıştırıcı işlerden vazgeçmesini. istedi. Hasan Sabbah, ondan korkmadığını, tanrı'nın kendisiyle olduğunu bildiren bir karşılık gönderdi. Sultan Melikşah'ın onu ortadan kaldırma girişimi lO92'de ölmesiyle yarıda kaldı. Daha sonra Sultan Sencer'de Hasan Sabbah'ı yok etmek için çalışmalara başladı. Ancak Hasan Sabbah'ın fedaisi olan gözdelerinden biri gizlice Sultan'ın yastığı üstüne hançer saplanmış bir mektup bırakınca korktu, saldırıdan kaçındı. Hasan Sabbah, öldüğü 1134 yılına değin saldırılarını sürdürdü, 1256'da Hulagu Han Alamut kalesi'ni yıklı, bütün Batinileri kılıçtan geçirdi.

Hasan Sabbah'ın siyasal bir kuruluş olarak geliştirdiği Batınilik birtakım sayılara, sayıların yorumlarına dayanır. Genellikle tin, insan, us, evren, tanrı, uzay, boşluk, bilgi, imamlık, oluş gibi konular üzerinde durur. Batinilik'e göre tin iki türlüdür. Birincisi iyi, ikincisi kötüdür. İyi tinler, gövdeden ayrılır, salt ışık olan yüce, tanrısal evrende mutluluğa ulaşır. Ancak bu evren, içinde yaşanan evrenin dışında değildir. Kötü tinler ise gövdeden gövdeye geçer, değişik biçimlere girer, yeryüzünde boyuna acı çekerler. Ölüm linin gövdeden ayrılmasıdır. Tin gövdede bulunduğu sürece yaptıklarından sorumludur. Bu nedenle, iyi ise ışık evrenine, kötü ise başka bir gövdeye gider.

Batınilik'te evren önsüz-sonsuzdur, yaratılmamıştır. Evren,kendi bütünlüğü içinde, dokuz evreni kuşatır. En yüksek aşamada bulunana "sabık" denir, bundan basamak basamak inilerek, usun bulunduğu alana gelinir. Us, bu dokuz evren dizisi dışındadır, sürekli olarak değişir. Dinin ileri sürdüğü gibi evrenin dışında, bir öte evren (ahiret) yoktur, yargı günü yeniden dirilme, gerçek değildir. Evrende mutlu yaşayan cennette mutsuz olan ise cehennemde demektir. Tanrı yaratıcı nitelik taşıyan bir doğal güçtür, tektanrıcı dinlerin ileri sürdüğü gibi gerçeküstü yoktan var edici, bir varlık değildir. Onun yargılayıcı bir özelliği de yoktur.



Batınilik'in üzerinde durduğu en önemli konu "imamlık"'tir. Ona göre imam, geçmiş, şimdi, gelecek üç boyutlu bir süre içindedir. Bütün olup bitenleri bilir, bilgisinin sonu, bilme yeteneğinin sınırı yoktur. İmam insanla ilgili bütün eksikliklerden, suçlardan, uyumsuzluklardan sıyrılmış yüce bir varlıktır. O, Kur-an'ın görünüşe göre olan (zahiri) anlamını içe (batın) dönüştürecek bir güçtedir. Gerçeklik usla değil, imamın öğütleriyle, önerdiği yöntemle kavranabilir. İmama, gönülden bağlanan bir kimsenin, Kur'an, hadis buyruklarına uyma gereği yoktur. İmam zamanın ışığı, evre_in kavrayış gücüdür. İmam boyuna gelir gider, ölür dirilir. Ancak bu ölüm, sözcüğün görünüş anlamıyla değil, iç anlamıyla bağlantılıdır. Kişinin mutluluğu imama olan bağlantısı ile ilgilidir. Bütün gönlüyle imama bağlanan kimse mutlu, ondan ayrılan ise mutsuzdur.

Hasan Sabbah'ın çevresinde toplananlara aşılamaya çalıştığı ahlak öğretisi dört aşamalıdır. Bunlara el- İsme, el- Mehdiye, el- Takıyye, el-Ric'a denir. EI-İsme arınmışlık, olgunluk, her türlü eksiklikten sıyrılmış anlamındadır, imamla ilgilidir. Ona uymayı, onu suçlamamayı gerektirir. EI-Mehdiye kurtuluş demektir. Batinilik'e göre, günün birinde Mehdi adlı kurtarıcı gelecek, insanları mutluluğa kavuşturacak, yeryüzünden bütün kötülükleri, eksiklikleri, geçimsizlikleri giderecektir. Mehdi'nin bilgisi sonsuz, gücü sınırsızdır. EI-Takıyye İslam dinine bağlı görünerek gerçek inancını, düşüncesini gizlemek anlamını içerir. Şeriat baskısından, yasaklarından kurtulmak için kişi gerçek düşüncesini içinde saklamalı, kendini açığa vurmamalıdır. EI-Ric'a ise Mehdi'nin ortaya çıkışı ile ondan önce sonra gelen bütün imamların. geri döneceklerini bildirir. İmamlar ölmezler, tinsel evrende ölümsüz1tiğe kavuşmuş yüce kişiler olduklarından, Mehdi'nin yeniden evrene dönüşünü beklemektedirler.

Kendileri de bu mezhepten olan Batınilik konusunda çalışan kimi düşünürlere göre; kardeşler arasında evlenme doğaldır, bu konuyla ilgili yasaklar doğaya aykırıdır.

Batinilik'te on sayısı ile yirmi iki harf kutsaldır. İnançla, varlıkla ilgili bütün sorunlar bu sayı ile harflere göre açıklanır. Bu sayı ile harfler varlık türlerini, onların özelliklerini oluş biçimlerini, niteliklerini, birbiriyle olan ilişkilerini yansıtır. Bu konuda Batınilik'le Hurufilik birleşir. Bu iki kuruluş da Pythagoras'la Orpheus inançlarından kaynaklanan Kabalacılık'tan etkilenmiştir.

Batınilik, kimi araştırıcıların ileri sürdükleri. gibi, yalnız siyasal bir kuruluş değildir, çok eskilere giden inançlardan oluşan bir birikimin İslam düşüncesine karşı direnişidir. Bu birikim, kendisini yok sayan, geçersiz kılmaya çalışan İslam inançlarının, özdeş eleştiri ölçüsüne dayanarak özgün olmadığını, onların da daha eski birikimin sonucu olduğunu ortaya atarak, kendini savunur. Batıniliğe göre İslamda ; Bütün mutluluklar, kıvançlar, sevgiler, sevgiler, dahası esenlik verici içkiler cennette vardır. Orada birbirinden güzel kızlar (hııriler), delikanlılar (gılmanlar) dolaşmakta, usun, düş gücünün sınırlarını aşan bir mutluluk ortamı inananları beklemektedir. Özellikle yeşil' e duyulan susamışlığın özünde, çölde yanan, bir gölgede dinlenerek serinliğin mutluluğuna ermenin özlemi vardır. Bu özlem, çoktanrıcı dönemlerden süzüle gelen inançların biçim değiştirerek tektanrıcı dinlerin özüne girmiştir. Nitekim Batinilik'te yapıldığı söylenen birtakım işlemlerin de bu inançlardan kaynaklandığı bellidir. Hasan Sabbah'ın "fedai'lerini uyuşturucu içkiyle bayıltması, bayılan insanı çiçekli, yeşil, güzel bahçeye taşıtıp ayılıncaya değin orada bıraktırması ayılan adamın çıplak güzel kadınlara karşılaşması, onların elinden içtiği bir uyuşturucu içkiye yeniden bayılınca ilk bayıldığı yere taşınması, orada ayılması; bu durumun kendisine Kuran’ın bildirdiği cennet diye anlatılması gibi olaylar, islam dininden esinlenmektedir.



Batinilik, toplumsal bir örgüt olarak ortadan kaldırıldıktan sonra, etkisini daha geniş bir alanda sürdürmüştür. Bu olay da kimi alevi kuruluşların yardımıyla olmuştur. Yazın alanında Batınilik'ten esinlenenlerin sayısı az değildir. Şiilikte, belli konarda, Batinilik'in görüşlerinden esinlenilmiş, birçok ozan bu konuyu değiştirerek işlemiştir. Mevlevilikte bu etki açıktır. Şems Tebrizi gibi Mevlana da etki açıkça görülmektedir. Onun "Cennet'le ilgili tasarımları, insan mutluluğunu, içkiyi, sevgiyi konu edinen kimi şiirleri Batinilik etkisinden uzak değildir. Bu konuda, zaman sürecine bağlanmak yanıltıcıdır. Hasan Sabbah, Batınilik'in yaratıcısı değil, bir örgüt olarak kurucusudur. Batinilik, bir inanç niteliğinde, çok eskilere gider. Sözgelişi Zünnun Mısri, Maruf Kerhi, Bayezıd Bistami, Cüneyd Bağdadi, Hallac Mansur gibi tasavvuf insanları Batınilik'i oluşturan öğelerden çok etkilenmiş, esinlenmiştir.

Anadolu'da, Batinilik etkileri Yunus Emre, Caferi, Sami,Kazım, Hayderi (son dördü 16'ncıyy.da yaşamıştır) gibi ozanIarda görülür;

Ali emriyle gelmişdir vücuda âlem ü adem
Ali hükmiyle olmuşdur ne kim pinhân u peydâdır
Ali'dir sırr-i Sübhâni Ali'dir âlemin câni
Ali'dir gevhıerin kânı Ali /ıem kâ'r-ı deryâdır
Ali şol lâmekandır kim münezzehıdir kamu şeyden
Ali şol binişândır kim /ıer eşyada hüveydâdır

........................

Ali'dir cami-i Kıır'ân Ali'dir rahmet-i Ralımân
Ali'dir menbâ- ihsân ki bimânend ü yektâdır

Caferi'nin bu dizelerinde Ali, sayılan nitelikleriyle, tanrı'dır. Ozan, tanrı'da bulunduğuna Kur'an kanıt gösterilerek inanılan ne varsa, Ali'ye yüklemektedir. Ona göre Ali, Kur'andır, Ali tüm yerdedir, Ali gizlidir, açıktır, Ali insanlara "rahmet" eyler, bağışlar, her türlü nitelikten üstündür.

Batınilik, tanrısal nitelikleri insana indirger, Ali'yi de tanrısal insanın en yetkin örneği olarak görür (belli bir anlamda). Bundan başka, eski İran inançlarından, özellikle Zerdüştçülük'ten de geniş ölçüde yararlanır. Gerçekte Batınilik, yeni bir inanç kurumu olarak ortaya çıkma savında olmasına karşın, eskinin yeni görünme çabasıdır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Sühreverdilik

Tarikatın kurucusu Şeyh Şahabeddin Ömer Sühreverdi 1148’de doğdu, 1235’te Bağdat ‘ta öldü.Özellikle amcası Şeyh Ziyaeddin Ebu Necib Sühreverdi ‘den tasavvuf bilgileri edindi, tarikat kurallarını öğrendi. Sonra Bağdat ‘a giti, orada kendi adıyla anılan Sühreverdilik (Sühreverdiye) tarikatını kurdu. Sühreverdilik kimi araştırmacılara göre , Halvetilik ‘in kaynağıdır. Bu nedenle Halvetilik ‘i oluşturan bütün kurallar bu tarikatte vardır.

Sühreverdilik , Sünni inançlara dayanan, Kuran ile hadisleri temel sayan bir kuruluştur. Kurucusu Şahabeddin yılda bir hacca gider , şeriatın önerdiği bütün kuralları yerine getirirdi. Kendisi İslam bilgileine aşırı bir eğilim gösterdiğinden, bu tarikate girenlerde bu durum bir ilke niteliği kazanmıştır. Sühreverdilik ‘ in tekkede düzenlenen özel törenlerde benimsediği ilkeler şunlardır :

- Şeriatın bütün isteklerini yerine getirdikten sonra tanı adlarını anarak nışlarını sürdürmek

- Bütün varlıkları Allah ın yoktan yarattığına günün birinde gene tanrı buyruğuyla yokolacağına inanmak.

- Yargı gününe bedenin geçiciliğine , tinin ölümsüzlüğüne, Allah ‘ın önsüz-sonsuz oluşuna, cennet-cehenneme inanmak.

- Aklın eksikliğini, tanrısal tözü bütünüyle kavrayamayacağını, tanrısal varlığın aklın sınırlarını aştığını bilmek.

- İnanın aydınlatıcı yönlendirici, yol gösterici bir ışık gibi hr nesneden üstün olduğuna, onsuz bir görülemeyeceğine inanmak.

- İnsanın arınması, doğru yolu bulması, kendini tanıması, gerçeği gerçek olmayandan ayırması ancak inanın aydınlığında olanaklıdır. Gerçeği kavramak, tanrısal varlığın yüceliğini anlamak için içe kapanış, derin düşünmeye dalış gereklidir.

Sühreverdilik müridleri bu ilkeleri uygulamak için özel törenler düzenlerler. Törenler şeyhin denetimi altında, düzenli topluluklarla yapılır. Görevler, tarikata ilk girenden, şeyhe değin belli aşamalara göredir. En yüksek aşamada şeyh bulunur. Şeyhin başlıca üstünlüğü bilgisinin genişliğidir, bilgisiz, yalnız kulaktan bilgilerle dolma bilgilerle yetinen bir kimse şeyh olamaz. Tarikata girmek yalnız nış için değil bilgi edinmek, bilgin olmak içindir.

İnsan , bilginin aydınlığında aşama aşama yükselerek, ışıkların ışığı, bilgilerin bilgisi olan Tanrı ‘ya varır. Bu varış tinseldir.nesnel değildir. Sühreverdilik , içeriği dolayısıyla, birçok bilgin, aydın yetiştirmiş bir kuruluştur. Öteki sünni tarikatlerin aksine özellikle Nakşbendilik, Kadirilik gibi toplumsal olaylara pek karışmamışlardır.

Sühreverdilik Kütüğü


- İmam Ali
- Hasan Basri
- Habib Acemi
- Davud Tai
- Maruf Kerhi
- Seriü-s Sakati
- Cüneyd Bağdadi
- Mümşadü’l Deynuri
- Muhiddin Nuri
- Mehmed Bekri
- Vecihetü’l Kadi
- Ömer Bekri
- Ebülnecib Sühreverdi
- Ömer Şahabeddin Sühreverdi . . .


Kaynak : İ.Z.EYÜBOĞLU
 

Suskun

V.I.P
V.I.P

Mu'tezile Mezhebi




İslâm’da ilk ortaya çıkan ve akideleri aklın ışığında izah edip temellendirmeye çalışan büyük kelam ekolünün adi. Lügat ta, "uzaklaşmak, ayrılmak, bırakıp bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen "i'tizal" kelimesinin ism-i fail sığasından meydana gelen çoğul bir isimdir. Müfredi, "mu'tezilî"dir. Kelime, hemen hemen ayni anlamlarda Kur'ân-i Kerim'de de geçmektedir: "Eğer bana iman etmezseniz benden ayrılın, çekilin" (ed-Duhân, 44/21); "Ben sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan ayrıldım" (Meryem, 19/48; ayrıca bk. el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90).

Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildiği hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür

Bu konuda en yaygın kanaat, devrin en büyük alimi sayılan Hasan el-Basrî (öl. 110/728) ile Mu'tezile'nin kurucusu Vâsil b. Ata (öl. 131/748) arasında geçen su olaya dayanmaktadır. Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders verdiği bir sırada bir adam gelir ve büyük günah isleyenin bazıları tarafından kâfir olarak vasıflandırıldığı, günahın imana zarar vermeyeceğini iddia eden bazıları tarafından ise tekfir edilmeyip mü'min sayıldığını söyler ve bu mesele hakkında kendisinin hangi görüşte olduğunu sorar. Hasan el-Basrî vereceği cevabi zihninde tasarlarken, öğrencilerinden Vâsil b. Ata ortaya atılır ve büyük günah isleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacağını, bilakis bu ikici arasında bir yerde, yani fasihlik noktasında bulunacağını söyler. Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah isleyenin münafık olduğu kanaatindeydi. İste bu hadiseden sonra Vâsil b. Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrılır (bir rivayete göre de hocası tarafından dersten uzaklaştırılır) ve arkadaşı Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin başka bir kösesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi oluşturup görüşlerini anlatmaya baslar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsil bizden ayrıldı (Kadi'tezele anna Vâsil)" der. Böylece Vâsil'in önderliğini yaptığı bu gruba mu'tezile adi verilir (Abdülkerim es-Sehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bagdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev. E. Ruhi Figlali, İstanbul 1979, s. 101, 104).

Mu'tezile ismini bu görüş etrafında temellendirmeye çalışanlara göre, bu isim onlara muarızları tarafından verilmiştir. Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ayrılmışlar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini terletmişler, dinin büyük günah isleyen kişi (mürtekibe-i kebîre) hakkındaki görüşünden ayrılmışlardır. Takılan bu isim onların bu tutumunu gösteriyordu" (İrfan Abdülhamit, İslam'da Itikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, Çev. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981, s. 94).

Mu'tezile mezhebini siyâsî ve ıtikadî olmak üzere ikiye ayıran ve ikincisini birincisinin devamı sayan bazı ilim adamlarına göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu. Bunlara göre, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen Cemel ve Siffin savaşlarında tarafsız kalıp, savaşlara katılmayanlar, Mu'tezile'nin ilk mümessilleridir. Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Usame b. Zeyd gibi bazı kimseler meydana gelen savaşlarda her hangi bir tarafı desteklemeyip, olaylardan uzak durmayı (itizali) tercih etmişlerdi. Bu nedenle bunlara, "ayrılanlar bir kenara çekilenler" anlamında Mu'tezile denmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Vasil b. Ata mürtekibe-i kebîre konusunda icma-i ümmete muhalefet ettiği için, ona ve taraftarlarına bu ad verilmiştir. Mu'tezile'ye bu ismin verilmesinin sebebi, onların bu dünyadan el etek çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardır (I. Abdülhamit, a.g.e., s. 94 vd.; Kemal Işık, Mu'tezile'nin Doğusu ve Kelamı Görüşleri, Ankara 1967, s. 52 vd.)

Mu'tezile mezhebi, kaynaklarda daha değişik isimlerle de anılmaktadır. Fiillerde irade ve ihtiyari insana verip, insani fiillerinin yaratıcısı kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah’ın sıfatları ve halk-i Kur'an gibi meselelerde Cehm b. Safvan'in görüşlerine katıldıkları için el-Cehmiyye Allah’ın bazı sıfatlarını kabul etmedikleri için de Muattila olarak zikredilmişlerdir. Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini Ehlul-Adl ve't-Tevhîd olarak vasıflandırmışlardır (Bekir Topaloglu, Kelâm Ilmi, İstanbul 1981, s. 170; Kemal Işık, a.g.e., s. 56 vd.).



Mezhebin Doğusunu Hazırlayan Faktörler ve Tarihçesi:

İslâm’da ıtikadî meselelerin gündeme gelip tartışılmasına sebep olan ve neticede ıtikadî mezheplerin doğusunu hazırlayan çeşitli faktörler vardır. Bunlar ayni zamanda, bir ıtikadî mezhep ve yeni bir düşünme biçimi olan Mu'tezile mezhebinin dogmasına da zemin hazırlamıştır.

Bu faktörlerin basında, Müslümanlar arasında zuhur eden ihtilaf ve çekişmeler yer almaktadır. Çok ciddi boyutlara ulasan bu ihtilaflar neticesinde bir takım yeni meseleler ortaya çıkmış ve tartışılmaya başlanmıştı. Bu meseleler için teklif edilen çözümler, ıtikadî fırkaların dogmasına neden olmuştur. Müslümanlar arasında hararetle tartışılan meselelerden birisi de mürtekibe-i kebîre'nin durumu idi. Haricîler, mürtekibe-i kebîre'nin kâfir olduğunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min olduğunu iddia ediyorlardi. Vâsil b. Ata ve taraftarları ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn* (iki yer arasında bir yer)" prensibiyle yeni bir çözüm sekli teklif ediyordu. yaygın olan rivayete göre, bu çözüm önerisi ile Mu'tezile mezhebi ortaya çıkmış oldu. Bu durumda Mu'tezile, Müslümanlar arasında zuhur eden yeni meselelere yeni bir bakış açısını ifade etmektedir.

Mu'tezile'nin doğusuna zemin hazırlayan amillerden birisi de, Islâm dininin fetih politikasıyla ilgilidir. Müslümanlar çok kısa bir zaman zarfında Arap Yarımadasını asarak bir çok ülkeyi kendi topraklarına kattılar. Değişik kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhakı ile, bir takım yeni problemler ortaya çıktı. Bu ülke halklarından İslam’ı kabul edenler yanında etmeyenler de vardı. Kabul etmeyenler mensup oldukları dinlerin savunmasını yaparken, kabul edenler de, eski kültürlerinin etkisinden tamamen kurtulamıyorlardı. Köklü bir geçmişe sahip olan Yahudilik, Hristiyanlik, Seneviye, Zerdüştlük gibi din ve görüşler, zaman içerisinde müesseseleşmiş ve belli bir savunma mekanizması da geliştirmişlerdi. Islâm dini için henüz böyle bir mekanizma mevcut değildi. Çok geçmeden Müslümanlarla tartışmaya dalan yabancı unsurlarla başedebilmek için güçlü bir diyalektik (cedel) yönteme ihtiyaç vardı. İste bunu hisseden ve bu doğrultuda yöntem geliştirmeye çalışan ilk alimler Mu'tezilîler olmuştur. Mu'tezile, yabancı kültürlerden de istifade ederek Islâm düşüncesine Kelâm metodunu getirmiştir. Gayri Müslimlere karşı İslam’ı savunma ve akideleri aklî bir platformda değerlendirme yolundaki takdire sayan Mu’tezile gayret İslam düşüncesine yeni bir renk katmıştır.

Mu’tezili düşüncenin temel esprisi; Islâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akılla çatıştığı anda nassi aklin istekleri doğrultusunda tevil etmektir. Naklî düşüncenin yanında, zaman içerisinde aklî düşüncenin de teşekkül etmesi; akli rehber kılan bir zümrenin ortaya çıkması tabii bir durumdur. Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhalenin ifadesidir. İslam düşüncesinin bu merhalesinde aktif rol oynayan ve dolayısıyla felsefi düşünceye ve yeni ilimlere rağbet gösteren ilk kişiler Mu'tezilîler olmuştur (İrfan Abdülhamit, a.g.e., s.121 vd.; Bekir Topaloglu, a.g.e., s. 171; Kemal Işık, a.g.e., s. 28; Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi ve Itikadi Mezhepler Tarihi, Çev. E.Ruhi Figlali, Osman Eskicioglu, İstanbul 1970, s.180 vd.).

İste bu ve benzeri şartlar altında Mu'tezile akımı Hicri birinci asrin sonlarıyla ikinci asrin baslarında Vâsil b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in önderliğinde Basra'da ortaya çıktı. Genelde kabul gören görüşe göre, Mu'tezile akımı Vâsil b. Ata ile Hasan el-Basrî arasında geçen tartışma neticesinde ortaya çıkmıştır.

Mu'tezilî düşüncenin Basra'da ortaya çıkışından yaklaşık bir asır sonra Bisr b. el-Mu'temir (öl. 210/825) başkanlığında Bağdat Mu'tezile ekolü de teşekkül etti. Temel prensipler itibariyle ayni görüşleri paylasan bu iki ekol mensupları arasında teferruatla ilgili bir çok görüş farklılığı da vardır. Vâsil b. Ata, Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (öl. 235/850), İbrahim en-Nazsâm (öl. 231/845), Ebu Ali el-Cübbâî (öl. 303/916), el-Câhiz (öl. 225/869) gibi Mu'tezilîler Basra ekolüne; Bisr b. el-Mu'temir, Sümame b. el-Esras (öl. 213/828), el-Hayyat (öl. 298/910) gibi Mu'tezilîler de Bağdat ekolüne mensuptur.

Tercüme faaliyetleri çerçevesinde Islâm kültür dünyasına kazandırılan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenlerin de tesiriyle giderek güç kazanan İtizal akımı kısa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü.

Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelişip yaygınlık kazandı. Abbasî halifelerinin Mu'tezile'ye karşı tutumları genelde müspet olmuştur. Harun er-Resîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmiş olan Mu'tezilî düşünce, altın çağını el-Me'mun (öl. 218/833), el-Mu'tasim ve özellikle el-Vâsik'in hilafetleri esnasında yaşamıştır. Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüş devletin resmi mezhebi durumuna gelmiş, Mu'tezile âlimleri de devlet ricâli nezdinde en muteber kişiler olarak saygı ve itibar görmüşlerdir. Mu'tezile âlimleri, bu dönemlerde, halifeleri kendi düşünce ve kanaatleri doğrultusunda yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademelerinde mevki sahibi olmuşlardır.

Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldiği, yaklaşık 198-232/813-846 yilllarını kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve Müslüman halk açısından ve izdırabın hüküm sürdüğü bir dönem olmuştur. Mu'tezile doktrinini devletin resmi görüşü olarak benimseyen, devrin hükümdarları el-Me'mun, el-Mu'tasim ve el-Vâsik, bununla yetinmeyip resmi organlar vasıtasıyla halkı da bu görüşleri kabullenmeye zorladılar. Özellikle, Kuran-i Kerim'in yaratıldığını varsayan (Halku'l-Kur'ân'i* Mu'tezîli görüşün devlet eliyle zorla kabul ettirilmeye çalışıldığı bu dönem, Islâm mezhepleri tarihinde "mihne" olarak bilinmektedir. Basta Ahmet b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düşünceye karşı çıkan pek çok Islâm âlimi, bu tutumlarından dolayı mahkûm edilip işkenceye maruz kaldılar.

Bir tür Engizisyon anlamına gelen "mihne" el-Me'mun'dan sonra, el-Mu'tasim ve el-Vâsik dönemlerinde de şiddetini artırarak devam etti (Macid Fahrî, Islâm Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul I987, s. 54).

Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmuştur. Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayısıyla "mihne" hadisesi, el-Vâsik'in ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu. Mu'tezilî düşünce daha önce el-Mehdî ve el-Emîn'in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandırılmıştı. Fakat asil darbe el-Mütevekkil'den geldi. Mu'tezile Mütevekkil'in hilafetiyle devlet kademelerinden kovuldu ve giderek gerilemeye başladı. Bu mezhep, sonraki asırlarda Büveyh oğulları ve Selçuklu sultani Tuğrul Bey dönemlerinde rağbet görmüşse de bir daha eski itibarına kavuşamamıştır (Kemal Işık, a.g.e., s. 59 vd.; Bekir Topaloglu, a.g.e., s. 183; M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 182).

Mezhepler tarihi kaynakları, Mu'tezile'nin çöküşünü hazırlayan sebepler arasında, "mihne" hadisesini, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Es'arî ile el-Matüridî'nin öncülüğünde Ehli-i Sünnet ilm-i kelâmının zuhur etmesini göstermektedirler (İrfan Abdülhamit, a.g.e., s.125; B. Topaloglu, a.g.e., s. 183).

Mu'tezile'nin Metodu ve Görüşleri:

İslâm’da akait esaslarını aklin ışığı altında ele alıp değerlendiren, meselelere aklin ölçüleri doğrultusunda çözüm getirmeye çalışan ilk düşünürler, Mu'tezile ve onların selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir. Mu'tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki Islâm âlimlerinin yaptığı gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermiş, hattâ naklin yeterince açık olmadığı ve önceki Islâm âlimlerinin susmayı tercih ettiği konularda tek otorite olarak akli kabul edip tevil yoluna gitmiştir. Selefiyle tarafından şiddetle eleştirilen bu yeni yaklaşım tarzının adi Kelamı metottur. Mu'tezilîler, benimsemiş olduklar Kelam metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla değerlendirip, Ehl-i sünnet öğretisinin dışında farklı kanaatlere ulaştılar. Bu nedenle, Mu'tezile,ehl-i bidat fırkaları arasında zikredilmektedir (el-Bagdâdî, a.g.e., s. 100).

Mu'tezile doktrininin esasini teşkil eden ve bütün Mu'tezile alimlerince benimsenen beş temel prensip (elusûlü'l-hamse) vardır:

1-'Tevhid: Mu'tezile'nin en temel ilkesi olan tevhid anlayışı, bütün Islâm düşüncesinin de temelini oluşturmaktadır. Sadece Mu'tezile'ye göre değil, bütün Islâm mezheplerine göre önemli bir prensip olup bu, Allah birdir, esi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamına gelir. Bu konuda Mu'tezile'yi diğerlerinden ayıran husus, Allah’ın sıfatlarına dair tartışmalarda ortaya çıkmaktadır. Mu'tezile'ye göre Allah’ın en önemli iki sıfatı "birlik" ve "kıdem"dir. Mu'tezile Allah’ın sıfatlarını kabul eder, fakat bu sıfatlara Allah’ın zatinin dışında bir varlık hakki tanımaz. Onlara göre "Allah âlimdir" demek doğru; "Allah ilim sahibidir" demek ise yanlıştır. Çünkü ilim, sem', basar gibi, sıfat-i maânînin kabulü, kadim varlıkların çokluğuna (taaddüdü kudemâ) delâlet eder. Halbuki tek kadim varlık vardır. O da Allah’tır.

Mu'tezile, sıfatlar konusunda kendisini ehlu't-Tevhîd olarak isimlendirirken, Ehli sünnet âlimleri tarafında da Muattila (Allah’ın sıfatlarını inkâr edenler) olarak vasıflandırılmıştır.

2- Adalet (el-Adl): Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur. Yapmış olduğu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Bu nedenle yapmış olduğu iyi amellere karşı mükâfat, kötü amellere karşı da ceza görecektir. Eğer kulun fiillerinde Allah’ın bir müdahalesi olsaydı, o zaman kul yapmış olduğu fiillerden mesul olmazdı. Çünkü bu durumda bir zorlama (cebr) söz konusu olurdu. İnsani, zorlama altında yapmış olduğu fiillerden sorumlu tutmak ise zulümdür. Bu, Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz. Çünkü Allah en âdil varlıktır.

3- İyi amellerde bulunanların mükâfatlandırılması, kötü amellerde bulunanların cezalandırılması (el-Va'd ve'l-Va'îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karışık görmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle Allah, adâletinin bir gereği olarak, iyi amellerde bulunan kullarını cennetle mükafatlandıracağını (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarını ise Cehennemle cezalandıracağını (el-va'îd) bildirmiştir. Allah’ın, bunun aksini yapması, bu sözünden vazgeçmesi mümkün değildir. Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah işleyipte tövbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir. Allah’ın adaletinin gereği budur. Mutezile, bu görüşü ile sefahati reddetmiştir.

4- el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (İki Yer Arasında Bir Yer): Bu prensip, büyük günah isleyen kimsenin imanla küfür arasında bir yerde, yani fasihlik noktasında bulunacağını ifade eder. Bu görüş, büyük günah isleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mercie mezhepleri arasında mütevassit bir görüşü temsil etmektedir.

5- İyiliği emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin sağlanması ve ahlâkî yapının sağlıklı olabilmesi için, her Müslümancın iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamasını gerekli görmektedir (el-Bagdâdî, a.g.e., s. 100 vd.; Kemal Işık, a.g.e., s. 67 vd.; M. Ebu Zehra, a.g.e., s.174 vd.; B. Topaloglu, a.g.e., s.174 vd.; I Abdülhamit a.g.e., s. 105 vd.; es-Sehristani, a.g.e., I, 43).



ZEYDİYYE




Zeydiyye mezhebi Şii islam Mezhebidir. İmamı ve Kurucusu Zeyd b. Alî Zeynelâbidin b. el-Huseyn b. Alî (v. 122/740); önce babasından, sonra kardeşi Muhammed el-Bâkır ve başkalarından okuyarak yetişti. Bütün İslâm uleması onun ilmi, yüce şahsiyeti ve takvâsı üzerinde ittifak etmişlerdir.

TÂBİLERİ ve KİTAPLARI
Zeydiyye mezhebi iki koldan tedvîn ve neşredilmiştir:
1- İmam Zeyd'in kitapları yoluyla: İmam'ın birçok kitap yazdığı ve talebesine imlâ ettirdiği nakledilmiştir. Bize kadar ulaşan fıkıh ve hadîs mevzuundaki eseri "el-Mecmû"dur. Bu eserin İmam Zeyd'e ait olduğunu kabul edenler olduğu gibi etmiyenler de vardır.(5) el-Mecmû fıkıh bablarına göre tertiplenmiştir. Râvîsi Amr b. Hâlid el-Vâsıtîdir. Kitap bazı zeydî âlimlerince şerhedilmiştir. San'âlı Şerefüddîn el-Haymî'nin (v. 1221/1806) er-Ravdu'n-nâdir ismini verdiği şerhi mutbûdur (Mısır, 1348).
2- Talebesi ve onların talebeleri yoluyla: Pek çok talebesi meyanında dört oğlu "İsâ, Muhammed, Huseyn ve Yahyâ" da vardır.
Zeydiyye mezhebi fukahası arasında şu zevatın da önemli yerleri vardır:
1- el-Hasen b. Alî en-Nâsıru'l-Kebîr (v. 304/916).
2- el-Qâsim b. İbrâhîm er-Rassî (v. 242/856).
3- Qâsim'in torunu el-Hâdî b. Yahyâ b. el-Huseyn: Bu imam hicri 245 yılında Medîne'de doğmuş, 288'de Yemen'e gelmiş, halkın bey'atıyle orada Zeydiyye devletini oluşturmuştur. Kendisi mutlak müctehiddir ve ictihadlarıyle Zeydiyye'nin "Hâdeviyye" kolunu kurmuştur. Hadîs ve fıkhı câmi el-Ahkâm isimli bir eseri vardır. Karâmita ile savaşırken aldığı bir yara neticesinde (298/910)'de şehid olmuştur.
4- el-Bahru'z-zahhâr isimli mukayeseli fıkıh kitabının müellifi Ahmed b. Yahyâ b. el-Murtezâ (v. 840/1436)'da büyük bir zeydî fakihtir. Eseri Mısır'da tab'edilmiştir.



MEZHEBİN ESASLARI
Bu mezhebin usûlünü İmam Zeyd tedvîn etmemiş olmakla beraber tâbileri onun ictihadlarına bakarak tesbit etmişlerdir. Delilleri Kitâb, Sünnet, İcmâ', Kıyas, İstihsan ve Akıl'dır. Akıldan maksatları: Şer'î delillerde hükmü bulunmayan bir meselenin akıl yoluyla -iyi veya kötü, faydalı yahut da zararlı olduğuna hükmedilerek- çözüme bağlanmasıdır.(6)
Bu mezhebde ictihada büyük önem verilmiş, ictihad kapısının kapanması tecviz edilmemiş, birçok müctehid yetişmiş, başka -sünnî- mezheblerden de istifade etmişlerdir. Esasen fürû'da hanefî mezhebi ile birleşen tarafları pek çoktur.

Ayrıldıkları bazı hükümler:
1- Mest üzerine mesih câiz değildir.
2- Gayr-ı müslim'in kestiği yenmez.
3- Ehl-i kitâb kadınlar ile evlenmek câiz değildir.
4- Cenaze namazında beş tekbir alınır.
5- Ezanda "hayye alâ hayri'l-amel" sözü ilâve edilir...(7)
6- Vade farkı ile satım akdi caizdir.
7- Şüf'a hakkı toprakta ve akarda, ortak ve komşu içindir.
8- Karşılıksız bağıştan rucû caizdir.

Günümüzde Zeydiyyelik

Günümüzde Zeydiyye Mezhebi Başta Yemen, Umman, Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülkede taraftarı olan bir mezheptir. Yemen nüfusunun (21.000.000) yaklaşık % 73 'ü nü oluşturan 15.500.000 kişi Zeydiyye mezhebine mensuptur. Suudi Arabistan'ın % 5.5 (1.200.000) ve Umman'ın % 2.2 (60.000) Zeydi'dir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Caferiyye Mezhebi




İslam dininin dördüncü halifesi Ali'nin torunlarından Câ'fer-i Sâdık(ö.765)'in etrafında toplanan ve onun ictihadlarına göre amel eden Müslümanların bağlı oldukları siyasi ve fikhî mezhep. İmâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir. O, kendisini ilme ve tefekküre vermis, Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmiştir. Hadîs âlimleri kendisinden hadîs rivayet etme konusunda tereddüt etmislerse de, İmam Şâfiî ve Yahya b. Maîn gibi âlimler onu güvenilir bir muhaddis olarak kabul etmişlerdir. Mezheplerinde "İmâm" ve "on iki İmam" konusuna ağırlık verdikleri için bu mezhebe "İmamiyye" veya "Isnâ Aseriyye" adı da verilmiştir.

İranda Cami


Câ'fer-i Sâdık Kur'an'ı delîl olarak alır, ancak sünnet olarak Ehl-i Beyt tarafından rivayet edilen hadîsleri kabul ederdi. Kitap ve Sünnette delîl bulamazsa, maslahat veya akla göre hüküm veriyordu. Medine'de Ebû Hanîfe ile ilk karşılaştıkları zaman ona söyle dedi:"Nûman! Babam bana, dedemden şöyle rivayet etti: -Din husûsunda re'yi ile kıyasa ilk başvuran İblîs'tir. Allah ona, Âdem'e secde et dedi. O da, Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın' dedi. Kim dinde reyi ile kıyas yaparsa Allah onu Kıyâmet günü Iblîs'e arkadaş yapar. Çünkü o, kıyas yapmak suretiyle şeytana uymuştur." Ebû Hanîfe su cevabi verdi: "Ne münasebet! şeytân Allah’ın emrine isyan için kıyas yaptı. Ben ise, Allah’ın emirlerine itaat yollarını bulmak için kıyas yapıyorum." (M. Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhî Mezhepler Târîhi, (çev. A. Şener) Ankara, 1968, s. 235; Ahmet Emin, Düha'l-İslâm, Kahire 1936, III, 261).

Temelde Ehl-i Sünnet'e yakın olan Câ'fer-i Sâdık'a ölümünden sonra birtakım kişiler birçok şeyi isnat etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır. İmâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazı farklı görüşler ortaya atılmış ve bunları bizzat kendisi reddetmiştir. Bu kişilerin basında Ebû'l Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb gelir. Ebû'l Hattâb, peygamberlik davasında bulunmuş ve Câ'fer-i Sadıkın Tanrı olduğunu öne sürmüştür. Haramları helâl saymış ve İmamı tanıyan herkesin haramlardan muaf sayılacağını söylemiştir. Üstelik bu görüşleri Câ'fer-i Sâdık adına çıkarmıştır. Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmiş, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, İslâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur. (Ibnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9).

Zeydiye'den sonra Ehl-i Sünnet'e en yakın bir Şiî mezhebi olan Câ'ferîligin bazı görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:


İmâmıye'ye göre İmâmet (devlet başkanlığı); nübüvvet gibi ilâhî bir makamdır. Peygamber gibi İmâmı da Allah seçer. İnsanların İmam tayin etme yetkisi yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s) vefat etmeden önce, kendi yerine kimin İmam (halife, Müslümanların lideri) olacağını nass'la tayin etmiştir. Bu İmam da kendinden sonra gelecek olanı ayni şekilde belirlemiştir. İmâmın zahir, meşhur ve meydanda olması caiz olduğu gibi; gaib, mestur ve gizli olması da mümkündür. Son İmam Muhammed Mehdî on ikinci İmam olup, hâlen hayattadır, fakat gaiptir. İmâmın bulunmadığı bir zaman yoktur. Simdi gaip olan Mehdîye naibler (âyetullahlar) vekâlet etmektedir.

Oniki İmâm şunlardır: 1) Ali el-Murtaza, 2) Hasan el-Müctebâ (ö. 50/670), 3) Hüseyin es-Sehid (ö. 61/681), 4) Ali Zeynelâbidin (ö. 94/713), 5) Muhammed Bâkir (ö. 113/731), 6) Câ'fer es-Sâdık (ö. 148/765), 7) Musa Kâzım (ö. 183/799), 8) Ali Rıza (ö. 192/808), 9) Muhammed Cevad (ö. 220/835), 10) Ali Hâdi (ö. 254/868), 11) Hasan Askerî (ö. 260/874), 12) Muhammed Mehdî (gizlendiği tarih 260/874).




Câferîlere göre İmâmlık mertebesi, insan olmanın üstünde; fakat peygamberliğin altında bir makamdır. İmamlar peygamber gibi masum olup, yanılmazlar, günah islemezler. Câferîler İmamın masumiyetini söyle açıklarlar: "Ondan, büyük küçük, kasten veya yanlışlıkla unutarak, yahut içtihadında hata ederek, yahut da Allah’ın hataya sevk etmesi sebebiyle olsun, hiçbir günah sadır olmaz. Bu İmamın sözü dinlenir, korkusu kalpten çıkmaz bir kişi olması için böyledir. Onlardaki ismet sıfatı, Allah onların akıllarını kemâle erdirdiği andan itibaren ruhlarını kabzedene kadar onlardan ayrılmaz bir vasıftır.

Câferî’ye göre meleklere, kitaplara ve kadere iman Allah'a ve peygambere imanın içindedir. Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.s)'den sonra halîfe olma hakki Hz. Ali'nin idi. Bu konuda ayet ve hadîsler mevcuttur. Fakat Ashab-i Kirâm'in ileri gelenleri, kendi içtihadlarına dayanarak bu nass'ları tevil ettiler ve Hz. Ebu Bekir'i halife seçtiler. Hz. Ali ve ona tabi olan bir grup, bu seçimi kabul etmedi. Ancak fitne çıkmaması için Ebû Bekir'e bey'at ettiler. İlk üç halifede gördüğü ehliyet ve liyâkat sebebiyle Hz. Ali, hilâfet hakkından feragat etmişti. Ancak Muaviye'nin değil halife, vali olarak kalmasının bile zararlı olduğu kanaatine vardığı için Emevîlere karşı savaş ilân etmiştir. Câferîler, ilk üç halifenin İmâmlığını kabul etmemekle beraber onlara karşı saygılı oldukları halde, Muaviye ve oğlu Yezid'e lânet okurlar. (Muhammed Hüseyin, Kâsifu'l-Gita, Aslu's-Sia ve Usulühâ, Kahire 1958. 126 vd.; Musevî, el-Muracaa, Beyrut 1393, 168).

Câ'feriye mezhebi mensupları, onikinci İmam Muhammed'in evinde "sirdap" diye adlandırılan bir sığınağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar. Ancak gizlenen onikinci İmamın yaşı konusunda ihtilaf edilmiş ve bazıları gizlendiğinde yasinin dört olduğunu söylerken, bazıları da sekiz yaşında olduğunu ileri sürmüştür. Yine, gizlenen İmamın vereceği hüküm konusunda ihtilaf olmuştur. Bazıları, kaybolduğu yastayken, halifenin bilmesi gereken şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacip olduğunu öne sürerken; diğer bir kısmi da hüküm vermenin gizlenen İmamın mezhebine bağlı âlimlere ait olduğunu iddia etmişlerdir.

Isna aseriyye, diğer adıyla Câ'ferîye mezhebine göre din, Ehl-i Sünnette olduğu gibi iki ana bölümde ele alınır. 1) Usû-i Din, 2) Furû-i Din. Usûlü Din (dinin asılları) beş esas üzerine kurulmuştur: Tevhit, Nübüvvet, İmâmet, Mead (Ahiret), Adalet.

Tevhîd: Allah birdir (vâhid), tektir (ahad). Onun zati her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Esi,benzeri ve mahlûkatına benzer bir tarafı yoktur.

Nübüvvet: Peygamberlik, Allah’ın seçtiği kullarını Cebrâil vasıtasıyla ve vahiy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kılmasıdır. Peygamberler Allah’ın emirlerini halka tebliğ eder ve onları doğru yola iletirler. Onlar insanların en üstünü ve kulların en hayırlısıdırlar. Emindirler, masumdurlar ve tebliğ vazifelerinde bir noksanlık ve hata bulunmaz. Peygamberler ilâhî bir lütuf ve hazinedir. Hz. Muhammed (s.a.s) bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Onun en büyük mûcizesi Kur'an'dır.

İmâmet: İmân, dinin asıllarından olan İmamete inanmakla tamamlanabilir. İmamiye, nübüvvetin nasıl Allah'tan bir lütûf olduğuna inanırsa, her asırda peygamberlerin vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irsadlarıni üstlenmiş bir İmamın varligina da inanır.

Meâd (Ahiret): Bu, ölümden sonra ahiret hayatinin hak olduğu esasidir. Kıyamete dair Kur'an ve hadîslerde geçen mîzan, soru, hesap, sırat, şefaat, Cennet, Cehennem hepsi gerçektir, bunların hiçbiri akılla yorumlanamaz. Keyfiyetini de bilemeyiz. Fakat hepsinin gerçek olduğuna inanırız. Mead cismanîdir ve bunlara icmalen iman yeterlidir ve yorumsuz olarak kabul etmek gerekir.

Adalet: Isna aseriyye'ye göre dinin besinci asli ve dolayısıyla inanç esaslarından olan adalet, Allah’ın adil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar olusudur. Onun, iyiye iyiliğine karşılık mükâfatta, kötüye kötülüğüne karşılık mücazatta bulunması adaletinin zarurî bir icabıdır. Kul, fiillerinde hür ve muhtardır.


Günümüzde İran'ın Resmi Mezhebi Caferiliktir


Caferiyye , şer'i hükümlerin kaynağı olarak dört esasi kabul eder. Bunlar, kitap, sünnet, icma ve akildir. Ayrıca füru-u din ikiye ayrılır: 1) Ibâdât, 2) Muamelât.

Ibâdet : Namaz, oruç, hac, zekât, humus, cihat, emri Bill masruf nehyi ani'l-münker, Tevellâ ve Teberrâ'dan oluşan bir bütündür.

Muamelât: Ticaret hayati, şahıs hukuku, cezalar, evlenme, miras ve benzeri hususlardır. Görüldüğü gibi Isna aseriyye, usûl-i din dedigimiz inanç esasları ve fer'i hükümlerde, yani fikhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farklı düşüncelere sahip bulunmamaktadır. Ancak Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birleşmiş olmalarına rağmen; İmametin dinin esasları arasında zikredilmesi dolayısıyla Hz. Peygamberden sonra belli kişilerin peygamber gibi "ismet" sıfatına ve başkalarında bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulundukları hususlarının kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrılmaktadır. Ayrica takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur. Onlar, cebir ve zor karşısında bir Şiî'nin inancını gizlemesine "takiyye"* adını verirler. Muaviye'nin baskısı altında inançlarını gizleyen Şiî'ler Mekke döneminde sahabenin de müşriklerin baskısından kurtulmak için bu prensibe başvurduklarını söylerler. Onlara göre, takiyye bazen farz, bazen caiz, bazen da haram olur.

Bedâ ise, Allahın 'ın Levh-i Mahfuz'a* yazdığı bir şeyi vahiyle peygamberine bildirdikten sonra değiştirmesidir. Bu durum, velî ve İmamlar için de söz konusudur. (Muhammed Hüseyin, a.g.e., 131).

Câ'ferîlik bugünkü İran'da çoğunluğun ve İran İslâm devletinin resmî mezhebidir. İran'dan başka, Türkiye'de Kars ve çevresinde çok az olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Hindistan'da Câferîler vardır. İmâm Câ'fer'den sonra yüzyillar boyunca yapılan içtihadlarla bir hayli genişleyen Câferîye fıkhı, ıda belirtilen yerlerde ve bir kısım Ortadoğu ülkelerindeki küçük cemaatler halinde bulunan Şiîler arasında tatbik edilmektedir.


H.DÖNDÜREN







_____________________________________________________
______________________________________________________







Cennet Yolcuları

Cennnet Yolcuları çok kısa bir geçmişe sahip yeni ortaya çıkan dini bir akımdır. Tarikat olarak nitelenebilecek bir yapıya sahip olmasına rağmen ; tarikatların bir din, mezhep gibi sabit bir inanca hizmet ettiğin göz önüne alındığında yeni bir dini akım olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Cennet Yolcuları nın kurucusu taraftar sayısı, taraftarlarının yaşadığı bölgeler hakkında net bir bilgi olmamasına rağmen Ülkemiz ve Avrupa da yaşadıkları ve sayılarının birkaç yüz kişiyle sınırlı olduğu tahmine edilmektedir. Cennet Yolcularının inançlarını temelinde Peygamber, Mesih gibi bir kurtarıcıyı reddetmesi ve temelinde kişiselliğin yatmasıdır. Bu yönüyle Cennet Yolcuları felsefi din görünümündedir.

cennet yolcularının bir afişi

İnanç Sistemleri


1-Tanrı vardır ve tektir.O gerçekten büyük güçlere sahiptir.
2-Tanrı bizi Dünya'ya sınamak için değil yaşattırmak için göndermiştir.
3-Ölümden sonra yaşam vardır.Ve ahiret diye bilinen bu yaşamda gerçekten de cennet cehennem vardır.
4-Tanrı insanı yaratırken O'na en iyi şekilde değerlendirmesi için iki büyük hazine verir.Yaşam ve Zihin.İnsan Dünya'ya geldiğinden itibaren bu iki hazineyi nasıl değerlendirdiğine göre Tanrı tarafından sınanır.
5-Kutsal Kitaplar,Peygamberler,Hadisler,mucizeler ve bize Tanrı tarafından gönderildiği söylenen bir çok safsata Tanrı'ya karşı verdiğimiz sınavda bize karşı kurulmuş tuzaktır.
6-5. maddede belirtilen tuzaklara düşenler Tanrı'nın kendisine verdiği hazineye ihanet etmiş olurlar ve Tanrı tarafından en ağır şekilde cezalandırılmayı hak ederler.
7- Önlerine konulan tüm aldatıcı tuzakları ellerinin tersleriyle itip yaşam ve düşünme haklarını en iyi şekilde kullananlar Tanrı'ya olan saygılarını göstermiş olurlar.Ve bu kimseler Tanrı tarafından "Ödül Evren"ine konarak ödüllendirilirler.
8-Ödül evreninde sadece mutluluk yoktur.Orada aynı yaşadığımız Dün- yada olduğu gibi her şey zıddını barındırır.Ödül Evreninde karşılığı bulunmayan tek şey yaşamaktır.Cennet Yolcularına göre Ödül evreni insana alabileceği en büyük hediyeyi verir;ona sınırsız yaşama hakkı tanır
9-Temel amacı olmadığı halde Tanrı bizi yine de sınar.Ancak bunu yaparken esas aldığı şey bize verdiği en büyük armağan olan beynimizi ne kadar iyi kullanabildiğimize bakar.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Masonluk

Masonluğun köklerini, Çin'den Ortadoğu'ya, Eski Yunan'dan Şaman rahiplerine, eski Mısır'dan Avrupa'nın şövalye tarikat larına kadar dünyanın çeşitli yer ve topluluklarına dayandırmak mümkündür, zira Masonik ritüel lere bakıldığında ise bu kadim öğretilerin tamamının etkileri görülebilmektedir. Fakat Masonluğun çok uzun yıllar boyunca çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde sürdürmesi ve 1390'da Regius el yazmasına kadar hiçbir kayıt tutmamaları sebebiyle, asal kökeni hakkında net ve kesin bir yargıya henüz varılabilmiş değildir. Tüm dünyadaki Masonlar köklerini MÖ 10.yüzyılda yapılmış olan Hazreti Süleyman Mabedi işçilerine dayandırsalar da, bu işçilerin de önceden bu işi yaptıkları ve oraya hep birlikte gittiklerinin bilinmesi, kökenleri daha eskiye taşımaktadır.

Operatif Masonluk

Hz.Süleyman Mabedi (MÖ 965-957)Ortaçağ'da nice ülkede Mason denilen duvarcı, taşçı gibi çeşitli yapı zanaatkarlarının kurdukları meslek loncaları vardı. Bugün Operatif Mason adı verilenler işte bu loncalarda çalışan yapı işçileridir. Bu loncalar da günümüzde Operatif Mason Locaları olarak anılır. Bu localar, üyelerinin mesleki menfaaetlerini koruyan, aralarında büyük bir dayanışma ile mesleki sırları kendi içlerinden dışarıya asla sızdırmayan kuruluşlardı.

Operatif Masonluğun piri ve en büyük ismi olarak, Hazreti Süleyman Mabedi'nin Baş Mimarı Hiram Abif'in ismi üzerinde bir anlaşmaya varılmıştır. Bu efsanevi kişilik, günümüz Masonluğunun en önemli ritüellerinde yer alır ve insanın kendisini yüceltmesi yolculuğundaki son noktanın, yani Kâmil İnsan olabilme serüveninin zirvesinin sembolü olarak, Hiram şahsiyeti ve isminde vücut bulur.

Masonlukta çok önemli bir yeri Büyük Üstat Baş Mimar Hiram Abif, Tanrı'ya atfedilen ilk yapı olan Süleyman Tapınağı'nın yapımında yanında çalışan ve Üstatlık sırrı ile gizli kelimesini öğrenmek için güç kullanmak isteyen üç Kalfa tarafından öldürülmüştür. Hiram Abif'in gömüldüğü yer belli olmasın diye üzerine bir akasya ağacı dikilmiş ve böylece akasya, Masonlar için kutsal ve özel bir anlama bürünmüş, Üstat derecesinin önemli sembollerinden birisi olarak kabul görmüştür.




Spekülatif Masonluk

Masonluğun öğretisini sembollerle yaptığı felsefi çalışmalara vermesiSpekülatif, veya Fikri Masonluk ise, duvar işçiliği ile uğraşan birer mesleki lonca olan Operatif Mason Localarında fikri ve felsefi çalışmaların da yapılmaya başlanması ile ortaya çıkan ve günümüz Hür Masonluğunun artık tamamına hakim olan anlayıştır. Binlerce yıldan bu yana inisiyatik-ezoterik geleneğin temsilcisi olarak Masonların iyiyi, doğruyu, güzeli, hakikati aradıkları, tüm dünyada hakim olacak bir sevgi anlayışını yerleştirmeye çalıştıkları, bu yoldaki bilgi ve deneyimlerini kuşaktan kuşağa aktararak geçmişi ve geleceği ile insanlığı bir bütün haline getirmeye çalışan, dolayısıyla toplumsal bir yaşayış ülküsünü gerçekleştirmeye çalışan bir düsturdur Spekülatif Masonluk.

Spekülatif çalışmaların Operatif Localar da başlamış olduğunu söylemiştik. Fakat Spekülatif Masonluk asıl ağırlığını 16.yüzyılın ortalarında, yapı işçisi olmayan haricilerin Mason Localarına kabul edilmeye başlanılması ile birlikte kazanmaya başlamıştır. Bu sayı zamanla hızla artmış, özellikle İngiltere ve Fransa'da soyluların, saray erkanının ve hatta kralların birbiri ardına Kabul Edilmiş Mason olmaya başlaması ile Mason Locaları kısa zaman içinde meslek loncaları olmaktan çıkıp, tamamiyle felsefi ve fikri çalışmaların yapıldığı Spekülatif Mason Locaları haline dönüşmüştür. Bugün tüm dünyada takip edilen gelenek de budur.

İlk Büyük Loca'nın Kuruluşu

İngiltere Birleşik Büyük Locası'nın amblemi24 Haziran 1717'de İngiltere'de 4 Loca bir araya gelerek, ilk Büyük Loca'yı, İngiltere Büyük Locası'nı kurdular. Kısa zaman içinde İngiltere'deki diğer Locaların da katılması ile genişlemiş ve 1723 yılında Büyük Loca, geleneksel ve kadim yasalarını derleme görevini Protestan bir Rahip olan James Anderson'a vererek ilk yazılı anayasasını oluşturdu ve Masonluğun, ara vermeden sürdürülecek olan, yazılı tarihi ve ilk yazılı yasaları böylece resmen başlamış oldu. Anderson Anayasası (veya Anderson Yasaları veya Nizamnamesi) adı verilen bu kuralların ana hatlarına, bugün halen dünya düzenli Masonluğunca riayet edilmektedir. Her ne kadar Anderson Anayasası kısa süreli bir anlaşmazlığa yol açmış ve York Locası'nın önderliğinde bir grup İngiltere Büyük Locası'ndan ayrılarak ayrı bir Büyük Loca kurmuş olsa da, ancak 1813 yılında bu iki Büyük Loca tekrar bir araya gelerek, bugün varlığını halen sürdüren ve düzenli Masonluğun ilk Büyük Locası olarak kabul edilen İngiltere Birleşik Büyük Locası'nı oluşturmuşlardır. Geleneksel olarak, günümüzde de sürdürüldüğü şekliyle, İngiltere Birleşik Büyük Locası Büyük Üstatları kraliyet ailesi ile soylu dük veya lordlar arasından seçilir.




Türk Masonluğu

Tüm dünyada masonluk, 1875 Lozan Konvanı ile, Gelenekçi Kesim ve Özgür Kesim olarak ikiye bölünmüş ve her ülkede bu yolda ayrışmalar yaşanmıştır. Bugün, İngiltere, Amerika ve Türkiye de dahil olmak üzere Avrupa’nın genelinde Gelenekçi Masonluk, Fransa'da ise Özgür Masonluk ağırlıklı olarak varlığını sürdürmektedir. Gelenekçi Masonluk denilen ve Masonluğu başlatan kurumlar olarak kabul edilen oluşumlar, bu ayrışma sonrasında Liberal Masonluk yolunu seçenleri Masonluğun Masonluk olarak adlandırılabilmesi için olmazsa olmaz umdelerine riayet etmedikleri için düzensiz ilan etmişler ve bu topluluklarla tüm ilişkilerini keserek onları Masonluktan dışlamışlardır.

Türk Masonluğu ise, çeşitli sebeplerle, 1965 yılında ayrılmış ve o güne kadar sadece Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası var iken, 1966 yılında Özgür Masonlar Büyük Locası da ortaya çıkmıştır. Bugün, 14.000 üyesi ile Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, Türkiye'nin en eski ve düzenli olarak kabul edilen Büyük Locası iken, 2.000 üyeye sahip Özgür Masonlar Büyük Locası ve onların bünyesinde çalışmalarını sürdüren Kadın Mason Büyük Locası bu oluşumun içinden ayrılmış bir fraksiyon olarak kendi çalışmalarını sürdürmektedir.

Türkiyede Masonluk Tarihi

Her ne kadar Türkiye'de Masonluğun ve ilk Masonların 1720'li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de, daha ziyade dış obediyanslara bağlı ve Osmanlı topraklarındaki yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar, 18. yüzyılın ortalarından itibaren Türkleri de içine almaya başlamıştır. Bilinen ve kayıtları günümüze ulaşan ilk Türk Masonlar, bu yüzyılın ortalarında topluluğa kabul edilmiş olan İbrahim Müteferrika ve Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi'dir.

1861 yılına kadar, daha ziyade İngiltere, Fransa ve İtalya milli obediyanslarına bağlı localarda çalışmalarını sürdüren Türk Masonluğu, bu yıl içerisinde Mısır asıllı Osmanlı Prensi Abdülhalim Paşa'nın önderliğinde Osmanlı Yüksek Şurası'nı, o zamanki ismi ile Makbul İskoç Riti Şura-ı Ali-i Osmani'yi kurar. Bu resmi cemiyeti ilk tanıyan dış obediyans ise 1869 yılında ABD Güney Jüridiksiyonu olur ve böylece Milli bir hüviyet kazanmış olan Türk Masonluğu, dış obediyanslarca da tanınmaya başlamış ve ABD'yi diğer bazı obediyanslar takip etmiştir.

Dönemin Osmanlı Yüksek Şurası'nın yanısıra yabancı obediyanslara bağlı olarak Osmanlı topraklarında varlıklarını sürdüren localar da çok sayıdaydı. Örneğin, İttihat ve Terakki üyelerinin çok büyük kısmını içinde barındıran ve bu harekete bir yerde ev sahipliği yapan iki locadan Macedonia Risorta İtalyan, Veritas ise Fransa Grand Orient'i bünyesindeki localardı.

1956 yılında dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur'un Büyük Üstatlığında, Yüksek Şura'dan bağımsız ve Masonluğun 3 âli derecesinde (Çırak, Kalfa, Üstat) çalışmak üzere ilk Türkiye Büyük Locası kurulur, fakat muntazam Masonluk tarafından, bir obediyansın düzenli sayılabilmesi için kabul edilen, Büyük Loca'nın Yüksek Şura'dan bağımsız olarak kurulabilmesi ilkesine riayet edilmemesi ve ilk Türk obediyansının bir Büyük Loca değil bir Yüksek Şura olması itibariyle Türk masonluğu uzun yıllar boyunca Düzensiz Masonluk (Grand Orient) tarafında kalır.

Dünya düzenli Masonluğunu temsil eden, ve bir yerde Hür Masonluğu (Fikri Masonluk, Spekülatif Masonluk) babası sayılan İngiltere Birleşik Büyük Locası'nın Türkiye Büyük Locası'nı kabul etmesi ise ancak 1970 yılında, 1909 yılında Mısır'da kurulmuş bulunan ve Resne Locası'nın düzenli köklerine bağlanarak gerçekleşir. Ondan önce İskoçya Büyük Locası tarafından 1965 yılında, aynı gerekçe ile kabul edilerek konsekre edilen Türkiye Büyük Locası bu yıldan itibaren dünya düzenli Masonluğunca kabul edilerek ritüelleri, kıyafetleri, mabetleri geleneksel Masonluğa göre yeniden tanzim edilerek muntazam bir hal alır ve bu düzenli Büyük Locaya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası adı verilerek kuruluş tarihi 1909 olarak tasdik edilir.

1965 yılında İskoçya Büyük Locası tarafından tanınması ve tasdik töreninin icra edilmesinden kısa bir süre sonra, küçük bir grup Türk Masonluğu'ndan ayrılarak düzensiz bir oluşuma gider ve hemen akabinde, bu grubun Türk ve Dünya Düzenli Masonluk dünyası ile alakaları, 1966'nın Ağustos ve Eylül aylarında birbiri ardına gelen kararlar ile süresiz olarak kesilir.




Türkiye'de Masonlar


Bugün, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Eskişehir, Denizli, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Antalya, Çeşme, Fethiye'de 200'ün üzerinde Locasında çalışan 14.000 üyesi ile Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, Türk Masonluğunun dünyadaki temsilcisidir. Yıllık %3 oranındaki üye artışı ile de dünyanın en hızlı büyüme oranına sahip obediyanslarından birisidir. Çalışmalarında din ve siyaset tartışmaları haricinde tüm konuşmaların özgürce yapıldığı ve analitik felsefi çalışmalar üzerine yoğunlaşan Localarında, ülke meseleleri söz konusu iken laiklik, Atatürkçülük ve ilericilik düşüncelerinden asla taviz verilmez ve bu ilkelere riayet etmeyen bir kimse herhangi bir Locanın üyesi olamaz. Bunun yanısıra, 21 yaşını doldurmamış, Tanrı inancına sahip olmayan ve hür bir erkek olmayan kimseler de aralarına kabul edilmezler. Bu niteliklerden herhangi birisini kaybeden üye, üyelikten çıkartılır.

Türkiye Büyük Locası, Masonluğun üç derecesinde (Çırak, Kalfa, Üstat) çalışır. 4 ile 33 arasındaki yüksek derecelere devam edip etmemek üyelerin kendi insiyatiflerindedir. Bu dereceleri yöneten Türkiye Yüksek Şurası'nın ise Büyük Loca ile herhangi bir organik bağı yoktur, aralarında sadece iyi niyet antlaşması vardır. Yüksek Şura'nın çalışmalarına katılabilmek için bir Masonun, kendi Locasında Üstat derecesine haiz olması ve Locasında düzenli ve iyi durumda olması gerekir. Kendi Locasındaki düzenini kaybeden bir üye, otomatik olarak yüksek derecelerde çalışma ve devam hakkını da kaybeder.

Her yıl bir kere yapılan beyaz gecelerde Mason eşleri, kızları, anneleri ve kızkardeşleri Mabetlere alınır ve onlara Masonik hikayeler anlatılır. Bu özel gecelerde Masonik çalışma yapılmaz ve herhangi bir ritüel gerçekleştirilmez.

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasına Nasıl Üye Olunur

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, T.C. İçişleri Bakanlığı Dernekler Masası'na bağlı olarak çalışmalarını sürdüren resmi bir dernektir. Derneğe katılma prosedürü, 2 senelik Üstat derecesine sahip bir üyenin önerisi ile başlar. Bu üye, önereceği kişiyi uzun zamandan beri tanıyor olmalı ve kendisiyle her şeyiyle kefil olabilecek kadar iyi tanımalıdır. Üstat Mason, aday yapmayı düşündüğü kişiye bu düşüncesini bir defa dile getirir ve haricinin olumlu karşılaması sonrasında işlemlere başlar. Doğru olan, bir defa önerilen kişinin olumsuz yanıt vermesi veya süre istemesi sonrasında teklifin bir daha yinelenmemesidir.

Aday gösterilmesine karar verilen haricinin teklif bilgileri teklif kesesine atılır. Kabulü ile ilgili herhangi bir engelin olmadığına dair Büyük Loca'nın verdiği onaydan sonra işlemler başlar ve adayın kimlik ve kişisel bilgileri önerildiği Locanın bir Üstat oturumunda okunur ve oylanır. 3 veya daha fazla olumsuz oy çıkması halinde aday reddedilir. Bu ve diğer tüm oylamalara yalnız o Locanın değil, herhangi bir Locaya bağlı tüm Masonlar katılma hakkına sahiptir. Oylama olumlu sonuç verdiği takdirde, adayı daha önce tanımayanlar arasından seçilen 3 Üstat Mason görevlendirilir ve aday hakkında önce uzunca bir araştırma yaparlar, daha sonra da kendisiyle görüşerek, derneğe kendi isteğiyle girmek istediği ile alakalı bir talepname ile Masonluğa neden girmek istediği ile alakalı bir form doldurmasını isterler ve buna adli sicil kaydının temiz olduğu ile alaklı bir belgeyi de eklemesini isterler.

Bu esnada adayın fotoğrafı ve bilgilerini içeren belge, Türkiye Büyük Locası'nın tüm binalarında askıya çıkartılır ve herhangi bir Mason'un, askıya çıkan adayı tanıdığını ve Masonluğa girmesine sıcak bakmadığının gerekçelerini yazılı olarak Büyük Loca ve adayın önerildiği Loca'ya bildirmesi ile tüm işlemler durdurulur.

Askıda da herhangi bir problem çıkmaması sonrasında, o ana kadar yapılan araştırmaların tüm sonuçları, Locanın yine bir Üstat oturumunda okunup, tartışılıp, oylandıktan ve bu oylama da temiz çıktıktan sonra adayın tekris adı verilen ritüelik ve geleneksel bir kabul töreni ile topluluğa kabulü sağlanır. Adaylıktan tekrise kadar giden bu safha, Locanın çalışma programı ve aday sayısına bağlı olarak, 6 ay ile 3 sene arasında bir zaman sürebilmektedir.

Tüm bu tahkikat safhasının herhangi bir yerinde reddedilen aday, üzerinden en az 1 sene geçmeden tekrar aday gösterilemez. İkinci defa reddedilen aday ise, üyelik hakkını tamamiyle yitirmiş olur.

Türkiye Büyük Locası'nın yıllardan beri üyeliğe giriş yaş ortalaması 40 civarında seyretmektedir. Her ne kadar Mason babanın çocuklarının 19 yaşında, olmayanların 21 yaşında derneğe üye olabilecekleri tüzükte yazılıysa da, bu pek görülen bir uygulama değildir. Yaklaşık 25 yaşından önce bir haricinin, babası Mason olsun veya olmasın, önerildiği nadiren görülür.



Türkiyede Dereceler ve Çalışma Sistemi

Türkiye Büyük Locası da, dünyanın diğer tüm düzenli Büyük Locaları gibi Masonluğun üç derecesinde, yani Çırak, Kalfa ve Üstat derecelerinde çalışırlar. Üstat derecesinin üzerinde bir derece, Büyük Loca bünyesinde yoktur.

Masonluğa kabul edilen ve düzenli bir Locada usülüne uygun olarak yapılan düzenli bir tören ile üyeliğe kabul edilen üye Çırak ünvanını kazanır. Kabul töreninin ardından en az 12 ay geçmeden Kalfalığa yükselinmez. Bu 12 ay içerisinde Çırak Mason, kendisine verilen en az üç ayrı Masonik ödevi başarıyla tamamlamalı ve Kalfalığa layık olduğunu, farklı zamanlarda verdiği bu tezler ile ispatlamalıdır.

Kalfa olduktan sonra da en az 12 ay geçmeden Üstatlığa yükselinmez. Üstat olabilmek için de Çıraklık dönemindekine benzer Masonik çalışmalar, bu sefer Kalfa gözüyle yapılır ve verilen tezler sonrasında Üstat olunabilir.

Türkiyedeki Büyük Üstadlar

2005-....... : Asım Akin
2003-2005 : Kaya Paşakay
2000-2003 : Demir Savaşçın
1998-2000 : Sahit Talat Akev
1996-1998 : Tunç Timurkan
1992-1996 : Can Arpaç
1991 : Suha Tuğrul Aksoy
1988-1991 : Orhan Alsaç
1986-1988 : Cavit Yenicioğlu
1981-1986 : Şekür Ökten
1980-1981 : Halit İ. Arpaç
1973-1979 : Nafiz Z. Ekemen
1965-1973 : Hayrullah Örs
1965 : Enver Necdet Egeran
1962-1965 : Ekrem Tok
1960-1962 : Kemalettin Apak
1955-1960 : Ahmet Salih Korur
1953-1955 : Fethi Erden
1933-1936 : Muhiddin Osman Omay
1932-1933 : Mustafa Hakkı Nalçacı
1930-1933 : Mim Kemal Öke
1927-1930 : Mustafa Edip Servet
1924-1927 : Fikret Takiyeddin Onuralp
1924-1927 : Servet Yesari
1921-1924 : Besim Ömer Paşa
1918-1921 : Fuat Hulusi Demirelli
1918 : Rıza Tevfik Bölükbaşı
1912-1915 : Mehmet Ali Erel
1910-1912 : Faik Süleyman Paşa
1909-1910 : Talat Paşa


Dünyada Derece Sistemi


En üstünde mason simgesi bulunan İnsan Hakları BeyannamesiGeleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun üç remzi derecesinde çalışırlar. Bunun üzerindeki dereceler için rit adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenebilir. Bu ritlere katılmak veya katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu veya yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Ülkemizde de takip edilen 33 dereceli İskoç Riti (veya Skoç Riti) dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle ABD'de geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.



Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanısıra, bu ana Loca ile ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer.

İskoç Riti İskoç Riti

İskoç Riti geleneksel amblemiDünya Masonluğunun büyük bir bölümünde olduğu gibi, Türk Masonlarınca da takip edilen, popüler bir Masonik rit. Çalışmaları 4. derece ile başlar ve 33. derecede sona erer.

İskoç Riti Tarihçesi

Sembolik bir amblemOperatif dönemlerde Localarda sadece Çıraklar, Kalfalar ve bir Üstat yer alırdı. Üstat, Locanın başkanıydı ve çalışmalar 2 derecede yapılırdı. Spekülatif Masonluğa ilk geçiş de bu sistem ile gerçekleştiyse de zaman içinde Üstatlık da 3. derece olarak çalışmalara eklendi ve eskiden sadece Üstat olarak anılan Loca başkanı, Üstadı Muhterem (Worshipful Master) olarak anılmaya başlandı.

Üç dereceli sistemi yeterli bulmayan ve aynı zamanda başarılı bir Mason da olan Fransız şovalye Ramsay (1686-1743), kendi şövalye geleneklerinden derlediği üç derece daha ekledi ve bu derecelere yükselecek üyeleri Üstat derecesine sahip Masonlar arasından seçerek ilk Masonik Riti yarattı ve bu Rite de İskoç Riti (veya Skoç Riti) adını verdi. Daha sonra, Paris'te çalışan St.Jean Locası 1758 yılında bu 6 dereceyi 25'e, kısa süre sonra ABD Locaları ise ortak bir çalışma ile derece sayısını bugün de kullanılan 33'e çıkartarak Ritin gelişimini tamamladılar (1786).

Ritin isminin, zannedildiği gibi İskoçya ve İskoç Masonluğu ile alakası yoktur. İskoç ekose deseninin sembolizması esas alınmış ve her bir karenin bir diğerini tamamlaması gibi, derecelerin birbirini ardına gelerek bir bütünlük oluşturdukları anlatılmak istenmiştir.



İskoç Riti Organizasyon Yapısı

İskoç Riti atölyelerinden birisinin amblemiİskoç Riti'nde çalışan obediyanslar -Büyük Localara bağlı olarak çalışan ilk üç dereceyi saymazsak- 4 farklı atölyede çalışmalarını sürdürürler. 4 ile 14. dereceler arasında yer alan derecelerin atölyelerine Olgunlaşma Atölyeleri, 15. ile 18. dereceler arasında çalışan atölyere Şapitr, 19. ile 30. dereceler arasında çalışan atölyelere ise Areopaj adı verilir. Felsefi çalışmalar 30. derecede sona erer. 31 ile 33. dereceler, idari derecelerdir ve bunlara da Konsistuar ismi verilir.

31. derece üyeleri Haysiyet Kurulu'nu, 32. derece üyeleri ise Yüksek Danışma Kurulu'nu oluştururlar. En büyük idari yetke ise, 33. dereceli Masonların oluşturduğu Yüksek Şura'dır. Yüksek Şura'nın başkanı Hakim Büyük Amir sanıyla anılır ve felsefi derecelerin en büyük yöneticisidir. Hakim Büyük Amir, sadece Yüksek Şura ve felsefi derecelerin idaresinden sorumludur, düzenli Masonluk'ta Mavi Localar adı verilen ilk 3 derece üzerinde herhangi bir otoritesi yoktur. Düzenli Masonlukta, bir ülkedeki en büyük ve tek yetkili otorite, Büyük Loca'nın Büyük Üstadıdır.

İskoç Riti Dereceleri

Yüksek derece amblemlerinden

4. Sır Üstadı
5. Mükemmel Üstat
6. Gizli Sekreter
7. Nazır ve Hakim
8. Bina Emini
9. Dokuzların Seçilmiş Üstadı
10. Onbeşlerin Seçilmiş Hakimi
11. Yüce Şövalye
12. Büyük Mimar Üstat
13. Royal Arch Şövalyesi
14. Yüce Üstat
15. Doğu Şövalyesi
16. Kudüs Prensi
17. Doğu ve Batı Şövalyesi
18. Rose-Croix Şövalyesi
19. Yüce İskoç
20. Sayın Büyük Üstat
21. Prusya Şövalyesi
22. Lübnan Prensi
23. Tabernakl Şefi
24. Tabernakl Prensi
25. Tunç Yılan Şövalyesi
26. Triniter İskoç
27. Kudüs Mabedi'nin Hakim Amiri
28. Güneş Şövalyesi
29. St. Andre'nin Büyük İskoçu
30. Büyük Seçilmiş Kadoş Şövalyesi
31. Büyük Müfettiş
32. Gizli Sırrın Yüce Prensi
33. Hakim Büyük Genel Müfettiş




Türkiye'de İskoç Riti


18. derecenin alametiOsmanlı'da, özellikle İstanbul'da, 18.yüzyılın sonlarında İskoç Riti'nde çalışan pek çok yabancı Locanın olduğu biliniyor. Fakat ilk Türk İskoç Riti obediyansı resmi olarak Osmanlı döneminde, 1861 yılında Prens Abdülhalim Paşa'nın (veya Prens Sait Halim Paşa) önderliği ve başkanlığında kurulmuş ve Makbul İskoç Riti Şura-ı Ali-i Osmani adını almıştır. Uzun yıllar boyunca Türk Masonluğunu yöneten ve düzenli Masonlukça kabul edilmeyen bir biçimde ilk 3 derece üzerinde de hakimiyet kuran Yüksek Şura, bu yıllar içinde bir Büyük Loca hüviyetinde de varlık göstermiş, daha sonra Türkiye Büyük Locası, veya Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın kurulması ve kurulduktan bir süre sonra intizamını kazanması ile idari bağlarını ayırmışlar, bu sürede Türk Masonluğu bir bölünme dönemi de yaşamış, sonucunda düzenli Masonluk içerisinde kalan düzenli Masonlar, Büyük Loca ve Yüksek Şura ilişkilerini karşılıklı iyi niyet anlayışı, ahenk ve güzellik ile yeşerterek, düzenli Büyük Loca ile beraber düzenli Yüksek Şura'yı da kurmuşlardır.

Günümüzde etkinliğini halen Türkiye Fikir ve Kültür Derneği adı ile yürüten Türk İskoç Riti Masonları, çalışmalarını İstanbul, Ankara ve İzmir'de 4000'ün üzerinde üye ile devam ettirmektedirler. Türkiye'de İskoç Riti'ne devam edebilmek için Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın devamlı ve düzenli bir üyesi olmak ve Üstat derecesine sahip olmak gerekmektedir
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Düsukilik

Düsukilik (Dusukiye) tarikatının kurucusunun gerçek adı İbrahim Burhaneddin’dir. 1255 te Mısır da Düsuk ilçesinde doğdu 12594 de öldü. Mısır da öğrenim gördükten sonra tasavvufa yöneldi., toplumdan uzak, içine kapanık bir yaşam sürdü. Düsukilik tarikatını kurdu.Şeriata çok bağlı, gövdesel gereksinimleri en aza indiren, çok azla yetinen ir yaşam anlayışı vardır. Mutluluk Allah’ın adlarını anmakla, en azla yetinmekle, başkalarına iyilik etmekle, içe kapanmakla sağlanır.

Düsukilik’e girenlere, tekkede özel tören düzenlenir, belli görevler verilir, içe kapalı bir yaşama biçimi benimsetilir, başarılı olduğu görülürse topluk arasına alınır, anma törenlerine katılınılır.

Düsukilik genellikle Mısır dolaylarında yayılmış, Anadolu’da benimsenmemiştir. Pek gelişmiş bir tarikat değildir. Dört kolu vardır. Bunlar ;

1.Aşurulik (Aşuiye) : Kurucusu Seyyid Salih Aşur Mağribidir.

2.Süyütilik (Suyutiye): Kurucusu Cemaleddin Abdurahman Suyutidir.

3.Şernubilik (Şernubiye) : Ahmed Bin Osman Şernubi tarafındn kurulmuştur. Bu kişi bir süre İstanbul’a gelmiş, Cerrahilik Şeyhi Nureddin le görüşmüş, Halvetilik ilkelerini benimsemiş, ülkesine dönünce kendi adıyla anılan tarikatı kurmuştur.

4.Tazilik (Taziye) : Kurucusu Seyyid İbrahim Tazî dir. Pek gelişmemiştir.

DÜSUKİLİK (Dusukiye)Tarikatı Kütüğü


- İmam Ali
- Hasan Basrî
- Habib Acemî
- Davud Taî
- Maruf Kerhî
- Seriyus – Sakatî
- Cüneyd Bağdadî
- Mümşadül Deynurî
- Mehmed Deynurî
- Mehmed Bekrî
- Vecibeddin Kaadı
- Ömer Bekrî
- Ebülnecib Sühreverdî
- Ömer Şahabedin Sühreverdî
- Necibeddin Ali Şirazî
- Nureddin Abdüssamed
- Necmeddin Mahmud İsfahanî
- İbrahim Düsukî ….



Kaynak : İ.Z.EYÜBOĞLU





-----------------------------------------------------------




Yılan Eğiticileri
(SNAKE HANDLERS)



1955 yılında yılan sokması sonucu ölen George Hensley tarafından 1909 yılında Tennessee’de (Amerika Birleşik Devletleri) kurulmuş dini bir akımdır.

Batı Virginia’daki Micco Kilisesi yılan eğitilen ve sitriknin (strychnine ) içerek ibadet edenlerin merkezidir. İncil’deki “İman edenler vaftiz edilip kurtulacak, iman etmeyen ise hüküm giyecek.İman edenlerle birlikte görülecek belirtiler şunlardır: yılanları elleriyle tutacaklar.Öldürücü bir zehir içseler bile, bundan zarar görmeyecekler. Ellerini hastaların üzerine koyacaklar ve hastalar iyileşecek” (Markos 16:18) ayetler inançlarının temelini oluşturur.





Dinsel törenleri müzik ve ritmik el çırpma hareketleriyle düzinelerce zehirli yılanı tüm salonda hipnotize etme yoluyla saatlerce sürer.

Muhterem Liston Pack “Yılan Adam” (Snake Man) olarak bilinir.Liston Pack erkek kardeşi Bufford ve Kilisenin kurucusu Timmy Williams’ın sitriknin (strychnine )içerek ölmelerini seyretmesine rağmen hareketin için de kalmaya devam etmiştir. Günümüzde Yılan Eğiticileri varlıklarını devam ettirmektedirler.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Kirişnacılık


" Uluslararası Krişna 'yı Yaşatma Derneği " adı altında örgütlenmişlerdir. Sözkonusu dernek, 1966 'da ABD 'de Krişnayı üstün varlık, Mutlak Tanrı olarak kabul eden Bengali akımı örnek alınarak kuruldu.

Krişna müritleri günde 1 728 kez " Hare Krişna " mantrasını (kutsal formül ) söyleyerek "Bhagavat - Gıta"nın mesajını yaymak zorundadırlar.

Krişna 'yı yaşatmak için inzivaya çekilmeleri gereken müritleri, böylece az uyumakta,sıkı bir biçimde oruç tutmakta, et yememekte, teslimiyet yogası yapmaktadırlar. Ayrıca Krişna müritlerinin inanmayanlardan uzak durması ve ailelerini terk etmeleri gerekmektedir.

Günümüzde başta ABD (San Fransisco sokaklarında "Hare Krişna" matrasını söyleyerek gruplar halinde dolaşırken rastlanılabilir) olmak Bazı Batı ülkelerinde Krişna müritlerine rastlanılabilir. 1980 ‘lerin sonunda, ruhani öndere tam bir boyun eğme Krişnacılık Akımının gücünü azaltan skandallara yol açmasına rağmen Akım ,bağımsız bir din olma yolunda ilerlemektedir.



--------------------------------------------------------




Anglikanizm


Anglikanizm, Alm. Anglikanismus, Fr. Anglicanisme, İng. Anglicanism. İngiltere’nin resmi kilisesi olan Anglikan kilisesine has doktrin ve kurumlar. İngiltere’nin resmi mezhebi.

Hıristiyanlık, Roma ve Bizans imparatorluklarının resmi dini olduktan sonra, Hıristiyanlık adı altında büyük bir taassubla akla sığmaz zulümler yapılmaya başlandı.



İnsanların tüylerini ürperten Engizisyon mahkemeleri kurarak yüz binlerce insanı, haksız yere ve çok kereler servetlerini ele geçirmek için işkenceler yaparak öldürdüler. Hıristiyanlar içinde bu zulümlere isyan edenler çıktı. Luther Martin ismindeki papaz, 1517 yılında papaya isyan etti. Protestanlık mezhebini kurdu. Luther Martin ve Calvin (Kalven) Hıristiyanlıkta son değişiklikleri yapıp, İsa aleyhisselamın Havarilerinden işitilen doğru şeylere yalanlar da katarak birbirine uymayan inciller meydana getirdiler. Böylece hıristiyanlık ismiyle akıl ve hakikat dışında bir din meydana geldi.

Luther’in kurduğu protestanlık ilk zamanlarda İngiltere’de fazla ilgi uyandırmadı. İngiltere, Katolik mezhebine bağlılığına devam etti. Yalnız bu durum uzun zaman devam etmedi. Nihayet 1534’de İngiltere kralı Sekizinci Henry, Papaya isyan etti. İsyan sebebi ise, karısı Catherine’den boşanıp Anne Boleyn adlı bir kadınla evlenmesini papanın kabul etmemesi idi.



Bunun üzerine kral katolik kilisesi ile ilgisini keserek protestanlık esasına uygun Anglikan kilisesini kurdu ve papalığın imtiyazlarını kaldırarak kendisini İngiliz kilisesinin büyüğü olarak ilan ettirdi. Altıncı Edward devrinde 42 maddelik bir inanç belgesiyle İngilizce olarak bir ibadet tüzüğü meydana getirildi. Elisabeth tahta geçince, katoliklik ile protestanlık arasında bir orta yol durumunda olan Anglikanizmin inanç belgesini yeniden yazdırarak 39 maddeye indirdi (1563). Sonraki asırlarda çeşitli grublara ayrılan anglikanizm mensupları protestan ve katolik kiliselerine yakınlaşma eğilimi gösterdiler. Halen İngiltere’nin resmi dini ve mezhebidir.
Günümüzde Anglikanizm

Günümüzde Anglikanlar Başta ingiltere ve İrlanda Olmak üzere Hristiyanlığın yaygın olduğu tüm ülkelerde yaşamaktadırlar. Sayıları yaklaşık 80.000.000 civarındadır.

Kaynak: Rehber Ansiklopedisi





------------------------------------------------------------





Tanrının On Emri
Joseph Kibweteere’nin liderliğini yaptığı Tanrının On Emri adlı tarikat kendilerini modern eğitim ve tıptan soyutlamış tarihin ikinci büyük toplu intihar olayı Uganda'da gerçekleştirerek gündeme gelmişlerdir. Tarikatın 650 üyesi, kendini yakarak intihar etmişlerdir.'Tanrının On Emri' adlı tarikat üyelerinin, Ugandanın başkent Kampala'nın 320 kilometre güneybatısındaki Rukingeri bölgesinde bulunan Kanungu kasabasında bir kilisede toplanıp saatlerce şarkı söyledikten sonra, kendilerini ateşe vererek intihar etmişlerdir.




Tarikat üyelerinin intihar etmezden önceki gün soda ve meyvesuyu içtikleri bir parti yaptıkları ve 16 Mart 2000 günü kilisenin önünde giysilerini, paralarını, çantalarını ve kilisede bulunan bazı şeyleri yaktıkları belirtildi. İddialara göre tarikat üyeleri intihardan bir gün önce yakınköylerdeki akrabalarını ziyarete gittiler. Ve cuma günü de Meryem Ana'nın kendilerini almaya geleceğini inanarak beklemeye başlamışlar.

Tarikat üyelerinin, liderleri 'peygamber' lakaplı Joseph Kibweteere'nin dünyanın sonunun geldiği ve cennete gitmek için hazırlanmaları gerektiği şeklindeki uyarısından sonra kendilerini kiliseye kapatarak ateşe verdikleri öğrenildi. Lider Kibweteere'nin toplu intihardan önce müritlerine tüm mal varlıklarını paraya çevirmelerini emrettiği öğrenildi. Kilisenin tüm pencerelerinin çivilendiği ifade edildi.

Kendisi gibi kilise tarafından afaroz edilen 3 rahip ve 2 rahibeyle tarikatı yöneten liderin daha önce 31 Aralık 1999'da dünyanın sonunun geleceğini açıkladığı, ancak bu tarihi daha sonra 31 Aralık 2000 olarak değiştirdiği öğrenildi.Tarikat lideri Joseph Kibweteere, yardımcısı Cledonia Mwerinde ve 6 polisinde aralarında bulunduğu ölenlerin büyük çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturuyor.
 
Top Bottom