• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Türkiye'nin Tarihi ve Kültürel Değerleri

DİNSEL YAPITLAR​

Akdamar Kilisesi​

Van Gölü'ndeki Akdamar adasında bulunan kilise 915-921 yılları arasında yapıldı. Mimarı Keşiş Manuel'dir. Ermeni Kralı I. Gagik tarafından yaptırılmıştır. Dört kollu, haç biçiminde bir planı vardır. Taş işçiliği ve duvarlarındaki kabartma figürlerle Ermeni mimarlığının önemli yapıları arasındadır.

Ayasofya (Hagia Sophia)​

İstanbul'da 532'de yanan bazilikanın yerinde Bizans İmp. Justinianus tarafından mimar Antemius ve İsidoros'a yaptınlarak 537'de ibadete açıldı. Çeşitli onarımlarla günümüze ulaştı. En büyük onarım Mimar Sinan tarafından yapıldı ve kubbe yıkılmaktan kurtarıldı. 1453 yılında İstanbul alınınca camiye dönüştürüldü. Çeşitli padişahlarca dört minare eklendi. 1934 yılında müze haline getirildi. Mozaikleriyle ünlü yapıyı 55.60 m. yüksekliğinde ve içten 30.80.-31.88 m. çapında 40 kaburgalı bir kubbe örtmektedir. Binanın ağırlığını 40'ı aşağıda, 67'si üst katta 107 sütun taşımaktadır.

AYA İRİNİ (ST. İRENE)​

Topkapı Sarayı I. avlusunda yer alan Aya İrini VI. yüzyılda İmparator Iustinianus zamanında inşa edilmiştir. Yapı atrium, narteks, üç nefli naos ve apsisten oluşmaktadır. Malzeme ve mimarisi ile tipik bir Bizans yapısıdır.

1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra kilise camiye çevrilmediği için yapıda önemli bir değişiklik yapılmamıştır.

Uzun süre ganimet ve silah deposu olarak kullanılmıştır. Tophane müşirlerinden Damat Ahmet Fethi Paşa 1846 yılında Türk müzesinin ilk nüvesini oluşturan eserleri burada sergilenmiştir. 1869 yılında Aya İrini, Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) adını almıştır. Zamanla, sergi mekânlarının yetersiz kalması nedeniyle buradaki eserler 1875 yılında Çinili Köşk'e taşınmıştır. 1908 tarihinden itibaren Aya İrini Askeri Müze olarak kullanılmıştır. Daha sonra bir süre boş kalan yapı onarılmış ve Ayasofya Müzesi Müdürlüğü'ne bağlı bir birim haline getirilmiştir. Ayasofya Müzesi Müdürlüğü'nün izni ile gezilebilir

NOEL BABA​

Bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholaos, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında önemli bir Lykia kenti olan Patara'da doğmuştur. M.S. 300'e doğru Patara refah içindeyken kentte yaşayan zengin buğday tüccarının bir oğlu olur ve ona Nicholaos adı verilir. Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiştir. Daha gençliğinde bile mucizeler yarattığına inanılır. Bu inanca göre inşa halindeki bir kilisenin yıkılmasıyla enkaz altında kalan Nicholaos, annesi ağlayıp inlerken, üzerine yığılan taşların altından sağlam olarak kurtulmuştur.

Bir süre sonra babası öldüğünde büyük bir servetin tek mirasçısı olmuş ve servetini yoksullara yardım için harcamaya karar vermiştir. Bu sırada Patara'da önceleri çok zengin olan bir şahıs fakirleşmiş ve kızlarının çeyizini yapamayacak duruma gelmiştir. Çaresizlikten kızlarını satmayı bile düşündüğü bir anda, Nicholaos durumu görerek onlara yardım etmeye karar verir. Kendini belli etmemek ve aynı zamanda gururlarını kırmamak için kızların evine gece gider. Onlar uykuda iken büyük kızın açık olan penceresinden çeyizine yetecek olan bir kese altını içeri atar. Sabah parayı bulan büyük kız çok sevinir ve kötü durumdan kurtulur.

Daha sonra ortanca ve küçük kızın çeyiz paralarını da karşılamak isteyen Nicholaos, pencereleri kapalı olduğu için bacadan atar. İşte Noel Baba'nın yılbaşında hediye bırakma öyküsü böylece doğar. İkonalarda ve resimlerde de Nicholaos'ın üç altın top ile gösterilmesi bu yüzdendir.

Aziz Nicholaos'un yaşamıyla ilgili bir öykü de şöyledir;
Nicholaos hacı olmak üzere Kudüs'e gider. Geri dönüşünde fırtınaya tutulan gemiyi dualarıyla batmaktan kurtarır, ayrıca denize düşerek boğulan bir denizciyi de diriltir. O günden sonra Aziz Nicholaos denizcilerin de koruyucu azizi olarak kabul edilmiştir.

Nicholaos bir müddet sonra Patara'nın komşu kenti Myra'ya göç eder. Myra Başpiskoposu ölmüş yerine geçecek kişi üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Bunun üzerine sabah kiliseye ilk gelen kişinin başpiskopos olması kararlaştırılır. Aziz Nicholaos kiliseye ilk gelen kişi olarak başpiskopos seçilir. Burada da mucizelerine devam ederek üç generali ölümden kurtarır. Diğer bir öyküsü ise şöyledir:

0 yıl Myra'da kıtlık çıkar. İskenderiye'den Byzantion'a mısır götüren bir filo Myra'nın limanı olan Andriake'ye uğrar. Nicholaos hemen limana koşar ve her gemi başına bir miktar mısır vermelerini ister. Gemiciler Byzantion'a vardıklarında istemeyerek verdikleri mısırların yerlerinde olduğunu hayretle görürler.

Hıristiyanlara karşı olan İmparator Diocletianus ve Licinius zamanında Nicholaos da diğer Hıristiyanlar gibi bir ara hapsedilmiştir. M.S. 325 tarihinde Hıristiyanlık içindeki problemleri çözmek için İznik'teki (Nikaea) meclis toplantısına Myra Başpiskoposu olarak katılır. Yolda giderken bir handa öldürülerek salamura yapılmış üç çocuğu dirilttiği daha sonra Bonaventure adlı bir kilise adamı tarafından iddia edilmiştir. Ögrencilerin de koruyucusu olduğuna inanılan Aziz Nicholaos'un 6 Aralık 343'te 65 yaşında iken öldüğü sanılmaktadır. Myralılar onun adına bir kilise yaparak içindeki lahitte onu sonsuz uykusuna bırakmışlardır.

Haçlı Seferleri sırasında 20 Nisan 1087'de Bari'den gelen tüccarlar kemiklerini çalıp Bari'ye götürmüş ve yaptıkları bazilikaya gömmüşlerdir. onun olduğu sanılan geride kalmış bir kısım kemik ise bugün Antalya Müzesi'nde saklanmaktadır.

Noel Baba Kilisesi​

Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki zelzelede yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir. Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042'de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zöe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.

XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra'da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738'de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu'yu gezen C. Texier, Myra'ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra'ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir.

1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi'nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876'da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.
Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba'ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O'nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion'da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır. Şimdi biz Anadolu Bizans mimarisinin ilgi çekici bir yapısı olan St. Nicholaos Kilisesi'ni beraberce gezelim.

Müze girişinden sonra taş döşeli yoldan aşağıya doğru inilir. İnerken Noel Baba'nın heykeli solumuzda yeşillikler içinde görülür.
IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir.

Binanın esas girişi batı yönünde olmasına karşılık biz gezi yönünde anlatmayı daha uygun bulduk. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri'nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba'ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır.

Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı çerçevesi bizi lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.

Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba'ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba'nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087'de Bari'li korsanlar, Noel Baba'nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari'ye götürmüşlerdir.

İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır. Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba'nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise birbaşka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.
 

Kariye (Chora) Kilisesi​

İstanbul Edirnekapı yakınlanndaki mozaik ve freksleriyle ünlü bu kilise Bizans İmp. Alexius Komnenos'un kayınvalidesi Maria Dukaina tarafindan yaptırıldı ve sonradan büyütüldü. Hz. İsa'ya ithaf edilmiştir. Mozaik ve fresklerinin çoğu 1305-1320 yıllarında yapıldı. II. Bayezit döneminde camiye çevrildi. Cumhuriyet döneminde 1929'da restore edildi, mozaikleri meydana çıkanldı ve Ayasofya'dan sonra müze olarak ziyarete açıldı. Mozaik Müzesi olarak değerlendirilmiştir.

Küçük Ayasofya Camii - Ss. Sergius ve Bacchus Kilisesi​

Küçük Ayasofya Camii Eminönü ilçesinde Cankurtaran ile Kadırga semtleri arasında Marmara surlarının güney deniz kısmına yaklaşık 20 m. mesafede konumlanmaktadır. Bazı kaynaklarda yapının yakınında Hormidas Sarayı olarak bilinen Büyük Saray'ın bir pavyonunun ve bitişiğinde de Havari Petrus ve Pavlos adına yapılmış bazikal planlı bir kilise bulunduğu belirtiliyorsa da günümüzde bunların yerini tam olarak belirleyen hiçbir kanıt yoktur. (Prokopios 1994)

Günümüzde İstanbul'un kullanılabilir en eski yapısı olan Küçük Ayasofya Camii ya da eski adıyla Ss. Sergius ve Bacchus kilisesi 527-536 yılları arasında inşa edilmiştir. Kaynaklarda yapının inşaatı hakkında rastlanan efsaneye göre (Millingen 1912) I. Anastasyus devrinde I. Justiniaunus ve amcası I. Justinos, İmparator Anastasyus aleyhinde bir ayaklanmaya adları karıştığı için idama mahkum edildiler. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce çifte azizler Ss. Sergius ve Bacchus İmparator Anastasyus'un rüyasına girip I. Justinos ve I. Justiniaunus lehinde tanıklık ederler. Bu olaydan etkilenen imparator onları affeder. I. Justinianus tahta çıkıp imparator olduğunda çifte azizlere karçı şükran borcunu ödemek için adak kilisesi olarak Ss. Sergius ve Bacchus kilisesini yaptırır.
Yaklaşık 1000 yıla yakın bir süre kilise olarak hizmet veren yapı İstanbul'un fethinden sonra 1504'te II. Bayezid devrinde Kapu Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiştir.

Mimari Tanım
Yapı başkent Konstantinopol'da merkezi planlı, birinci dönem Bizans kiliselerinin tipik örneklerindendir. Düzgün olmayan dikdörtgen planlı kilisenin batısında narthex kısmı, doğusunda da yarım altıgen biçimindeki apsis kısmı yer alır. Düzgün olmayan dikdörtgenin içine yerleştirilmiş olan sekizgen planlı orta mekan, köşelerinde exedra denilen yarım daire biçimli nişlerle genişletilmiştir. Bu orta mekanın köşelerine çokgen biçimli ayaklar ile apsis hariç bunların arasına ikişer sütun yerleştirilerek orta mekan ile apsis arasında bir mekan bütünlüğü sağlanmıştır. Bu plan şeması bakımından yapı; Ravenna - St. Vitale, Aachen - Aix Le Chapella ve Basra - Bacchus kiliseleri ile benzer özelliklere sahip olmasına rağmen üçüncü boyutta tamamen farklıdır.

Orta mekan üzerinde köşelerindeki sekiz büyük ayak ile taşınan 16 dilimli bir kubbe yer almaktadır. Bu dilimlerin sekizi düz, sekizi de iç bükey olup düz dilimlerde çekme gerilemelerinin erkisinde kalan alt kısımlarda bu etkiyi kaldırmak için kemer biçimli pencereler açılmıştır. Orta mekandan dikdörtgen forma geçişi sağlayan koridorların üstü tonozlarla geçilerek üst katta galeri şeklini alır. Galeri katında exedraların üstü üç kemerle taşınan yarım kubbelerle geçilmiştir.

Kilisenin yapıldığı dönemde iç duvarların eş zamanlı yapılarda olduğu gibi mozaiklerle süslü olduğu sanılmaktadır. Ancak günümüzde bunu doğrulayan hiçbir kanıt yoktur, yapının iç yüzeyi tamamen sıvalıdır. Yapıda Bizans dönemine ait tek süsleme orta mekanın etrafında galeri katı seviyesinde çok ince bir işçiliğe sahip üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan bir arşitravdır. Buna göre yapının putpereslik devrinde şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın yerine inşa edildiği ve adındaki Bacchus'un da buradan geldiği iddia edilmektedir.

Yapı Malzemesi
Ss. Sergius ve Bacchus kilisesinde kullanılan yapı malzemesi taş, tuğla ve harçtır. Kuzey, batı ve doğu cephelerindeki duvarlar, onarım görmüş kısımlar hariç yığma tağlanın geniş aralıklarla düzenlenen taş sıralarıyla takviyelenmesi ile oluşturulmuştur. Ortalama olarak 70x35x5 cm. boyutlu tuğlalar 4-5 cm. kalınlığında harç ile birbirine bağlanmıştır. 19. yüzyıl yapısı olan güney cephesinde ise düzensiz taş ve tuğla örgüleri vardır. Yapı bütününde tuğla örgüsünü takviye amacıyla yapılan taş sıralarında değişik kireç taşı türleri kullanılmıştır.
Yapı içinde malzeme olarak ayaklarda zemin katta 4 cm. harç ile bağlanmış kavkılı kalker, galeri katında ise tuğla kullanılmıştır. Koridorların ve galeri katının tonozları ile merkezi kubbede de malzeme olarak tuğla kullanılıp tuğlalar tonozun merkezinde birleşen ışınsal derzler oluşturacak biçimde yerleştirilmiştir.

Ayaklar arasında yer alan kolonlar kırmızı ve yeşil serpatinden olup, kolon başlıkları ile galeri katı seviyesindeki arşitrav Marmara mermerindendir. Yapı camiye çevrildikten sonra yapıya eklenen minber ve müezzin mahfili de mermerden yapılmıştır.

Yapının Geçirdiği Değişiklikler
Kaynaklara göre yapıda ilk hasar ve buna bağlı olarak ilk onarım 9. yüzyıldaki İkonoklazm hareketleri sonrasında oluşmuştur (Müller - Weiner 1977). Bunu takiben 1204 Latin istilâsı sonrasında da iç süslemelerin onarılması gekermiştir (Paolesi 1961).

1504'te Kapu Ağası Hüseyin Ağa'nın yapıyı camiye çevirtmesi sırasında yapının tüm iç süslemeleri değiştirilip iç kısmında güneydoğuya minber, kuzeybatıya müezzin mahfili, dış kısımında da batı duvarı önüne son cemaat yeri olmak üzere camiye özgü bazı bölümler eklenmiş, cephelerinde Osmanlı mimarî özelliklerine bağlı olarak farklı boyutlarda pek çok pencere açılıp mevcut pencelerinde bir kısmı kapatılmıştır.
Yapının güneybatı köşesine esas yapıdan bağımsız olarak bir minare inşa edilmiştir. İlk minarenin nasıl olduğu bilinmektedir. Kaynaklarda 18. yüzyılda Barok üslup özelliklerine sahip yeni bir minarenin yapıldığı belirtilmektedir. (S. Eyice 1978). Bu Barok üsluptaki minarenin gövdesi sekizgen bir kürsüye oturtulmuş, gövde Barok profili kemerlerin üzerine yükselip yukarıda bir bilezik kısmıyla şerefeye bağlanmıştır. Tamamen Barok süslemelere sahip şerefenin korkuluğu da düz levhalardan yapılmıştır. Kurşun kaplı klasik bir külahı olan bu minare bilinmeyen bir nedenle 1936 yılında kürsüsüne kadar yıkılmıştır. Bir süre yıkık duran minare 1955 yılında şimdiki yeniden inşa edilmiştir.

Önemli deprem kuşağı üzerinde bulunan İstanbul'da 1600'den günümüze dek VI şiddetinden daha büyük şiddetli 89 deprem kayıtlı olduğuna göre Küçük Ayasofya Camii'nin daha fazla deprem yaşadığı kuşkusuzdur. (N. Çamlıbel 1991). Kapu Ağası Hüseyin Ağa'nın vakıflarında 1648 depreminde sıvaların döküldüğü, kuzey ve güney camlarının kırıldığı, 1763 depreminde de yapının büyük hasar gördüğü ve restorasyon işlerinde Ahmet Ağa'nın görevlendirildiği belirtilmektedir (S. Eyice 1978).

1870-1871'de yapıyla güney deniz surları arasında kalan bölgeye yapıdan yaklaşık 5 m. mesafeden geçecek biçimde demiryolu inşa edilmiştir. Zemin seviyesinden 1 m. yükseklikte bulunan demiryolu yaklaşık 50 yıl tek hat olarak hizmet vermiştir. Kaynaklarda belirtildiğine göre her tren geçişinde güney duvarlarının taşları döküldüğü için 1877'de Osmanlı örgü üslubuyla bir duvar örülmüştür (Mathews 1971). 20. yüzyılın başlarında demiryolu zemin seviyesinden 3m. yükseltilerek çift hatlı hale getirilmiştir.
Balkan Savaşı sırasında savaştan kaçanlar tarafından barınma mekanı olarak kullanılan yapı Cumhuriyet döneminde 1937 ve 1955'te olmak üzere iki büyük onarım geçirmiştir (S. Eyice 1978). Daha önce sıvalı ve badanalı olarak bilinen yapının cephesi 1955'ten sonra bakım görmüş ve kubbe kasnağı dışında tüm cephede tuğla ve taş örgüleri görünür hale getirilmiştir.

Günümüzde cami olarak kullanılan yapının kuzeydoğu ve güneydoğu kısımlarında özellikle exedralarda yoğunlaşan çatlaklar mevcuttur. Bu çatlaklar sürekli olup kubbeden başlayıp exedralar üzerindeki yarım kubbelerden ve galeri tonozlarından geçip yapının dış duvarlarına kadar inmektedir. Yapının güvenliğini tehlikeye düşüren bu çatlakların oluşum nedenlerinin bulunması ve hasarların onarılması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

Küçük Ayvasıl Kilisesi (St. Anna Kilisesi)​

St. Anna Kilisesi de denilen Küçük Ayvasıl Kilisesi 1923 yılına kadar kilise olarak faaliyetini sürdürmüştür. Daha sonra Belediyenin ambarı olarak kullanılmıştır. Bu gün kullanılmıyor.

Üç nefli bir bazilika olan kilise nartesksizdir. Nefler birer apsisle son bulmaktadır. Apsisler içten ve dıştan yuvarlak planlıdır. Orta ve yan nefler beşik tonozla örtülmüşlerdir.

Sütunlar devşirme olup, iyon başlıklarıyla impostları taşımaktadırlar. Kemerler tuğladandırlar.
Zeminin altında bir mezar odası bulunmaktadır. Batı duvarının dışında kalan izler yapının vaktiyle başka bir yapıya bağlı olduğunu göstermektedir.

Yapıda fresk kalıntısı olmasına rağmen çok bozulmuş durumdadır.

Sumela Manastırı​

Trabzon'un Maçka İlçesinin Altındere Köyü sınırları içinde Altındere vadisine hakim Karadağ'ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerinde kurulmuş olan Sumela Manastırı, halk arasında “Meryem Ana” ile anılır. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı, bu konumuyla manastırların şehir dışında, ormanlarda, mağara ve su kenarlarında kurulma geleneğini sürdürmüştür.
Meryem Ana adına kurulan manastırın “Sumela” adını siyah anlamına gelen “melas” sözcüğünden aldığı söylenmektedir. Bu ismin manastırın kurulduğu koyu renkli Karadağlardan geldiği düşünülmekte ise de, Sumela kelimesi buradaki Meryem tasvirinin siyah rengine bağlanabilmektedir.

Rivayete göre; Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375-395) Atina'dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulmuş olan manastır 6. yüzyılda İmparator Justinianus'un manastırın onarılarak genişletilmesini istemesi üzerine generallerinden Belisarios tarafından tamir edilmiştir.

Sumela Manastırının şimdiki durumuyla varlığını 13.yüzyıldan itibaren sürdürdüğü bilinmektedir. 1204 tarihinde kurulan Trabzon Komnenosları Prensliği'nden III. Alexios (1349-1390) zamanında manastırın önemi artmış ve fermanlarla gelir sağlanmıştır. III. Alexios'un oğlu III. Manuel ve sonraki prensler döneminde de Sumela yeni fermanlarla zenginleştirilmiştir.

Doğu Karadeniz kıyılarının Türk egemenliğine girmesini takiben Osmanlı Padişahları pek çok manastırda olduğu gibi Sumela'nın da haklarını korumuşlar, bazı imtiyazlar vermişlerdir.

Sumela Manastırı'nın 18. yüzyılda bir çok bölümü yenilenmiş, bazı duvarlar fresklerle süslenmiştir. 19 yüzyılda büyük binaların ilave edilmesi ile manastır muhteşem bir görünüm kazanmış, en zengin ve parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemde son şeklini alan manastır pek çok yabancı seyyahın ziyaret ettiği, yazılarına konu edilen bir yer haline gelmiştir.

Trabzon'un 1916-1918 yılları arasındaki Rus işgali sırasında manastıra el konulmuş, 1923'den sonra tamamıyla boşaltılmıştır.
Sumela Manastırı'nın başlıca bölümleri; Ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadır ve bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine inşa edilmiştir.

Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdadır. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmıştır.
Dar ve uzun bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşılmaktadır. Giriş kapısının yanında muhafız odaları bulunmaktadır. Buradan bir merdivenle iç avluya inilmektedir. Solda, manastırın esasını teşkil eden ve kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli manastır binaları bulunmaktadır. Sağ tarafta kütüphane yer almaktadır. Yine sağda yamacın ön yüzünü kaplayan büyük balkonlu bölüm keşiş odaları ve misafir odaları olarak kullanılmıştır ve 1860 yılına tarihlenmektedir.

Avlunun etrafındaki binalarda odalardaki dolapları, hücreleri, ocakları ile Türk sanatının etkileri de görülmektedir.

Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarları fresklerle donatılmıştır. Kaya kilisesinin içinde avluya bakan duvarda III. Alexios dönemine ait fresklerin varlığı tespit edilmiştir. Şapeldeki freskler ise 18. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir ve üç ayrı devirde yapılan üç tabaka görülmektedir. En tabakanın freskleri daha üstün niteliktedir.

Sumela Manastırında yer yer sökülerek alınmış olan ve oldukça harap bir görünüm taşıyan fresklerde işlenen başlıca konular İncil'den alınmış sahneler, Hz. İsa ve Meryem Ana hayatıyla ilgili tasvirlerdir.

Karanlık Kilise​

Kuzeydeki kavisli bir merdivenden kilisenin dikdörtgen, beşik tonozlu narteksine çıkılır. Narteksin güneyinde bir mezar bulunmaktadır. Kilise haç planlı, haç kolları çapraz tonozlu merkezi kubbeli, dört sütunlu, üç apsislidir.

Karanlık Kilise olarak adlandırılmasının nedeni, narteks kısmındaki küçük bir pencereden çok az ışık almasından dolayıdır. Bu sebeple fresklerdeki renkler oldukça canlıdır.

Kilise ve narteks İncil ve İsa siklusunu içeren zengin süslemelere sahiptir. Ayrıca Elmalı ve Çarıklı Kilise'de olduğu gibi Tevrat kaynaklı sahneler de resmedilmiştir. Kilise, 11.yüzyıl sonu 12.yüzyıl başına tarihlenmektedir. Sahneler: Deesis, müjde, Beytüllahim'e yolculuk, doğum, üç müneccimin tapınması, vaftiz, Lazarus'un diriltilmesi, başkalaşım, Kudüs'e giriş, son akşam yemeği, ihanet, İsa çarmıhta, İsa'nın cehenneme inişi, kadınlar boş mezar başında, Havarilerin takdisi ve görevlendirilmesi, İsa'nın göğe çıkışı, İbrahim Peygamber'in misafirperverliği, üç Yahudi gencin yakılması ve aziz tasvirleri.

Suleymaniye Camii​

Osmanlı'nın eski yapılarında, iki önemli konuya özen gösterilirdi. Bunlardan biri yapının yapılacağı yer, ikincisi de yapının bölümlerinin birbirine uyum sağlamasıdır. Yeri bakımından yapısı yüksek bir alanda bulunsun, bulunmasın yapının sayesinde geniş bir alan görülür. Ne kadar uzağa bakılsa gökyüzü görülür. Yapının genel görünümü gösterişli ve genişçedir. Her ayrıntısı ve çeşitli süslemeleriyle devamlı şekilde sâde ve uyumlu bir etki sağlayabilir.

Mimar Sinan ile öğrencilerinin üstün zekâları sayesinde mey- dana gelen güzel sanat eserleri içinde Osmanlı Mimari usullerinin en gerçekçi olarak görüldüğü yapı, Süleymâniye Cami'dir.

Camii, Kantarcılar mahallesine bakan bir tepe üzerinde Bâb-ı Vâlâ-yı Seraskeri (Genelkurmay Başkanlığı bugünkü İstanbul Üniversitesi Rektörlük ve diğer binaları) ile Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ- penâhî (bugünkü İstanbul Müftülüğü binası) arasındadır. Ulu bir görüntü ile göğe doğru uzanır. Geniş avlusunda etrafa göz atıldığında Rumeli ve Anadolu kıtaları ve İstanbul önünde birleşen iki deniz ve adalar görülür. Biraz daha uzaktan ve havanın sisi için- den Keşi~ (Bursa Ulu Dağ) Dağı, açık bir havada Osmanlı'nın eski büyüklüğünü düşündürür.
Böyle bir güzel görünüm insanın aklına hoş düşünceler getirir. Süleymaniye Cami'nin oldukça sade olan dış görünümü, son de rece güzel ve etkili hatları, bulunduğu yerin güzelliğini tamamlar. İnsanın düşüncelerini en doruk noktada kendisini yaratana ulaştırır. Süleymâniye Camü 1556 yılında Kanûnî Sultan Süleyman ta- rafından yaptırılmıştır. Avlusunun iki yanında minareleri vardır. Rivayete göre, dört minâre, camii yaptıranın İstanbul'un fethin- den sonra dördüncü hükümdar olduğunu gösterir. Minârelerin şerefelerinin toplam sayısıda Kanunî Sultan Süleyman'ın Osman- lı Devleti'nin kurucusu olan Sultan Osman Gazi'den sonra onuncu padişah olduğunu belirtir. Cami ön kısmının iki yanındaki minarelerde ikişer ve avlunun sonunda iki minarede de üçer şerefe olup dört minarede toplam on şerefedir ve alt kısımlarında sarkaç süslemeleri vardır.

Yine Cami'nin ön kısmıyla iki yanında bulunan üç güzel k dan içeri girilir. Bu kapıların üstleri yassı kemerlidirler. Kemerin üzerinde de süslü oymalar vardır. Kubbenin etrafında yirmi dört kubbe ve bir o kadar da sütunlar ile bir daire oluşur. Ön kısmında bulunan kapıya en yakın olan iki sütun somaki taşındandır. Diğer sütunlardan sıra ile onu sarı gül renginde mermer ve onu da beyaz mermerdendir. Bu sütunların tamamı mücevherî mimarî yöntemi ile yapılmış olup boşlukları beyaz mermerdir. Sarkaçların uçları dahi süslenmiştir. Caminin çatısında yi: dört kubbe vardır. Kubbelerin iç yüzeyleri yağlıboya üzerine çek motifleri işlenip süslenmiştir. Ortada olan en büyük kubbe beyaz mermerden sarkaçlar ile süslenmiş olup, sarkaçların ucu yaldızlıdır.

Caminin iç kapısının yukarı kısmı üçgen şekilde, süslü beyaz mermerden yapılmıştır. Üzerindeki süsleme son derece güzel olup görünüşü dahi büyük yapılara örnektir. Kapı caminin bütün mimari özellikleri ile son derecede uyumludur.

Cami binası ile 'avlunun duvarı arasında eşit aralıklarda ve her iki tarafta iki küçük oda vardır. Kapı aralığının pencereleri dik- dörtgen şekildedir. Ortalarında mavi yüzey üzerine mineli çiniler ile süslenmiş bir kemer bulunmaktadır. Bu kemerin üzerinde beyaz harflerle âyetler yazılı levhalar vardır.

Kapının önünde avlunun ortasında üzeri çinko kaplı ve birbiri- ne paralel dört yönlü, son derece sade bir şadırvan yapılmıştır. Bunun güzel süslemeleri zümrüd yeşili renkte boyanmış demir parmaklıklardır. Bu parmaklıkların üzerindeki pervazlar beyaz mermerdendir. Bunların üzerinde de büyük yaprak şekilleri bezenmiştir ki bu yaprakların ortalan da zümrüt rengidir.

Avlunun tabanı tamamen beyaz büyük mermer taşlarla döşelidir. Ancak caminin içine girilecek bölümde kapı arasında yani, büyük kapının önünde çok güzel somakiden yapılmış iki metre kadar çapında yuvarlak bir taş konulmuştur.

Her ne ise bu somaki taşın üzerinden geçilip caminin içine girilir. Orada ilgi çekici olarak göze ilk görünen şey caminin son derece geniş alanı ve yüksek kubbesidir. Kubbenin tamamının üzerinde açık, mavi, beyaz ve sarı süslemeler kaplıdır.

Bu renkler cami çok canlı bir şekilde süslemektedir. İçten ve dıştan birçok işlemeler ve oymalar, değerli mermerler ve fağfurî (porselen)ler vardır. Bu işlemelerde beyaz ile mavi, özellikle be- yaz renk çoktur. Somaki ve gül renginde granit sütunlar ve bazı kırmızı çizgiler süslemelere uyumlu şekilde çeşni katarlar. İşlemelerin yaldızlan da son derece sınırlı bir şekilde kullanılmış olduğundan yapının ulu görüntüsüne zarar vermemiştir.

Büyük kubbeyi tutan dört büyük dirsek vardır. Bunların, alt yanında da, giriş katı ile kadınlara özel olan ve kare şeklinde caminin ortasına bakan mahfelin bulunduğu yerin karşısında ikinci katın yan tabakalarının dayandığı sütunlar bulunmaktadır.

Ortada bulunan dairenin etrafında üç yuvarlak kat vardır. Ramazan ve bayram gecelerinde bunların parmaklıkları üzerinde yakılan kandiller yıldız, çiçek ve yaprak gibi şekiller oluştururlar. Bu katların birine kapının yanında yapılmış iki merdivenden girilir. İki yüksek katdan biri ortada bulunan büyük kubbenin al- tındadır. Yukarıda sözü edilen kubbelerin üzerine de cami avlusunun dışından konulmuş ağaç merdivenler ile çıkılır. Bu ikinci katta insan hoş bir manevî duyguya kapılır. Caminin içinde çıkan her çeşit ses (akustik) orada toplanır. Caminin içinde herhangi bir tarafında al~ak sesle bile söylenmiş olsa, her ne söylenirse orada duyulur.

İlgi çekici insanı şaşırtan diğer bir özellik de mimarlara örnek gösterilebilir. Bunu da aşağıda açıklayalım: Yeraltında birtakım yollar kazılıp üzerlerinde birtakım kemerler yapılmıştır. Bu yollardan caminin içinden dışarıda, Süleymâniye'nin bütün yan yapılarına su dağıtan su depolarına gidilir. Süleymâniye Camii'nin mimarı ünlü Mimar Sinan cami içinde devamlı hoş güzel bir hava bulundurmak için bu yer altındaki yolları yapmıştır. Caminin ta- banının orta kısmında yer alan bu yollar üzerinde tahtadan kapaklar konularak aşağıdan gelen hava aracılığı ile caminin içerisinin yaz mevsiminde devamlı serin ve kış mevsiminde sıcak olması sağlanmıştır.

Süleymâniye Camii’sini süslemekte olan levhaların tümü ünlü hattat Hasan Çelebi tarafından çizilmiş ve yazılmıştır. Bu ünlü hattatın mezarı Sütlüce'de öğretmeni olan kişinin yanındadır. Hasan Çelebi'nin güzel eserlerinden olarak mavi zemin üzerine be- yaz harfleri oluşturan mineli çiniler gerçekten övgüyle anlatılacak eserlerdir. Bu çinilerin etrafı zümrüt mavisi renkte yaprak şekille- ri olarak mihrabın iki tarafını süslerler. Sol tarafta bulunan minber gibi mihrabın da beyaz mermerden yapılmış süslü sarkaçları vardır. Minberi oluşturan mermer taşlar dört parçadır. Minberin kapısıyla kanatlan birinin uzunluğu ve diğerinin yüksekliği sekiz metre olarak tek parça mermerden yapılmıştır. Sağ tarafta bulunan mahfel (Padişaha özel bölme)de beyaz mermerden olup, mücevherî mimari yöntemi ile yapılmıştır ve uçlarında süslü be- yaz mermerden başlıklar ile somakî sütunları vardır. Bu mahfelde abdest almak için çok süslü iki musluk vardır. Mahfelin kapısıyla tahtaları tamamen geometrik şekiller oyulmuş ceviz ağacın- dandır. Yine aynı mahfelde bulunan ceviz bir kürsünün üzerin- deki oymalar da son derece özenilerek yapılmıştır. Caminin diğer tarafında hatib (din konularında konu~san, bilgi veren)'in konuş- ma yeri vardır. Burası sade olarak yapılmış ise de Padişah mahfeli kadar güzeldir ve mücevherî yöntem ile yapılmıştır. Hatib mahfelinin arka kısmında bir kütüphane yapılmıştır. Çok güzel bir parmaklık ile ayrılmıştır. Bu parmaklığın onarımı Sultan I. Mahmud zamanında Sadrazam Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Daha sonra bu parmaklık Ahmet Vefik Efendi tarafından tekrar onarım yapılarak yenilenmiştir. Camiden dışarı çıkıldığın- da diğer dış katların üslerinden geçilir. Bu katların en a~ağıdaki olanı sıra ile kemer şeklindeki kubbeler ile yapılmıştır. Bu kubbelerin bazıları yüksek ve bazıları da alçak ve dardır. En yukarıdaki kubbe ise müstevî mimari yönteminde yapılmış olup kemerleri aynı hizada dar ve yüksektir.

Kıble tarafında içinde gül ağaçları dikili mezarlar vardır. Bunların ortasında çok güzel türbeler de bulunur. Bunlardan camiyi yaptıran Padişahın (Kanûnî Sultan Süleyman) türbesi de buradadır. Türbenin tanıtımı özel olarak ayrıca yapılacaktır. Türbenin et- rafında gerek padişah soyundan, gerek tarihte adı geçmiş ünlü kişilerden bazılarının mezarları olduğu gibi ünlü Sadrazam Ali Paşa ile ailesi de orada gömülüdür.
Süleymâniye Camii'nin mimarı olan Mimar Sinan'ın mezarı bu anlatılan ünlülerin arasında olmayıp, Caminin dış avlusu ile kendi zamanında Yeniçeri Ocağı olan Bâb-ı Fetvâ-Penâhî (bugünkü İstanbul Müftülüğü) arasında, kendilerine özel, alçak gönüllüce bir güzel mezar yapmıştır.
Mimar Sinan'ın Yeniçeri (bir askerî sınıf) komutanlarından olduğu ve uzun zaman onur ve şerefle mimar oldukları sürece yeniçeriler sınıfında Hasekilik ulufesi (ücreti) almış olduğu bilinmektedir.

Başlangıçta Osmanlı Devleti'nin askerî gücünü en yüksek düzeye çıkarmış oldukları halde sonraları devamlı ayaklanmalar ile hem padişaha hem de halka zararlı davranışlarda bulunan Yeniçeri Ocağı, Sultan II. Mahmud tarafından yüksek kararlılıkları ile kapatılmasıyla, geride kalanlara yeniçerilerin adını hatıra getirecek bir iz ve eser bırakmayıp herşeyiyle yok edilmiştir. Hatta Yeniçerilerin mezar taşlarında bulunan imâme (başlıklar)leri kırılmıştır. Ancak özel olarak Mimar Sinan'ın mezarına dokunulmamıştır. Padişah Sultan II. Mahmud'un özel izinleri ile Osmanlı Mimarisi'nin öncülerinden olan kişinin mezarı üstünde Hasekîlerin görülmeye değer imâmelerinin şekli bugünde durmaktadır.
Süleymâniye Camii'nin yan yapıları İslâmi bilimlerin öğretildiği özel bir mektep, dört yüksek okul (medrese), bir lise, bir tıb mektebi, bir ilk öğretim mektebi, bir aşevi ve öğrenciler için hastahane, bir hamam ve bir akıl hastahanesinden oluşan külliyeden meydana gelir.
Peçevî Tarihi'nin 424. sayfasında anlatıldığına göre Süleymâniye Camii'nin yapılmasında vekillere (hesap görevlisi, muhasebeci) tarafından tutulan defter kayıtlarında caminin yapım giderlerinin sekizyüzdoksanaltıbin sekizyüzseksen üç (896.883) florin olarak gösterilmektedir. O zaman elli tanesi bir kuruş olmak üzere elliüç milyon yediyüzseksenikibin dokuzyüz (53.782.900) akçe karşılığıdır.

Kanunî Sultan Süleyman'ın zamanındaki bir kuruşun zamanımızdaki gümüş Mecidiye ile elli kuruş yirmiyedi paraya karşılık olacağı Mösyö Belen tarafından tahmin olunduğuna göre Süleymâniye Camii’nin bütün yapım giderleri şimdiki hesaplarla ve Sîm Mecidiye (bir para çeşidi) karşılığı olarak ellidörtmilyon beş- yüzsekizbin dokuzyüzaltmışdokuz (54.508.969) kuruşa ve yahut onmilyon dokuzyüzbin (10.900.000) Frank'a ulaşır. Florin altmış akçe olarak hesaplanırsa yaklaşık yine bu rakkam elde edilir.

Selimiye Camii​

Sultan II. Selim tarafından Mimar Sinan'a 1568-1575 yılları arasında Edirne'de yaptırılmıştır. Sinan'ın "ustalık eserim" dediği camidir. Üçer şerefeli, 71 m. yüksekliğinde dört minaresi vardır. Şerefelere üç ayrı merdivenle çıkılmaktadır. Sekiz fil ayağına dayanan kubbesi 31,28 m. çapında olup tabandan yüksekliği 43.28 m.'dir. Mermer minberi ve çinileriyle ünlüdür. 1878'de Rusların Edirne'yi işgali sırasında çinilerinin bir bölümü sökülüp Rusya'ya götürülmüştür. Çevresindeki diğer Sinan yapılarıyla birlikte Selimiye Külliyesi adıyla anılır.

Sultanahmet Camii​

Sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'da adıyla anılan meydanda 1609-1616 yılları arasında yaptırıldı. Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'dır. Türkiye'nin altı minareli tek camisidir. Cami bölümü 64 x 72 m. boyutlanndadır. Caminin içi 260 pencereyle aydınlatılmıştır. Mavi, yeşil ve beyaz renkli çok güzel çinilerle bezendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami" olarak adlandırılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur.
 

Hanlar, Kervansaraylar, Çarşılar, Bedestenler​


Sultan Hanı (Alaeddin Kervansarayı)​

Aksaray'a 40 km. uzaklıkta ve Sultanhanı kasabasındadır. Selçuklu kervansaraylarının en büyüğü ve en güzelidir. I. Alaeddin Keykubat tarafından 1229 yılında yaptırılmıştır, bir yangından sonra 1278'de onarılarak genişletilmiştir. Mimarı Muhammed bin Havlan el-Dimışki'dir. 50x110 m.ebatında bir plan üzerine yapılmıştır. Yazlık ve kışlık olmak üzere iki bölümdür. Taçkapısının bezemeleriyle ünlüdür.

Rüstem Paşa Kervansarayı​

Edirne'dir. 1554 tarihinde Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. İki katlıdır. Birinci katta 39, ikinci katta 41 odası vardır. 1972 yılında restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Kapalıçarşı​

İstanbul Kapalıçarşısı Fatih tarafından kurulmuş, Kanuni döneminde (1520-1566) büyütülmüş, 1701 yılında bugünkü planıyla inşa edilmiştir.

Mısır Çarşısı​

İstanbul'da Eminönü'ndedir. IV. Mehmet'in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından Yeni Cami'ye vakıf olarak yaptırılmıştır. Yapımına Mimar Kasım Ağa başlamış, 1660 yılında Mimar MustafaAğa tarafından tamamlanmıştır. Plan I, şeklindedir. Altı kapısı ve 86 dükkanı bulunmaktadır. Son şeklini 1943 restorasyonunda almıştır.

Edirne Bedesteni​

Çelebi Sultan Mehmet tarafındanEski Cami(Cami-i Atik)'ye gelir temini amacıyla yaptırılmıştır.(XV. yüzyıl
 

Medreseler, Darüşşifalar, İmaretler, Hamamlar​


Karatay Medresesi​

Konya'da 1251 yılında Selçuklu veziri Karatay tarafından bu Selçuklu medresesinin duvarlarınfda ve kubbe içindeki çini mozaik dekorasyon gözalıcı güzelliktedir. Çini Eserler Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Gök Medrese​

Sivas'tadır. Sahip Ata tarafından 1271 yılında Mimar Kaluyan'a yaptırılmıştır. Çifte minareli taçkapısı, taş süslemeleriyle yapının en görkemli bölümüdür. 12 tür hayvan başı, yıldız ve hayat ağacı motifleri dikkati çeker. Taçkapıdan dört eyvanlı, havuzlu avluya girilir. Avlunun yanlarında, arkada medrese odalarının yer aldığı revaklar vardır.

Çifte Minareli Medrese​

Erzurum'daki bu medrese Osmanlı öncesi medreselerin en büyüğüdür."Hatuniye Medresesi" olarak da bilinmektedir. 1270-1291 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. İki katlı ve 35x48 m. boyutlarındadır. Taş bezelemeleri ve minareleriyle dikkati çeken bir yapıdır.

İzzettin Keykavus Şifahanesi​

Sivas'tadır. Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus I tarafından 1218-1219 yıllarında yaptırılmıştır. En büyük Selçuklu Şifahanesidir. Şifahane ve Keykavus'un türbesi çini süslemeleri ve taş işçiliğiyle ünlüdür. Türbe cephesinin çini süslemeleri Marendli Ahmet'in eseridir. Şifahanede göz, dahiliye, cilt ve ruh hastalıkları tedavi ediliyordu. Aynı zamanda medrese olarak da hekim yetiştiriliyordu.

Divriği Darüşşifası​

Sivas'ın Divriği ilçesindedir. Mengücekoğulları Beyi Ahmet Şah'ın eşi ve Fahrettin Behramşah'ın kızı Turan Melek tarafından Camiyle birlikte 1228-1229 yıllarında yaptırılmıştır. Mimarı Ahlatlı Muğis oğlu Hürremşah'tır. Dikdörtgen planlıdır. Türbe bölümünde Ahmet Şah ve eşi Turan Melek dahil 16 kişinin mezarı bulunmaktadır. Taş bezemeleriyle ünlüdür.

Amasya Şifahanesi (Bimarhane)​

İlhanlı Sultanı Olcayto ve eşi Yıldız (İlduş) Hatun adına köleleri Amber Bin Abdullah tarafından 1308-1309 yıllarında yaptırılmıştır. Klasik Selçuklu Medrese planı uygulanmıştır. Sabuncuzade Şerafeddin Bin Ali 14 yıl hekimlik yapmıştır. XIX. yüzyıla kadar birçok ünlü hekim şifahanede yetişmiştir. Ruh hastaları telkin ve müzikle tedavi ediliyordu.

İsmail Bey Hamamı​

İznik'tedir. İznik Beylerinden İsmail Bey tarafından yaptırılmıştır. (XIV-XV yüzyıl). Kubbe mimarisiyle tanınmıştır.

Sokollu Mehmet Paşa Hamamı​

Sokollu Mehmet Paşa tarafından Edirne'de 1568 yılında Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Çifte Hamam planlıdır. Geliri Üç Şerefeli Cami'ye bağlanmıştır.

Bursa Eski Kaplıca-Armutlu​

Eski Kaplıca-Armutlu I. Murat döneminde 1394 yılında yaptırılmış, 1511'de II. Bayezid tarafından soğukluk bölümü eklenmiştir.

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü​

Erzurum - Türk İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi ( Yakutiye Medresesi )
Medrese taçkapısında bulunan kitabeye göre, İlhanlı Hükümdarı Sultan Olcayto zamanında Gazanhan ve Bolugan Hatun adına, Cemaleddin Hoca Yakut Gazani tarafından Hicri 710 (milâdi 1310) yılında yaptırılmıştır.

Türkler'in Anadolu'ya gelişlerinden hemen sonra başlayan Anadolu'yu değişik amaçlı mimarî eserlerle donatma çabası bütün tarihi olaylara rağmen devam etmiş ve Selçuklu Dönemi geleneksel mimarî tarzı Yakutiye Medresesi'nde de sürdürülerek anıtsal bir yapı ortaya çıkarılmıştır.
Yapı dört eyvanlı kapalı avlulu medreseler grubundadır. Eyvanlar arasında hücreler yer almaktadır. Batı eyvanı değişik bir tarzda ele alınarak iki katlı inşa edilmiştir. Güney eyvanı mescit olarak planlanmış ve bu eyvanın her iki duvarına mermer vakfiye kitabesi yerleştirilmiştir. Orta avlunun üzeri mukarnaslı bir kubbeyle örtülmüştür. Doğu eyvanın bitiminde kümbet yer almaktadır. Kümbette mezar bulunmamaktadır.
Medresenin dışa taşkın taçkapısı ve iki köşesindeki minareleriyle kurulan denge, yapının bütününde de cepheye karşılık kümbet yerleştirilerek sağlanmıştır. Bu da mimarlığın Selçuklu Döneminde bilimsel metotlarla yapıldığını göstermesi bakımından önemlidir. Ancak köşelerdeki minarelerden biri şerefeye kadar, diğeri kaideye kadar yıkılarak üzeri konik külâhla kapatılmıştır.

Cephede yer alan bitkisel, geometrik motifler ve sembolik tasvirlerde de denge ve simetriye önem verilmiştir. Gerek taçkapısındaki ve hücre kapılarındaki süslemeler gerekse minaredeki çini süslemeler o dönemde, sanatta gelinen noktayı ve sanata verilen önemi göstermektedir.
Taçkapısının her iki yüzünde, silme kemerler içerisinde altta ajurlu bir küre, hayat ağacı, her iki taraftaki pars figürleri ve üstte çift başlı kartal, Selçuklu Döneminde dini inançların anlatımını da içeren ve bazı farklılıklarla değişik yapılarda karşımıza sık sık çıkan bir semboldür.

Erzurum Çifte Minareli Medrese​

Kitabesi olmadığından ne zaman yapıldığı ve gerçek adı bilinmez. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad'ın kızı Hundi Hatun veya İlhanlı Hanedanı'ndan Padişah Hatun tarafından yaptırılmış olabileceği düşüncesiyle buna Hatuniye Medresesi de denmektedir. Genelde 13. yy. sonlarında yapıldığı kabul edilir. Sultan IV. Murad'ın emriyle tophane haline getirilmiştir. Bir süre de kışla olarak kullanılmıştır. 1971-1972 yıllarında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce kazı ve restorasyonu yapılan medrese halen Erzurum Yakutiye Belediye Başkanlığı'nca kullanılmaktadır.

Dört eyvanlı, açık avlulu medreselerin Anadolu'daki en büyük örneğini teşkil eder. Çifte minareli taç kapısı güneyde ana eyvanla bitişen kümbetle değişik düzenlemeye sahiptir. Plandaki çarpıklık sur duvarına bitişik olmasından kaynaklanmaktadır. Cephede, taçkapı formundan başka çeşme nişleri ile yarım yuvarlak iki payanda vardır. Taçkapının iki yanında yükselen çok dilimli silindirik minareler sırlı-sırsız tuğla, pabuç kısımları ise mozaik çinilerle süslenmiştir. Şerefelerden itibaren üst kısımları yıkılmıştır. Taçkapıyı kademeli kuşaklar halinde çeviren plastik hacimli bitki süslemeleri ile kalın silmeli panoların içindeki ejder, hayat ağacı, kartal motifleri cephenin en gösterişli bölümleridir. Doğudaki tamamlanmış hayat ağacı ile kartal motiflerinin bir arma olmaktan çok, Orta Asya Türk inanışına kadar uzanan gücü ve ölümsüzlüğü dile getirdiği düşünülür.

Giriş eyvanın iki yanında kubbeyle örtülü odalar yer almaktadır. Uzun dikdörtgen avlu, değişik boyutlu sütun ve payelerle desteklenen revaklarla çevrilmiştir. Ortasında bir havuz bulunmaktadır. Revakların ortasında yer alan hücreler iki katlıdır. Küçük olan yan eyvanlar yıldız tonozlarla örtülmüştür. İç mimarî süslemelerin yarım kaldığı gözlenmektedir. Hücre kemerleri, kapı-pencere çerçeveleri ile sütunlarda görülen geometrik ve bitki örnekleri yanında ayet-hadislerden oluşan yazı kuşakları da mevcuttur.

Ana eyvanın sonunda altlı-üstlü merdivenlerle kümbetin mumyalık ve gövde kısmına geçilmektedir. İçten haçvari planlı mumyalıkta iki lahit mevcuttur. Onikigen planlı kümbet, Anadolu'daki bu tür mezar anıtların en büyüğüdür. Medresenin dışında kalan sekiz yüzde, birer atlamak suretiyle, alttan mukarnas kavsaralı ve daha büyük, üstte sade ve küçük olmak üzere sekiz pencere açılmıştır. Konik külâh, kırmızı renkli taşlarla kaplanmıştır. Tüm mimarî ihtişama rağmen süslemeleri yarım kalmıştır.
 

Kutsal Yerler, Eşyalar, Dergahlar​


Eyüp Sultan​

İstanbul'un Eyüp semtindeki cami ve yanındaki Eyüp Sultan türbesi en çok ziyaret edilen kutsal yerler arasındadır. Hz. Muhammed'in sancaktarı Ebu EyyübEnsari İstanbul'un Araplar tarafından ilk kuşatılması sırasında (672-679) burada şehit düşmüştür. Mezarı Akşemseddin tarafından bulunmuştur. Fatih Sultan Mehmet 1458'de ilk cami ve türbeyi yaptırmıştır. Günümüze ulaşan cami, III. Selim'in eskisini yıkıp yeniden yaptırdığı yapıdır. Osmanlı sultanları tahta çıktıktan sonra kılıç kuşanma törenlerini Eyüp Sultan'da yapmışlardır. Cami'nin haziresindeki ve çevresindeki mezarlıklarda pek çok ünlü kişinin, sanat eseri sayılan mezarları bulunmaktadır.

Kutsal Emanetler​

Hz. Muhammed'e dostlarına ve bazı peygamberlere ait eşyalardır. Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethinden sonra İstanbul'a getirilmiş, bir bölümü de İslam ülkelerinden derlenmiştir. Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi'nde korunmakta ve sergilenmektedir.

Hacıbektaş Dergahı​

Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesindedir. Hacı Bektaş Veli adına bir külliye olarak inşa edilmiştir. Selçuklular döneminde ilk bölümleri yapılan dergah Osmanlılar döneminde ekler ve onarımlarkla bugünkü durumunu almıştır. I. avlu, II. Avlu, mescid, III. Avlu, Huzuz-u Pir ve türbe, Balım Sultan türbesi dergahın başlıca bölümleridir. Bektaşilikle ilgili eserlerin bulunduğu bir müze haline getirilerek 1964'te hizmete açılmıştır.

Konya Mevlevi Dergahı​

Selçuklular döneminde 1274 yılından itibaren ilk bölümleri inşa edilen, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde yapılan onarım ve eklerle bugünkü şeklini alan dergah; şadırvanlı avlu, tilavet odası, türbe, semahane, mescid, derviş odaları, matbah(mutfak), çelebi dairesi ve meydan-ı şerif bölümlerinden oluşmaktadır. Avluda Sinan Paşa, Fatma Hatun, Hürrem Paşa, Hasan Paşa, Mehmet Bey türbeleri bulunmaktadır. 1927 yılında müze haline getirilmiştir.

Galata Mevlevihanesi​

İstanbul Galata (Kulekapısı) Mevlevihanesi 1491'de İskender Paşa tarafından yaptırıldı. İlk şeyhliğinde Sinoplu Safayi Dede getirildi. 1765'de ünlü Dİvan Şairi Şeyh Galip postnişin oldu. 1925'teki son şeyhi Ahmet Celaettin Dede'dir. Mezarlığı'nda Şeyh Galip başta olmak üzere pek çok ünlü Mevlevi'nin mezarı bulunmaktadır. 1973'te Divan Edebiyatı Müzesi yapılmıştır.
 

Mezarlar, Kümbetler, Türbeler​

Likya Kaya Mezarları (Demre)​

Muğla ve Antalya civarındaki Likya kültürünü yansıtan kaya mezarları genellikle ev biçimindedir. Ön yüzde Grek tapınaklarının benzeri İyon sütünlarının taşıdığı üçgen alınlık ve küçük bir kapı bulunmaktadır. Ölüler, mezar odasındaki sekiler üzerine yatırılmaktaydı.

Herakles Lahdi​

1958 yılında Konya-Beyşehir yolunun 60 kilometresindeki Tiberiopolis kenti kalıntılarında bulunmuştur. Roma dönemine, 220-260 yıllarına tarihlenmiştir. 2.50 x 1.30 m. boyutlarında ve 1.70 m. yüksekliğindedir. Dört cephesinde Herakles'in 12 işine ait rölyefler vardır. (Konya Arkeoloji Müzesi)

İskender Lahdi​

Osman Hamdi Bey tarafından 1887 yılında Sayda'da yapılan arkeolojik kazılarda bulunmuştur. İki uzun cephesinde Makedonya Kralı Büyük İskender'in Perslerle yaptığı savaşlara ilişkin rölyefler bulunduğu için "İskender Lahdi" adıyla tanımlanmıştır. Yüksekliği 2.12 m., uzunluğu 3.18 m. ve genişliği 1.67 m.'dir. Üçgen alınlıklı, çatı kapaklıdır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)

Ağlayan Kadınlar Lahdi​

1887 yılında Sayda'da sabanla tarlasını süren bir köylü tarafından bulunmuş, Osman Hamdi Bey tarafından İstanbul'a getirilmiştir. Dünya lahitlerinin en önemlilerinden biridir. Hellenistik dönem eseridir. M.Ö. 360 yılında ölen Sayda Kralı Straton'a ait olduğu tahmin edilmektedir. Yüksekliği 2.97 m., uzunluğu 2.54 m., en 1.37 m.'dir. Lahdin üzerinde kralın ölümüne ağlayan kadınların ve cenaze kortejlerinin rölyefleri bulunmaktadır. Yapımında birden çok heykeltıraşın çalıştığı anlaşılmaktadır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)

Ahlat Mezarları​

Bitlis'in Ahlat ilçesinin Meydanlık Mezarlığı XI-XV. yüzyıllara ait mezarların bulunduğu bir Açık Hava Müzesi'dir. Bezemeli anıtsal taşları ve sandukalarıyla bu mezarlar görkemli birer sanat eseridir.

Emir Bayındır Kümbeti​

Bitlis'in Ahlat ilçesindedir. Akkoyunlu soyundan olup 1481 yılında ölen Melik Bayındır için yaptırılmıştır. Kitabesinde Bayındır Bey'in hayatı ve yaptığı işler anlatılmaktadır. İki katlıdır. Mimarisi ve taş bezemeleriyle görkemli bir görünüşe sahiptir.

Hüseyin Timur ve Bugatay Aka Kümbetleri​

Bitlis'in Ahlat ilçesindedir. Hüseyin Timur kümbeti (önde), 1279 yılında ölen Emir Hüseyin Timur ve 1280'de ölen Esentekin Hatun'un mezarıdır. Arkadaki kümbet ise 1287 yılında ölen Akkoyunlu soyundan Bugatay Aka ve Şirin Hatun için yaptırılmıştır.

Hüdavend Hatun Kümbeti​

Niğde'dir. Selçuklu Sultanı IV. Kılıçarslan'ın kızı Hüdavend Hatun için 1312 yılında yaptırılmıştır. Sekizgen planlı yapı içten kubbe, dıştan piramit çatı ile örtülüdür. Taş bezemeleriyle ünlüdür.

Mevlana Türbesi​

Konya'nın Mevlevi Dergahı içindedir. İlk türbe Tebrizli Bedreddin tarafından 1274 yılında yapılmıştır. Eklemeler ve onarımlarla günümüze ulaşmıştır. Dört fil ayağı üzerine oturan türbe 25 m. yüksekliğindedir. Gövde ve külah turkuaz renkli çinilerle kaplıdır. Bu yüzden konik kubbeye "Kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe)" denilmiştir. Türbenin içinde Mevlana'nın babasına, Mevlana'ya, eşi ve çocuklarına, akrabalarına ve postnişinlere ait 65 sanduka bulunmaktadır. Türbenin kalemişleri de çok değerlidir.

Yeşil Türbe​

Bursa'da I. Mehmet'in yaptırdığı külliyenin içindedir. 1421 yılında Mimar Hacı İvaz Paşa tarafından yapılmıştır. Sekizgen planlı yapının dışı turkuaz renkli çinilerle kaplanmıştır. Türbenin içinde I. Mehmet'le ailesine ait 9 sanduka (mezar) bulunmaktadır. I. Mehmet'in sandukası, türbe iç duvarları ve mihrap, dönemin renkli sır tekniğinde en güzel çinileriyle bezenmiştir.Çiniler, Mehmet Mecnun adlı sanatçının eseridir.

Erzurum Üç Kümbetler​

Üç Kümbetler'den sekiz köşeli plan üzerine oturtulmuş olanının Saltuklu Devleti'nin kurucusu Emir Saltuk'a ait olduğu tahmin edilmektedir. Tamamiyle kesme taştan yapılmış olan kümbetlerin diğer ikisinin ise kimlerin mezarı olduğu bilinmemektedir. Bunlar Türkler'e ait kümbetler arasında plan, malzeme ve süsleme yönünden ayrı bir önem taşımaktadır.
 

Köprüler, Su Kemerleri, Sarnıçlar, Şadırvanlar​


Malabadi Köprüsü​

Diyarbakır Silvan yakınlarında ve Batman çayı üzerindedir. Artuklular döneminde 1147 yılında Timurtaş bin İlgazi bin Artuk tarafından yaptırılmıştır. 7 m. eninde ve 150 m. uzunluğunda bir köprüdür. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 m.'dir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır.

Valens (Bozdoğan)​

Kemeri İstanbul Saraçhane'dedir. Yapımına I. Constantinus döneminde (306-337) başlanmış, 378'de İmparator Valens tarafından tamamlanmıştır. Alibeyköy'den gelen içmesuyunu kente taşıyordu.İki sıra kemerden oluşmaktadır. Bir kilometre uzunlukta iken bugün 800 metrelik bir bölümü ayakta kalmıştır.

Yerebatan Sarayı (Sarnıcı)​

İstanbul Sultanahmet Meydanı'ndadır. IV. Yüzyılda Bizans İmparatoru I. Constantinus tarafından yaptırılmış, Justinianus döneminde VI. Yüzyılda onarılıp genişletilmiştir. Suları, Cebeciköy kemeriyle Belgrat ormanlarından getiriliyordu. Uzunluğu 141, genişliği 73 m.'dir. İçinde 12 sıra halinde 5'er m. aralıkla 8 m. yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır.

Mağlova Kemeri​

Mimar Sinan tarafından 1554-1562 yılları arasında İstanbul'da Alibey deresi vadisi üzerinde yapılmıştır. 1563'teki büyük sel felaketinde hasar gören kemerin onarımı 1564'te tamamlanmıştır. 36 m. yüksekliğinde ve 258m. uzunluğundadır. İki katlı kemerin alt katında 8 büyük, üst katında da 8 küçük gözü bulunmaktadır.

Uzun Kemer​

İstanbul'da Kırkçeşme su tesislerinin en uzun kemeridir. 1554-1562 yılları arasında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. 1563 yılındaki büyük sel felaketinden sonra onarılmıştır. 25 m. yüksekliğinde ve 711 m. uzunluğundadır. İki katlıdır. Alt katında 47, üst katında 50 gözü vardır

Kırık Kemer (Kovukkemer)​

İstanbul'daki bu su kemeri, eski bir Roma su kemeri temeli üzerine Mimar Sinan tarafından 1554-1562 yılları arasında yapılmıştır. 35 m.yüksekliğinde ve 408 m. uzunluğunda bir su kemeridir.Bir katlı bölümünde 12, üç katlı asıl kemer bölümünün birinci katında 4, ikinci katında 10, üçüncü katında da 21 göz bulunmaktadır. Giriş bölümündeki 90 derecelik yön değişikliğinden dolayı 'Kırık Kemer' adıyla tanınmıştır.

Süleymaniye Camisi Maksemi​

Caminin inşaat'inin son yıllarında, 1557'de Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. İstanbul'da Süleymaniye Camisi avlusundadur. Süleymaniye Camisi sularının dağıtımı bu maksemden yapılmaktadır.

Lüleburgaz Sokollu Mehmet Paşa Camisi Şadırvanı​

Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1539-1588 yılları arasında Mimar Sinan'a yaptırılan külliyenin cami avlusu içindedir.
 

Çeşmeler, Sebiller, Selsebiller, Havuzlar​


Sultanahmet Meydan Çeşmesi​

İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın birinci kapısı önündeki meydandadır. III. Ahmet tarafından 1728-1729 yıllarında Kayserili Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. Lale Devri'nin önemli yapıları arasındadır. 10 x 10 m. plan üzerine inşa edilmiştir. Her yüzünde birer çeşme, köşelerinde birer sebil bulunmaktadır. Mimarisi ve bezemeleriyle ünlüdür.

III. Ahmet Kütüphanesi Çeşmesi​

Topkapı Sarayı'nın üçüncü avlusunda III. Ahmet Kütüphanesi'nin kapısı önündedir. 1719 yılında III. Ahmet tarafından yaptırılmıştır.

Mihrişan Sultan Meydan Çeşmesi​

İstanbul'da Küçüksu'dadır. II. Mahmut tarafından 1806 yılında yaptırılmıştır

Osmanlı Öncesi İstanbul'da Su Tesisleri​

İstanbul'un bilinen en eski su tesisleri: Roma İmparatorluğu dönemine tarihlenmektedir. Sahip oldukları kentlerde su tesislerine büyük önem veren Romalılar, Antik Byzantion / Konstantinopolis / İstanbul'da da geniş bir su şebekesi kurmuşlar; kendilerinden önceki uygarlıklarda olduğu gibi şehre anıtsallık ve hareket kazandıran çok katlı, sütunlu ve heykellerle süslü nympheumlara, hamamlara, evlere, saraylara su getiren yapıları inşaa etmişlerdir. Vitruvius, roma dönemi mimarlığı yapı tipleri ve inşaa tekniklerini anlattığı on kitaptan oluşan De Architecture adlı eserinin VIII. Kitabında Roma'daki su yapılarını (sukemerleri, kuyular, sarnıçlar, suterazileri), IX. ve X. Kitaplarda da su aletlerini (su saati, su orgu, su basma makinaları, su çarkı, su değirmeni, Ctesibius pompası) anlatırken Roma dönemi maksemlerinin, suyollarının, kanalların, büyük su toplama havuzlarının tanımlarını vermektedir.

Roma dönemi ile ilgili bilgi veren yayınlardan, şehre uzak kaynaklardan kanallarla taşınıp getirilen suların, yüksek yerlerdeki su toplama havuzlarında ve taksimlerde toplanarak ve kanallarla sarnıçlara, evlere ve çeşmelere dağıtıldığı anlaşılmaktadır. Strzygowski ve Forchheimer, İstanbul'un Bizans dönemi su yapılarını anlattıkları Die Byzantinischen Wasserbehalter von Konstantinopel (1893) adlı kitapta, Belgrad Ormanları'ndaki bendlerde toplanan suların bir boru hattı ile buradan alınıp Haliç'e akan iki derenin oluşturduğu vadiler üzerinden sukemerleri yoluyla taşınarak şehir sularında Eğrikapı'ya kadar geldiğini, buradan kente dağıtılmak üzere üç ayrı semtteki (Atpazarı, Yenibahçe, Ayasofya) taksimlere ulaştığını belirtmektedirler.

ROMA DÖNEMİ SU YAPITLARI​


Sukemerleri / Aquaduct​

Üstü kapalı su yollarından akan suyun seviyesini sabit tutarak vadiler üzerinden geçiren ve aynı yükseklikte bir noktaya akıtan, köprü şeklinde ayaklı kemerler üzerine yapılan su yapısıdır. İstanbul'da Roma döneminde yapılmış ve günümüze kalıntıları ulaşabilmiş IV. yy'a ait sukemerleri; Valens / Bozdoğan Kemeri (368), Ma'zulkemer, Karakemer, Turunçluk Kemeri'dir.

Suterazileri​

Osmanlı döneminde su basıncını ayarlamaya ve suyu ölçerek dağıtmaya yarayan kule biçiminde yapılar olarak su dağıtım şebekesinde yerini alan suterazilerinin Roma dönemindeki biçim ve iç düzeneğine ait kesin bir bilgi yoktur. Romalı Vitruvius De Architectura'da, roma'daki su yapıları ile ilgili bilgi verdiği VIII. Kitap "Terazileme ve Terazileme Araçları" adlı V. bölümde, suyu konutlara ve kentlere taşıma yöntemlerini anlatırken, önce terazileme yönteminin geldiğini, terazilemenin suterazileri ve dioptrae, chorobates adlı araçlarla yapılabileceğini belirttikten sonra, bunların içinde en sağlıklı yöntemin chorobates adı verilen bir çeşit düz cetvel ile yapılan terazileme olduğundan sözetmekte ancak suterazileri hakkında ayrıntılı bilgi vermemektedir.

Maksemler​

Şehre gelen suların ölçülerek dağıtımının yapıldığını yapılardır. Vitrivius, De Architectura VIII. Kitapta şehrin surlarına kadar getirilen suyolunun bir su hazinesine sularını boşalttığını, bu hazinenin yanına üç bölmeli bir havuz inşa edildiğini, su hazinesine gelen suların ayrı ayrı üç borudan üç bölmeli havuzun her teknesine aktığını, üç tekneden ortadakinin sularının borularla bütün şehrin havuzları ve çeşmelerine, yanlarındaki teknelerden birinin borularla hamamlara, diğer teknenin sularının ise evlere gittiğinden sözetmekle böylelikle, Roma dönemi maksemlerinin tanımlarını vermektedir. Roma dönemi İstanbul maksemleri ile ilgili en ayrıntılı bilgi veren kaynak, Özkan Ertuğrul "Bizans Dönemi İstanbul Su mimarisi" adlı doktora tezinde (1989), Roma'nın ardılı Bizans / doğu Roma İmparatorluğu döneminde şehre gelen suların Nympheum Maximum, Tezgahçılar Kubbesi Maksemi, Balık Maksemi, Sultanahmet Maksemi, Valens Maksemi ile şehre dağıtıldığını belitmektedir.

Kanallar​

Suyun bir yerden başka bir yere taşınmasını sağlayan açık / kapalı kanallar açık ya da kapalı sarnıçlar arasındaki bağlantıyı kurmakta, çeşmeler ve evlere su taşımaktaydılar. Aynı zamanda sarnıçların fazla sularını aktarmalarını da sağlayan kanallardan günümüzde tespit edilebilenlerinin sayısı 23'tür. Su kanalları taş, kurşun veya pişmiş toprak malzemeden yapılmaktaydı. Vitrivius bunların içinde en sağlıklısının toprak borular olduğunu, kanal yatağına her yüz oyuk için bir inçin dörtte birinden az olmayan eğim verilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Büyük Su Toplama Havuzları, Kuyular ve Sarnıçlar​

Vitrivius, sukemerleri kurulabilecek kaynaklar yoksa kuyular kazmak geriktiğini belirtmekte, ayrıca suların toplandığı iki veya üç bölmeli, suyun birinden diğerine süzdürme yoluyla temizliğinin yapıldığı büyük haznelerden (sarnıçlar) bahsetmektedir. Sözü edilen haznelerle ilgili verilen bilgiler, bu haznelerin Osmanlı döneminde kullanılan suyun dinlendirildiği çökertme havuzlara benzediğini düşündürmektedir. Sarnıçlarla ilgili bilgilerin bulunduğu kısımda anlatılan, işlev açısından sarnıçlarla da kesişen bu büyük haznelerin bir örneği, Topkapı Sarayı Birinci Avlusu'nda bulunan, girişi ise İkinci Avlu'dan olan dolab Ocağı'dır. Sarayın tüm suyunun tolandığı ve dağıtıldığı bir merkez olan bu büyük haznenin / kuyunun yapım tekniği Roma dönemi özellikleri göstermektedir. Yanına Osmanlı döneminde bir sarnıç eklenmiştir. İstanbul'da Bizans öncesi dönemden beş adet (Topkapı Sarayı - Birinci Avlu Dolab Ocağı, Topkapı Sarayı - İkinci Avlu Sarnıcın yanında, Topkapı Sarayı - Beşinci Avlu Fil Kapısı yanında, Manganlar Bölgesi'nde Hagia Maria Hodigitria Vaftizhanesi'nin yarım daire avlusunun merkezinde, Darphane Avlusu içinde): Bizans döneminden de iki adet (Topkapı Sarayı - İkinci Avlu Bab-üs Selam'dan mutfaklara giren ilk kapı önünde revak altında, topkapı Sarayı mutfak revakları önünde) kuyu tespit edilebilmiştir.

Kuyularla bağlantılı bir diğer Roma dönemi su yapı türü sarnıçlardır. Günümüze ulaşabilmiş bilinen sarnıçların en eskileri Roma'nın ardılı Bizans / Doğu roma İmparatorluğu dönemine tarihlenmektedir.

Vitrivius, VIII. Kitabının VI. Bölümü'nde "Su Kemerleri, Kuyular ve Sarnıçlar" başlığı altında sarnıçlarla ilgili "Zemin sert veya damarlar fazla derindeyse; su çatılardan veya yüksek yerlerden toplanarak signinum yapılmış sarnıçlarda biriktirilerek sağlanmalıdır" bilgisini vermektedir. Signinum'un nasıl yapılması konusunda verdiği bilgilerden bu işlemle suyun biriktirileceği haznenin iç yüzeyinde bir tür yalıtım oluşturmanın hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Bu yalıtımın amacının da suyun tadını ve berraklığını arttırmak olduğu Vitrivius'un şu satırlarından anlaşılmaktadır. "Bu tür yapılar, suyu birinden diğerine süzdürme yoluyla temizliğinin sağlanması için iki veya üç bölmeli olmalıdırlar: bu şekilde su çok daha sağlıklı ve tatlı olacaktır. Çünkü, çamurun çökebileceği bir yer olduğunda su berraklaşacak, kokusuz olacak ve tadını koruyacaktır: aksi durumda ise, tuz katılarak temizlenmesi gerekecektir."

Vitrivius'un bu satırlarından Roma dönemi sarnıçlarının suyun dinlendirildiği çökertme havuzları olarak da kullanıldığı sonucu çıkmaktadır.

Çeşmeler​

Romalılar'ın ve Bizanslılar'ın günlük yaşantısında büyük önemi olan su ve su yapılarından günümüze çok fazla kalıntı ulaşmamış olsa da kaynaklardan, özellikle Romalılar döneminde zengin örneklerine rastlanan çoğunlukla sütunlu caddeler, forumlar gibi kentin siluetine katkıda bulunan noktalarda konumlandırılan nympheum / anıtsal çeşmelerin, Byzantion / İstanbul'da var olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle İmparator Valens (364-378) tarafından 368'de yaptırıldığı kabul edilen kemerden gelen suyun ulaştığı Taurus Meydanı'nda (günümüzde İ.Ü. Merkez Binası yerinde) bulunan Nympheum Maximum bunlardan biridir. İlk uygulamaları Antik Yunan'a kadar inen ve kentin mamuya açık alanlarını hareketlendiren su anıtları olarak karşımıza çıkan, nympheumların (Anadoll 1997: 1357-58) yanısıra kaynaklardan zengin Roma ve Bizans evlerinin bahçelerinde anıtsal görünüşlü, kolonlu, heykellerle süslü, genellikle mermerden, kimi zaman bronz ve porfir örneklerine de rastlanan çeşmelerden söz edilmektedir. Bu çeşmelerin büyük çoğunluğu yıkılmış, tahrib olmuş, bir kısmı Osmanlı döneminde dönemin mimari beğenisi ve biçimine göre yenilenirken özgün karakterini kaybetmiş, bir kısmının da yerine zaman içinde yenileri yapılmıştır.
Roma dönemindeki su tesisleri ile ilgili günümüze kadar yapılan çalışmalar ve araştırmalar İstanbul'un bilinen ilk suyollarının 4 grupta toplandığını göstermektedir. İmparator Hadrian (117-138) döneminde nşaa edilen, şehrin batısından Sultanahmet Meydanı çevresine ulaşan suyolu, İstanbul'un bilinen ilk suyoludur. II. Theodosius (408-50) döneminde bu suyoluna ek yapılmıştır. Şehrin ikinci büyük suyolu İmparator Konstantin (324-337) döneminde inşaa edilen ve Istranca Dağları'ndan kente ulaşan suyoludur. Kaynaklarda Romalılar tarafından inşaa edilen en uzun suyolu olarak anılan 242 km. uzunluğundaki bu suyolu, Vize'nin 6 km. kadar batısından gelerek Edirnekapı'nın güneyinden şehre girmektedir.

İstanbul'un üçüncü önemli suyolu İmparator Valens döneminde yapılmıştır. Bu suyolu, günümüzde Şehzadebaşı'nda büyük kısmı ayakta olan kemerin üzerinden geçirilerek 373 yılında şehrin su gereksinimini karşılamıştır. İmparator Justinianus (527-65) ve V. Konstantinus dönemlerinde yenilenen, genişletilen Valens Suyolu: sarayları, Ahilleus Hamamı'nı ve Yerebatan Sarnıcı'nı besliyordu.
Belgrad Ormanı'ndan şehrin kuzeybatısına uzanan, Theodosius I tarafından inşaa edildiği sanılan suyolu, İstanbul'un dördüncü büyük suyoludur.

Kuruluşu İ.Ö. 800'lere kadar uzanan Roma İmparatorluğu, İ.S. 395'te Batı ve Doğu Roma olarak ikiye ayrılırken İmparatorluğun doğu kanadı XIX. yy tarihçilerinin Bizans olarak adlandırdıkları yeni bir mimari ve sanat anlayışına bürünmüş, kendilerine merkez olarak da yeni bir kenti Bizans / Konstantinopolis / İstanbul'u seçmiş, bu yeni başkent İ.S. VI. yy'dan sonra Antik Roma gelenekleri üzerine temellenen yeni ve farklı mimari biçimler sunmaya başlamıştır. Bu farklılıklar içerisinden kentin değişmeyen temel özelliklerinden birisi su ve su yapılarıdır.
Şehrin zamanla gelişmesi, nüfusunun artması su gereksiniminin artmasını da beraberinde getirmiş; önceleri kuyular, sarnıçlar ve şehir dışındaki su kaynaklarından sağlanan su, gereksinimi karşılayamaz hale gelince mevcut şebekelere ekler yapılarak suyolları, dağıtım şebekesi büyütülmüş, kimi zaman da yeni kaynaklardan şehre su getirilmiştir.

İstanbul'un Romalılar tarafından inşaa edilen suyollarına Bizans döneminde fazla ilave yapılmamış, V. Konstantinus Kopronymus (741-775), III. Romanos Argyros (1028-1034), I. Manuel Komnenos (1143-1180) tarafından yapılan onarımlarla yetinilmiştir. X. yy'a kadar düzgün bir su şebekesine sahip olan İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethine kadar kuşatmalar, depremler ile su şebekesi kullanılamaz hale gelmiştir. Şehre su getiren suyolları, kuşatmalar ve depremler sonucu tahrip olmaya başlayınca Bizanslılar, daha ucuz ve güvenli bir sistem olan sarnıçlardan şehrin su gereksinimini sağlamayı tercih etmiş, Roma suyollarının büyük maliyet gerektiren onarımı yerine şehrin su gereksinimini surların dışından bağımsız hale getirmek için Roma döneminden beri var olan sarnıçları çoğaltmışlardır.

Tarihi yarımadanın değişik bölgelerinde ve sur dışında değişik boyutlarda örnekleri bulunan bu büyük su toplama ve dağıtım merkezlerinden kapalı olanlar şehrin ve büyük binaların su ihtiyacını karşılarken aynı zamanda engebeli bir arazi yapısı olan İstanbul'da üstlerinde yükselen binalara da yüksek ve düzgün bir platform oluşturuyorlardı.

Tamara Talbot Rice V. yy'dan önceki İstanbul / Konstantinopolis Evleri'ni tanımlarken, Roma Ostia yakınlarındaki zengin evlerine benzeyen avlulu Konstantinopolis Evleri'nin avlusunda ev halkının su gereksinimini karşıladığı bir kuyu ya da sarnıç olduğunu belirtmektedir.
Roma döneminden beri var olduğu anlaşılan sarnıçlar, büyük bir olasılıkla , Roma dönemi suyollarının daha önce de söz edildiği gibi çeşitli nedenlerle tahrip olmasından sonra kuşatmalar sırasında daha güvenli bir su sağlama sistemi olduğu için Bizanslılar tarafından yaygın biçimde kullanılmıştır. Özellikle IX. yy'dan sonra şehrin su gereksinimi eski suyollarına eklenen küçük isale / su şebekeleri ile su toplama hazneleri / sarnıçlardan sağlanmıştır.

VI. yy'da İmparator Justinianus, kente büyük sarnıçlar yaptırırken İmparator Hadrianus tarafından yaptırılan ve kentteki nympheumlar ile Büyük Saray'a su sağlayan Hadrianus Suyolu'na da tamir ettirmiştir.

İstanbul'un Roma ve Bizans dönemlerinde inşaa edilen su tesislerinden biri de ayazmalardır. Halkın su ihtiyacını karşılamak amacına hizmet etmeyen, yalnızca kutsal kabul edilen şifalı su kaynakları üzerine inşaa edilen bina anlamına gelen ayazmalar, halkın su gereksinimini karşılayan şehir suyu şebekesi içinde yer almazlardı.

Theodosius ve Justinianus Kanunları'nda yer alan su ile ilgili maddelerden İstanbul'un bu dönemlerde dışarıdan gelen su ile beslendiği anlaşılmakta, Justinianus Kanunları'nın 870-878 yıllarına ait redaksiyonunda (Prokhiron) bulunan suyollarının kullanılması konusundaki sert düzenlemeler açık ve kapalı kanalların temizliği ve bakımı ile ilgili özel hükümler ise şehrin su şebekesine verilen önemi göstermektedir.
Daha önce de söz edildiği gibi İstanbul'un Roma döneminde yapılan suyolları zaman, doğa şartları ve kuşatmalara bağlı olarak oldukça tahrip olmuş, özellikle 1204'teki Latin İstilası'ndan sonra neredeyse kullanılamayacak duruma gelen suyollarına, İstanbul Osmanlılar'ın eline geçtiğinde önemli onarım ve ilaveler yapılmıştır.


OSMANLI DÖNEMİNDE, İSTANBUL'DA SU TESİSLERİ VE OSMANLI SU TEŞKİLATI​

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un Fethi'nden sonraki günlerde oldukça kötü durumdaki mevcut suyollarının acele tamirini emretmiş, ayrıca Fatih suyolları, Turunçlu Suyolları, Şadırvan Suyolları, Mahmutpaşa Suyolları'nı inşa ettirmiştir. Geç Roma döneminden beri mevcut olduğu bilinen Kırkçeşme Tesisleri de bu arada onarılarak yenilenmiştir.

İstanbul'un tarih boyunca önemli sorunlarından biri olan, kentin büyümesine ve nüfus artışına bağlı olarak sürekli gündeme gelen su sorununun çözümü için, Osmanlılar değişik dönemlerde İstanbul'un var olan suyollarına ekler yapmış, İstanbul'un su sorunu köklü biçimde Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan tesislerle çözülmüştür. Osmanlılar'ın su tesislerinin yapımına kendilerinden önceki uygarlıklarda olduğu gibi büyük önem verdiğini Fatih döneminde ayrı bir Su Nezareti / Su Bakanlığı kurmalarından anlamak olasıdır.
Fatih'ten sonra oğlu Sultan II. Beyazid dönemi (1481-1512)'nde Bayezid suyolları olarak anılan suyolları, Yavuz Sultan Selim dönemi (1512-1520)'nde de çeşitli su tesisleri yapılmış olmasına karşın XVI. yy'a gelindiğinde İstanbul'un en önemli sorunlarından biri yine şehrin gereksinimini karşılayacak yeterli su olmayışıdır. Su sorununun çözümü için Kanuni Sultan Süleyman, Hassa Başmimari Mimar Sinan'ı görevlendirmiştir. Büyük bir olasılıkla dönemin Su Nazırı Hasan Ağa ile birlikte çalışan Mimar Sinan, Roma-Bizans döneminde ve fethinden sonra yapılmış olan suyollarını incelemiş, yeni kaynaklar araştırmıştır. 1554 yılında Kırkçeşme Tesisleri'nin inşaatına başlanmış, 1560'da bitirilmiştir. Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi H. 1815 numarada İstanbul'un Osmanlılar'ın eline geçişinden beri yapılan en kapsamlı su tesisi olan Kırkçeşme Tesisleri'ni gösteren tarihsiz bir kroki bulunmaktadır. 1620'den önce yapıldığı sanılan bu krokide, Kırkçeşme Tesisleri'nin Kovuk / Kırık Kemer, Uzun Kemer, Başhavuz, Cebeciköy Kemerleri'ne ait boyutlar ile su tesisi hakkında çeşitli bilgiler bulunmaktadır.
İstanbul'un Osmanlı dönemine ait, bir kısmı günümüzde de kullanılan su isale sistemleri 4 bölüme ayrılmaktadır:

1. Halkalı Suları / Cevâmi-i Şerife Suları (Birbirinden bağımsız 16 ayrı isaleden oluşan ve şehre kuzeybatıdan gelen bu hattın bir kısmı büyük bir olasılıkla Roma dönemine aittir.)

2. Kırkçeşme Suları (1554-1564)

3. Taksim Suları (1731-1839)

4. Diğer isaleler, Hamidiye, Kayışdağı Suları (1904-?).

Osmanlılar döneminde İstanbul şehrine hizmet eden bu suyolu hatları, seçilen kaynaklar ve oluşturulan bendlerden sukemerleri yardımı ile önce maslaklara, sonra sırası ile maksemlere suterazilerine ulaşırdı. Bu yolculuk kimi zaman mahalle çeşmelerinde kimi zaman da binalar ve bu binaların içinde yer alan özel çeşmelerde son bulunurdu. Suyun bu yolculuğunda çeşmelere gelene kadar izlediği yol boyunca yer alan

Osmanlı su yapıları ve tesisleri şunlardır.​

Bendler
Bend adı verilen açık su depoları, kaynak ve yağmur sularını toplamak için iki dağ yamacı arasına yapılın büyük kâgir duvarlardır. Gövde / Bend Duvarı, Açık Savak / Bendin yan taraflarında taşan suların akıp gitmesini sağlayan düzenek, Su Haznesi / Musluk Haznesi gibi bölümlerden oluşan Osmanlı dönemi İstanbul bendleri düz duvarlı (Karanlık Bend, Büyük Bend, Kirazlı Bend), dirsek duvarlı (Topuzlu Bend, Ayvat Bendi, Valide Bendi) ve kavis duvarlı (Yeni Bend) olmak üzere üç farklı tipte yapılmışlardır.

Sukemerleri
Roma döneminden beri şehre su getirmek için kullanılan bir sistem olan, suyun seviyesini kaybetmeden iki yüksek arazi arasındaki dere ve vadiden karşıya geçirmek ve aynı yükseklikte bir noktaya akıtabilmek için köprü şeklinde ayaklı kemerler üstüne yapılan suyollarıdır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde; İstanbul'a Belgrad Ormanları'ndan su getiren, kullanılamaz durumdaki eski Roma suyolu Mimar Sinan tarafından ekler ve katma sularla yeniden yapılandırılarak Kırkçeşme Tesisleri adını almıştır. Osmanlı dönemi İstanbulu'nun en önemli su tesislerinden biri olan bu tesis için Kovukkemer, Paşa Kemeri, Uzunkemer, Mağlova Kemeri, Güzelce Kemer gibi kimi anıtsal ölçekte 33 tane sukemeri yapılmıştır.

Havuzlar
Gelen suları toplayıp tasfiye eden ve ana galeriye sevk eden, çapları 2m ile 30 m arasında değişen, genellikle daire planlı, 2-20 m derinliğinde tek veya çift gözlü tesislerdir. Çift katlı örnekleri de vardır.

Maslaklar
Havuzlardan şehre giden ana galerilerin kollara ayrıldığı uygun noktalarda inşa edilen küçük hücrelerdir. Maksemler gibi lüleli taksim sandığı ile donatılmış olup, akan su miktarını tayin ve tesbite yararlardı. Kimi kaynaklarda taksim / maksemlerle karıştırılan maslakların özellikle şehir dışında olmalarıdır.

Maksemler
Şehre gelen suları şehir içindeki çeşme ve binalara dağıtmak için, su miktarını belirleyen lülelerden savak denilen tevzi / dağıtım teknelerine akıtan düzeneğe sahip, üstü kubbe veya tanoz ile örtülü bir binadan oluşan su hazneleridir. Yer üstünde (Taksim, Eyüp, Harbiye maksemleri gibi) ve yer altında (Hacı Osman Bayırı Maksemi gibi) olmak üzere iki tipte inşa edilmişlerdir.

Su Terazileri
Suların kaynağından gelirken yolda kaybettiği basıncı tekrar kazındırarak yüksek rakımlı mahallelere aynı basınçla dağıtan, 3-10 m yükseklikte kulelerdir. Aynı seviyeli yerlere su dağıtan bir çeşit maslak düzenindedirler.

Tersip / Çökertme Havuzları
Şehre gelen suların makseme gelmeden önce temizlenip dinlendirilmesi için yapılmış, birbirine geçen havuzlardan oluşan su tesisleridir. Su, bu havuzlarda dinlendirildikten sonra makseme gelerek taksim olunur.

Osmanlılar'da su ölçme sistemi de her çeşmeye giden suların belirlenmesi açısından önemliydi. Kaynaklarını vakıf suları (hayır için halkın kullanımına bağışlanmış sular), mülk suları(Sultan tarafından temlikname ile kullanımı şahsa bağışlanmış sular), miri sular / hassa suları / devlet suları gibi değişik statüdeki sulardan alan çeşmelere, belirlenen miktarda su verilmesine dikkat edilir, su ölçme işi lülelerle yapılırdı. Geniş ve uzun dikdörtgen şeklinde taştan bir sandığın üzerine savaklar-su toplama tekneleri düzenlenir, eksenleri su seviyesinden 96 mm aşağıda olan değişik çaplı kısa pirinç borular sandığın bir kenarına dik olarak yerleştirilir, iç yüzeyleri sandığın iç yüzü ile aynı olur borular iç çaplarına ve debilerine göra lüle, kamış, masura, çuvaldız, hilal gibi adlar alırlardı. En çok kullanılan ölçü birimi lüle; yuvarlak küre şeklinde, otuz dirhem (yaklaşık 96,50 gr) ağırlığındaki bir kurşunun içinden geçebileceği kadar bir delikten akan su miktarı olarak tanımlanmıştır.
Osmanlı su teşkilatı, daha öncede söz edildiği gibi Fatih döneminde kurulan, Su Nezareti'ne bağlı olarak; su nâzırı, suyolcuları, keşif memurları, korucular, çavuşlar, bend muhafızları, neccarlar, löküncüler ve şehir sakalarından oluşuyordu. Su Nezareti'nin başında bulunan Su Nâzırı öncelikle padişahın ve sarayın suyunu sağlardı. Ayrıca suların mahallelerden camilere, hamamlara, mahalle çeşmelerine düzenli akışının sağlanması, su tesisatının korunması ve bakımından sorumlu suyolcularına nezâret etmek, su sağlanması konularında mimarbaşı ile birlikte çalışmak Su Nâzırı'nın görevleri arasında idi. Su Nezâreti'nin temelini oluşturan Suyolcuları / Suyolcu Esnafı, suyolları ile maslakların tamiri, suların düzenli şekilde akması işleri ile ilgilenerek, su gelen ev, hamam vb yerlerden aylık onarım ücreti alırlardı. Suyolcuların çeşitli semtlerde koğuşları vardı. Sürekli burada bulunurlar ve nöbet tutarlar, herhangi bir aksaklıkta gerekli onarımı yaparlardı. Su Neareti'nde çalışan Neccarlar / dülgerler su tesislerinin marangozluk işlerini yapar, Löküncüler ise su künklerinin birleştiği ağızlardan su sızmaması için kireçle zeytinyağının karıştırılarak dövülmesinden elde edilen macunu kullanarak künklerin yalıtımını sağlardı.

Kelime anlamı olarak, Arapça kök ismi mübalağa yapılarak türetilmiş su veren, su taşıyan kişi anlamına gelen sakalar ise özellikle su şebekelerinin evler kadar ulaşamadığı dönemde ihtiyaç sahiplerine su taşıyan esnaf örgütü idi. Ayrıca Ayasofya'nın Şekerci kapısı karşısındaki Sakalar Çeşmesi'nin yanında koğuşları bulunan (Koçu 1958: 42) saraya bağlı sakalar, Yeniçeri sakaları vardı.

Şehir sakaları, atlı sakalar ve veya / arka sakaları olmak üzere ikiye ayrılırdı. Atlı sakalar atlarının yan taraflarında içine su doldurdukları saka meşki denilen deriden tulumları taşırlardı. Bu su kulumlarına kırba adı verilir ve ağızları meşin bir bağ ile bağlanırdı. Yaya sakaların ise 45-50 litre su alan kırbalarından başka necef tas ve kaseleri de bulunurdu. Her evin giriş kapısı yanında saka deliği diye adlandırılan taştan küçük tekneciler olurdu. Sakalar getirdiği suyu evin içine girmeden bu teknelere boşaltırlardı. Su bu tekneciğe bağlı borudan avludaki veya ev içindeki küplere dolardı. Su gereksinimi oldukça en büyük küplerden maşrapalar ile kullanılırdı. Kimi evlerde abdesthane ya da sofalara yapılan çeşmelerin duvara gömülü çömlek biçiminde küçük haznelerine yine aynı sitemle su doldurulur, oradan da bir boru ile musluğu su verilirdi.

Sakaların hangi çeşmelerden su alabilecekleri belli bir sisteme bağlıydı. Her çeşmeden su alacak saka belli olur, sayıları değişmez, ancak bir saka bu işten vazgeçerse, yeni bir saka onun yerine geçebilirdi. Çeşme vakfedenler eğer sakaların kendi çeşmelerinden su alıp satmalarını istemiyorlarsa, bunu çeşme vakfiyesinde veya kitabesinde belirtirlerdi. Sakaların devamlı su aldıkları çeşmeler ise saka çeşmesi olarak adlandırılırdı. Sakaların yanı sıra Osmanlı su teşkilatına sistemli bir şekilde dahil olmayan, yalnızca sevap kazanmak amacıyla atlı veya yaya olarak su dağıtan dervişler de bulunmakta idi.
 

İSTANBUL ÇEŞMELERİ​

İstanbul'da hüküm süren hemen hemen her sultan, sadrazam, valide sultan ve diğer ileri gelenler Osmanlı kültüründe, sosyal yaşantısında ve mimarisinde önemli yer tutan; döneminin ekonomik, sosyal ve siyasi gücünün göstergesi birçok çeşme yaptırmışlardır.
Yaptırılış amaçlarına göre Vakıf Suları, Mülk Suları, Hassa Suları / Miri Sular gibi değişik adlar altında sınıflanan sulardan kaynaklarını alan bu çeşmeler kimi zaman kamuya açık kent mekânlarını biçimlendiren Osmanlı külliyelerinin bir parçası, kimi zaman da oda çeşmeleri gibi özel mekânları süsleyen, anlamlandıran döneminin mimari zevkini ve özelliklerini yansıtan birer gösterge olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Günümüze ulaşan kimi belgelerden Osmanlı yönetiminin, özellikle XVI. yy'da genellikle evlere su vermek yerine, mahalle çeşmelerine su götürmeyi yeğlediği anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım kendine özgü içedönük mahallelerin, cumbalı,ahşap evleri, çıkmazları, organik sokakları kadar çeşmelerinde mahalleyi biçimlendiren vazgeçilmez elemanlar olmasına neden olmuştur. İnsan ölçeğine uygun organik sokakların açıldığı "cami meydanı, kıraathane-çınar altı üçgeninin tamamlayıcı öğesi çeşme başları" diğer kentlerde olduğu gibi dönemin İstanbul'unda da birer küçük sosyal iletişim mekânıdır.

Hiçbir devirde suyu bol bir şehir olmayan İstanbul'un,XVI. ve daha sonraki yüzyıllarda su tesislerinin yenilenmesi ve geliştirilmesi ile bu anlayış değişmiş, evlere kadar su götürülmesi benimsenmiştir. Büyük konak ve yalılarda özel künklere sultanın izniyle getirilen mülk suları dışında halkın büyük çoğunluğu tüm su gereksinimini evinin bahçesindeki dolap, su kuyusu gibi yeraltı sularından, sarnıç gibi toplama suyundan ya da mahalle çeşmesinden taşınan sudan bağlardı. İstanbul halkının temel gereksinimlerinden en önemlisini karşılayan çeşmeler, mahallelinin kullanımına ve sakalara ait olmak üzere iki grupta toplanıyordu. Özellikle at sakalarının mahalle çeşmelerinden su almaları yasaklanmasına rağmen, kimi zaman bu yasağa uyulmadığından, kimi zaman da atlı sakalarla arkalıkla su taşıyan sakaların aynı çeşmeden su almaları yüzünden sık sık anlaşmazlıkların çıktığı belgelerden anlaşılmaktadır. Bu yüzden kimi çeşme kitabelerinde çeşmeyi yaptıran tarafından sakaların çeşmeden su alamayacakları belirtilmiştir. İstanbul halkının su gereksinimini karşılayan çeşmeler, kaynakları açısından ikiye ayrıılr.

1) Şahısların bulduğu veya sahibi olduğu, özel kaynaklardan (Vakıf Suları, Mülk Suları) yararlanan çeşmeler
2) Belgelerde Hassa Suları veya Miri Sular olarak anılan, yapım giderlerini devletin üstlendiği şehir şebekesinden yararlanan çeşmeler

Yüzyıllara göre yapı malzemesi, biçim ve üslup açısından değişimler gösteren çeşmelerin ana şeması;

* Suyun depo edildiği, erken dönemlerde çeşme mimarisini etkileyen hazne (Kadırga Esma Sultan, Yeşilköy Abdülmecid Han çeşmelerinde olduğu gibi kimi örneklerde bu kısmın üzeri namazgâh olarak kullanılmıştır),

* Üzerinde daima akan (salma) veya kesilebilen (burma) muslukların yer aldığı, genellikle ait olduğu dönemin mimari modasına uygun süslemelerle bezeli ve çoğunlukla kemerli bir niş içinde bulunan musluk taşı-ayna taşı

* Musluk-ayna taşı üzerinde çeşmeyi yaptıran hayırseverin, kimi zaman suyun cinsinin, çeşmenin yapılış tarihinin belirtildiği kitabe,

* Musluktan akan suların toplanıp aktığı çukur tekne-kurna ve teknenin iki tarafında bekleme şekillerinden oluşmaktadır.

Bu bölümler yüzyıllara göre değişen mimari modalar, şehircilik anlayışı ve beğenilere göre değişim göstermişlerdir. Kimi zaman sütun biçiminde (Çengelköy Ahmed Ağa Çeşmesi, 1854) başka devirlerde görülmeyen çeşmeler yapılırken kimi zaman bir yapı cephesi gibi tasarlanmış, kent siluetine katkıda bulunan çeşmeler (Yıldız Bezmiâlem Valide Sultan çeşmeleri) tasarlanmıştır. Osmanlı mimarlığında Batılı etkilerin görülmesi ile birlikte; ticari ve sosyal hayatın yoğun olduğu, şehircilik açısından önemli vista noktaları oluşturan, çoğunlukla külliyelerin yanında oluşmuş / oluşturulmuş meydanlara ya da tören alanı olarak önemi bulunan meydanlara / alanlara yapılmış; Batılı mimari modalara göre düzenlenmiş cepheleri Batılı benzerleri ile yarışan, Osmanlı mimarlığının çağdaşlığının dolayısı ile gücünün mimari alandaki göstergesi (Topkapı Sarayı bâb-ı Hümayun önündeki ve Üsküdar'daki III. Ahmed Çeşmeleri, Tophane II. Mahmud Çeşmesi, Maçka Bezmiâlem Valide Sultan Çeşmesi), kimi zaman da kenti oluşturan yapı toplulukları / külliyelerin birer parçası olarak, cephelere zenginlik katan İstanbul çeşmeleri Osmanlı mimarlık tarihindeki yerlerini almışlardır.

İstanbul çeşmelerinin yüzyıllar içindeki malzeme, biçim ve üslup değişimlerine koşut olarak yukarıda sözü edilen bölümlerindeki değişiminin temel özelliği; XV.- XVI. - XVII. yy'larda klasik kemer içinde sade bir ayna / musluk taşı, kitabe, tekne-sekileri ve su haznesinden oluşan cephe tasarımının XVIII. yy'da yerini, çeşitli dekoratif kemerlerin içinde güller, vazoda çiçekler, tabakta meyvelerle bezenmiş, Barok biçime uygun, istiridye kabuğu biçimindeki kemer içi süslemelere sahip, kitabe yeri cephe içinde bir bölüm oluşturan, kimi zaman üzerinde Barok üsluba uygun gölgelikler bulunan cephe tasarımına bırakmasıdır. XVIII. yy'la birlikte çeşme mimarisinde görülen diğer değişmeler; ilk örneklerine XVII. yy'da (Hatice Turhan Valide Sultan Çeşmesi ve Sebili, 1663) rastlanan sebil ve çeşmelerin birlikte tasarlandığı düzenlemelerin artması, bağımsız birer yapı olarak küçük köşk şeklindeki anıtsal meydan çeşmeleri (Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümayun önünde III. Ahmed Çeşmesi vb)nin yapılmaya başlanmasıdır. XIX. yy'a gelindiğinde ise teknolojik gelişmeler sonucu çeşmelerin su haznesi gibi artık gerekli olmayan bölümlerinin bulunmadığı örnekler ve şehir siluetine katkıda bulunan, yapı cephesi gibi tasarlanmış örnekler görülmeye başlamıştır.
Erken devirlerde lülesinin devamlı su akan salma lüleli çeşmeler çoğunlukta iken, Kanuni döneminde Kırkçeşme Tesisleri'nin yapımı sırasında burma lülelerin yani muslukların konulması ile sokaklar çamurdan kurtarılmış ve suların ziyan olması engellenmiştir.

Yüzyıl başından beri çeşitli kaynaklarda farklı olarak sınıflandırılan İstanbul çeşmeleri bulundukları yerler ve yapılış amaçlarına göre değişiklikler göstermektedir. Kimi zaman Sürre-i Hümayun / Sürre Alayı'nın, ordunun ve kervanların durak noktalarına göre Ayrılık Çeşmesi (Sürre-i Hümayun'la hacca gidenleri, sefere çıkan orduyu veya kervanlarla kentten ayrılanı yakınları buraya kadar uğurlayıp bu noktadan ayrıldıkları için), Selâmi Çeşme (kentten ayrılanların / kente girenlerin durakladığı ve kenti selamladığı / selametlendiği ilk / son durak noktası olduğu için), kimi zaman bulunduğu bölgenin özelliğine göre Bostancı Çeşmesi (kente giriş ve çıkışları kontrol eden Bostancıbaşı'nın bulunduğu noktada olduğu için) kimi zaman da iki veya daha çok yüzünden su aktığı için biçimine göre Çatalçeşme gibi isimler alan Osmanlı dönemi İstanbul çeşmeleri, bu çalışmada bulundukları yerler ve yapılış amaçlarına göre aşağıdaki gibi gruplandırılmıştır.

Duvar Çeşmeleri​

Cephesi bir yapı / avlu duvarı üzerinde bulunan çeşmelerdir. Bu çeşmelerin varsa hazneleri duvarın yüzünde yer alır. Tek yüzlü çeşmeler ya da cephe çeşmeleri olarak da adlandırılır XV. yy'dan XX. yy başına kadar çeşitli üsluplarda yapılmış örnekleri bulunmaktadır.

Köşe Çeşmeleri​

Yapı / sokak köşelerinde yer alırlar. Erken dönemlerde çoğunlukla tek yüzlü daha sonraki dönemlerde iki ve üç yüzlü örnekleri bulunmaktadır. Kimi örneklerde iki sokağın kesiştiği köşe kırılmaya karşı belli bir yüksekliğe kadar pahlanmıştır (çalköşe). Duvar çeşmeleri gibi XV. yy'dan XX. yy'a yaygın biçimde kullanılan çeşme tipidir.

Meydan Çeşmeleri​

Bağımsız bir yapı olarak önemli meydanlara ve tören alanlarına yapılan çeşmelerdir. XVIII. yy'dan itibaren Osmanlı mimarlığında görülmeye başlayan, aynı zamanda Osmanlı mimarlığında Batılılaşma olarak adlandırılan dönemin ilk temsilcileri sayılabilecek bu çeşmeler, genellikle dört yüzlü olarak tasarlanmışlardır. Kimi örnekler III. Ahmed'in Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümayun önüne yaptırdığı anıtsal çevrede (1728) olduğu gibi köşelerde sebillerle zenginleştirilerek birer su köşkü şeklinde inşa edilmişlerdir. Tek (Boyacıköy, II. Mahmud Çeşmesi - 1837) ve iki yüzlü (Kabataş, Hekimoğlu Ali Paşa Meydan Çeşmesi - 1732; Azapkapı, Saliha Sultan Çeşmesi - 1732) örnekleri de bulunmaktadır.

Sebillerle Birlikte Tasarlanan Çeşmeler​

Kaynaklarda gelip geçenlere su, şerbet, meyve suyu dağıtılan yapılar olarak tanımlanan sebillerin İstanbul'da bilinen en erken örneği 1496 tarihli Efdalzade Sebili'dir.

Sebil-çeşme kompozisyonunun ise İstanbul'da bilinen, günümüze ulaşabilmiş en eski örneği XVII. yy'a ait 1663 tarihli Hatice Turhan Valide Sultan Sebil ve Çeşmesi'dir. XVIII. yy'da bu tipin çok rağbet görmesi kimi araştırmacıların bu tipi XVIII. yy özelliği olarak yorumlamasına neden olmuştur.

Günümüze ulaşılabilmiş en erken örneğin XVII. yy'a ait olması bu tipin XVII. yy'da ortaya çıktığını kesin olarak göstermekteyse de, Hatice Turhan Valide Sultan örneğinin günümüze ulaşabilmiş tek örnek olması, bu tipin XVII. yy'da ne derece yaygın olduğu konusuna açıklık getirebilmeyi güçleştirmektedir.

XVII. yy'dan itibaren Osmanlı mimarlığında görülmeye başlayan, sebillerle birlikte tasarlanan çeşmelerin genel karakteristiği; sebili mimari kompozisyon olarak tamamlayan, sebilin iki (Hamidiye Sebili 1777, Koca Ragıp Paşa Sebili 1762) ya da tek yanında (Hatice Turhan Valide Sultan Sebili 1663, Sadeddin Efendi Sebili 1741, Damad İbrahim Paşa Sebili 1719) yer alan, sebille aynı tasarım özelliklerini taşıyan, çoğunlukla külliyenin ana giriş kapısı (Hasan Paşa Sebili 1745, Ahmediye Sebili 1721), ya da önemli sokaklara bakan köşeleri (Beşir Ağa Sebili 1745) gibi önemli kısımlarını vurgulayan, zenginleştiren, kent siluetine katkıda bulunan bağımsız anıtsal bir mimari kompozisyon oluşturmalarıdır.

XVIII. yy'la birlikte ortaya çıkan anıtsal meydan çeşmesi örneklerinde de sebillerin çeşme tasarımını zenginleştiren bir öğe olarak kullandıkları görülmektedir (Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümayun önündeki III. Ahmed Meydan Çeşmesi 1728, Azapkapı Saliha Sultan Çeşmesi 1732).

Namazgâh Çeşmeleri​

Genellikle kervanların konakladığı şehirlerarası menzil noktalarında, şehrin çevresindeki mesire yerlerinde bulunan namazgâhların yanında abdest almak, su içmek ve hayvanları sulamak için yapılan çeşmelerdir. Günümüze ulaşabilmiş altı su deposu ve çeşme, üstü namazgâh olan özel örnekleri de (Kadırga Esma Sultan Namazgâhlı Çeşmesi, Yeşilköy Bezmiâlem Valide Sultan Namazgâhı-Abdülmecid Han Çeşmesi, Edirnekapı-Rami arasında Topçular'da Sadrazam Mehmed Paşa Çeşmesi) bulunan namazgâh çeşmeleri ve mimarileri ile ilgili ayrıntılı çok fazla bilgi ve belge olmamasına karşın, İstanbul'a ait suyolu haritaları ve gravürlerden İstanbul'a ait suyolu haritaları ve gravürlerden İstanbul'dan Gebze ve Edirne yönlerine uzanan menzil noktaları üzerinde yer alan namazgâh çeşmelerinin, insanları yağmur, kar ve güneşten koruyacak genişçe bir saçağa sahip, yalaklı şehiriçi çeşmeleri ile benzer mimari özelliklere sahip çeşmeler olduğu anlaşılmaktadır.
Namazgâh sofası / sofrası ile çeşmenin (Anadoluhisarı Çeşmesi XVII. yy. Kadırga Esma Sultan Çeşmesi 1779) ya da namazgâhın mihrabı ile çeşmenin birleştirildiği örnekleri (sur dışında, Edirnekapı Topkapı yolu kenarında Sulukule Kapısı karşısında Vezir Mehmed Paşa Çeşmesi 1589), bulunan İstanbul'un Namazgâh Çeşmeleri'nin çoğu günümüze ulaşamamıştır. Bilinenler; Edirne yönünde Atmeydanı Üçler Mevkisi Namazgâh Çeşmesi (1516), Bayrampaşa Çeşmebaşı Namazgâhı, Edirnekapı-Topkapı yolu kenarında Sulukule Kapısı karşısında Vezir Mehmed Paşa Namazgâh Çeşmesi (1589), Edirnekapı-Rami arasında Topçular'da Sadrazam Mehmed Paşa Namazgâh Çeşmesi (1617), Okmeydanı Namazgâh Çeşmesi, Maçka Bezmiâlem Valide Sultan Namazgâhı yanındaki çeşme (1839), Yeşilköy Bezmiâlem Valide Sultan Namazgâhı-Sultan Abdülmecid Han Çeşmesi (1842), Gebze yönünde Suadiye Çatal Çeşme (1550), Anadoluhisarı Toplarönü Namazgâh Çeşmesi (XVII.yy), Beykoz Sultaniye Çayırı'nda Mehmed Bey Namazgâh Çeşmesi (1765); Haydarpaşa Ahmed Ağa Çeşmesi / Ayrılık Çeşmesi (1741), Kadıköy Selâmi Çeşme (1800), Bostancı Sultan II: Mahmud Han Namazgâh Çeşmesi (1831), Dudullu Adile Sultan Çeşmesi (1730-1891)'dir.
İstanbul'un özellikle Anadolu yakasındaki menzil noktalarına inşa edilen çeşmelerinin büyük bir bölümü yakın zamana kadar ayakta ve özgün konumlarında iken şehrin bu yöndeki gelişmesi süresince gerçekleştirilen imar faaliyetleri sırasında namazgâhları kaybolmuş, çeşmeler de Bostancı, II. Mahmud Han Çeşmesi; Haydarpaşa Ahmed Ağa Çeşmesi / Ayrılık Çeşmesi, Selâmi Çeşme örneklerinde olduğu gibi etrafını saran yapılar arasında sıkışıp kalmışlardır.

Oda Çeşmeleri​

Saray, konak ve yalılarda temizlik, abdest almak, suyun huzur verici ve seslerin duyulmasını engelleyici özelliğinden yararlanmak için yapılan oda çeşmeleri, aynı zamanda devrinin mimari beğenisini yansıtan biçem ve formları ile iç mekânları zenginleştiren birer estetik mimari eleman olarak Osmanlı Çeşme Mimarlığı'ndaki yerlerini almışlardır.Miri Sular / Hassa Suları ve Mülk Suları'ndan beslenen oda çeşmeleri XV. yy'dan itibaren oda, sofa gibi değişik iç mekanlarda kullanılmıştır.

Sütun Çeşmeler​

Osmanlı mimarlığında XVIII. yy'dan itibaren kentin cami avlusu, iskele meydanı gibi değişik noktalarında görülmeye başlanan özel bir çeşme tipi de Sütun Çeşmeler'dir. İlk örneği Kocamustafapaşa Camisi avlusundaki Hacı Beşir Ağa Çeşmesi (1737) olan sütun biçimindeki bu çeşmelerin üstlerinde devrin mimari beğenisini yansıtan, kimi örneklerde düz, kimi örneklerde stilize lahana biçiminde küresel bitimler bulunmaktadır, (Çengelköy Lahana Çeşmesi). Sütun çeşmeler aynı zamanda teknolojinin gelişmesi ile birlikte depo biçiminde büyük su haznelerine gerek kalmadığının yeni borular ve yeni sistemler sayesinde şehir şebeke suyunun çeşmeden doğrudan akıtılabildiğinin göstergesidir. Çoğunlukla XIX. yy'a tarihlenen bu çeşmeler büyük olasılıkla dönemin İstanbul'unu Avrupa kentlerine benzetme ideolojisi içinde önemli alan ve yapıları vurgulayan birer anıt heykel olarak tasarlanmış, XVIII. yy'ın aynı amaçla tasarlanmış farklı beğenileri yansıtan, dört yüzlü meydan çeşmelerinin rolünü üstlenmiş olmalarıdır. Günümüze ulaşabilen örneklerin büyük çoğunluğunun XIX. yy'a ait (Tarabya II. Mahmud Çeşmesi 1831, Kavacık Çeşmesi 1837) olması bu tipin XIX. yy'da yaygın olduğunu düşündürmektedir.

Selsebiller​

Osmanlı yapılarının içinde, köşk / yalı bahçelerinde bir tür çeşme olarak tanımlanabilecek, mermerden büyük bir taş (Zank Taşı) üzerinde değişik kotlarda tas şeklinde düzenlenmiş küçük yalakların bulunduğu bu yalakların birinden diğerine dökülen suların aşağıdaki havuz veya kurnaya toplandığı dekoratif amaçlı yapılar selsebil olarak adlandırılmaktadır. Bu yapılar, su gereksinimin karşılanmasına yönelik yapılar olmayıp, Osmanlı Mimarlığı'nda mekânın zenginleştirilmesine katkıda bulunan mimari öğeler olarak kullanılmışlardır. İç mekânlarda tasarlananlar, oda çeşmeleri gibi suyun huzur verici ve seslerin duyulmasını engelleyici özelliğinden yararlanmanın yanı sıra, mekânı klimatize edici işleve de sahiptir. Köşk ve yalıların dış mekânlarında tasarlananlar ise, görsel ve diğer işlevsel özelliklerine ek olarak kuşların su gereksinimin karşılanmasına da hizmet etmektedirler.
 

Dönemi İstanbul Çeşmeleri​


Rumeli Hisarı Çeşmesi​

Yaptıran : Belli değil.
Yapım Yılı : XV.yy
Yeri : Rumelihisarı'nın sahil cephesinde, yol kenarındadır
Tipi : Tek yüzlü duvar çeşmesi.

Bostancı Çatal Çeşme​

Yaptıran : Yaptıran belli değildir. H 1282 / M 1766 yılında Hacı Merkerap Kalfa tarafından tamir ettirilmiştir.
Yapım yılı : H 957 / M 1550
Yeri : Kadıköy Bağdat Caddesi, Suadiye ile Bostancı arasındadır. 1946-1947 yol genişletmesi çalışmaları sırasında bulunduğu yerden geriye alınmıştır.
Tipi : Üç yüzlü menzil çeşmesi.

Rüstem Paşa Çeşmesi​

Yaptıran : Sadrazam Rüstem Paşa.
Yapım Yılı : H 962 / M 1554
Yeri : Küçük Ayasofya yakınında Çardaklı Hamam kapısı önündeki köşededir.
Tipi : Tek yüzlü duvar çeşmesi.

Mehmet Paşa Çeşmesi​

Yaptıran : Belli değil.
Yapım Yılı : H 978 / M 1570
Yeri : Eyüp'te Kalenderhane Caddesi üzerinde, Kızıl Mescid'in karşısındadır. Tipi : Tek yüzlü duvar çeşmesi .

Mehmet Paşa (Cerrah) Çeşmesi​

Yaptıran : Sadrazam Cerrah Mehmed Paşa
Yapım Yılı : H 1002 / M 1593
Yeri : Cerrahpaşa'da, Cerrahpaşa Camisi'nin avlu köşesindedir.
Tipi : Tek yüzlü duvar çeşmesi .

Siyavuş Paşa Çeşmesi​

Yaptıran : Sadrazam Siyavuş Paşa.
Yapım Yılı : H 1011 / M 1602
Yeri : Eyüp'te, Sadrazam Siyavuş Paşa Türbesi bitişiğindedir.
Tipi : Tek yüzlü duvar çeşmesi.

Osman Ağa (Mısırlı) Çeşmesi​

Yaptıran : Mısırlı Osman Ağa.
Yapım Yılı : H 1030 / M 1621
Yeri : Kadıköy'de Söğütlüçeşme Cadde üzerinde, Osmanağa Camisi karşısındadır.
Tipi : Tek yüzlü, hazneli köşe çeşmesi.

Babüssaade Ağası Çeşmesi​

Yaptıran : Mahmud Paşa.
Yapım Yılı : H 1031 / M 1622
Yeri : Kadıköy'de Kurbağalıdere Caddesi'nde Gazhane'yi geçince solda yol kenarındadır.
Tipi : Tek yüzlü, hazneli duvar çeşmesi.

Mustafa Ağa Çeşmesi​

Yaptıran : Edirne Sarayı Ağalarından Mustafa Ağa
Yapım Yılı : H 1092 / M 1681
Yeri : Fatih, Nişanca Caddesi üzerindedir.
Tipi : Tek yüzlü meydan çeşmesi.

XVIII. Yüzyıl İstanbul Çeşmeleri (1. sayfa)​

Gülnuş Emetullah Valide Sultan Çeşmesi
Yaptıran : Sultan Ahmed III ve Sultan Mustafa II'ün anneleri Gülnuş Emetullah Valide Sultan.
Yapım Yılı : H 1121 / M 1709
Yeri : Üsküdar'da Hakimiyeti Milliye Caddesi üzerinde, Yeni Cami önündedir.
Tipi : Tek yüzlü duvar çeşmesi.
 
Geri
Top