• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Türkler'in Hindistanı ve İngiliz Vahşeti

wien06

V.I.P
V.I.P
Türkler ıx-xı Yüz yıla kadar dokuz asır boyunca Hindistan’a hakim oldular. Türkler bu uzun süre içinde Hindistan’da büyük mimarlık eserleri meydana getirdiler. Bunlar bugün de ayaktadır ve gerçekten “ Türklerin Hindistanı dedirtecek kadar azametli eserlerdir” Hindistan’daki Müslüman mimarlık abidelerinin yüzde 95’i Türkler’in eseridir. Büyük Hint şehirlerinde görülen göz kamaştırıcı Türk eserleri bu kıtaya silinmez bir şekilde “Türk dangasını vurmuştur.” Bu makalede 140 sene kadar önce Hindistan’a seyahat etmiş bir Avrupalının intibalarını okuyacaksınız.

Delhi adı, sadece Hindistan tarihinde değil bütün Asya tarihinde eşşis bir şâşa ile parlar. Dünyada Delhi ile yarışabilecek bir tek şehir vardır, o da Romadır. Roma nasıl yüzyıllar boyunca Avrupa alemini başkenti olmuşsa, Delhi’de Asya’nın merkezi olmuştur. Hatta Roma’nın Delhi ile boy ölçmesi dahi biraz zordur.


Bir Mimari Şaheseri: Cuma Mescidi

Bu büyük Türk eseri yapı Orta - Asya ve Hint Müslümanlarının en sevdikleri ve saydıkları yapılardan biridir. Kırmızı tuğladan yapılan anıt, muazzam bir taraçanın üzerine otutturulmuş. Bu taraçanın zirvesine piramit şeklinde üç nefis yoldan çıkılıyor. Her üç yolun sonunda birer kapı var. Kapıdan girince mermer döşeli nefis bir avluya çıkılıyor. Son derce hafif ve zarif saçaklarla çevrelenmiş. Ortasını geniş bir şadırvan süslüyor. Siyah damarlı beyaz mermerden yapılmış üç kubbe, bütün haşmetiyle kapıyı taçlandırıyor. Camiinin kırk metre yüksekliğinde zarif minareler var. Bu eserin hiç düşünmeden Hint-Türk mimarisinin şah eseri olduğu söylene bilir.

Camiinin her tarafından dışarı taşan canlı renkler ve Hint güneşinin bunlar üzerinde meydana getirildiği oyunlar ne sözle nede resimle anlatıla bilir.

Koridorlara hakim olan koyu-kırmızı cephenin siyah ve beyaz mermerleri, yaldızları güneşten ışıldayan kubbelerin beyazlığı, minarelerin pembe çizgileri ve bütün bunların mavi kubbelerin altında meydana getirdiği ahenk, mimarın ustalığını göstermeye kâfi.

Camiinin içi göz kamaştıran bir sadelik içinde. Kubbe, merdivenler, zemin, en saf beyaz mermerden, en zarif arabesklerin taşa oyulmasıyla meydana getirilmiş.

Duvarlarında sureler yazılı. Caminin kurucusu Şâh-ı Cihân’a ait övgülerde yine mermere yazılmış.

Saray Başlıbaşına Bir Şehir...

Cuma mescidini gezdiğimizin ertesi sabahleyin imparatorluk sarayını ziyarete gittik. Burası saray değil başlı başına şehir gibi bir şey. Şehrin doğu tarafını hemen hemen baştan sona kadar kaplıyor. Saray pembe taştan yüksek surların ardında… dış görünüşü Agra’daki büyük ekber kalesini pek çok hatırlatıyor. Dörtgenin her cephesinin orta yerinde kuleli kaplar var. Bu kulelerin üstüne mermer köşkler yapılmış. Ayrıca ince birer minare dekoru tamamlıyor.

Bir zamanlar büyük önemi olan, şimdi ise askeri yönden hiç bişey ifade etmeyen bu surlar, Hint-Türk sanatının ve Şâh-ı Cihân devletinin en başarılı eseri. Doğrusu büyük Türk’ün sarayının eşiğini aşarken heyecanlanmadan edemiyorum.

Sarayın içine girdikten sonra, görülen şeyler artık peri masalını andırıyor. Sarayın fil dişine benzeyen mermerlerden duvarları, süslü avlular çeviriyor. Sayısız havuzlar, portakallıklar ve değerli ağaçların bir danteli andıran bütünlüğü arasından altın, gümüş ve değerli taşların gerçek parıltılarını görmek mümkün…

İngilizler Berbat Etmiş

Zamanlar her şeyi öyle değiştirmiş ki… Şimdi bu zarif sanat eserinde miğferli ingiliz askerlerinin kaba komutları duyuluyor. Daha sonra yan kapıdan geçip şehrin, yani sarayın içine dahil oluyoruz. Ne yazık ki birsürü çirkin kışla binası manzarayı berbat etmiş. Bu çirkin tuğla yapıları keşke ortadan kaldırsalar.

İngilizler Hindular’ın eski bir batıl inancından yaralanmak istemişler. Delhi’nin efendileri olarak kendilerinden öncekilerin hatıralarını bile yok etmek için inat etmişler. Sarayları silip sürürerek onların yerine şu çirkin, kare pencereli küp yapıları oturtmuşlar. Böylece büyük Türk Şâh-ı Cihan’ın yerini alacağını sanmışlar. Bu barbarca hareketlerini maruz göstercek bir sebep de bulabiliyorlar hâlâ... askeri birlikleri yerleştirecek bina lazımdı diyorlar. Sanki Delhi yaylası kışlalarını barındıramamış.

Yeryüzünde Bir Cennet Varsa...

Rehberin peşinden yürüyüp ikinci bir avluya varıyor ve buranın ucunda Türk sitli bir sarayla karşılaşıyoruz. Ne yazık ki bu da tuğladan duvarlarla çirkinleştirilmiş. Burası bir zamanlar büyük kabullerin yapıldığı yermiş. Geniş salonun kubbesi mozayikle bezenmiş. Kubbe birbirinden zarif sütunlara dayanıyormuş.

Fakat bunların hiçbirini bugün görmek mümkün değil. Tavanları kalın bir kireç tabakasıyla örmüşler. Her halde sarayın bugün bu kısmını işgal eden memurların zihnini çelmesin diye olacak…

Divan-ı Has’ın sol tarafında Türk hükümdarların özel daireleri uzanmaktadır. Bunlar bir dizi süslü mermer binalardan ibaret. Hâlâ üzerinde duran sıva bu kısım duvarlarınında şahane süslerle işli olduklarının delilidir. Aynı sırada güzel havuzlar ve çeşmelerle süslü avlular, dantel gibi ince mermerle örtülmüş zarif köşkler dizilmektedir. Bu nefis saryın kapısında ise şu meşhur söz yazılmaktadır. “ Yeryüzünde bir cennet varsa, o da buradadır, burada.”

On yıldan beri hâkimi oldukları Delhi’de İngilizlerin giriştikleri barbarlığın karşısında bilhassa bu daireleri görünce dehşetle ürpermemek mümkün değil.

Özel dairelerin pek uzağında olmayan hamamları bu geniş ve ilgi çekici sarayın en iyi muhafaza edilmiş kısımları. Doğu hayatında hamamın ne derece önemli bir yer olduğu malûmdur. Türkler yıkanmaya büyük önem verir. Bu yüzden hamamların sarayın en hoş yeri olması için hiç bişeyden çekinilmemiştir.

Hükümdar hamamlarından çıktıktan sonra ‘muti’ mescidini ziyaret ettik. Hükümdarlar ibadetlerini burara yaparmış. Küçük bir cami, ama işlenmiş bir dil fişinden farksız.

İngiliz Katliamı

Şandni Çovk’tan yukarı çıkınca modern görüşlü, şahsiyetsiz, fakat adı bile her Delhi’liyi ürperten bir binaya varılıyor. Burası yerli belediye başkanlığıdır. Şehrin bedbaht savucuları 1857’ de İngilizler tarafından bu binaya hapsedilmiş ve burada asılmış veya kurşuna dizilmişler. Aralarında hükümdar ailesine mensup pek çok da prensin bulunduğu Hindistan Türkleri kendilerini kahramanca savunmuşlardı. Ülkelerinin bağımsızlığı için silah elde çarpışanların suçlu sayılmayacaklarını zannederek ingilizlere teslim olmuşlardı. Halbuki İngilizler hiç acımadan hepsini öldürdüler.



Kaynak: Türkler’in Hindistan’ı - Louis Rousselet
Hayat Tarih Mecmuası
 
Top