• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Yılmaz Özdil Kaleminden Makalaler

Kasımpaşalı Başbakan, lafı hiç eğip bükmeden söyledi: "İşsizliği Amerika çözememiş, ben nasıl çözeyim?"

Bunun adı ne? "Tepebaşı'ndan aşağı Kasımpaşa" politikası...


---

Başbakan Fransızca bilmediği için Fransa'nın AB'ye hayır demesini Fransızca bilen Dışişleri Bakanı yorumladı:

"Bizi ilgilendirmez."

Peki bu ne? "Jömanfu" politikası...


---

Boğaziçi?

Hançerciler... İTÜ, ODTÜ? Terörist yuvası...


---

Son günlerde sadece bunlar olmuyor.

Başka şeyler de oluyor. Hele şunları bir alt alta sıralayalım...


---

Muhtarlara zam... Kaçak Kuran kurslarına af... Kaçak yapılara af... Camide namaz dersi... Sınıfta Kuran dersi... Meslek liseliye kısa askerlik önerisi...

Arada sırada ucu gösterilen bedelli askerlik...

SSK prim borçlarına af... Bağ-Kur prim borçlarına af... Çiftçiye ucuz mazot...


---

Başa dönelim... Başbakan haklı... İşsizliği tek başına çözemez...

Çünkü "tek başına iktidar" olduğu için "Başbakan'ı en çok ben seviyorum" yarışına girişen iş dünyası, aslında Hükümet'e yardımcı olmuyor...

"Rabbena, hep bana" diyerek, "daha çok istihdam yaratma" konusunda elini taşın altına koymuyor.

AB'ye giremeyeceğimiz belli oldu.

Üniversiteler ise, kapılarını türbana açmamaya kararlı...


---

Şimdi de yazının ortasına dönelim...

Çünkü, iş dünyasından, AB'den ve üniversitelerden umudu kesen Hükümet, "aslına dönüyor..."


---

AK Parti, Anadolu'da sürekli anket yaptırıyor.

"Taban ne durumda" diye...

Oylarda henüz kayma yok. Ama millet homurdanıyor... Bu nedenle, muhtar maaşlarından gecekonduculara, şeriatçılardan asker kaçaklarına, küçük esnaftan köylüye kadar "tabana" mavi boncuk dağıtılıyor.


---

Peki bunun adı ne? "Gaz alma" politikası...

Yılmaz Özdil
 
ÖNCE kendisini "kedi" olarak çizen karikatüristi çizdi...

Sonra biraz mesafeli, biraz alaycı dili yüzünden Ahmet Hakan’ı çizdi...

"Yarı biat" asla ve kat’a kabul edilemezdi, bu yüzden Ahmet Taşgetiren’i çizdi...

Aykırı çıkışlara zinhar tahammül edilemezdi, bu yüzden Ali Bulaç’ı çizdi...

"Başbakan ticaret yapamaz" meselesini kovalayıp sonuç alan Sedat Ergin’i çizdi...

"Bazen övüyorsun ama niye bazen yeriyorsun" dedi ve Ertuğrul Özkök’ü çizdi...

Ne olduysa oldu, Fatih Altaylı’yı çizdi...

Hepimizin gözü önünde yekten Uğur Dündar’ı çizdi...

İsmet Berkan’ı çizdi, Cüneyt Ülsever’i çizdi, Fikret Bila’yı çizdi...

"Hasan Abi" dediği Hasan Cemal’in "Yanlış yapıyorsun Başbakan" yazılarına öfkelendi, "abi" falan dinlemeden Hasan Cemal’i çizdi...

Sonra baktı, böyle tek tek çizerek olmayacak...

"En iyisi ben bu işi en baştan halledeyim" diyerek, tuttu Aydın Doğan’ı çizdi...

Durmadı...

Akşam Gazetesi’nin bir manşetini beğenmedi, "Gazeteni kapat" diye kükreyerek Mehmet Emin Karamehmet’i çizdi...

* * *

Bekir Coşkun, zaten "çizik yemişler cemiyeti"nin fahri başkanıydı...

Oktay Ekşi, Hıncal Uluç, Yılmaz Özdil, Tufan Türenç, Yalçın Doğan ve Yalçın Bayer de fahri üye...

Peki ya Fehmi Koru’ya ne demeli?

Her yazar bir gün kaçınılmaz olarak çiziği tadacak idi...

Ve gün geldi, "Ne güzel! Başbakan, Doğan Grubu’nu çiziyor" diye sevindirik olan Fehmi Koru da çiziğin en hasından yiyiverdi...

Bakmayın siz öyle gül gibi geçinip gittiklerine, Nazlı Ilıcak’ın bile isminin üstünde her daim belli belirsiz bir çizik vardı...

Gayet dostane ilişkiler kurmuşlardı ama "Paşa’sının Başbakan’ı" manşetinden sonra Taraf Gazetesi’ni de çiziverdi...

Başka?

Yeni Şafak yazarlarına kafayı taktı:

Hakan Albayrak’ı çizdi... Akif Emre’yi çizdi... Salih Tuna’yı çizdi... İbrahim Karagül’ü çizdi...

Çoktandır uçakta göremiyoruz, galiba Cengiz Çandar’ı da çizdi...

Star Gazetesi’nin iki as yazarına, yani Mehmet Altan’a ve Eser Karakaş’a hiç güvenmedi, "çizik kılıcı"nı üstlerinde her daim sallandırdı...

O kadar abarttı ki "çizik atma" olayını...

O kadar dikkatli ve o kadar rikkatli olmasına rağmen Sabah Gazetesi’ni bile arada çizdiği oldu...

* * *

Çizdi... Çizdi... Çizdi...

Ve geride hiç çizmedikleri kaldı...

Mesela Vakit Gazetesi’nin en müptezel yazarı Hasan Karakaya ile acilen müşahede altına alınması gereken Ankara Temsilcisi Serdar Arseven kaldı...

Mesela "Majestelerinin karikatüristi" Salih Memecan kaldı...

Mesela Emre Aköz ile muhterem zevceleri Nur Çintay A. adlı "nedime hanım" kaldı...

Hadi hakkını yemeyelim:

Kısa sürede gösterdiği olağanüstü performansla sanırım Akif Beki de "ömür boyu çizik yemeyecekler" şerefini hak etmiştir.

Ölmeden önce yapılacak on şey

BİR: Sürekli ertelediğimiz bir şeyi yapmak, yani öteden beri kafamızı bozan bir herife tokadı basıp kaçmak...

İKİ: Herkes sizin Teşvikiye Camii’nde hüznü ve neşeyi aynı anda içinde barındıran hayli özenti bir cenaze töreniyle son yolculuğunuza uğurlanmak istediğinizi zannederken... "Beni Fatih Camii’nden kaldırın" diye "son bir şaka" yapmak...

ÜÇ: Niagara Şelalesi’ne gidip nehirler üzerindeki köprülerde Marilyn Monroe ablayı hayal etmek...

DÖRT: Önce kovulmayı gerektirecek her türlü hareketi çekip, kovulunca da "Beni kovamazsınız, çünkü ben istifa ediyorum" demek...

BEŞ: Önce Murat Karayılan’la röportaj yapıp, ardından da "Ahmet Hakan söyle bakalım, Murat Karayılan’la neden görüştün?" başlıklı sekiz yazı yazmak...

ALTI: Reha Muhtar, Zahid Akman ya da Kamer Genç’le bir süre görüşüp, "İyi ki göçüp gidiyorum bu dünyadan" duygusuyla dopdolu olmak...

YEDİ: Üzerinde "Hepsi şakaydı" yazan bir not bırakmak...

SEKİZ: Çeşme’de Mustafa Denizli ile buluşup en efendi ve en janti bir şekilde şampiyonluk kutlaması yapmak...

DOKUZ: Birkaç arkadaş, AKP il ve ilçe örgütlerinin önünde toplanıp "AKP... AKP..." diye edepsizce bağırıp kaçmak...

ON: Düşünülecek, taşınılacak ve en az 15 alternatif mayın temizleme yöntemi bulunarak Başbakan Erdoğan sinir edilecek...
 
Dünyanın en uzun borusunu döşemişlerdi Türkiye’ye; 1.200 kilometre... Karadeniz o kadar olduğu için, anca o kadar döşeyebilmişlerdi... Pasifik kadar olsaydı, Pasifik kadar döşeyeceklerdi.

*

E baktılar ki, çıt yok.

Ahali memnun.

Hatta basınımız "Fevkalade döşediler" diye manşetler atıyor...

Adamlar haklı olarak, "Bu döşeme yetmemiş galiba" diye düşündü.

Bu sefer 2.000 kilometre döşüyorlar.

Yekpare.

*

Böylece ANAP’ın elinde bulunan "memlekete boru döşetme rekoru" AKP’nin eline geçmiş olacak.

*

Çünkü ANAP, küçük düşünmüş, kuzeyden güneye, diklemesine döşetmişti boruyu... "Büyük düşün" diyen AKP ise, enlemesine döşetiyor; taaa doğumuzdan giriyor, batımızdan çıkıyor. İnsanın hakikaten koltukları kabarıyor.

*

(Bundan sonra gelecek hükümetin, bu rekoru kırabilmesi için, İzmir Çeşme ile Hakkári Şemdinli arasına "hafif çapraz" bir boru döşemesi gerekiyor... Ki, Edirne’den Ardahan’a hikáyedir, Çeşme-Şemdinli 2.203 kilometredir.)

*

Tabii "Ne işimize yarayacak?" sorusuna cevap verilemeyen bu boru döşeme işinin, "Ne işimize yarayacak?" sorusuna cevap verilemeyen, dünyanın en uzun pişmaniyesi rekorunu kırdığımız güne denk gelmesi de, ayrıca bir gurur vesilesidir.

*

(Malum, bu borudan geçen gazın yüzde 15’ini biz ucuza alalım, lazımsa kullanalım, fazlaysa istediğimize satalım şeklindeki önerimiz, boruyu döşeyen arkadaşlar tarafından reddedildi... Dolayısıyla, bu boruyu niye kendimize döşetiyoruz sorusuna, yetkililerimizin verebildiği en mantıklı cevap, ebelek gübelek şeklinde.)

*

Fazla dert etmemek lazım aslında.

Bağlantı bağlantıdır.

AB’ye 50 senedir giremedik ama...

AB’nin borusu bize girdi hiç olmazsa.

*

Şimdi sıra geldi, ABD’nin tavsiyesiyle ’’doğalgaz’ık’’ attığımız Rusya’nın bize ne döşeyeceğine...

Yılmaz Özdil
 
Memleketin

fabrikalarını sat...

Telefonlarını sat...

Bankalarını sat...

Bana mısın demez.

*

Kendi tarlasına

inek girsin...

Komşusunu tarar!

*

Evindeki boş tenekeyi

bile atmaz.

Eli titrer, kıyamaz.

Ama, Kıbrıs’ı ver...

Kılını kıpırdatmaz.

*

Vahdettin sendromudur bu.

*

İşgal gemilerini getir Boğaz’a demirle, gıkını çıkarmaz...

"O boğaz bu vatanın" diyene, idam fermanı çıkartır!

*

Nabucco da böyle bi şey.

*

Nasıl olsa, memleket topraklarına döşenen dünyanın en uzun borusu, kendi tarlasından geçmiyor... Onun için alkışlıyor. Halbuki, istimlak başlasın, görürüz hangi boru, kimin tarlasına döşeniyor!

*

Üstelik...

Belirsiz olan sadece

güzergáh değil.

Gazı kim verecek?

*

Rusya yok... Çünkü, bu boru, Rusya’nın kolunu bükmek için bize döşeniyor. İran olmaz... ABD cızzz yapar sonra bizi... Zaten İran’a izin verseler bile, kendine zor yetiyor; hatırlayın, geçen sene ağır kış oldu İran’da, parasını ödediğimiz gazı bile kesti de, paniğe kapılmıştınız, "Doncak mıyız?" diye, taaa Nijeryalardan gemilerle getirmek zorunda kalmıştık... Kazakistan desen, imzaya bile gelmedi, ne gazı? Mısır, bırakın ihracatı, önümüzdeki yıl ithalatçı olması bekleniyor. Irak’ta terör var; borunun döşenmesi ile havaya uçması arasındaki süre 4.5 dakika... Azeri gazı, yetersiz; kendileri söylüyor... Türkmenistan, senede 70 milyar metreküp gaz üretiyor, sadece bu yıl için "Satacağım" diye söz verdiği, 80 milyar metreküp Rusya’ya, 40 Çin’e, 10 İran’a, etti 130, kendi de 20 kullanıyor, 150... Yani, ürettiğinin iki mislini satacağım diye taahhüt etmiş, kara kara düşünüyor, nerden bulacağım diye!

*

Kuru fasulyeyle

olmuyor bu iş.

Gazı kim verecek?

*

İşte onu da ben yazayım...

*

"Tarihi" dedikleri imza töreni için bir basın merkezi kuruldu... "Tarihi" dedikleri törene, o kadar dandik dundik hazırlanmışlardı ki, gazetecileri "bilgilendiren" görevlilerin yaka kartlarında "personel" anlamına gelen "staff" kelimesi yerine, yanlışlıkla "stuff" yazıyordu.

*

Nedir "stuff" birader?

"Dolma içi!"

*

E dolma içinden alınan bilgilerle de, anca dolma yapılabiliyor tabii...

Onun için "doldurdular" manşetleri, "rüya değil gerçek, asrın rüyası, yüzyılın imzası" filan.

*

Şimdi bu dolmanın yanına "hıyar"dan bi de cacık yapın, daha güzel girersiniz AB’ye... Hadi afiyet olsun.

Yılmaz ÖZDİL
 
Okurlar...

İstisnasız, okur yazar.

*

Yazarlar?

Adı üstünde, yazarlar.

Pek okumazlar.

*

Halbuki, vaziyeti en iyi anlatan makaleleri okurlar, yazar... Bir tanesi yazmış bana mesela, okuyayım diye.

*

"Çantacıyım.

Yapıp, satıyorum.

Geçen sene 55 bin çanta yapıp, sattım; bu sene henüz 10 bindeyim... Peki o 10 bin çantayı nasıl sattım? Şöyle... Sürekli mal verdiğim firmaya gidiyorum, konsinye alıyor. Yani? Sen ürünü yığıyorsun, o sattıkça parasını veriyor. Ama hemen vermiyor... O ay kaç tane çanta satarsa, yüzde 30’unu 6 aylık çek olarak veriyor, geriye kalanı 6 ay sonra peşin ödeyeceğini söylüyor. Bu, şu demek oluyor... 100 bin liralık mal verdin, o ay 10 bin liralık sattı, 3 bin lirasını 6 aylık çek veriyor, geri kalan 7 bin lirayı 6 ay sonra ödeyeceğini söylüyor. Yani? 100 bin liralık malımın tamamı satılsa bile, en erken 6 ay sonra para almaya başlıyorum, 100 bin liramın tamamını toparlayabilmem, en erken bir sene sürüyor. Tabii satılırsa... Ya satılmazsa? Satılmayan, deposunda bekleyen mallarımı, 6 ay sonra, alarmı takılmış, poşeti açılmış halde, ne halim varsa görmem için, adeta çöp halinde bana iade ediyor... Peki, şartlar sadece bu mu? Değil... Onun vitrini var, o olmazsa ben malımı satamam, mecburum, dolayısıyla benim kárdan yüzde 2 pay istiyor; parayı 6 aylık çek olarak ödüyor ama, kár payını anında kesiyor. Üstüne, genel tutar üzerinden yüzde 15 iskonto istiyor. Verdim mi? Verdim... İş bitmiyor... Mesela, bu şartlarda çalışmak zorunda olduğum bir firmanın bana 80 bin lira borcu var. Bu ayın 9’unda ödemesi gereken 14 bin liralık çeki vardı. Ödemedi. 30 kere filan konuştuk telefonda, 14’ünde yatıracağını söyledi, 14’ünde baktım ki, sadece 4 bin lira yatırmış... Aradım, ’hayırdır?’ diye, ’Bana mı güvenip ticarete atıldın, bunu aldığına şükret’ dedi... Bu durumda, iki seçeneğim var; ya sineye çekeceğim, ya da mahkemeye vereceğim... Mahkemeye verirsem, bitmesi en az 6 ay... Üstelik dava açarsan adın çıkıyor, ’sorunlu’ muamelesi görüyorsun, bu gittiği gibi, öbür firmalar da seninle çalışmıyor! Ne yapıyorsun? Ayakta durabilmek için, bankaya gidip, evini ipotek verip, kredi alıyorsun... Netice? Geçen sene 70 kişi çalışıyordu yanımda, şu anda 5 kişi çalışıyor."

*

Son cümlesini yazmıyorum... Çünkü son cümlesinde, "küçülme durdu, işsizlik hafifledi" diyen arkadaşlara "taaaa saygılarını" iletiyor!


Yılmaz ÖZDİL kaleminden
 
Atatürk’e "Senin

adın Mustafa,

benim adım

Mustafa, bundan

böyle senin adın

Mustafa Kemal

olsun" diyen

öğretmeni, ne

öğretmeniydi?

Matematik.

*

"Çap, yarıçap, çember, açı, üçgen, eşkenar, yamuk, alan, taban, artı, eksi, eşit, toplam, oran" gibi matematik terimlerini kim türetti, kim Türkçeye kazandırdı?

Mustafa Kemal.

*

"Teğet" kelimesini?

Mustafa Kemal.

*

Hayat, matematiktir.

*

"22 Temmuz’da yüzde 84 oy kullanıldı. AKP, yüzde 84 oranında kullanılan oyun yüzde 47’sini aldı. Eğer, yüzde 100 üzerinden bu hesabı yapacak olursanız, AKP’nin aldığı oy yüzde 55.4’tür... Bu hesapları iyi biliyoruz, kusura bakmasınlar, bunların içinde piştik" diyen... Yani, yüzde 100 üzerinden hesap yapıp, yüzde 115’i bulan kim?

*

Senin başbakan.

*

"Milli eğitim çöktü, ÖSS’de liseler döküldü, 30 bin aday sıfır çekti" yorumlarına sinirlenip... "Bu eleştirileri yapanlar ne dediklerinin farkında değil, 4 yanlış 1 doğruyu götürüyor. Yani, 75 yanlış yapan aday, 25 soruyu doğru bile yapsa, sıfır alıyor" diyen kim?

*

Senin milli eğitim bakanı.

*

4 yanlış 1 doğruyu götürüyorsa, 75 yanlış 25 doğruyu mu götürür?

*

Otur.

Sıfır.

Yılmaz ÖZDİL
 
Otellerimiz emekli dolu


Dün

önemli

gündü.

22

Temmuz’un

yıldönümü.

İlk kez

seçilen milletvekilleri, dün itibarıyla iki yılı doldurdu, hayırlısıyla emekli oldu! Bugünden itibaren çift maaş alacaklar. 9884 lira maaş, yanında 2814 lira emekli maaşı... Yarın öbür gün şerefle(!) taşıdıkları demokrasi bayrağını bir başkasına devredip, milletvekilliğini bıraktıklarında, tek emekli maaşına kalacaklar, 4671 lira alacaklar.

*

Neyse...

Bodrum’dayım.

5 yıldızlı bir otelde.

Devlet Demiryolları’ndan emekli Kazım Bey’le laflıyoruz... Her temmuzda Bodrum’a, bu tesise gelir, bir ay kalırmış. Aslında bu yaz kriz var diye 20 günlüğüne gelmeye niyetlenmiş ama, 11 lira zammı alınca, eşi Neriman Hanım, "Kazımcığım, geldik 60 yaşına, biriktir biriktir, n’apıcaz bu kadar parayı allasen" demiş, o da, "Valla haklısın hanım, kefenin cebi yok, gidelim ezelim şu 11 lirayı" demiş... Ağustosta Marmaris’e geçiyorlar.

*

Yaşama sevinciyle dolu emeklilerimizi böyle görünce, mutlu oluyor insan.

*

Geçen hafta da Antalya’da bir başka 5 yıldızlı otelde, öğretmen emeklisi Cevat Bey’le konuşuyorduk aynı konuyu... Haziranda Paris’e gitmişler arkadaşlarıyla, "İnan Yılmazcım" dedi, "Fransa devleti adına, ben utandım... Bir tane Fransız yoktu otelde."

*

Sohbetimize kulak misafiri olan Bağkur emeklisi Kerim Bey dayanamadı, "O da bi şey mi Cevat Beyciğim" dedi, "Biz buradan kalkıp Maldivler’e gidiyoruz, Almanlar bırak oteli moteli, metrobüse binecek bilet parası bile bulamıyor..."

*

Şükür hakikaten.

*

Zavallı Almanlar.

*

Otelin İngiliz animatörü geldi bir ara yanıma... Her şey dahil olmasına rağmen, Kerim Bey’in devamlı bahşiş dağıtması dikkatini çekmiş, masaj yaptırmak için Balili kızları üçer üçer alıyormuş... "5 lira zam aldılar da, ondan" dedim... "Nee! Yıllık 5 lira zam mı aldılar?" diye sordu, "Ne yıllığı be" dedim, "ayda 5 lira, ayda..." İngiliz’in gözleri dışarı fırladı duyunca.

*

Kerim Bey’in başta AKP’liler, bütün milletvekillerine selamı var bu arada... "Ömür gelip geçiyor, kendilerini bu kadar helak etmesinler, arada tatil yapsınlar" diyor.
 
Temmuz

gecesi...

19’u

20’sine

dönüyor

usul usul.

Akdeniz’in

göbeği...

Ay batmış.

Zifiri

karanlık.

Bir balıkçı teknesi...

Işıkları sönük.

Pata pata, yarıyor suları.

Karaya 3

kilometre mesafe.

"Vakit tamam"

diyorlar.

10 kişiler...

Başlarında o.

Henüz üsteğmen.

*

Üzerinde kamuflaj, ayağında postal, sırtında su almasın diye naylonlara sarılmış hafif silahları, mühimmat... Bakıyor takımına, sözler yetersiz, sarılıyorlar, olur a, yakalanırlarsa, teslim olmaya niyetleri yok nasıl olsa... Helalleşiyorlar. Atlıyor suya.

Peşinden öbürleri.

*

Yüzüyorlar... 3 kilometre... Kamuflaj, postal, cephane, ıslanınca oluyor bin kilo sanki... Yüzüyorlar... Karaya ayak basar basmaz, ilk hedef, hellim peyniri kolilerinde getirilen ve balıkçı mücahitler tarafından Beşparmak’ın eteklerine gizlenen telsizler... Buluyorlar. İlk temas kuruluyor, "Vardık..."

*

Sonraki hedef, tepeci adı verilen, gözcüler... Geleceğimize pek ihtimal vermiyorlar ama, gene de tedbiri elden bırakmıyorlar, ki, gemi memi görünürse, aman haberleri olsun ha... Tepeliyorlar tepecileri birer birer, silah yok, gürültü yok, elleriyle; ruhları bile duymuyor.

*

Yokluyorlar araziyi... Görüyorlar ki, bizim istihbarat doğru, onların istihbarat yanlış, "Buralar sarp, çıkamazlar" dedikleri yerleri boş bırakmışlar, "Çıksa çıksa buraya çıkar" dedikleri, taaa uzak noktalara, uzak plajlara yığılmışlar.

*

Basıyor telsizin

mandalına...

*

Adana, Konya ve Antalya’dan kalkan jetlerimizin homurtusu Kıbrıs semalarını yırttığında, saatler 05.25’i gösteriyor... Balyoz inmek üzere... Rum’un kafasına dank ediyor ama, iş işten geçmiş... 35 dakika sonra, C-47 ve C-160’larımız görülüyor. Kapılar açılıyor...

*

Zirveye yakın o sırada.

Beşparmak’ta.

Kaldırıyor kafasını

üsteğmen.

Gülümsüyor.

EOKA’nın kara bulut gibi çöktüğü Kıbrıs’ın gökleri, beyaz baloncuklarla kaplanıyor. Türk paraşütçüsü yağıyor.

Sağanak.

*

Ufka bakıyor...

İşte oradalar.

Çıkarma gemileri

geliyor.

*

Ve, 35 sene sonra...

*

Gene bir 20

Temmuz sabahı...

*

Zaman ne çabuk da akıp gitmiş, orgeneral olmuş, ordu yönetmiş, çok kritik bölgelerde, sayısız görevlerde, tarifsiz fedakárlıklarda bulunmuş, o üsteğmen... Açıyor televizyonu ki, 35 sene önce henüz dünyaya bile gelmemiş olan genç muhabir, Silivri Cezaevi’nin önünden onu anlatıyor: "Vatana ihanet ettiği, çete kurduğu ve devleti yıkmaya çalıştığı için, 200 küsur sene hapsi isteniyor sayın seyirciler..."
 
Benim manşetim Cansu...


Yılmaz ÖZDİL - 12.07.2009


80’li yıllar...

Gazeteciliğe yeni başlamışım.

Yeni Asır’da.

O zamanlar şimdiki gibi tecrübeli muhabirleri kırpıp kırpıp yazar yapmıyorlar; muhabirler oturaklı, en genci 35-40, baba haberlere onlar gidiyor, benim gibi çömezlerin manşet olabilmesi için ağzıyla kuş tutması lazım... Haber müdürleri de şimdiki gibi değil, "Bende haber yok" de, iyi gününe denk geldiysen yüzüne tükürür, ters gününe denk geldiysen, tükürüğe bile şükür...

Öyle bağırırlardı ki, sanırsın Tarzan’dır...

Huzurlu bi çalışma ortamı yani!

*

Gene öyle bir gün...

Haber icat etmezsem, oyacaklar.

Açtım gazeteleri...

Ki, belki bir fikir uçuşur.

"Şampiyon İzmir’den"

yazıyor.

Anadolu Lisesi şampiyonu.

İzmir’den çıkmış.

*

Can havliyle hafızamı yokladım, hatırlıyorum bu başlığı... Gittim arşive, geçen seneye baktım, işte orada, şampiyon İzmir’den... Bir önceki seneye baktım, bu sefer iki şampiyon var, biri İzmir’den, biri Aydın’dan... Bir önceki sene? Denizli’den, ikinci Muğla’dan... ÖSS’leri kurcalamaya başladım. Hep tanıdık; Ege’den.

*

E merak ettim...

Niye?

Nedir Ege’yi öne çıkaran?

*

O öğretmenle konuş, bu öğretmene danış, Milli Eğitim’e sor filan, karşıma hep aynı öyküler çıktı... Cevabı bulmuştum, manşeti de... Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde görev yapan çileli öğretmenlerimiz, hiç olmazsa emeklilik dönemlerinde biraz rahat yüzü görebilmek için, ömürleri boyunca biriktirdikleri üç-beş kuruşla, geçinmesi makul, iklimi güzel, İzmir’den Aydın’dan Denizli’den ev alıyor, meslek hayatlarının son dönemine yakın bir yolunu bulup, tayinlerini bu şehirlere çıkartıyorlardı. Yani, "çıraklık-kalfalık" dönemlerini Anadolu’da geçirip, pişip, "usta"lık dönemlerini Ege’de taçlandırıyorlardı. Dolayısıyla, Ege çocukları, o zorlu yıllar içinde sinirlerini aldırmış, tecrübeli, babacan, sabırlı, şefkatli, "Bir-iki yıl sonra bırakacağım, bu minikleri özleyeceğim, bırakmadan yapabileceğimin en iyisini yapayım" diye düşünen öğretmen kadrosu tarafından yetiştiriliyordu.

*

Netice? Şampiyon.

*

Yukarıda anlattığım avantaj nedeniyle şampiyonlar Ege’den çıkıyordu... Ama, öğretmenlerin illa ki hepsi emekliliğine yakın tası tarağı toplayıp Ege’ye gelmediği için, Artvin’in kafası çalışan çocuğu da Anadolu lisesine girebiliyordu, Mersin’deki Diyarbakır’daki de... Senin okumaya niyetin varsa, tecrübeli öğretmen de vardı.

*

Ve, hepsi devlet okullarının öğretmenleriydi tabii... Özel öğretmen filan aramazdık, servis mervis yok, yürüye yürüye mahallendeki okula git, öğretmenin kralı orda... Zaten "özel okul" diye bir kavram yoktu, hatta alay konusuydu... Özel okul denilen, Hababam Sınıfı’nda olduğu gibi, baba parasıyla diploma satın almaya çalışan haytaların gittiği okulumsu yerlerdi. Bende acayip para var, bastırıyorum, özel okula gidiyorum diye gurur duymazlar, aksine söylemeye utanırlardı.

*

80.

90.

2009.

Bakıyorum manşetlere...

"Özel okul"lular şampiyon!

Üstelik, hepsi dershaneden.

*

Devlet olmuş Hababam Sınıfı.

*

"Fakir fukara garip gureba" diye oy toplayanların yaptığı reform işte bu...

*

Dişinden tırnağından arttırıp, boğazından kesip, evladını mecburen özel okulda okutmaya gayret eden ana-babalar... Ve, boğazından kesse bile yetmediği için özel okula gönderemediği evladının yüzüne bakmaya utanan ana-babalar.

*

Özel okula kapağı attığı için, daha iyi maaş, fiziki şartlar, nispeten mutlu öğretmenler... Devlette kaldığı için, gazete bile satın alamaz hale getirilen, hayata küsen öğretmenler... Bir tarafta İngilizce, Fransızca, Almanca öğrenen çocuklar, bir tarafta dersler boş geçtiği için Türkçeyi bile öğrenemeyen çocuklar.

*

Bana göre, manşet olmalıydı, satır aralarında kalmış... Diyor ki, alnından öpmek istediğim şampiyon kızımız Cansu, "Birinci olmak güzel ama, bu eğitim sisteminde ne kadar gurur verici bilemiyorum... Bence haber olması gereken, biz değiliz, fırsat eşitsizliği nedeniyle başarısız olan arkadaşlarımız... Onların ön plana çıkarılması lazım."
 
Çinliler Nejat Uygur’a saldırdı!



Yılmaz ÖZDİL

09.07.2009



Haberler Anında Cebinizde Hürriyet Mobil

Haberler Anında Bilgisayarınızda Haber Alarmı

Haber Kaçırmaya Son Hürriyet Mind

Sitene Haber Ekle Kazan Bumerang

Büyük üstadın hoşgörüsüne sığınarak, başlığı özellikle böyle attım ki, belki Başbakanımız "Uygur’a n’olmuş acaba?" filan diye merak eder!

*

Bine yakın ölü deniyor...

Caddeler ceset dolu.

Fotoğrafları var.

Duvar önüne dizmişler Uygur gençlerini, taramışlar; sokağa çıkma yasağı ilan ettiler, evleri basıyorlar, 16 yaşından büyük erkekleri tutukluyorlar, işkence...

*

Hani van minüts?

*

Ne "Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz" diye posta koyan var, ne de "Daha gelmem Pekin’e" diye rest çeken... Yaralı Uygurları hastaneye getirip, TRT kameraları önünde ağlayan da yok.

*

Başta Deniz Fenerci arkadaşlar, din-iman ayaklarıyla bağış kampanyası başlatanı da görmüyoruz.

*

Kıytırık.

Eften püften açıklamalar.

*

Çünkü, iki kusuru var Uygurların.

Birincisi, Türk olmaları.

İkincisi, Arapça konuşmamaları.

*

Müslüman olmaları bile yetmiyor.

*

Bakıyorum, Çin askerleri tarafından hurharca katledilen Uygur kızlarına...

Başları açık.

E olmaz.

*

Üstelik, hadise "Sincan"da yaşanıyor, ki, 28 Şubat’ın merkezidir; en fenası o.

*

Dolayısıyla.

Ankara’da İstanbul’da protesto gösterileri yapan Uygur soydaşlarımı uyarıyorum; uzatırsanız, polisimiz tarafından coplanırsınız... Biz artık sizin bildiğiniz Türklerden değiliz... Önce imama, sonra AB’ye uyduk, "Ne mutlu Türküm diyene" lafını bile kaldırıyoruz.

*

Bakü’ye kardeşim...

Bakü’ye.

Biz tadilat dolayısıyla kapalıyız.
 
Geri
Top