• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Yılmaz Özdil Kaleminden Makalaler

Kasımpaşalı Başbakan, lafı hiç eğip bükmeden söyledi: "İşsizliği Amerika çözememiş, ben nasıl çözeyim?"

Bunun adı ne? "Tepebaşı'ndan aşağı Kasımpaşa" politikası...


---

Başbakan Fransızca bilmediği için Fransa'nın AB'ye hayır demesini Fransızca bilen Dışişleri Bakanı yorumladı:

"Bizi ilgilendirmez."

Peki bu ne? "Jömanfu" politikası...


---

Boğaziçi?

Hançerciler... İTÜ, ODTÜ? Terörist yuvası...


---

Son günlerde sadece bunlar olmuyor.

Başka şeyler de oluyor. Hele şunları bir alt alta sıralayalım...


---

Muhtarlara zam... Kaçak Kuran kurslarına af... Kaçak yapılara af... Camide namaz dersi... Sınıfta Kuran dersi... Meslek liseliye kısa askerlik önerisi...

Arada sırada ucu gösterilen bedelli askerlik...

SSK prim borçlarına af... Bağ-Kur prim borçlarına af... Çiftçiye ucuz mazot...


---

Başa dönelim... Başbakan haklı... İşsizliği tek başına çözemez...

Çünkü "tek başına iktidar" olduğu için "Başbakan'ı en çok ben seviyorum" yarışına girişen iş dünyası, aslında Hükümet'e yardımcı olmuyor...

"Rabbena, hep bana" diyerek, "daha çok istihdam yaratma" konusunda elini taşın altına koymuyor.

AB'ye giremeyeceğimiz belli oldu.

Üniversiteler ise, kapılarını türbana açmamaya kararlı...


---

Şimdi de yazının ortasına dönelim...

Çünkü, iş dünyasından, AB'den ve üniversitelerden umudu kesen Hükümet, "aslına dönüyor..."


---

AK Parti, Anadolu'da sürekli anket yaptırıyor.

"Taban ne durumda" diye...

Oylarda henüz kayma yok. Ama millet homurdanıyor... Bu nedenle, muhtar maaşlarından gecekonduculara, şeriatçılardan asker kaçaklarına, küçük esnaftan köylüye kadar "tabana" mavi boncuk dağıtılıyor.


---

Peki bunun adı ne? "Gaz alma" politikası...

Yılmaz Özdil
 
Memleketin şiiri...

Önce Edirne'de 8 bebek öldü, hastane enfeksiyonundan... Bisküvi kolilerinde gömdüler.

senin dudakların pembe
ellerin beyaz
al tut ellerimi bebek
tut biraz...

Sonra Manisa'da 2 bebek daha öldü, doğar doğmaz... Bu sefer, zahmet edip, kantinden bisküvi kolisi getirmediler, ilaç kolilerinde gömdüler.

benim doğduğum köylerde
ceviz ağaçları yoktu
ben bu yüzden serinliğe hasretim
okşa biraz...

Ardından Kayseri'de 7 bebek daha... Aynı sebep.

benim doğduğum köylerde
buğday tarlaları yoktu
dağıt saçlarını bebek
savur biraz...

O kadar iyi önlem alındı ki hastanelerde... İstanbul'da 5 bebek daha öldü... Gene ilaç kolisi.

benim doğduğum köyleri
akşamları eşkıyalar basardı
ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
konuş biraz...

Güneydoğu'da alt tarafı yağmur yağdı, 39 insanımız boğularak can verdi... 17'si bebek.

benim doğduğum köylerde
insanlar gülmesini bilmezdi
ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
gül biraz...

Malatya... Devlet Ana'ya emanet edilen kimsesiz bebelerin kafaları paskalya yumurtası gibi birbirine tokuşturuldu çocuk yuvasında... İzledik çaresizce.

benim doğduğum köylerde
şimal rüzgarları eserdi
hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
öp biraz...

Bebeğe tecavüz ettiler. Katmerli utanıyorum. Benim doğduğum köyde çünkü. İzmir'de... Annesini de serbest bıraktılar. AB'ye uyum çerçevesinde...

sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin
benim doğduğum köyler de güzeldi
sen de anlat doğduğun yerleri
anlat biraz...


Anlatmak lazım... Unutmamak için.
Cahit Külebi'yi rahmetle anıyorum...
İlk nefeste ölen bebelerimizi de.
Bu memleketin, görevini layıkıyla yerine getiren çok değerli yöneticilerini de, siz anarsınız artık.
 
Mantar kültürü...

Türk milletinin, "dünyanın en çok ekmek yiyen milleti" olduğu ortaya çıktı.
Adam başı, yılda 200 kilo...
Guinness Rekorlar Kitabı'na girmişiz.

Pilavı bile ekmekle yiyerek, aile sakinleri tarafından "oha" diye uyarılan biridir, bu satırların yazarı...
Onun için, en azından kendi payıma hiç şaşmadım bu dünya rekoruna.

Ama şaştığım şu...
Gazeteler, televizyonlar, sabahtan akşama kadar, "fesleğen sos eşliğinde, mozzarella peyniri serpilmiş, enginar göbeğinde, bademli brokoli" tarifi veriyor.
Kime?
Yılda 200 kilo ekmek yiyen millete.

Kıçında donu olmayan ahalinin, Fransız şatolarında dadılarla büyüdüğünü zanneden Türk basınının bu monşer hali, beni çok eğlendirir hep.

Bakın son örnek...
Havai fişekler ata ata , "İstanbul'un Kültür Başkenti seçildiğini" yazıyorlar.
Kime?
İşine dört saatte gidebilen, iki santim yağmur yağdığında oturma odasında boğulan, çantaları kapılırken otomobil lastikleri altında can veren millete.

Üstelik.
Öyle bir hava veriyorlar ki...
Sanki kültür başkenti olmak, "her kente nasip olmayan bir özellik" tir.

Daha önce yazmıştık.
Tekrar edelim...
Avrupa'da Kültür Başkenti olmayan neredeyse kalmadı.
İstanbul'a sıra anca geldi.
İnanmayan, listeyi okusun...

Atina, Floransa.
Amsterdam, Berlin.
Paris, Glasgow.
Dublin, Madrid.
Anvers, Lizbon.
Lüksemburg, Kopenhag.
Selanik, Stockholm.
Weimar, Avignon.
Bergen, Bologna.
Brüksel, Helsinki.
Krakov, Reykjavik, Prag.
Santiago de Compostela...
Porto, Rotterdam.
Bruges, Salamanca.
Graz, Genova.
Lille, Cork.
Patras, Lüksemburg.
Sibiu, Liverpool.
Stavanger, Linz...

38 tane.
Halk arasındaki tabirle...
Avrupa'da Kültür Başkenti olmayanı dövüyorlar.
Vaziyet o halde.

Şimdi denilebilir ki...
"Ne var yani...
Geç olsun, güç olmasın..."
Demek istediğim zaten bu.
"Güç" olabilir.
Çünkü "İstanbul'a sıra anca geldi" diyoruz ama...
Sıra henüz gelmedi.
4 yıl daha bekleyeceğiz.
2010'da sıra gelecek.
"E ne var... Bu kadar beklemişiz, 4 yıl daha bekleriz..."
Şu var.

Gazetelerin -her nedense- yazmadığı bir notu ilave edeyim...
Kıbrıs Rum Kesimi, Avrupa Birliği Konseyi'nin İstanbul'u 2010 Kültür Başkenti ilan eden kararına, şerh koydurdu, şerh...
Türkiye, Rum Kesimi'yle ilgili yükümlülüklerini yerine getirmezse, 2010'da da yok.

Maksat uyarayım dedim...
Yoksa, "kültürlü" olmak için 4 yıl daha beklemenin bir sakıncası yok tabii.

Yılmaz Özdil
15.11.2006/Sabah
 
Suudilere özür borçluyuz

Çoğu kişi yakınır...
"Boğaz'ı mahvettiler."
"Beton yığınına çevirdiler."
Doğruluk payı vardır bu sözlerin.
Ama bunu söyleyene sorun...
"İster misin o evlerden birini?"
Yılışık bir gülümseme belirir yüzünde.
Yavşar.
"Tabii" der, "kim istemez ki."

***

Gerçekten sahip olmayı bırakın...
Şaka yollu teklifte bile omurgalı durmayı beceremez.

***

Bakın daha dün...
"Suudiler, Mekke'deki Osmanlı kalesi Ecyad'ı yıkıyor" diye, dünyayı ayağa kaldırdık.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kültür Bakanlığı, Suudi Arabistan'ı resmen kınadı.
"Ecdadımıza hakarettir" denildi.
"Türk milletine küfürdür" denildi.
"Siz nasıl müslümansınız... Kabe'yi korumak için o kalede can veren Türk şehitlerinden utanın" denildi.
Yetmedi...
İmza kampanyaları yaptık.
UNESCO'ya şikayet ettik.
Yetmedi...
TBMM'de gündeme getirdik.
Milletvekilleri ağzına geleni söyledi.
Nasıl yapacağını açıklamamakla beraber, "gökkubbeyi başlarına yıkarız" diyen bile oldu.
Yetmedi...
Suudi Arabistan'ın Ankara Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı... Fırçalandı.
"Höt" falan denildi.

***

Dinlemedi tabii adam.
Ciddiye bile almadı.
Önce...
Türk düşmanı İngiliz ajanın Cidde'de oturduğu evi, restore etti... Kapısına da, "Bu ev, Türkler'e karşı bağımsızlık savaşı vermemize yardımcı olan Lawrence'in karargahıdır" plaketi astı.
Nispet yapar gibi.
Sonra...
Yıktı kalemizi.
Dozerle.
Yerine de binalar yaptı.

***

E bugün bakıyoruz...
O binalardaki dairelerden en çok kim satın almış, devremülk olarak?
Biz.

***

Bitirmeden ilave edeyim...
Bizim "hele bi yık" diye babalandığımız dönemde, Suudi yönetiminin sesi olarak bilinen Okaz gazetesi, şu manşeti atmıştı:
"Tarih bilinci hakkında konuşacak en son ülke, Türkiye'dir."

***

Haklıymış Arap.
Ben kendi payıma, özür dilerim.

Yayın Tarihi: 19-11-2006
 
İşler iyi, iyi...

Aziz Gelinci.
Emekli.
Maaşı, 600 lira.
Eşi, kanser hastası.
Ev, kira.
Mecburen çalışmaya devam...
Bağdat'ta düşen uçaktaydı.

Tansu Alpaydın.
DSİ'den emekli.
Maaşı, 650 lira.
Üç çocuğu var.
Biri lisede, ikisi ilkokul.
Mecburen çalışmaya devam...
Bağdat'ta düşen uçaktaydı.

Mehmet Durdu.
Kepçe operatörlüğünden emekli.
Maaşı, 450 lira.
Mecburen çalışmaya devam...
Bağdat'ta düşen uçaktaydı.

Süleyman Özkartal.
İnşaat işçiliğinden emekli.
Maaşı, 425 lira.
Mecburen çalışmaya devam...
Bağdat'ta düşen uçaktaydı.

Ölmeselerdi...
500'er dolar alacaklardı ayda.
700'er lira falan.

Konteynerde kalacaklardı.
3 metreye, 9 metre. 8 kişi, 27 metrekare.
Fotoğrafı var bende...
Ranzalar metal. 4 tane. Bitişik nizam. Altlı üstlü. Pantolon gömlek çorap, ranzaların arasına gerilen ipte asılı... Pencere yok. Nefes al, alabilirsen... Televizyon yok. Sandalye yok. Zaten koyacak yer yok... 4 kişi yatakta oturuyor geceleri sohbet ederken, 4 kişi, kapı ile ranzalar arasında kalan boşlukta, yerde... Kapının arkasındaki çivide, hani şu şap diye vurmaya yarayan rakete benzer sineklikten asılı... Kapıyı açtın mı, içeri hücum ediyorlar çünkü... Dolap yok. Raf yok. Çantalar, ranzaların altına itilmiş. Kalorifer, elektrikli. Priz, üçlü... Bir göze kalorifer takılı, bir göze şarj için cep telefonu, bir göze poşet çay için su ısıtıcısı... Çöp kutusu içerde. Lavabo yok. Tuvalet, duş, konteynerin yanındaki kabinde, kullanım ortak.

Burada yaşamak için...
Günde 70 kişinin öldürüldüğü Irak'ta çalışmak için...
Bir kağıt imzaladılar.
"Başıma gelecek olanlardan sadece kendim sorumluyum" yazılı bir kağıt... İşe girebilmek için böyle bir şart var çünkü.

Yıllarca prim ödeyip, emekli olmuşlardı.
Ölmeselerdi...
Hükümet'in çıkardığı Sosyal Güvenlik Kanunu gereği, maaşlarından 120'şer lira kesilecekti... Emekli oldukları halde çalıştıkları için.

Bu arada...

Türkiye İstatistik Kurumu açıkladı.
İşsizlik azaldı, milli gelir arttı, özellikle son 4 yılda gelir dağılımı düzelmeye başladı.

Hans Merkelbach.
Emekli. Maaşı, 1.400 Euro.
Çalışmıyor.
Geceliği 35 liradan Antalya'da 5 yıldızlı otelde kalıyor şu anda. Eşiyle birlikte.
Herşey dahil.
Yaşı 55'in üstünde olduğu için, yüzde 10 indirim yapılıyor ayrıca.
 
Şezlong

İstanbul'a yaz geleceği yok.

E fedakârlıkta bulunayım...
Ben yaza gideyim bari.

Malum, siyaset düğümlendi.
Bunlar açılana kadar...
Bi açılayım geleyim gari.

Dolayısıyla... En şirin ses tonumu kullanarak Enis Berberoğlu'nu aradım, “çipuralar merak etmiştir, izninle biraz arazi olabilir miyim” dedim. “Ne zaman gidip, ne zaman geleceksin?” dedi. “Derhal gidip, bi ara gelirim” dedim. Yemedi tabii. “Kaç gün?” dedi. “Üç hafta filan” dedim. “Oha” demedi. “Olmaz” dedi. “İki buçuk” dedim. “İn” dedi. “Abi aşağısı kurtarsa dükkân senin” desem, dükkân onun... Mecburen “peki” diyormuş gibi yaptım. Onu da çok buldu iyi mi... “10 günü geçirme, ne zaman döneceğini yaz, okurun haberi olsun” dedi.

Okurun haberi olsun diye yazıyorum... 10 günü geçirmem, üç-beş gün telefonum çekmiyor ayağına yatarım, iki-üç gün dönüş için feribot bulamam, dört-beş gün de burdaki yanardağ patladı uçaklar iptal desek, en az 48 saat git-gel yol tutar, temmuzda dönerim.

İzin yazısı dümeniyle bugünkü mesaimi doldurmuş bulunuyorum, buraya kadar okuduğunuza göre, cumartesi itibariyle çalıştığıma şahitsiniz, yarın pazar, evrensel tatil, anayasal hakkım, pazartesileri zaten yazmıyorum, salı bismillah, tatile başlıyorum; hesap hatası olmasın.

Özetle...
Nerde bu adam diye telaş yapmayın, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden.
Eyvallah.

 
Geri
Top