Amerika Birleşik Devletleri

YURTTAŞ GENEL VE DIŞ POLİTİKA

Yeni hükümetin ilk görevlerinden biri iç ekonomiyi güçlendirmek ve ülkenin mali konumunu güvence altına almak olmakla birlikte, Birleşik Devletler dış ilişkilerini göz ardı edemezdi. Washington dış politikasının temel taşları, barışın korunması, ülkeye yaralarını sarmak için zaman tanınması ve ulusal birleşmenin yavaş yavaş yürümesine olanak sağlanmasıydı. Avrupa’daki gelişmeler bu amaçları tehdit ediyordu. Çok sayıda Amerikalı Fransız Devrimi’ni yakından izliyor ve ona olumlu gözle bakıyordu. Nisan 1793’te gelen haberler, bu çatışmayı Amerikan siyasetinin bir sorunu yaptı. Fransa Büyük Britanya ve İspanya’ya savaş ilan etmişti ve Fransa’nın, Yurttaş Genet olarak bilinen yeni elçisi Edmond Charles Genet Birleşik Devletler’e geliyordu.

Kral XVI. Louis’nin Ocak 1793’te idam edilmesinin ardından, İngiltere, İspanya ve Hollanda Fransa ile savaşa girmişlerdi. 1778 tarihli Fransız-Amerikan İttifak Andlaşması uyarınca, Birleşik Devletler ile Fransa sürekli olarak müttefik kalacaklardı ve Amerika Batı Hint Adaları’nı savunması için Fransa’ya yardım etmek zorundaydı. Buna karşın, askeri ve ekonomik açılardan çok zayıf bir ülke olan Birleşik Devletler, büyük Avrupa güçleriyle yeni bir savaşa girebilecek durumda değildi. Washington 22 Nisan 1793’te, Birleşik Devletler’in “savaşan taraflarla dost ve onlara karşı tarafsız” olacağını açıklayarak, bağımsızlığına olanak vermiş bulunan 1778 andlaşmasının hükümlerini iptal etti. Genet geldiğinde, pek çok vatandaş sevgi gösterilerinde bulundu; fakat, hükümet tarafından soğuk bir resmiyet içinde karşılandı. Buna kızan Genet, ele geçirilmiş bir İngiliz gemisinin korsan teknesi olarak donatılmayacağı yolunda verilmiş bulunan sözü ihlal etti. Bundan sonra da, hükümeti atlayıp konuyu doğrudan doğruya Amerikan halkına danışacağı tehdidinde bulundu. Kısa süre sonra da, Birleşik Devletler, Fransa Hükümeti’nin onu geri çağırmasını istedi.

Genet olayı, Büyük Britanya ile ilişkilerin doyuruculuktan çok uzak bulunduğu bir sırada, Ameika’nın Fransa ile olan ilişkilerini de gerginleştirdi. Batı’daki kaleler hala İngiliz askerlerinin işgali altındaydı, Devrim sırasında İngiliz askerlerinin götürdüğü mallar ne iade edilmiş ne de bedeli ödenmişti ve Fransa limanlarına gitmekte olan Amerikan gemilerine İngiliz donanması tarafından el konuluyordu. Washington, bu sorunları çözümlemek amacıyla, Yüksek Mahkeme’nin ilk başkanı John Jay’i özel elçi olarak Londra’ya gönderdi. Jay, görüşmeler sonunda, İngiliz askerlerinin batıdaki kaleleri boşaltmasını sağlayan bir andlaşma imzaladı ve İngiltere tarafından 1793 ve 1794’te el konulmuş bulunan gemilere ve taşıdıkları yüklere karşılık Londra’nın tazminat ödeyeceği konusunda söz aldı. Andlaşmada, Amerika’nın Batı Hint Adaları ile olan ticaretine büyük sınırlamalar getirilmesi ve ne gelecekte Amerikan gemilerine el konulmasından ne de Amerikalı denizcilerin zorla İngiliz donanmasında görevlendirilmesinden söz edilmiş bulunması, ABD’nin çok zayıf bir durumda olduğunu gösteriyordu. Jay ayrıca, İngilizlerin, donanmaya ait malların ve savaş malzemesinin kaçak mal sayıldığı ve tarafsız gemiler tarafından düşman limanlarına taşınamayacağı yolundaki görüşlerini de kabul etti.

Jay’ın imzaladığı Andlaşma, artık Cumhuriyetçiler olarak tanınan Antifederalistlerle Federalistler arasında hararetli dış politika tartışmaları başlamasına neden oldu. Temsil ettikleri çıkar çevreleri İngiltere ile yürütülen ticaretten yararlandığı için, Federalistler İngiltere yanlısı bir siyasetten yanaydılar. Bunun aksine, Cumhuriyetçiler, daha çok ülküsel nedenlerle, Fransa’dan yana davranıyor ve Jay Andlaşması’nın İngltere’ye çok fazla çıkar sağladığını düşünüyorlardı. Yine de, uzun tartışmalardan sonra Senato andlaşmayı onayladı.

ADAMS VE JEFFERSON

Ulusun başında sekiz yıldan fazla kalmayı kesinlikle reddeden Washington 1797’de emekliye ayrıldı. Başkan Yardımcısı, Massachusettsli John Adams yeni başkan olarak seçildi. Başkanlığa getirilmeden önce Alexander Hamilton ile sürtüşmüş olan Adams, bölünmüş bir parti ile çalışmak zorundaydı.

Uluslararası karmaşa bu iç zorlukları daha da arttırıyordu: İngiltere ile yeni yapılan andlaşmayı öfkeyle karşılayan Fransa, İngilizlerin iddialarını benimseyerek, düşman limanlarına götürülmekte olan besin maddelerine, donanmaya ait mallara ve savaş malzemesine Fransız donanması tarafından el konulacağını açıkladı. 1797’ye gelindiğinde, Fransa 300 Amerikan gemisine el koymuş ve Birleşik Devletler’le diplomatik ilişkilerini kesmişti. Adams, görüşmelerde bulunmak üzere Paris’e üç temsilci daha gönderince, Fransa Dışişleri Bakanı Charles Maurice de Talleyrand’n ajanları (Adams, Kongre’ye verdiği raporda bunlardan X, Y ve Z olarak söz etmiştir), Birleşik Devletler’in Fransa’ya 12 milyon dolar borç ve Fransa Hükümeti yetkililerine de rüşvet vermesi koşuluyla görüşmelere başlanabileceğini bildirdiler. Amerikalıların Fransa’ya karşı düşmanlıkları yüksek bir düzeye erişti. XYZ Olayı denilen gelişmeler sonucunda, silah altına asker alınmaya ve genç ABD donanması güçlendirilmeye başlandı.

Fransızlarla bir dizi deniz çatışmasından sonra savaş kaçınılmaz görünüyordu. Bu bunalım sırasında, Adams, savaşmak isteyen Hamilton’un önerilerini bir kenara iterek Fransa’ya üç yeni temsilci gönderdi. İktidara yeni gelmiş olan Napoleon, temsilcilere içten bir kabul gösterdi ve görüşmeler sonunda, Birleşik Devletler’i Fransa ile 1778’de yapmış bulunduğu savunma ittifakının yükümlülüklerinden resmen kurtaran Sözleşme’nin 1800 yılında imzalanmasıyla çatışma tehlikesi azaldı. Buna karşın, Amerika’nın zayıflığı yüzünden, Fransa, Fransız donanmasının el koyduğu Amerikan gemilerine karşılık 20 milyon dolar tazminat ödemeyi reddetti.

Fransa’ya karşı duyulan düşmanlık, Kongre’nin Yabancılar ve İsyan Yasaları’nı kabulüne yol açtı ve bu yasalar Amerika’da vatandaşlık hakları üzerinde önemli etkiler yarattı. Vatandaşlığa alınma süresini beş yıldan on dört yıla yükselten Vatandaşlık Yasası, Cumhuriyetçiler’e destek verdiğinden kuşku duyulan İrlandalı ve Fransız göçmenleri hedef alıyordu. Sadece iki yıl yürürlükte kalacak olan Yabancılar Yasası, başkana, savaş sırasında yabancıları hapse atma ya da sınır dışı etme yetkisi veriyordu. İsyan Yasası, başkan ya da Kongre hakkında “yanlış, iftira sayılan ve kasıtlı” her tür yazıyı, konuşmayı ya da yayını yasaklıyordu. İsyan Yasası uyarınca verilen birkaç mahkumiyet kararı, vatandaşlık hakları konusunda azizler yarattı ve Cumhuriyetçiler’e destek sağladı.

Yasalar direnmeyle karşılandı. Jefferson ve Madison, Kasım ve Aralık 1798’de, Kentucky ve Virginia yasama organlarının, aynı adla anılan birer Karar almalarına öncülük ettiler. Bunlara göre, eyaletler, federal hükümetin kararlarına kendi görüşleri çerçevesinde “müdahale” edebilecek ve onları “geçersiz” kılabileceklerdi. Geçersiz kılma kuramı, gelecek yıllarda, gümrük tarifeleri ve daha da kötüsü, kölelik konularında kendi çıkarlarını Kuzey’in çıkarlarına karşı savunmak amacıyla Güney eyaletleri tarafından kullanılacaktı.

1800’e gelindiğinde Amerikan halkı bir değişikliğe hazırdı. Washington ve Adams’ın yönetimi sırasında Federalistler güçlü bir hükümet kurmuşlardı; fakat, Amerikan hükümetinin vatandaşların isteklerine karşılık vermek zorunda olduğu ilkesini zaman zaman göz ardı ederek, büyük gurupları yabancılaştıran bir dizi siyaset izlemişlerdi. Sözgelimi, 1798’de bir konut, arazi ve köle vergisi çıkararak ülkedeki tüm emlak sahiplerini etkilediler.

Jefferson sürekli olarak çevresinde büyük çiftçi, dükkan sahibi ve diğer işçi kitleleri topladı ve onlar da 1800 seçimlerinde etkilerini gösterdiler. Jefferson, Amerikan idealizmine hitap ettiği için olağan üstü destek elde etti. Yeni başkent Washington, D.C.’de okunan ilk resmi söylev olan göreve başlama konuşmasında, halk arasında düzeni koruyacak “akıllı ve tutumlu bir hükümet kurulacağına”; ancak, “onların, bunun dışında, kendi çalışmalarını ve gelişmelerini düzenlemekte özgür bırakılacaklarına” söz verdi.

Jefferson’un sadece Beyaz Saray’daki varlığı bile demokratik yöntemler geliştirdi. Maiyetindekilere, kendilerine halkın emanetçileri olmaktan başka bir gözle bakmamalarını öğretti. Tarımı ve batıya doğru genişlemeyi teşvik etti. Amerika’nın baskı altında kalan kişiler için bir barınak olduğuna inandığı için, özgürlükçü bir vatandaşlık yasası çıkarılmasını istedi. İkinci görev döneminin sonlarına gelindiğinde, uzak görüşlü Maliye Bakanı Albert Gallatin, ulusun borçlarını 560 milyon doların altına düşürmüştü. Jefferson yanlısı tutkular ülkeye yayıldıkça, pek çok eyalet birbiri ardından, seçme hakkı için emlak sahibi olma koşulunu kaldıran ve borçlularla tutuklulara daha insanca yaklaşan yasalar çıkardılar.

LOUISIANA VE İNGİLTERE

Jefferson’un faaliyetlerinden biri ülkenin yüzölçümünü iki katına çıkarmak oldu. Yedi Yıl Savaşları sona erdiğinde Fransa, Mississippi Nehri’nin batısındaki araziyi İspanya’ya terk etmişti. Ohio ve Mississippi vadilerinden alınan Amerikan ürünlerinin taşınmasında vazgeçilmez konumda olan New Orleans limanı, Mississippi Nehri’nin ağzında kuruluydu. Jefferson başkan olduktan kısa bir süre sonra, Napoleon, zayıf düşmüş İspanyol hükümetini, Louisiana diye adlandırılan geniş bir toprak parçasını Fransa’ya geri vermeye zorladı. Olay Amerikalıları kuşkulandırdı ve öfkelendirdi. Napoleon’un, Birleşik Devletler’in hemen batısında büyük bir koloni imparatorluğu kurma planı, Amerika’nın iç kesimlerindeki tüm yerleşim birimlerinin ticaret haklarını ve güvenliklerini tehdit ediyordu. Jefferson, Fransa Louisiana’yı eline geçirirse “o anda bizim de İngiliz donanması ve ulusuyla evlenmemiz gerekir” diye konuştu.

Büyük Britanya’ya karşı yeni bir savaşın başlamak üzere olduğunu bilen Napoleon, Louisiana’yı Birleşik Devletler’e satarak İngilizlerin erişiminden uzaklaştırmayı ve hazinesini doldurmaya karar verdi. Anılan karar Jefferson’u bir anayasal açmazla karşı karşıya bıraktı: Anayasa, hiçbir kuruma arazi satın alma yetkisi vermemişti. Jefferson başlangıçta Anayasa’yı değiştirmek istedi; fakat, danışmanları, gecikme yüzünden Napoleon’un fikir değiştirebileceğini ve arazi satın alma yetkisinin andlaşma yapma yetkisi içinde var olduğunu söylediler. Jefferson, “ülkemizdeki sağduyu, gevşek bir yapı kötü sonuçlar doğuracak olursa onu düzeltir” diyerek ısrardan vazgeçti.

Birleşik Devletler 1803’te 15 milyon dolar ödeyerek “Louisiana Alımı”nı gerçekleştirdi. Anılan işlem, 2.600.000 kilometre kareden daha geniş bir araziyi ve New Orleans limanını kapsıyordu. Ülke böylelikle, zengin çayırları, dağları, ormanları ve nehir ağı bulunan bir arazi kazanmış oluyordu. Bölge, 80 yıl içinde ülkenin kalbi ve dünyanın en zengin tahıl ambarlarından biri konumuna gelecekti.

Jefferson, 1805’te ikinci görev dönemine başlarken, Büyük Britanya ile Fransa arasındaki savaşta Amerika’nın tarafsız kalacağını açıkladı. Her bir taraf diğerine yönelik tarafsız deniz taşımacılığını sınırlamaya çalışmakla birlikte, denizlerdeki egemenliği sayesinde İngiltere, Napoleon Fransası’nın yapabileceğinden çok daha ciddi müdahale ve el koyma faaliyeti gerçekleştirdi.

İngilizler 1807’ye kadar, 700’den çok savaş gemisi inşa etmiş ve bunlarda 150.000’e yakın denizci ve deniz piyadesi görevlendirmişti. Bu çok büyük güç, deniz yollarını denetim altında tutuyor, Fransız limanlarını abluka altına alıyor, İngiliz ticaretini koruyor ve İngiltere ile kolonileri arasındaki yaşamsal bağların sürdürülmesini sağlıyordu. Buna karşın, İngiliz donanmasında görevli denizcilerin yaşam koşulları o kadar ağırdı ki, olağan yöntemle mürettebat bulmak olanak dışı oluyordu. Pek çok denizci firar ediyor ve ABD gemilerine sığınıyordu. Bu koşullar karşısında, İngiliz subayları kendilerinin Amerikan gemilerini arayıp İngiltere vatandaşlarını yakalama hakkı olduğunu düşünüyor; Amerikalılar da bu davranışı çok aşağılayıcı buluyorlardı. Buna ek olarak, İngiliz subayları, sık sık Amerikalı denizcileri de zorla kendi gemilerinde çalıştırıyorlardı.

Jefferson İngiliz savaş gemilerinin Amerika karasularından çıkmasını emreden bir bildiri yayınlamasına karşılık olarak İngilizler daha çok sayıda denizciyi zorla çalıştırmaya başladılar. Jefferson, İngilizlere geri adım attırmak için ekonomik baskı uygulamaya karar verdi. Kongre Aralık 1807’de Ambargo Yasası’nı kabul ederek tüm dış ticareti yasakladı. Gücü sınırlı hükümet sistemini en hararetli biçimde savunan Cumhuriyetçiler, kaderin bir cilvesi olarak, ulusal hükümetin yetkilerini çok büyük oranda arttıran bir yasa kabul etmişlerdi. Amerika’nın ihracatı bir yıl içinde eskiden olanın beşte birine düştü. Alınmış olan önlem nedeniyle ticaret çevreleri hemen hemen tümüyle yok olmuşlardı; New England ve New York’ta duyulan hoşnutsuzluk giderek çoğalıyordu. Güney’deki ve Batı’daki çiftçilerin üretim fazlası tahıl, pamuk, et ve tütünü ihraç edememeleri yüzünden fiyatlarda büyük düşüşler olduğu için, tarım çevreleri de büyük zarara uğradıklarını gördüler.

Ambargonun Büyük Britanya’da açlık yaratacağı ve siyaset değişikliğine yol açacağı yolundaki umutlar gerçekleşmedi. Ülkedeki yakınmalar çoğalınca Jefferson, denizcilik çevrelerini yatıştıran daha ılımlı bir önleme yöneldi. 1809 yılında, İngiltere, Fransa ve onların sömürgeleri dışındaki tüm ülkelerle ticaret yapmaya izin veren, İlişkide Bulunmama Yasası’nı imzaladı.

1809’da Jefferson’un yerine James Madison başkan oldu. Büyük Brtitanya ile olan ilişkiler daha da kötüleşti ve iki ülke hızla savaşın eşiğine geldiler. Başkan, Kongre’ye, İngilizlerin Amerikan vatandaşlarını zorla silah altına aldıklarını gösteren binlerce olayı içeren ayrıntılı bir rapor sundu. Buna ek olarak, kuzeybatıdaki yerleşimciler, Kanada’daki İngiliz ajanlarınca kışkırtıldığını düşündükleri Kızılderililerin gerçekleştirdiği saldırılarda zarara uğramışlardı. Bu gelişme sonucu, çok sayıda Amerikalı, Kanada’nın fethedilmesi görüşünü desteklemeye başladı. Böyle bir girişim başarılı olursa, hem Kızılderililer üzerindeki İngiliz etkisi ortadan kaldırılmış olacak hem de üzerinde yeni koloniler kurulabilecek arazi elde edilecekti. Kanada’yı fethetme isteği, denizcilerin zorla silah altına alınmasından duyulan öfke ile birleşince bir savaş coşkusu doğdu ve Birleşik Devletler 1812’de İngiltere’ye savaş ilan etti.
 
1812 SAVAŞI

Ülke İngiltere ile yeni bir savaşa daha hazırlandığı sırada Birleşik Devletler içerdeki ayrılıklardan sıkıntı çekmeye başladı. Güney ve Batı savaşmayı istiyor, ticaretleri engellenen New York ve New England ise savaşa karşı çıkıyordu. Savaş ilan edildiğinde askeri hazırlıklar henüz tamamlanmamıştı. 7.000’den az asker vardı ve bunlar da kıyı bölgesindeki, Kanada sınırı yakılarındaki ve ülkenin uzak iç kesimlerindeki karargahlara dağıtılmış durumdaydılar. Eyaletlerin disiplinsiz milis birlikleri bu askerlere destek olacaklardı.

İki ülke arasındaki çatışma Kanada’nın işgal edilmesiyle başladı. Bu işgal girişimi iyi planlanmış ve zamanlanmış olsaydı, Montreal’e karşı birleşik bir harekat oluşturacaktı. Aksine, tüm harekat kötü yönetildi ve İngilizlerin Detroit’i ele geçirmeleriyle sonuçlandı. Buna karşın, ABD donanması başarılar kazandı ve ülkede yeniden bir güven duygusu yarattı. Ayrıca, Atlas Okyanusu’nda dolaşan Amerikan korsanları, 1812 ve 1813 sonbahar ve kış aylarında 500 İngiliz teknesi ele geçirdiler.

1813 yılı kampanyası Erie Gölü üzerinde yoğunlaştı ve ileriki yıllarda başkanlığa seçilecek olan General William Henry Harrison komutasında milis güçlerinden, gönüllülerden ve muvazzaf askerlerden oluşan bir ordu, Detroit’i geri almak için harekete geçti. Harrison 12 Aralık’ta hala Ohio’nun kuzeyindeyken, Erie Gölü’ndeki İngiliz donanmasının Tuğamiral Oliver Hazard Perry tarafından yok edilmiş olduğu haberini aldı. Detroit’i geri aldı ve kaçan İngilizlerle Kızılderili müttefiklerini Thames Nehri’nde yenerek Kanada içerilerine ilerledi. Böylelikle tüm bölge Amerikan denetimine geçti.

Bir yıl sonra, Tuğamiral Thomas Macdonough’un, New York’un kuzeyindeki Champlain Gölü’nde bir İngiliz filotillasıyla yaptığı yakın topçu düellosunu kazanması sonucu, savaşta önemli bir aşamaya erişildi. Donanma desteğinden yoksun kalan 10.000 kişilik İngiliz işgal birliği Kanada’ya çekildi. Yaklaşık olarak aynı günlerde, “imha ve yok et” emri almış olan İngiliz donanması Doğu kıyılarına saldırılar yapıyordu. 24 Ağustos 1814 gecesi bir öncü güç federal hükümetin merkezi Washington, D.C.’ye saldırdı ve kenti alevler içinde bıraktı. Başkan James Madison Virginia’ya kaçtı.

Savaş bir yandan sürerken, İngiliz ve Amerikalı görüşmeciler birbirlerinden ödün koparmak peşindeydiler; fakat, İngiltere temsilcileri, Macdonough’un Champlain Gölü zaferini öğrenince, direnmekten vazgeçmeye karar verdiler. Wellington Dükü’nün barış için zorlaması ve büyük ölçüde Napoleon Savaşları’nın yaratmış olduğu harcamaların İngiltere hazinesini boşaltmış bulunması karşısında, Büyük Britanya görüşmecileri, Aralık 1814’te Ghent Andlaşmasını kabul ettiler. Böylelikle çatışmalar kesildi, işgal edilen yerler boşaltıldı ve sınır anlaşmazlıklarını çözümlemek amacıyla bir komisyon kuruldu. Bir barış andlaşması imzalandığının farkında olmayan taraflar, Louisiana’nın New Orleans kentinde savaşmayı sürdürdüler. General Andrew Jackson komutasındaki Amerikan birlikleri savaştaki en büyük kara zaferini kazandılar.

İngilizler ve Amerikalılar barış görüşmeleri yaptıkları sırada, Massachusetts, Rhode Island, Connecticut, Vermont ve New Hempshire yasama organlarınca seçilen Federalist temsilciler, Connecticut’un Hartford kentinde “Bay Madison’un savaşı”na karşı muhalefeti simgeleyen bir toplantıda biraraya geldiler. New England savaş boyunca düşmanla ticaretini sürdürmeyi becermiş ve belirli yöreler bu ticaret sonucu gerçekten zengin olmuştu. Federalistler yine de savaşın ekonomiyi yıkıntıya uğrattığını iddia ediyorlardı. Toplantıya katılan bazı temsilciler Birlik’ten ayrılmayı savundularsa da, çoğunluk, Cumhuriyetçilerin etkisini azaltacak bir dizi anayasa değişikliği yapılması üzerinde anlaştılar. Bunlar arasında, 60 günden daha uzun süreli ambargo konulmasının yasaklanması ve aynı eyaletten ardı ardına başkan seçilmesinin engellenmesi de vardı. Hartford Toplantısı’ndan gönderilen haberciler Washington, D.C.’ye ulaştıklarında, savaşın sona ermiş olduğunu gördüler. Hartford Toplantısı’nın Federalistlere bulaştırdığı sadakatsizlik lekesi bir daha temizlenemedi.

SIDEBAR

İKİNCİ BÜYÜK UYANIŞ


XVIII. yüzyıl sonlarında pek çok okumuş Amerikalı, geleneksel Hıristiyan inançlarına bağlılığını iddia etmez olmuştu. Çağın din karşıtı ortamina tepki olarak, bir dinsel yeniden canlanış dalgası XIX. yüzyılın ilk yarısında batıya doğru yayıldı.

Amerikan tarihindeki bu ikinci büyük yeniden canlanış, bölgelere ve dinsel bağlılığı gösterme biçimine göre, çeşitli faaliyetler olarak ortaya çıktı. New England’da, dine duyulan yeni ilgi bir toplumsal hareketlilik dalgası oluşturdu. Batı New York’ta, yeniden canlanma ruhu, yeni mezheplerin doğmasını teşvik etti. Kentucky ve Tennessee’nin Appalachian bölgesinde, yeniden canlanma Metodistleri ve Baptistleri güçlendirdi ve yeni bir dinsel ifade türü yarattı: kamp toplantıları.

1730’lardaki Büyük Uyanış’ın aksine, doğudaki yeniden canlanış hareketi, isteri derecesinde coşku yokluğu ve duyguların açıkça ortaya vurulmayışı ile göze çarpıyordu. Bunlar yerine, inanmayanlar, inançlarını belirtenlerin “saygılı suskunluğu” karşısında büyüleniyorlardı.

New England’daki Hıristiyanlaştırma hevesi, Batı’yı Hıristiyan yapabilmek amacıyla mezheplerarası misyoner toplulukları kurulmasına yol açtı. Anılan toplulukların üyeleri yalnız inanç havarileri olarak değil, aynı zamanda eğitimci, toplum önderi ve Doğu’nun kentsel kültürünün tefsircileri gibi çalışıyorlardı. Yayın ve eğitim toplulukları Hıristiyanlık eğitimini teşvik ediyordu. Bunlar arasında en ünlüsü, 1816’da kurulmuş olan Amerikan İncil Derneği’dir. Yeniden canlanışın ilham verdiği toplumsal etkinlik, köleliğin kaldırılması için çalışan gurupların ve Alkol Kullanmamayı Teşvik Derneği’nin doğmasına olduğu kadar, hapishanelerin ıslah edilmesine ve engellilerle zihinsel özürlülere bakım sağlanmasına yönelik çabalara da yol açtı.

Batı New York’taki yeniden canlanma, büyük ölçüde, New York’un Adams kentinde avukatlık yapan Charles Gradison Finney’in eseriydi. Ontario Gölü ile Adirondack Dağları arasında kalan bölgede, geçmişte o kadar çok dinsel yeniden canlanma hareketi görülmüştü ki, yöre “Yanık Kesim” olarak tanınıyordu. Finney 1821’de Tanrının hayalini görmüş gibi oldu ve batı New York’ta Tanrı Buyruğu’nu yaymaya başladı. Yeniden canlanma toplantıları özenle hazırlanıyor, aktörlüğe ve reklama dayanıyordu. Finney, 1820’ler boyunca ve 1830’ların başlarında Yanık Kesim’de vaaz vermeyi sürdürdü ve 1835’te Ohio’ya giderek Oberlin Üniversitesi’nde kürsü sahibi oldu. Daha sonra da üniversitenin rektörlüğüne getirildi.

Amerika’daki iki önemli mezhep olan Mormonlar ve Yedinci Gün Yeniden Gelişçiler de Yanık Kesim’de ortaya çıktılar.

Appalachian bölgesindeki yeniden canlanış hareketi, bir önceki yüzyılda oluşan Büyük Uyanış’a benzer özellikler taşımaya başladı. Ancak burada, “evlerinden uzakta oldukları için bulundukları yerde konaklamak zorunda kalan kimselerin birkaç gün süreyle yaptıkları dinsel ibadet” diye tanımlanan kamp toplantısı, yeniden canlanış hareketinin merkezini oluşturuyordu. Nüfusu seyrek yörelerde yaşayan öncüler, kamp toplantılarına, sınır bölgesindeki yalnız yaşamdan bir kaçış yolu olaak bakıyorlardı. Yüzlerce ve hatta binlerce kişiyle birlikte bir dinsel yeniden canlanış toplantısına katılmanın yarattığı coşkuyla, bu etkinlikler sırasında dans ediliyor, bağırılıp çağırılıyor ve şarkılar söyleniyordu.

İlk kamp toplantısı, Temmuz 1800’de, güneybatı Kentucky’deki Gasper Nehri Kilisesi’nde yapıldı. Bundan daha büyük bir toplantı, Ağustos 1801’de Kentucky’nin Cane Ridge kasabasında yapıldı; toplantıya 10.000-25.000 arası kişi ile birlikte Presbiteryen, Baptist ve Metodist din adamları katıldılar. Metodist ve Baptist gibi mezheplerin, kiliselerini yaygınlaştırmak için örgütlü yeniden canlanışı temel yöntem olarak benimsemeleri bu toplantıyla başladı.

Büyük yeniden canlanış kısa sürede Kentucky, Tennessee ve güney Ohio’da yayıldı ve bundan en çok Metodistler ve Baptistler yararlandılar. Her mezhebin, sınır bölgesinde gelişmesini sağlayan nitelikleri bulunuyordu. Metodistlerin, uzak sınır bölgelerindeki yerleşimcileri ziyaret eden ve gezici süvariler diye bilinen din adamlarına dayalı etkin bir örgütleri vardı. Gezici süvariler sıradan insanlar oldukları için, Hıristiyanlık aşılamayı umdukları sınır bölgesi halkıyla kolayca iletişim kurabiliyorlardı.

Baptistlerin resmi bir kilise örgütleri yoktu. Çiftçi-vaizleri, Tanrı’nın “çağrı”sını duymuş, İncil’i öğrenmiş, bir kilise kurmuş ve sonra da kilise tarafından rütbe verilmiş kişilerdi. Diğer din adamı adayları da bu kiliselerden yetişiyor ve Baptist Kilisesi’nin vahşi kırsal alanlarda daha çok yayılmasına yardımcı oluyorlardı. Bu yöntemleri uygulayan Baptistler, sınır bölgelerinin tümünde ve Güney’in büyük bir kesiminde egemen oldular.

İkinci Büyük Uyanış’ın Amerikan tarihi üzerinde derin etkileri oldu. Baptistlerin ve Metodistlerin sayısı, koloni döneminde egemen olan Angilikan, Presbiteryen ve bağımsız kilise mezheplerinin sayısına erişti. Anılan ikinci gurup mezhepler arasında görülen, toplum sorunlarına Hıristiyanlık eğitimi uygulama çabaları, XIX. yüzyılın sonlarındaki Toplumsal Tanrı Buyruğu’nun habercisi oldu. Amerika XIX. yüzyılda daha çok çeşitlilik taşıyan bir ülke oldu ve Amerikan Protestanları arasındaki büyüyen ayrılıklar bu çeşitliliği yansıttığı gibi ona katkıda da bulundu.
 
BATI’YA DOĞRU GENİŞLEME VE BÖLGESEL ANLAŞMAZLIKLAR

“Batı’ya git genç adam ve ülke ile birlikte büyü.”

John Soule, 1851

Birleşik Devletler’e o güne kadar uluslar ailesinde eşitlik tanınmamış olduğu için, 1812 Savaşı bir açıdan ikinci bir bağımsızlık savaşıydı. Savaşın sona ermesiyle, genç cumhuriyetin Devrimden beri karşı karşıya kaldığı pek çok ciddi sıkıntı da ortadan kalkmış oldu. Anayasa çerçevesindeki ulusal birlik, özgürlük ve düzen arasında bir denge sağladı. Ulusal borçların düşüklüğü ve keşfedilmeyi bekleyen bir kıta sayesinde, ulusun önünde barış, gönenç ve toplumsal gelişme olasılıkları belirdi.

BİRLİĞİN KURULMASI

Ticaret ulusal birliği pekiştiriyordu. Savaşın neden olduğu sıkıntılar, pek çok kişiyi, yabancı rekabete kendi kendilerine karşı koyabilmeleri için Amerikan imalatçılarının korunması gerektiği konusunda ikna etti. Çok kimse, ekonomik bağımsızlığın en az siyasal bağımsızlık kadar önemli olduğunu ileri sürüyorlardı. Kongre liderlerinden Kentuckyli Henry Clay ve South Carolinalı John C.Calhoun, kendi kendine yeterliği teşvik etmek amacıyla bir korumacılık siyaseti uygulanmasını istediler. Bu çerçevede, Amerikan endüstrisinin gelişmesini sağlamak için ithalata sınırlamalar getirilecekti.

Gümrük tarifelerini yükseltmenin tam zamanıydı. Vermont ve Ohio çobanları, İngiliz yünü bolluğuna karşı korunmak istiyorlardı. Kentucky’de pamuk çuvalı yapmak üzere yerli keneviri dokuma endüstrisi, İskoç çuval endüstrisinin tehdidi altındaydı. Şimdiden bir demir izabe merkezi olarak zenginleşmiş bulunan Pennsylvania’nın Pittsburgh kenti, İngiliz ve İsveçli demir ihracatçılarının karşısına çıkmak için can atıyordu. 1816’da kabul edilen gümrük tarifesi, imalatçıları gerektiği ölçüde himaye edebilecek oranda resimler koymuştu. Ayrıca, Batılılar da, onları Doğu’daki kentlere ve limanlara bağlayacak bir ulusal yol ve kanal ağı kurulmasını savunuyorlar ve sınır bölgelerindeki arazinin yerleşime açılmasını istiyorlardı. Ancak, New England’dan ve Güney’den gelen muhalefet yüzünden, yerel gelişme çabalarında federal hükümetin de rol oynamasını sağlamakta başarılı olamadılar. Yollar ve kanallar, 1916 tarihli Federal Anayollar Yasası kabul edilene kadar, eyaletlerin görev alanında kaldı.

Bu sırada, Yüksek Mahkeme’nin aldığı birkaç karar, federal hükümetin konumunu büyük ölçüde güçlendirdi. Sadık bir Federalist olan, Virginialı John Marshall, 1801’de yüksek mahkeme başkanlığına geldi ve 1835’te ölene kadar bu görevde kaldı. Onun başkanlığından önce zayıf bir kuruluş olan mahkeme, Kongre’yle ve başkanla eşit konumu paylaşan güçlü bir yargı organına dönüştü. Marshall, birbirini izleyen tarihi kararlarda bir temel ilkeden hiç şaşmadı: Anayasa’nın egemenliğini korumak.

Marshall, kararlarıyla Anayasa’nın anl¤¤¤¤¤ ve uygulanmasına biçim veren bir dizi Yüksek Mahkeme üyelerinin ilkiydi. Uzun görev süresi sona erdiğinde, mahkeme yaklaşık 50 anayasal davada karar vermiş bulunuyordu. Marshall, en ünlü kararlarından birini verdiği Marbury-Madison (1803) davasında, Yüksek Mahkeme’nin, Kongre ya da eyalet yasama organları tarafından kabul edilen her yasanın anayasaya uygunluğunu inceleme hakkına tartışılmaz biçimde kesinlik kazandırdı. Hükümetin saklı Anayasal yetkileri konusunda eskiden beri var olan soruna ilişkin McCulloch-Maryland (1819) davasında, daha önce Hamilton tarafından ortaya atılmış bulunan, Anayasa’nın hükümete açıklıkla belirtilenlerin ötesinde zımnen de yetkiler verdiği yolundaki kuramı kararlı bir biçimde savundu.

KÖLELİĞİN YAYILMASI

O güne kadar kamunun pek az dikkatini çekmiş bulunan kölelik konusu, ulusal bir sorun olarak gittikçe çok daha fazla önem kazanmaya başladı. Cumhuriyetin, Kuzey’deki eyaletler tarafından kölelere hemen ya da aşama aşama özgürlük verildiği ilk yıllarında, liderlerin çoğunluğu köleliğin giderek ortadan kalkacağını sanıyorlardı. George Washington 1786’da “köleliği yavaş yavaş, kesin ve farkına varılmayan aşamalarla ortadan kaldıracak” bir plan hazırlanmasını içtenlikle istediğini yazmıştı. Üçü de Virginialı olan Jefferson, Madison ve Monroe ile diğer önde gelen Güneyli liderler de buna benzer açıklamalar yapmışlardı. Kölelik, Kuzeybatı Torpakları’nda 1787 tarihli Kuzeybatı Kararnamesi ile yasaklanmıştı. Uluslararası köle ticaretinin yasaklandığı 1808’de bile, pek çok Güneyli devlet adamı köleliğin yakında ortadan kalkacağına inanıyordu. Bu beklentiler gerçekleşmedi; çünkü, yeni ekonomik öğeler köleliği 1790’dan önce görüldüğünden daha da karlı bir duruma getirince, Güney bir kuşak sonra, bölünmez bir kitle halinde kölelik kurumunun savunuculuğunda birleşti.

Eli Whitney’in 1793’te, tohumları pamuktan ayıran çırçır makinesini icat etmesinden sonra yeni pamuk türleri geliştirilmesinin teşvikiyle Güney’de pamuk endüstrisinin büyük bir atılım içine girmesi, anılan öğelerin başında geliyordu. Aynı zamanda, dokuma endüstrisini büyük çaplı bir imalat dalı konumuna getiren Endüstri Devrimi de, ham pamuk talebini önemli oranda arttırdı. Buna ek olarak, 1812 yılından sonra Batı’da geniş bir arazinin yerleşime açılmasıyla, pamuk üretimine yönelik topraklar da çoğaldı. Pamuk üretimi, hızlı bir biçimde, Doğu’daki kıyı eyaletlerinden Güney’in büyük bir kesimi üzerinden Mississippi deltasına ve oradan da Texas’a kaydı.

Bir başka emek-yoğun ürün olan şeker kamışı da, Güney’de köleliğin yayılmasına katkıda bulundu. Güneydoğu Louisiana’daki verimli ve sıcak toprakların, karlı olarak şeker kamışı üretmek için en elverişli ortamı oluşturduğu anlaşıldı. 1830’a gelindiğinde ülkedeki şeker arzının yaklaşık yarısını bu eyalet sağlıyordu. Son olarak, tütün üreticileri de batıya doğru ilerleyip köleliği beraberlerinde taşıdılar.

Kuzey’in özgür toplumu ile Güney’in köle toplumu batıya doğru yayıldıkça, batı topraklarında kurulan eyaletler arasında kabaca bir eşitliğin korunması, siyasal açıdan yararlıymış gibi göründü. Illinois’nin Birlik’e kabul edildiği 1818’de, 10 eyalet köleliğe izin veriyor, 11 eyalet yasaklıyordu; fakat, Alabama’nın da bir köle eyaleti olarak kabulü ile eşitlik sağlandı. Kuzey’de nüfusun daha hızlı artması, Temsilciler Meclisi’nde bu eyaletlere açık bir çoğunluk kazandırıyordu. Senato’da ise, Kuzey ve Güney arasındaki eşitlik korunmuş durumdaydı.

1819 yılında, 10.000 kölesi bulunan Missouri, Birlik’e katılmak için başvuruda bulundu. Kuzeyliler, Missouri’nin ancak özgür bir eyalet olursa kabul edilmesi için bir araya geldiler ve ülkede yaygın bir protesto fırtınası koptu. Kongre çalışmaları bir süre tıkandı; fakat, Henry Clay Missouri Uzlaşması diye bilinen anlaşmayı sağladı. Buna göre, Missouri bir köle eyaleti olarak, özgür bir eyalet olan Maine ile aynı zamanda kabul edildi. Kongre ayrıca, Louisiana Alımı sonucu kazanılan, Missouri’nin güney sınırının kuzeyindeki arazide köleliği yasakladı. Bu karar o günlerde Güney eyaletleri için bir zafer gibi görülmüştü; çünkü, bu “Büyük Amerikan Çölü”nde kesinlikle kimsenin yerleşmeyeceği düşünülüyordu. Anlaşmazlık geçici olarak çözümlenmişti. Yine de, Thomas Jefferson bir arkadaşına gönderdiği mektupta “bu büyük sorun, gecenin ortasında bir şimşek gibi beni uyandırdı. Bir an için, Birlik’in sonunun geldiğini düşündüm” diye yazmıştı.

LATİN AMERİKA VE MONROE DOKTRİNİ

XIX. yüzyılın başlarında, Orta ve Güney Amerika devrime yöneldi. İngiliz kolonileri özgürlüklerine kavuştuklarından beri, özgürlük kavramı Latin Amerika halkını hareketlendiriyordu. Napoleon’un 1808 yılında İspanya’yı fethi, Latin Amerikalıların ayaklanmaları için bir işaret oluşturdu. 1822’ye gelindiğinde, Simon Bolivar, Francisco Miranda, Jose de San Martin ve Miguel Hidalgo’nun başarılı önderliğinde, güneyde Arjantin ve Şili’den kuzeyde Meksika ve California’ya kadar tüm İspanyol Amerikası, anavatandan bağımsızlık kazanmış bulunuyordu.

Birleşik Devletler halkı, kendilerinin Avrupa boyunduruğundan kurtulma deneyimlerinin yinelenmesi gibi görülen Latin Amerika bağımsızlık hareketine karşı büyük ilgi duydular. Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketleri, kendi kendini yönetim konusundaki inançlarını destekliyordu. Kamunun büyük baskısı karşısında 1822’de, Başkan James Monroe’ya, aralarında eski Portekiz kolonisi Brezilya’nın da bulunduğu yeni Latin Amerika devletlerini tanıma yetkisi verildi ve kısa zamanda karşılıklı olarak elçiler gönderildi. Anılan tanıma işlemi, onların yasal konumlarını, Avrupa ile mevcut eski bağlarını tümüyle koparmış gerçek bağımsız ülkeler olarak pekiştirdi.

Bu sıralarda, Rusya, Prusya ve Avusturya, kendilerini devrime karşı korumak amacıyla, Kutsal İttifak denilen bir birlik kurdular. İttifak, zaman zaman Fransa’nın da katılımıyla, halk hareketlerinin krallıkları tehdit ettiği ülkelere müdahalede bulunarak, isyan dalgasının kendi sömürgelerine de yayılmasını önlemeyi umuyordu. Bu siyaset, halkın kendi geleceğini kendi belirlemesi yolundaki Amerikan ilkesinin karşıt tezini oluşturuyordu.

Kutsal İttifak’ın faaliyetleri sadece Eski Dünya’da yer aldığı sürece, bu durum Birleşik Devletler’de kaygı yaratmıyordu. Ancak, İttifak, eski kolonilerin İspanya’ya geri verilmesine ilişkin niyetini açılayınca, Amerikalılar bundan büyük kaygı duydular. Latin Amerika ile ticaretin çok büyük çıkar sağladığı İngiltere de, kendi açısından, İspanya’nın imparatorluğunu yeniden kurmasını önlemeye kararlıydı. Londra, Latin Amerika’ya verilmiş bulunan İngiliz-Amerikan garantilerinin uzatılmasını zorluyordu. Buna karşılık, Dışişleri Bakanı John Quincy Adams, Monroe’yu tek taraflı harekete geçmeye ikna etti: “Bir İngiliz savaş gemisinin izinde giden bir filika olmaktansa, ilkelerimizi açıkça Rusya’ya ve Fransa’ya bildirmemiz hem daha içten hem de daha saygın bir davranış olur.” İngiliz donanmasının Latin Amerika’yı Kutsal İttifak’a ve Fransa’ya karşı savunacağını öğrenen Başkan Monroe, Aralık 1823’te Kongre’deki yıllık konuşmasını fırsat bilerek, Avrupa’nın Amerikalar üzerindeki egemenliğini daha fazla yaymasını reddeden ve ileride Monroe Doktrini olarak tanımlanacak olan açıklamasını yaptı:

...Amerika kıtaları, bundan böyle Avrupa güçlerinden herhangi birinin gelecekteki kolonileştirmesine konu olamaz.

Kendi siyasal sistemlerini bu yarı kürenin herhangi bir yerine yaymak için yapacakları her girişimi, barış ve güvenliğimiz için tehlike olarak görürüz.

Herhangi bir Avrupa gücünün mevcut kolonilerine ya da onlara bağlı topraklara hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz. Buna karşın, bağımsızlığını ilan etmiş ve sürdürmüş olan ve bağımsızlığını tanımış bulunduğumuz hükümetler aleyhine, onları baskı altına almak ya da geleceklerini herhangi bir biçimde denetlemek amacıyla herhangi bir Avrupalı güç tarafından girişilecek herhangi bir müdahaleyi, Birleşik Devletlere karşı dostluk dışı bir davranıştan başka bir hareket gibi göremeyiz.

Monroe Doktrini, Latin Amerika’daki bağımsızlığına yeni kavuşmuş cumhuriyetlere karşı bir dayanışma duygusunun açıklanmasıydı. Buna karşılık olarak, anılan ülkeler de yeni anayasalarını çok kez Kuzey Amerika modelini örnek alıp hazırlayarak, Birleşik Devletler’e karşı duydukları siyasal yakınlığı sergilediler.

HİZİPLEŞME VE SİYASAL PARTİLER

Monroe’nun başkanlık yılları (1817-1825) ülke içindeki “iyi duygular dönemi” olarak tanımlandı. Bir bakıma, anılan deyim, hareketli bir hizipler ve bölgeler arası çatışmalar dönemini gizliyordu; diğer yandan da, Cumhuriyetçi Parti’nin, çöküp ulusal bir güç olmaktan çıkmış bulunan Federalist Parti karşısındaki siyasal zaferinin kabulü anl¤¤¤¤¤ geliyordu.

Federalistlerin gerilemesi, başkan seçimi yöntemini de karıştırdı. O yıllarda, eyalet yasama organları başkan adayı gösterebiliyorlardı. Tennessee ve Pennsylvania 1824’te Andrew Jackson’u başkanlığa, South Carolina Senatörü John C.Calhoun’u da başkan yardımcılığına aday seçti. Kentucky, Temsilciler Meclisi Başkanı Henry Clay’ı; Massachusetts, Dışişleri Bakanı John Quincy Adams’ı; Kongre’de oluşturulan bir gurup ta, Maliye Bakanı William Crawford’u aday gösterdi.

Kişilikler ve bölgesel bağlılıklar seçim sonuçları üzerinde önemli rol oynadı. New England’da ve New York’un çok bölgesinde Adams ikinci seçmenlerin oy çokluğunu sağladı; Clay Kentucky, Ohio ve Missouri’de; Jackson Güneydoğu, Illinois, Indiana, North Carolina, South Carolina, Pennsylvania, Maryland ve New Jersey’de; Crawford da Georgia ve Delaware’de seçimi kazandılar. Hiçbir aday İkinci Seçmenler’in oy çokluğunu elde edemeyince, Anayasa hükümleri gereğince karar, Clay’ın çok etkili olduğu, Temsilciler Meclisi’ne kaldı. Onun desteklemesi sonucunda Adams başkanlığa getirildi.

Adams’ın başkanlığı sırasında yeni parti düzenlemeleri ortaya çıktı. Adams‘ın yandaşları “Ulusal Cumhuriyetçiler” adını alıp sonradan bunu “Whigler” olarak değiştirdiler. Adams, dürüst ve etkin bir yönetim gösterdiyse de halk tarafından pek tutulmuyordu; görev süresi de düş kırıklıklarıyla dolu oldu. Bir ulusal yol ve kanal ağı kurma çabaları başarısız kaldı. Görevdeki yılları, yeniden seçilmeye yönelik uzun bir kampanya gibi geçti; soğuk bir aydın görünümünde olması da ona pek fazla dost kazandırmadı. Jackson ise, onun aksine, kökleri eski başkanlardan Jefferson, Madison ve Monroe günlerine kadar uzanan Cumhuriyetçi Parti’den çıkmış bulunan ve Demokrat Parti adı verilen kuruluştaki yandaşları başta olmak üzere halk tarafından çok seviliyordu. Jackson, 1828 seçimlerinde ezici bir ikinci seçmen çoğunluğu elde ederek Adams’ı yenilgiye uğrattı.

Tennesseeli bir siyasetçi, Kızılderili savaşçısı ve 1812 Savaşı’nda New Orleans Çatışması kahramanı olan Jackson, Batı’daki küçük çiftçilerin ve oylarını Endüstri Devrimi’nden sonra gelişmiş olan ticaret ve imalatla ilişkili çıkar çevrelerine direnmek amacıyla kullanmak isteyen Doğulu işçiler, zanaatkarlar ve küçük tüccarların desteğini sağlamıştı.

1828 seçimleri, daha yaygın seçmen katılımı sağlanması eğiliminde önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Vermont, Birlik’e girdiğinden beri erkeklere genel oy kullanma hakkı tanımıştı; Tennessee de, vergi mükelleflerinin büyük bir çoğunluğuna seçme hakkı vermişti. 1807-1810 arasında, New Jersey, Maryland ve South Carolina, emlak sahibi ve vergi mükellefi olma koşullarını kaldırmışlardı. 1815’ten sonra Birlik’e katılan eyaletlerde, ya beyaz erkeklere genel oy kullanma hakkı verilmiş ya da düşük vergi mükellefiyeti koşulu getirilmişti. 1815-1821 arasında Connecticut, Massachusetts ve New York tüm emlak sahibi olma koşullarını kaldırdılar. 1824’te, İkinci Seçmenler, hala altı eyaletin yasama organları tarafından seçiliyorlardı. 1828’de, başkanı belirleyecek ikinci seçmenler, Delaware ve South Carolina dışındaki tüm eyaletlerde halk oyuyla seçiliyorlardı. Hiçbir olay, bu demokratik eğilimi, renkli bir kişiliği bulunan Andrew Jackson’un seçilmesi kadar gözler önüne sermemişti.
 
İPTAL BUNALIMI

Birinci görev döneminin sonuna doğru Jackson, korumacı gümrük tarifeleri konusunda South Carolina eyaletini karşısına almak zorunda kaldı. Eyaletteki ticaret ve tarım çıkar çevreleri, Jakson’un başkanlık yetkisini, uzun süredir muhalefet ettikleri gümrük tarifesi yasalarını değiştirmek için kullanacağını umuyorlardı. Onların düşüncelerine göre, himayenin tüm getirilerinden Kuzey’deki imalatçılar yararlanıyor ve ülke genelde zenginleşirken, daha yüksek fiyatların yükünü büyük çiftlik sahiplerinin çektiği South Carolina yoksullaşıyordu.

Kongre’nin kabul edip Jackson’un 1832’de onayladığı korumacı gümrük tarifesi yasası daha ılımlı koşullar taşımakla birlikte, eyalette pek çok kişi daha fazla öfkelenmişti. Buna karşılık olarak, çok sayıda South Carolinalı, eyaletlerin “iptal” hakkı ilkesini ileri sürdüler. Anılan ilke, 1832’ye kadar Jackson’un başkn yardımcılığını yapmış olan John C.Calhoun tarafından “South Carolina Yorumu ve Protestosu” (1828) ile ortaya atılmıştı. South Carolina, 1828 ve 1832 gümrük tarifelerini eyalet sınırları içinde geçersiz sayan İptal Kararnamesi’ni yayınlayarak duruma el koydu. Eyalet yasama organı ayrıca, kararnamenin uygulanması amacıyla, askeri güç oluşturup silahlandırma yetkisini de içeren bir yasa kabul etti.

İptal konusu, federal hükümete karşı eyaletlerde görülen bir dizi meydan okuma hareketinin sadece en yenisiydi. Hemen hemen cumhuriyetin kuruluşundan beri, ulusal hükümetin eyaletler üzerindeki yetkileri ve vatandaşların kime bağlı olacağı konularında süregelen bir çekişme vardı. Sözgelimi, 1798 tarihli Kentucky ve Virginia Kararları ile Yabancılar ve İsyan Yasası’na karşı çıkılmış, New England’da Hartford Toplantısı’nda, Başkan Madison’a ve İngiltere ile savaşa karşı muhalefetini açıklamıştı.

Jackson, South Carolina’nın tehdidine karşılık olarak, Kasım 1832’de Charleston’a yedi küçük askeri tekne ve bir savaş gemisi gönderdi. 10 Aralık’ta, iptalcilere karşı sert bir bildiri yayınladı. Başkan, South Carolina’nın “ayaklanmanın ve vatana ihanetin eşiğinde” olduğunu ilan edip atalarının uğruna savaştığı Birlik’e bağlılıklarını yinelemeleri için eyalet halkına çağrıda bulundu.

Gümrük tarifeleri konusu yeniden Kongre’ye geldiğinde, sadece bir kişinin, yani korumacılığın büyük savunucusu (ve Jackson’un siyasal rakibi) Senatör Henry Clay’ın Kongre’de bir uzlaşma kararı aldırabileceği kısa bir süre içinde anlaşıldı. Clay tarafından taslağı hazırlanan ve 1833’te hemen kabul edilen yasaya göre, ithal edilen malların değerinin yüzde yirmisini aşan tüm resimler, küçük aşamalarla azaltılacak ve 1842’ye gelindiğinde tüm mallardan alınan resimler ılımlı 1816 tarifesi düzeyine indirilmiş olacaktı.

South Carolina’daki iptalci liderler, diğer Güney eyaletlerinin de kandilerini destekleyeceğini beklemişlerdi; fakat, istisnasız tüm Güney, eyaletin davranışının akıl dışı ve anayasaya aykırı olduğunu açıkladı. South Carolina kararını aşamalı olarak geri aldı. Buna karşın, iki tarafdazafer kazandığını ilan etti. Jackson, federal hükümetin Birlik’in egemenliğine bağlılığını sağlamıştı. Buna karşın, South Carolina, sergilediği direnme sayesinde, taleplerinin çoğunu elde etmiş ve tek bir eyaletin bile isteklerini Kongre’ye kabul ettirebileceğini göstermişti.

BANKA ÇATIŞMASI

İptal sorunu henüz çözümlenmeden, Jackson’un liderliğini zorlayan yeni bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Sorun, ikinci bir Birleşik Devletler Bankası kurulması için izin verilmesiydi. İlk banka, Alexander Hamilton’un teşvikiyle 1791’de kurulmuş ve 20 yıllık bir süre için imtiyaz verilmişti. Hisselerinin bir kısmı hükümetin elinde bulunmakla birlikte, bu bir kamu bankası değildi; özel bir kuruluş olan bankanın karı hisse sahiplerine dağıtılıyordu. Para değerinde istikrar sağlamak ve ticareti teşvik etmek amacıyla kurulmuştu; fakat, aralarında Missouri Senatörü Thomas Hart Benton’un da bulunduğu Batılılar ve işçiler, bankaya, birkaç güçlü kişiye özel çıkarlar bağışlayan bir “canavar” gözüyle bakıyorlardı. 1811 yılında sona eren imtiyazı bir daha yenilenmemişti.

Bunu izleyen birkaç yıl süresince, bankacılık işlemleri eyaletlerin imtiyaz vermiş olduğu bankalara bırakıldı; onlar da, aşırı miktarda para basarak büyük karışıklık yarattılar ve enflasyonu arttırdılar. Eyalet bankalarının ülkeye istikrarlı bir para sağlayamayacağı her geçen gün daha iyi anlaşılıyordu. 1816’da, birincisi benzeri ikinci bir Birleşik Devletler Bankası’na 20 yıllık imtiyaz verildi.

İkinci Banka, kurulduğu günden başlayarak, yeni eyaletler ve yerleşim bölgeleri ile pek varlıklı olmayan halk tarafından tutulmadı. Karşıtları, ülkenin borçları ve parası üzerinde bankanın neredeyse tekel sahibi olduğunu ileri sürüyorlar ve sadece birkaç varlıklı kişiye hizmette bulunduğu iddiasını yineliyorlardı. Banka, genel olarak, iyi yönetiliyor ve değerli hizmetlerde bulunuyordu; ancak, banka muhaliflerinin başı olarak seçilen Jackson, imtiyazı yenileyen yasayı veto etti. Kongre’ye gönderdiği yazıda tekeli ve özel ayrıcalıkları kınayarak, “eşit himaye ve eşit ayrıcalıklar ile yetinmeyen zenginlerimiz, onları Kongre kararıyla daha da zenginleştirmemizi istediler” dedi. Vetoyu aşma çabaları da başarısız oldu.

Banka sorunu, bunu izleyen seçim kampanyasında, tüccarlar, imalatçılar ve genelde sıkı para politikası ve yüksek faiz oranları uygulanmasını isteyen kredi kuruluşlarının oluşturduğu parasal çıkar çevreleri ile, çok kez bankalara borçlandıkları için para arzının arttırılmasını ve faiz oranlarının düşürülmesini yeğleyen işçi ve tarım kesimi arasında temel bir ayrılığa neden oldu. Seçimler “Jacksonculuk”un coşkulu bir destek görmesiyle sonuçlandı. Jackson, 1832’de yeniden seçilmesini, bankayı geri dönülmez bir biçimde ezmek için kendisine halk tarafından verilen bir görev olarak değerlendirdi ve bankanın imtiyaz belgesindeki kamu fonlarının geri çekilmesine yetki veren hükmü hazır bir silah gibi kullandı. Eylül 1833’te, hükümet fonlarının artık bankaya yatırılmamasını ve halen bankada bulunan fonların da giderek hükümet giderlerinde kullanılmak için çekilmesini emretti. Bankanın yerine, özenle seçilen ve kesin sınırlamalarla bağlanan eyalet bankaları kullanılacaktı. Anılan gelişmeleri izleyen kuşak boyunca, Birleşik Devletler, göreli olarak düzensiz bir eyalet bankacılığı sistemi altında yaşadı ve bu da ucuz krediler yoluyla batıya yayılmayı hızlandırdı, ama, ulusta zaman zaman paniğe yol açtı. Birleşik Devletler’de, İç Savaş’a kadar bir ulusal bankacılık sistemi kurulmadı.

WHIGLER, DEMOKRATLAR VE “HİÇBİR ŞEY BİLMEYENLER”

Jackson’un siyasal muhalifleri, aralarında zıtlaşmayla bir başarı elde edemeyecekleri için, mutlu olmayan tüm kesimleri “Whigler” adı verilen bir ortak partide toplamaya çalıştılar. 1832 seçimlerinden hemen ardından örgütlenmekle birlikte, görüş ayrılıklarını giderip bir program hazırlamaları on yıl sürdü. Whigler arasındaki en parlak devlet adamları olan Henry Clay ve Daniel Webster’in çekiciliği sayesinde parti güçlü bir taban oluşturdu. 1836 seçimleri sırasında Whigler yine de tek bir kişinin ya da programın ardında birleşemeyecek derecede bölünmüş durumdaydılar. Jackson’un başkan yardımcılığını yapmış olan New Yorklu Martin Van Buren seçimi kazandı.

Bir ekonomik bunalım ve selefinin destansı kişiliği Van Buren’in erdemlerini gölgeledi. Gerekli liderlik özellikleri bulunmadığı ve Jackson’un her fırsatta sergilediği becerilere sahip olmadığı için halkta hiçbir coşku uyandırmıyordu. 1840 seçimlerine gelindiğinde ülke sıkıntılar içindeydi, ücretler düşüktü ve Demokratlar savunmaya çekilmişlerdi.

Whiglerin başkan adayı Ohiolu William Henry Harrison, çok sevilen bir Kızılderili çatışmaları ve 1812 Savaşı kahramanıydı. Jackson gibi o da demokratik Batı’nın temsilcisi sayılıyordu. Başkan yardımcısı adayı Virginialı John Tyler’in eyaletlerin haklarına ve düşük gümrük tarifelerine ilişkin görüşleri Güney’de çok taraftar buluyordu. Harrison büyük bir zafer kazandı.

68 yaşındaki Harrison göreve başladığından bir ay sonra ölünce Tyler başkan oldu. Tyler’in görüşleri, hala ülkedeki en etkili kişiler olan Clay ve Webster’in görüşlerinden kesinlikle ayrıydı. Bu görüş ayrılıkları, daha Tyler’in görev süresi sona ermeden, onunla onu seçen parti arasında büyük bir kopukluğa neden oldu.

Amerikalılar arasında ise, Whiglerle Demokratlar arasındaki basit parti çatışmalarından daha karmaşık bölünmeler vardı. Sözgelimi, XIX. yüzyılın ilk yarısında, genellikle İrlandalı ve Alman olan çok sayıda Katolik göçmen, ülkede doğmuş Protestan Amerikalılar arasında tepki yaratıyordu.

Göçmenler, Amerika kıyılarına garip yeni gelenekler ve dinsel uygulamalardan daha çok şeyler getirmişlerdi. Doğu kıyılarındaki kentlerde, iş bulmak için yerel halkla rekabete giriştiler. Ayrıca, 1820’lerde ve 1830’larda oluşan siyasal değişiklikler yabancıların siyasal gücünü arttırdı. Anılan yirmi yıl içinde, eyalet anayasaları beyaz erkeklere genel oy kullanma hakkı tanıyacak biçimde değiştirilmişti. Böylelikle egemenlikleri sona eren soylu siyasetçiler, iktidardan düşmelerinin suçunu göçmenlere yüklediler. Sonuçta, Katolik Kilisesi’nin alkol kullanımını önleme hareketini desteklememesi, Roma’nın Birleşik Devletler’i alkol aracılığı ile bozmaya çalıştığı iddialarına yol açtı.

Bu dönemde sayısı çoğalan yerli üstünlüğü örgütlerinin en önemlisi, 1849’da kurulan gizli Yıldızlarla Bezenmiş Bayrak Örgütü’ydü. Örgüt üyeleri kimliklerini açıklamak istemeyince onlara hemen “Hiçbir Şey Bilmeyenler” adı takıldı. Hiçbir Şey Bilmeyenler 1853’te New York’ta bir Büyük Konsey toplayıp eyalet örgütlerini denetleyecek yeni bir anayasa hazırladılar.

Hiçbir Şey Bilmeyenler’in temel amaçlarından biri, vatandaşlığa alınma süresinin beş yıldan 21 yıla çıkarılması ve yabancı ülke doğumlu Katoliklerin kamu görevine seçilmesinin yasaklanmasıydı. Örgüt 1855’te New York ve Massachusetts yasama organlarının yönetimini ele geçirmeye başardı; aynı yıl içinde yaklaşık 90 ABD Kongre Üyesi bu partiye bağlanmıştı.

Kölelik konusundaki görüş ayrılıkları, partinin ulusal siyasette bir rol oynamasını engelledi. Güneyli Hiçbir Şey Bilmeyenler köleliği desteklerken, Kuzeyli üyeler buna karşı çıkıyorlardı. 1856’da başkan ve başkan yardımcısı adaylarını belirlemek için yapılan Kongre toplantısında, Missouri Uzlaşması’nın desteklenmesi için verdikleri bir öneri göz ardı edilince 42 Kuzeyli temsilci oturumdan ayrıldı ve partinin bir ulusal güç olarak varlığı sona erdi.



REFORM KIMILDANMALARI

Jackson’un seçilmesiyle siyasette kendini gösteren demokratik hareketlenmeler, tüm vatandaşlar için daha geniş haklar ve fırsatlar sağlanmasına yönelik Amerikan çabalarının sadece bir aşamasıydı. Bir başka aşama da işçilerin örgütlenmeleriydi. 1835’te Pennsylvania’nın Philadelphia kentindeki işçi örgütleri, “sabah karanlığından akşam karanlığına” kadar süren iş gününü, 10 saatlik çalışma gününe indirmeyi başardılar. New Hempshire, Rhode Island, Ohio ve Birlik’e 1850’de kabul edilmiş olan California eyaleti, buna benzer reformlar gerçekleştirdiler.

Her yöredeki açık fikirli devlet adamları, eğitimsiz ve cahil kalmış seçmenlerin genel oy kullanma hakkı karşısında bir tehdit oluşturduklarını anladıkları için, seçme hakkının yaygınlaştırılması, şimdiden yeni bir eğitim kavramı oluşturulmasına yol açmıştı. New York’ta DeWitt Clinton, Illinois’de Abraham Lincoln ve Massachusetts’te Horace Mann, şimdi işçi örgütleri tarafından destekleniyorlar ve bu örgütlerin liderleri, parasız eğitim veren, vergi gelirleriyle desteklenmiş olan ve tüm çocuklara açık bulunan okullar kurulmasını talep ediyorlardı. Giderek, birbiri ardından her eyalette, bunun gibi parasız eğitim kurumları açılmasına yönelik yasalar kabul edildi. Devlet okulu sistemi ülkenin tüm kuzey bölgelerinde yerleşti. Buna karşın, devletçe eğitim sağlamasına yönelik çabalar ülkenin diğer bölgelerinde yıllarca sürdü.

Aynı dönemde ortaya çıkan bir başka toplumsal hareket de, alkol satılmasına ve kullanılmasına karşı muhalefet ya da alkol kullanımını önleme hareketiydi. Dinsel inançlar, alkolün iş gücü üzerindeki etkileri ve aşırı içki içenlerin kadınlara ve çocuklara karşı şiddet kullanıp onlara eziyet çektirmeleri gibi çeşitli kaygılar ve dürtüler anılan hareketi doğurdu. Boston’daki din adamları 1826’da Alkol Kullanmamayı Teşvik Derneği’ni örgütlediler. Dernek, yedi yıl sonra Philadelphia’da bir ulusal kongre düzenledi ve bu kongrede Amerikan Alkol Kullanmamayı Teşvik Birliği kuruldu. Birlik, tüm alkollü içeceklerin kullanımından vazgeçilmesi için çağrıda bulundu ve bunların üretiminin ve satışının yasaklanması için eyalet yasama organlarına baskı yapmaya başladı. 1855’e gelindiğinde on üç eyalet bu çağrıya uymuş olmakla birlikte, daha sonraları mahkemelerde bu yasalara karşı çıkıldı. Anılan yasalar yalnız New England’da yürürlükte kaldı; fakat, yine de, ılımlı alkol kullanımını önleme hareketi, 1830-1860 döneminde Amerikalıların kişi başına alkol tüketimini azalttı.

Reformcuların el attıkları diğer konular arasında hapishanelere ilişkin sorunlar ve akıl hastalarının bakımı da vardı. Cezalandırmaya önem verilen hapishanelerin, suçluların ıslahına yönelik kurumlara dönüştürülmesi için çaba harcandı. Dorothea Dix, Massachusetts’te berbat durumdaki yoksul evlerine ya da hapishanelere kapatılmakta olan akıl hastaları için daha iyi koşullar sağlanmasına yönelik çabaların önderliğini yaptı. Massachusetts’te istediği düzeltmeleri elde ettikten sonra, kampanyasını Güney’e taşıdı ve 1845-1852 arasında dokuz eyalette akıl hastaları için hastaneler kuruldu.
 
KADIN HAKLARI

Yukarıda sayılan toplumsal reformlar, pek çok kadını, kendilerinin toplum içindeki eşitlikten uzak konumlarını düşünmeye yöneltti. Evli olmayan kadınlar, koloni günlerinden beri erkeklerin yararlandıkları yasal hakların çoğuna sahiplerdi; ancak, gelenekler uyarınca genç yaşta evlenmeleri gerekiyordu. Evlenen kadınlar da, yasalar karşısındaki bireysel kişiliklerini hemen hemen tümüyle yitiriyorlardı. Kadınların oy kullanmalarına izin verilmediği gibi, eğitimleri de XVII. ve XVIII. yüzyıllar boyunca, okuma, yazma, müzik, dans ve nakışla sınırlı kalmıştı.

Kadınların uyanışı, İskoçyalı konferansçı ve gazeteci Francis Wright’in Amerika’yı ziyaretiyle başladı. Wright, 1820’ler süresince, Birleşik Devletler’in her yerinde halkın önünde kadın haklarının savunuculuğunu yaptı. Kadınların halk önünde konuşmalarının çok kez yasaklandığı o günlerde, Wright, görüşlerini açıkça ortaya atmakla kalmadı, aynı zamanda, kadınların doğum kontrolü ve boşanma konularında bilgi edinme hakları olduğunu ileri sürerek dinleyicilerini şaşkına uğrattı.

1840’larda bir gurup Amerikalı kadın biraraya gelerek ilk kadın hakları hareketini başlattılar. Bu seçkin gurubun en ünlü kişisi Elizabeth Cady Stanton’dı. 1848’de, Cady Stanton ve bir başka kadın hakları savunucusu olan Lucretia Mott, New York’un Seneca Falls kasabasında, dünya tarihinde ilk kez, bir kadın hakları kongresi düzenlediler. Kongreye katılan temsilciler, kanun karşısında erkeklerle eşit haklar, oy kullanma hakkı ve eğitim ve istihdamda fırsat eşitliği talep eden bir bildiri yayınladılar.

Aynı yıl, Polonyalı bir göçmen olan Ernestine Rose, New York eyaletinde, kadınların taşınmaz mallarının mülkiyetini evlendikten sonra korumalarına izin veren bir yasa çıkarılmasına ön ayak oldu. Ülkede bu konuda kabul edilen ilk yasalardan biri olan Evli Kadınların Mülkiyet Yasası, diğer eyalet yasama organlarının da benzeri yasalar çıkarmalarını teşvik etti.

Rose 1869’da, kadınlara seçme hakkı verilmesine yönelik bir anayasa değişikliği yapılmasını isteyen Kadınların Oy Hakkı Ulusal Derneği’ni (National Woman Suffrage Association – NWSA) kurmaları sırasında Elizabeth Cady Stanton ile önde gelen bir başka kadın hakları savunucusu Susan B.Anthony’ye yardım etti. Adı geçen iki kadın, bu hareketin en açık sözlü savunucuları konumuna geldiler. Cady Stanton, yaptıkları işbirliğini, “ben yıldırımları hazırlıyordum, o da fırlatıyordu” diye tanımlamıştı.

BATIYA DOĞRU

Amerikan yaşamının biçimlenmesinde sınır bölgesinin büyük etkisi oldu. Tüm Atlas Okyanusu kıyı bölgesinde egemen olan koşullar, yeni yerleşim bölgelerine göçü teşvik etti. Kıtanın iç kesimlerindeki zengin topraklardan yararlanmak amacıyla, toprağın verimli tahıl ürünü alınmasına elverişli olmadığı New England’daki çiftliklerinden ve köylerinden ayrılan yerleşimciler, akın akın bu yörelere geldiler. Kıyı bölgesi pazarlarına ulaşımı sağlayacak yollar ve kanallar olmadığı için sıkıntı çeken ve büyük çiftilik sahiplerinin siyasal üstünlüğünden zarar gören, North Carolina, South Carolina ve Virginia’daki küçük çiftçiler de batıya doğru harekete geçtiler. 1800’e gelindiğinde, Mississippi ve Ohio Nehirleri’nin vadileri, büyük bir sınır bölgesi olmaya başlamıştı. “Haydi bakalım gidiyoruz. Ohio’da nehir boyunca ilerliyoruz” (Hi-o, away we go, floating down the river on the O-hi-o) şarkısı, binlerce göçmenin dilinde dolaşır oldu.

XIX. yüzyılın başlarında nüfusun batıya akması sonucu, eski topraklar bölündü ve yeni sınırlar çizildi. Yeni eyaletler kabul edilince, siyasal harita Mississippi Nehri’nin doğusunu dengeledi. 1816-1821 arasında altı yeni eyalet yaratıldı: Indiana, Illinois ve Maine (özgür eyaletler) ile Mississippi, Alabama ve Missouri (köle eyaletleri). İlk sınır yerleşim bölgesi Avrupa’ya, ikinci ise kıyı yerleşim bölgelerine yakından bağlıydı; buna karşın, Mississippi Vadisi bağımsızdı ve halkı da doğuya değil batıya yönelmişti.

Sınır bölgesi yerleşimcileri değişik bir gurup oluşturuyorlardı. Bir İngiliz gezgin onları şöyle tanımlamıştı: “berbat kulübelerde yaşayan atılgan, dayanıklı insanlar...Kaba saba ama konuksever, yabancılara karşı anlayışlı, dürüst ve güvenilir kimseler. Biraz mısır, balkabağı ve domuz yetiştiriyorlar; bazen bir iki inekleri oluyor...Tüfekleri ise yaşamlarını sağlamaktaki temel araç.” Balta sallamakta, tuzak hazırlamakta, olta kullanmakta çok becerikli olan bu insanlar, ormanlarda yeni patikalar belirlediler, ilk kütük kulübeleri kurdular ve topraklarını işgal ettikleri Kızılderililerle karşı karşıya geldiler.

Vahşi bölgelere giderek çoğalan sayıda yerleşimci girdikçe, bunların avcılık yapan büyük kesimi aynı zamanda çiftçiliğe yöneldi. Kulübelerin yerini, camlı pencereleri, bacası ve ayrı odaları olan kütük evler aldı; dereden su kullanmak yerine kuyular açıldı. Çalışkan yerleşimciler, hemen topraklarını ağaçlardan temizliyor, çıkan odunu kül elde etmek için yakıyor ve kökleri de çürümeye bırakıyorlardı. Kendi tahıllarını, sebzelerini ve meyvalarını kendileri yetiştiriyorlar; ormanda geyik, yabani hindi avlıyor, bal topluyorlar; yakınlarındaki akarsularda balık avlıyorlar; inek ve domuz besliyorlardı. Arazi spekülatörleri, bol bol ucuz toprak alıp fiyatlar yükselince bunları satıyor ve daha batıya doğru göç ederek yerlerini yeni gelecek olanlara bırakıyorlardı.

Çiftçileri kısa bir süre sonra doktorlar, avukatlar, dükkan sahipleri, gazeteciler, vaizler ve siyasetçiler izledi. Yine de koşullara en dayanıklı olanlar çiftçilerdi. Yerleştikleri yerde kalmayı düşünüyor ve çocuklarının da oradan ayrılmayacağını umuyorlardı. Büyük ahırlar, tuğla ya da ahşap evler kurdular. Daha iyi cins hayvanlar getirdiler, toprağı beceriyle sürdüler ve verimli tohumlar ektiler. Bazıları un değirmenleri, bıçkıhaneler ve damıtma evleri kurdular. Dayanıklı yollar yaptılar, kiliseler ve okullar kurdular. Birkaç yıl içinde büyük bir dönüşüm görüldü. Sözgelimi, Illinois’nin Chicago kenti 1830 yılında, gelecek vaad etmeyen ve kalesi olan bir ticaret köyünden başka bir şey değildi; buna karşılık, ilk yerleşimcilerin pek çoğu ölmeden önce, ülkedeki en zengin kentlerden biri konumuna gelmişti bile.

Çiftlik sahibi olmak kolaydı. 1820’den sonra, kamu arazisi yarım hektarı 1,25 dolara satın alınabiliyor; 1862 tarihli Yerleşim Yasası’nın kabulünden sonra ise araziyi işgal edip işlemek yeterli oluyordu. Kaldı ki, toprak işleme aletleri de kolaylıkla sağlanabiliyordu. John Soule’nin yazdığı ve gazeteci Horace Greeley’in ün kazandırdığı gibi, “genç insanların batıya gidip ülke ile birlikte büyüyebilecekleri” günler yaşanıyordu.

Tarımsal bölge sınırlarının batıya doğru ilerlemesi, Meksika’nın elinde bulunan Texas dışında, 1840 yılına kadar Missouri’nin ötesine geçmedi. Birleşik Devletler, Amerikan vatandaşlarının 5 milyon doları bulan hak iddialarına karşılık, 1819’da İspanya’dan hem Florida’yı hem de Oregon bölgesi üzerindeki haklarını aldı. Bu sırada, Uzak Batı, büyük ölçüde kürk ticareti yapılan bir alan konumuna gelmiş ve bu faaliyet, kürklerin değerinin çok ötesinde bir önem kazanmıştı. Kürk tüccarları, Mississippi Vadisi’nde Fransızlar tarafından keşifler yapıldığı günlerde olduğu gibi, Mississippi’nin batısına geçen yerleşimcilere bir kılavuzluk görevinde bulunuyorlardı. Fransız, İskoçyalı ve İrlandalı kürk hayvanı avcıları, büyük nehirler ve kolları boyunca yeni keşifler yaparak ve Rocky ve Sierra Dağları’ndaki tüm geçitleri bularak, 1840’lardaki göç hareketine ve ondan sonraki yıllarda da ülkenin iç kesimlerinin işgaline olanak yarattılar.

Tüm olarak ele alınırsa, ülke olağanüstü oranda büyümüştü: nüfus 1812’de 7,25 milyonken 1852’de 23 milyonu aşmıştı ve yerleşime elverişli arazinin yüzölçümü de 4,4 kilometre kareden 7,8 milyon kilometre kareye yükselerek, Avrupa’nın yüzölçümüne erişmişti. Buna karşın, kesimler arasındaki anlaşmazlıkların doğurduğu sorunlar çözülmemiş olarak bekliyordu ve 1860’lara gelindiğinde iç savaş patlak verecekti. Ayrıca, batıya doğru yayılma sonucu yerleşimciler, kaçınılmaz olarak, bölgenin yerli halkıyla, yani Kızılderililerle çatışıyorlardı.

XIX. yüzyılın ilk yarısında, bu çatışmalara adı karışan en ünlü kişi, Beyaz Saray’da görev yapan ilk “Batılı” olan Andrew Jackson’dı. 1812 Savaşı’nın tam ortasında, o sıralarda Tennessee milis güçlerinin komutanı olan Jackson güney Alabama’ya gönderildi ve oradaki Creek Kızılderlilerinin ayaklanmasını acımasızca bastırdı. Bundan kısa bir süre sonra Creekler topraklarının üçte ikisini Birleşik Devletlere terk ettiler. Jakson, bundan sonra da, Seminole Kızılderilileri çetelerini, İspanya’ya ait bulunan Florida’daki barınaklarından uzaklaştırdı.

Başkan Monroe’nun Savaş bakanı olan John J.Calhoun 1820’lerde, eski Güneydoğu’da geri kalan kabileleri yerlerinden alıp Mississippi’nin ötesine yerleştirme siyaseti güttü. Jackson da, başkan olarak aynı siyaseti sürdürdü.

Kongre 1830’da, doğudaki kabilelerin Mississippi’nin ötesine taşınması için ödenek sağlayan, Kızılderililerin Yerlerinden Alınması Yasası’nı kabul etti. 1834’te, şimdi Oklahoma olan bölgede, özel bir Kızılderili arazisi belirlendi. Jackson’un görev yaptığı iki dönem süresinde, kabileler toplam 94 andlaşma imzaladılar ve milyonlarca hektarlık araziyi federal hükümete devrederek düzinelerle kabileyi atalarından kalma yerleşim bölgelerinden kopardılar.

Bu talihsiz tarihin en kötü bölümü, batı North Carolina ve Gerogia’daki toprakları 1791’den başlayarak andlaşma ile güvence altına alınmış bulunan Cherokeelerle ilgili olanıdır. Doğulu kabileler arsında en çok gelişmişi olan Cherokeelerin kaderi , 1829’da arazilerinde altın bulunmasıyla kesin biçimde çizildi. Yüksek Mahkeme tarafından lehlerine bir karar alınmasının da pek fazla yardımı olmadı. Jackson hükümetinin göz yumması üzerine Cherokeeler 1835’te Oklahoma’ya doğru uzun ve acımasız bir yürüyüşe başladılar. “Gözyaşı Yolu” olarak bilinen yürüyüş sırasında pek çokları hastalıktan ve yolluktan öldüler.

SIDEBAR

SENECA FALLS


İlk feministlerden Elizabeth Cady Stanton, 1840 yılında Londra’daki bir kölelik karşıtı kongrede, köleliğin kaldırılması hareketinin hararetli bir savunucusu olan Lucretia Mott ile tanıştı ve böylece kendisine bir müttefik kazandı. Kongre başladığında, ikisi de kadın temsilcilerin katılmasının istenmediğini anladılar. Konuşmalarına ve kongre salonuna girmelerine izin verilmeyince Cady Stanton ve Mott, salondan çıkıp diğer kadın temsilcileri de beraberlerinde götürerek bu davranışı protesto ettiler. Cady Stanton, bunun ardından, kadınların toplumsal, vatandaşlıktan doğan ve dinsel haklarını ele alacak bir kadın hakları kongresi toplanması için Mott’a bir öneride bulundu. Kongrenin yapılması sekiz yıl ertelendi ve Cady Stanton ile Mott, 1848’de New York’un Seneca Falls kasabasında ilk kadın hakları kongresini düzenlediler.

Cady Stanton, toplantı sırasında, Bağımsızlık Bildirgesi’ni temel alan bir “Görüşler Bildirgesi” sunarak, erkek egemenliği altındaki kadınların 18 yakınma konusunu dile getirdi. Yakınmalar arasında şunlar vardı: Evli kadınlar, onlara kötü davranan kocalarını terk ederler ya da boşanmaya kalkışırlarsa, çocukları üzerinde hakları olmuyordu. Bir kadın boşanırsa, yazarlık ya da öğretmenlik yapmazsa, çalışarak para kazanmasına olanak yoktu. Bir kadın mahkemede kocası aleyhine tanıklık yapamazdı. Fabrikalarda çalışan kadınların, ücretlerini kendilerine ayırmaya hakları yoktu; bunu kocalarına vermek zorundaydılar. Bir kadın evlendiğinde, bekarken sahip olduğu emlak hemen kocasınınkilere katılıyordu. Emlak sahibi olan bekar kadınlar vergi verdikleri halde bu vergileri koyan yasama organı üyelerini seçme hakları yoktu - ki bu uygulama, Amerikan kolonilerinin Büyük Britanya’dan ayrılmalarının temel nedenlerinden birini oluşturmuştu.

Kongreye katılanlar, seçme hakkı dışındaki tüm kararları oybirliğiyle aldılar. Karar ancak, köleliğin kaldırılması hareketi eylemcisi bir siyah olan Frederick Douglass’ın, kadınların oy kullanma hakkını hararetle destekleyen konuşmasından sonra onaylandı. Yine de katılımcıların çoğunluğu, kadınların oy kullanması düşüncesini kabullenememişti.

Cady Stanton, Seneca Fallas’ta, kadın hakları konusunda başarılı bir yazar ve konuşmacı olarak ün kazandı. Yıllar sonra, kadınların, erkeklerle eşit konuma gelme amaçlarını, oy kullanma hakkı bulunmaksızın hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceklerini daha işin başında anlamış olduğunu açıkladı. Köleliğin kaldırılması yanlısı bir reformcu olan William Lloyd Garrison’nı kendine model almış ve herhangi bir çabada başarıya, parti çalışmasıyla değil kamu oyunu değiştirmekle erişilebileceğini görmüştü. Kadınları, sıkıntısını çektikleri adaletsizlikler karşısında uyandırdığı için, Seneca Falls toplantısı, gelecekteki değişikliklerin bir aracısı oldu. Onun hemen ardından, kadın haklarını konu alan yeni kongreler de düzenlendi ve siyasal ve toplumsal eşitlik hareketlerinde başka kadınlar da öne çıktılar.
 
KESİMLER ARASI ÇATIŞMA

“Kendi içinde bölünmüş olan bir ev ayakta kalamaz. Bu hükümetin, sürekli biçimde yarı-köle yarı-özgür kalmaya katlanamayacağına inanıyorum.”

Abraham Lincoln – 1858

Birleşik Devletler, XIX. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, sürekli olarak yabancı ziyaretçi çekmeye başlamıştı. Bir tarihçinin belirttiği gibi: “Kolonicilerin sömürüsü altında kalmış, bir parça silik görünümlü ve zaman zaman romantikleştirilmiş olan bir kırsal bölge, neredeyse bir gece içinde, incelenmesi gerekli bir olgu ve değerlendirilmesi zorunlu siyasal ve ahlaki bir deneyim konumuna gelivermişti.”

İKİ AMERİKA


Birleşık Devletler’e gelmiş olan hiçbir ziyaretçi, seyahatlerini ve görüşlerini, Fransız yazar ve siyasal kuramcı Alexis de Tocqueville’nin yaptığı gibi kalıcı bir biçimde belgelememiştir. İlk kez 1835’te yayınlanan Amerika’da Demokrasi adlı kitabı, günümüzde bile, Amerika’daki toplumsal ve siyasal uygulamaları en güçlü bir biçimde ve derinliğine çözümleyen yapıtlar arasında yer almaktadır. Tocqueville, Birleşik Devletler’i eleştirmekten kaçınmayacak kadar kurnaz bir gözlemciydi; fakat, temelde olumlu kanılara erişmişti. “Gönenç dağılımı, siyasal haklar kavramını toplumun her üyesinin erişebileceği bir konuma getirmiş olduğu gibi, demokratik hükümet de, siyasal haklar kavramını en sıradan vatandaşın düzeyine indirmiştir” diye yazmıştı. Buna karşın, Tocqueville, kabaca belirlenmiş böyle bir eşitliğin, giderek büyüyen ve endüstri çalışanları ile yeni ortaya çıkmış bulunan iş çevresi ileri gelenleri arasında ayrılıklar oluşturma tehdidi yaratan fabrika sistemi karşısında yaşayıp yaşayamayacağı konusunda ilk kez kuşku duyan bir dizi düşünürden sadece bir tanesiydi.

Diğer bazı ziyaretçiler, “tarım, ticaret ve büyük bayındırlık yapıtlarında gönencin ve hızlı gelişmenin en tartışmasız örneklerini” her yerde görebildikleri bu ülkenin büyümesini ve canlılığını hayranlıkla izliyorlardı; fakat, Amerikan deneyimi konusundaki bu iyimser gözlemler hiçbir anlamda genelleşmemişti. Kuşku duyanlardan biri, Birleşik Devletler’i ilk kez 1841-1842’de ziyaret etmiş bulunan İngiliz romancısı Charles Dickens’tı. Bir mektubunda, “Görmeyi beklediğim Cumhuriyet bu değildi” diye yazmıştı. “Düşlerimde yarattığım Cumhuriyet bu değil... Gençliğini ve gücünü ne denli önemsersem, binlerce açıdan, o derecede daha yoksul ve önemsiz olarak karşıma çıkıyor. Halkın eğitimi ve yoksul çocukların bakımı dışında, övünme nedeni saydığı her konuda, belleğimde oluşturduğum düzeyin ölçülemeyecek oranda altına düşüyor.”

Dickens bu konuda yalnız değildi. Amerika, XIX. yüzyılda ve tarihi boyunca, çok kez hem daha az gösterişli hem de daha karmaşık olan gerçeklerle uyuşmayan beklentiler ve tutkular yaratmıştır. Büyüklüğü ve çeşitliliği, genelleştirmelere daha şimdiden engel olmuş ve çelişkiler yaratmıştı: Amerika, hem özgürlüğü seven hem köleliği sürdüren bir toplumdu; yaygın ve ilkel sınır bölgelerinin yanı sıra, ticaretin ve endüstrileşmenin büyümekte olduğu kentlere sahipti.

GELECEK VAADEDEN TOPRAKLAR

1850’ye gelindiğinde, ulusal topraklar, ormanlara, çayırlara ve dağlara yayılmış bulunuyordu. Bu çok geniş sınırlar içinde, 31 eyaletten oluşan bir birliğin 23 milyon insanı yaşıyordu. Doğu’da bir endüstri patlaması vardı. Ortabatı’da ve Güney’de tarım büyük bir gelişme gösteriyordu. 1849’dan sonra California’daki altın madenleri, ticaret kanallarına bir altın ırmağı akıtmaya başladı.

New England ve Orta Atlas Okyanusu eyaletleri, önde gelen imalat, ticaret ve finans merkezleriydi. Dokuma, kereste, giysi, makine, deri ve yünlüler bu bölgede üretilen belli başlı mallardı. Aynı zamanda, deniz taşımacılığı da gönencinin doruğuna erişmişti ve Amerikan bayrağı taşıyan gemiler okyanusları dolaşıp tüm ülkelerin mallarını dağıtıyordu.

Güney, Atlas Okyanusu’ndan Mississippi Nehri ve ötesine kadar uzanan, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip, oldukça derli toplu bir siyasal birim görünümündeydi. Virginia, Maryland ve North Carolina’nın ekonomilerinde tütün önemli bir yer tutuyordu. South Carolina’da bol miktarda pirinç mahsulü alınıyor; Louisiana, şeker üretimine elverişli bir iklime ve toprağa sahip bulunuyordu. Buna karşın, pamuk, giderek önem kazanan bir ürün konumuna geldi ve Güney’in simgesi oldu. 1850’ye gelindiğinde, Amerika’nın Güney bölgesinde, dünya pamuk ürününün yüzde 80’inden fazlası sağlanıyordu. Başta pamuk olmak üzere, tüm bu ürünlerin yetiştirilmesinde köleler kullanılıyordu.

Sınırsız çayırlara ve hızla artan bir nüfusa sahip olan Ortabatı gelişiyordu. Avrupa’da ve Amerika’nın ilk yerleşilmiş kesimlerinde, bölgenin buğday ve et ürünlerine karşı bir talep vardı. İşçiliği azaltan araçların ve özellikle McCormick orak makinesinin devreye girmesi sayesinde, tarımsal üründe eşi bulunmayan bir artış sağlandı. Ülkede 1850’de elde edilen 35 milyon hektolitre buğday ürünü, 1860’ta yaklaşık 61 milyona yükseldi. Bunun yarıdan çoğu Ortabatı’da yetiştiriliyordu.

Taşıma araçlarında sağlanan büyük gelişmeler, batı bölgelerinde gönencin artmasını önemli ölçüde teşvik etti; Appalachian Dağları’nın oluşturduğu engebe, 1850-1857 arasında beş kez delindi ve buralardan geçen demiryolu ana hatları Ortabatı ile Doğu’yu birbirine bağladı. Anılan bağlantıların yarattığı ekonomik çıkarlar, 1861-1865 arasında Birlik içindeki siyasal ittifakın temelini oluşturdu. Başlangıçta, Güney’in bu demiryolu ağının yaygınlaştırılmasındaki katkısı pek az olmuştu. Dağları aşarak Mississippi Nehri’nin aşağı kesimlerini Atlas Okyanusu kıyı bölgelerine bağlayan kesintisiz demiryolu hattı, ancak 1850 yılı sonlarında gerçekleştirilebildi.

KÖLELİK VE BÖLGECİLİK

Anılan gelişmelere karşın, bir sorun Kuzey ve Güney arasındaki bölgesel ve ekonomik farklılığı arttırdı: kölelik. Kuzeyli iş adamlarının tütün ürününü pazarlayarak büyük karlar elde etmelerinden öfkelenen Güneyliler, kendi kesimlerinin geri kalmasının suçunu, Kuzey’in büyüyüp gelişmesine yüklediler. Buna karşılık, Kuzeyliler de, bölgenin göreli geri kalmışlığının başlıca nedeninin, Güney’in kendi ekonomisinin temel öğesi saydığı “garip kurum”, yani kölelik olduğunu ileri sürüyorlardı.

Kölelik konusunda kesimler arasındaki çizgiler, daha 1830’larda bile keskinleşmeye başlamıştı. Kuzey’de, köleliğin henüz eyalet olarak örgütlenmemiş Batı bölgelerine yayılmasına kesinlikle karşı çıkan serbest topraklar hareketi yanlılarınca desteklenen köleliğin kaldırılması eylemleri, her geçen gün daha çok güç kazanıyordu. 1850’de Güneyliler, dillerinin İngilizce olmasından ve kendilerini temsil eden kurumlardan ne oranda sorumluysalar, kölelik konusunda da o kadar sorumlu olduklarını düşünüyorlardı. 1850’ye gelindiğinde kölelik, belirli kıyı kesimlerinde 200 yıldan çok daha eskiye uzanıyordu ve bölgenin temel ekonomisinin bölünmez bir parçasıydı.

Güney’deki beyazların pek azının kölesi vardı. 1860’ta, kölelik olan eyaletlerde toplam 46.274 büyük çiftlik sahibi vardı; en az 20 köle çalıştıran kişiler büyük çiftçi sayılıyorlardı. Kölelerin yarıdan fazlası büyük çiftliklerde çalışıyordu. Yüzde 70’inden çoğunun elinde 40 hektardan küçük arazi bulunan küçük çiftçilerden bazıları bir avuç köle çalıştırıyor, ancak, çoğunun hiç kölesi bulunmuyordu. “Yoksul beyazlar”, Güney toplumunun en alttaki kesimini oluşturuyor ve hiç köle kullanmıyorlardı. Büyük çiftlik sahiplerinin köle kullanmaktaki ısrarlarını anlamak kolaydı; çünkü kölelerin çoğu onların malıydı; fakat, küçük çiftçiler ve yoksul beyazlar da kölelik kurumunu destekliyorlardı. Siyahlar özgür kalırsa, toprak sahibi olmak için onlarla rekabete girişeceklerinden korkuyorlardı. Kaldı ki, kölelerin varlığı, küçük çiftçilerin ve yoksul beyazların toplum içindeki konumlarını yükseltiyordu; bu konumdan isteyerek vaz geçmezlerdi.

Kuzey’in bu konudaki görüşleriyle savaşan Güneyli siyasal liderler, iş sahipleri ve rahiplerin çoğunluğu, artık kölelik uygulaması için kendilerini savunmuyor, bu kurumu destekliyorlardı. Sözgelimi, Güneyli yazarlar, kölelik sisteminde, sermaye ile emek arasındaki ilişkinin, Kuzey’in ücret sistemindekinden daha insancıl olduğunu iddia ediyorlardı.

1830’dan önce, büyük çiftlik yönetiminde, kölelerin sahipleri tarafından bireysel olarak denetlendiği aile reisi sistemi halen egemen bulunuyordu; ancak, Güney’in aşağı bölgelerinde büyük ölçüde pamuk üretimine geçilmesi üzerine, köle sahipleri sıkı bireysel denetimlerini giderek terk ettiler ve görev süreleri köleleri ne kadar fazla çalıştırdıklarına bağlı olan profesyonel kahyalar kullanmaya başladılar.

Doğal olarak şiddete ve baskıya dayalı bir sistem olan kölelik uygulamasında, kölelere karşı dayağa baş vurulduğu ve bireysel satışlar yüzünden ailelerin parçalandığı sık sık görülüyordu. Buna karşın, sonuçta, köleliğe yöneltilen en köklü eleştiri, köle sahiplerinin ve kahyaların bireysel davranışlarını değil, her insanın vazgeçilmez temel hakkı olan özgürlüğün ihlal edilmesini hedef alıyordu.
 
KÖLELİK KARŞITLARI

Güneyliler, genelde, pamuk-kölelik sisteminin temsil ettiği çıkarların korunmasının ve genişletilmesinin ulusal siyaset olarak uygulanmasını istemişlerdir. Gereksiz bir biçimde tek bir ürüne, yani pamuğa bağlı kalınması sonucu toprak büyük bir hızla verimliliğini yitirdiği için yeni ve verimli topraklara gereksinim giderek çoğalıyor ve bu nedenle de yayılmanın zorunlu olduğu düşünülüyordu. Güneylilere göre, buna ek olarak, yeni özgür eyaletlerin kabulünü dengeleyecek köleci eyaletler kurulması için daha fazla arazi sağlanmalıydı. Köleliğe karşı olan Kuzeyliler, Güneylilerin bu tutumunu, köleliğin yayılmasını destekleyecek bir düzen olarak değerlendiriyorlardı ve kölelik karşıtı davranışları 1830'larda şiddet kazandı.

Önceki yıllarda, Amerikan Devrimi’nin bir türevi olarak ortaya çıkmış bulunan bir kölelik karşıtı hareket, Afrika ile yapılan köle ticaretinin 1808’de Kongre tarafından yasaklamasıyla son zaferini kazanmıştı. Bundan sonra, çırçır makinesinin keşfedilmesi ve batıya doğru Mississippi delta bölgesine yayılmanın sürmesi yüzünden kölelere karşı talebin giderek arttığı günlerde, genellikle Quakerler ılımlı ve etkisiz bir protesto sürdürdüler.

1830’ların başlarında ortaya çıkan kölelik karşıtı hareket, kavgacı ve ödün vermez bir özellik taşıyor ve köleliğin derhal durdurulmasını talep ediyordu. Şehitlerin kahramanlığı ile demagogların yırtıcı ataklığını taşıyan, Massachusettsli genç William Lloyd Garrison bu hareketin önderliğini yaptı. Garrison, Kurtarıcı adındaki gazetesinin ilk sayısını 1 Ocak 1831’de yayınladı; gazetede şu açıklama yer almıştı: “Köle nüfusumuzun derhal azad edilmesi için yoğun çaba göstereceğim... Bu konuda ılımlı düşünmek, konuşmak ya da yazmak istemiyorum... Çok içtenlikle davranıyorum...kaçamaklı dil kullanmayacağım...bağışlamayacağım...bir santim bile gerilemeyeceğim VE SESİMİ DUYURACAĞIM.”

Garrison’un heyecan yaratıcı yöntemleri, çok kişinin değişmezmiş gibi görmeye başladığı kötü bir kurum konusunda Kuzeylileri uyandırdı. Köleliğin en iğrenç yönlerini gözler önüne sermeye çalışıyor ve köle kullananları işkenceci ve insan kaçakçısı olarak şiddetle kınıyordu. Köle sahiplerine hiçbir hak tanımıyor, hiçbir uzlaşma kabul etmiyor ve hiçbir gecikmeye katlanmıyordu. Onun yasaları hiçe sayan yöntemlerini kullanmak istemeyen diğer bazı kölelik karşıtları ise, reformun yasal ve barışçı yollardan sağlanması gerektiğine inanıyorlardı. Garrison’a güçlü bir ses daha katılmıştı. Massachusetts Kölelik Karşıtları Derneği’nin sözcülüğünü yaparak Kuzeyli dinleyicilerini harekete geçiren ve kaçak bir köle olan Frederick Douglass, daha sonra da kölelik karşıtı haftalık gazete Kuzey Yıldızı’nın başyazarlığını başarıyla yürüttü.

Kölelik karşıtı hareketin bir aşamasında, kölelerin Kuzey’de güvenlikli barınaklara ya da sınırı aşıp Kanada’ya kaçmalarına yardımcı olundu. “Yeraltı Demiryolu” olarak anılan geliştirilmiş bir gizli yollar ağı, 1830’larda Kuzey’in her yanında köklü bir biçimde kurulmuştu ve en başarılı faaliyetleri eski Kuzeybatı Toprakları’nda gerçekleştiriliyordu. Sadece Ohio’da, 1830-1860 arasında 40.000’e yakın kaçak kölenin özgürlüğe kavuşmasına yardımcı olunduğu tahmin edilmektedir. Kölelik karşıtı yerel derneklerin sayısı o kadar büyük bir hızla artmıştı ki 1840’a gelindiğinde 200.000 dolayında üyesi olan yaklaşık 2.000 dernek kurulmuş bulunuyordu.

Kölelik karşıtlarının köleliği bir vicdan sorunu konumuna getirmeye yönelik etkin çabalarna karşın, Kuzeylilerin çoğunluğu ya bu harekete karşı duyarsız kaldılar ya da ona açıkça karşı oldular. Sözgelimi, 1837’de Illinois’nin Anton kentinde bir gurup kölelik karşıtı başyazar Elijah P.Lovejoy’a saldırdı ve onu öldürdü. Buna karşılık, Güney’de belirli durumlarda, kölelik karşıtı gurupların kölelik konusu ile beyazların özgürlük hakları çabası arasında bağlantı kurmalarına izin verildi. 1835’de öfkeli bir gurup, South Carolina’nın Charleston kentindeki postahanede bulunan kölelik karşıtı yayınları parçaladı. Postahane müdürü, kölelik karşıtı yayınların dağıtımını yaptırmayacağını açıklayınca, Kongre’de sert tartışmalar oldu. Kölelik karşıtları, buna ek olarak, Washington, D.C.’de köleliğe son veilmesi için Kongre’yi bir dilekçe yağmuruna tutmaya karar verdiler. Temsilciler Meclisi 1836’da, bu gibi dilekçelerin işleme konulmasının otomatik olarak ertelenmesine karar vererek onları etkisiz hale getirdi. 1830’da Temsilciler Meclisi’ne seçilmiş bulunan eski başkan John Quincy Adams, Anayasa’daki Birinci Değişikliğe aykırı olduğunu ileri sürüp “susturma yöntemi” diye bilinen bu karara karşı çaba gösterdi. Susturma yöntemi 1844’te Temsilciler Meclisi tarafından iptal edildi.

TEXAS KONUSU VE MEKSİKA İLE SAVAŞ

Amerikalılar, 1820’ler boyunca, uçsuz bucaksız Texas topraklarında, genellikle Meksika hükümeti tarafından bağışlanan arazide yerleştiler. Ancak, sayılarının giderek çoğalması yetkili makamları kısa zamanda ürküttü ve daha fazla göçmen alınması 1830’da yasaklandı. General Antonio Lopez de Santa Anna 1834’te Meksika’da bir diktatörlük kurdu ve bunu izleyen yıl içinde Texaslılar ayaklandılar. Santa Anna, ünlü Alamo kuşatması sonunda 1836’da Amerikalı asileri yendi; fakat, Sam Houston komutasındaki Texaslılar, bir ay sonra San Jacinto Savaşı sonucunda Meksika ordusunu yok edip Santa Anna’yı yakalayarak Texas’ın bağımsızlığını güvence altına aldılar. Texas, yaklaşık on yıl kadar bağımsız bir cumhuriyet konumunu korudu ve 1845’te 28’inci eyalet oldu.

Texas’ın eyalet olması üzerine Meksika, Birleşik Devletler’le ilişkilerini kestiyse de, yeni eyaletin sınırları en tartışmalı sorun olarak kaldı: Texaslılar Rio Grande Nehri üzerinde hak idda ederken, Meksika, sınırın çok daha kuzeyde Nueces Nehri boyunca uzandığını savunuyordu. Bu arada, çok sayıda Amerikalı, batıya Büyük Okyanus kıyılarına doğru yayılmanın Birleşik Devletler’in “alın yazısı” olduğunu iddia ediyorlar ve yerleşimciler New Mexico ve California topraklarına sel gibi akıyorlardı.

ABD’nin New Mexico ve California topraklarını satın alma girişimleri sonuçsuz kalınca, Meksika ve ABD askeri birlikleri Rio Grande kıyılarında çatışmaya başladılar ve Birleşik Devletler 1846’da savaş ilan etti. ABD güçleri New Mexico topraklarını ele geçirdi ve California’daki yerleşimcilerin ayaklanmalarını destekledi. Zachary Taylor komutasındaki bir ABD birliği Meksika’yı işgal edip Monterey ve Buena Vista’da zaferler kazandıysa da, Meksika’yı görüşme masasına getirmeyi başaramadı. Mart 1847’de, Winfield Scott komutasındaki ABD birlikleri, Meksika’nın doğu kıyısındaki Vera Cruz kenti yakınında bir çıkarma yaptılar ve şiddetli çatışmalar sonucunda başkent Mexico City’ye girdiler. Yine de Birleşik Devletler, ancak Santa Anna istifa ettikten sonra Guadalupe Hidalgo Andlaşması’nı yapabildi ve Meksika, Güneybatı bölgesini ve California’yı 15 milyon dolar karşılığında ABD’ye terk etti.

Anılan savaş, daha sonra İç Savaş sırasında karşı karşıya gelecek olan Amerikan subayları için bir eğitim sağladı. Savaş ayrıca, siyasal bir ayrılığa da neden oldu ve kölelik karşıtı Whigler, James K.Polk’un Demokrat (Parti) hükümetini yayılmacılıkla suçladı.

Birleşik Devletler, Meksika Savaşı’nın sonuçlanmasıyla, günümüzdeki Arizona, Nevada, California, Utah eyaletleriyle, New Mexico, Colorado ve Wyoming eyaletlerinin bazı kesimlerini içine alan, 1,36 milyon kilometre kare genişliğinde yeni toprakların sahibi oldu. Ancak bu, aynı zamanda çok zararlı bir kazanım oluşturuyordu; çünkü, o günlerde Amerika siyasetinin en önemli sorununu, yani yeni toprakların özgür mü köle mi olacağı konusunu yeniden canlandırmıştı.

1850 UZLAŞMASI


Kölelik, 1845’e gelininceye kadar, sadece o sırada uygulanmakta olduğu bölgelerle sınırlı kalacakmış gibi görünüyordu. 1820 tarihli Missouri Uzlaşması ile sınırları belirlenmişti ve bunları aşma şansı bulunmuyordu. Yeni kazanılan topraklar, köleliğin yeniden yayılmasını gerçek bir olasılık konumuna getirdi.

Pek çok Kuzeyli, yayılmasına izin verilmezse, köleliğin giderek gerileyip ortadan kalkacağına inanıyorlardı. Yeni köleci eyaletler kurulmasına karşıtlıklarını haklı göstermek için Washington ve Jefferson’un açıklamaları ile köleliğin Kuzeybatı’ya yayılmasını yasaklayan 1787 Kararnamesi’ni örnek alıyorlardı. Doğal olarak, köleliğe önceden izin vermiş bulunan Texas, köleci bir eyalet olarak Birlik’e katıldı. Buna karşılık, California, New Mexico ve Utah’ta kölelik yoktu ve bu nedenle Birleşik Devletler’in, 1846’da anılan toprakları almaya hazırlandığı günlerde, ne yapılması gerektiği konusunda çelişkili öneriler ileri sürülüyordu.

Güney’deki aşırı uçlar, Meksika’dan elde edilen tüm toprakların köle sahiplerine açılması için uğraşıyorlardı. Buna karşılık, Kuzeyli kölelik karşıtları, tüm bölgelerin köleliğe kapatılmasını istiyorlardı. Ilımlı bir gurup ise, Missouri Uzlaşması’nın Büyük Okyanus’a kadar yayılmasını, özgür eyaletlerin onun kuzeyinde, köleci eyaletlerin de güneyinde kalmasını öneriyorlardı. Bir başka gurup ise, sorunun “halk egemenliği”ne bırakılmasını öneriyordu; yani hükümet, yeni yerleşimcilerin yeni topraklara istedikleri gibi köleli ya da kölesiz girmelerine izin verecek ve bölgenin eyaletler halinde düzenlenmesi zamanı geldiğinde de ne yapılacağını halk kararlaştıracaktı.

Güneylilere göre, her bölgenin köleliğe izin verme hakkı vardı. Kuzey ise hiçbir bölgenin böyle bir hakkı olmadığını savunuyordu. 1848’de, “köleliğin sınırlanmasının, yerelleştirilmesinin ve caydırılmasının” uygulanacak en iyi siyaset olduğunu açıklayan Özgür Toprak Partisi’ne yaklaşık 300.000 kişi oy verdi. Buna karşılık, Maryland, Kentucky ve Missouri gibi Ortabatı ve sınır bölgesi eyaletlerinde, görüşler arasında daha büyük bir ayrılık vardı ve çoğunluk halk egemenliğini bir uzlaşma yolu olarak benimsiyordu.

Ocak 1848’de California’da altın keşfedilmesi, sadece 1849 yılında 80.000 yerleşimcinin yöreye koşmasına yol açtı. California yaşamsal bir sorun konumuna gelmişti; çünkü, örgütlü bir hükümet kurulmadan önce, Kongre tarafından bu yeni bölgenin statüsü konusunda belirgin bir karar verilmesi gerekiyordu. Tüm ulusun umudu, bundan önce de bunalım çıktığında iki kez bir uzlaşma yolu bulmuş olan Senatör Henry Clay’e bağlanmıştı. Clay, karmaşık ve özenle dengelenmiş bir plan hazırlayarak, kesimler arasında tehlikeli bir tartışma çıkmasını bir kez daha önledi.

Kongre tarafından daha sonra değiştirilen uzlaşma planının belirli temel hükümleri vardı: California, özgür topraklı (köleliğin yasaklandığı) bir eyalet olarak kabul edilecekti; yeni elde edilmiş toprakların kalan kesimi, New Mexico ve Utah olarak ikiye bölünecek ve kölelikten söz edilmeksizin örgütlenecekti; New Mexico’nun bir bölümü üzerindeki hak iddialarına karşılık Texas’a 10 milyon dolar ödenecekti; kaçak kölelerin yakalanıp sahiplerine iadesi için daha etkili bir yöntem kullanılacaktı; Washington, D.C.’de köle alım satımı (kölelik değil) yasaklanacaktı. Amerikan tarihinde 1850 Uzlaşması olarak bilinen bu önlemler kabul edilince, ülke rahat bir nefes aldı.

Uzlaşma, üç yıl süreyle, hemen hemen tüm görüş ayrılıklarını çözümlemiş gibi görüldü. Buna karşılık, gerilim içten içe yükseliyordu. Yeni Kaçak Köleler Yasası, köleleri yakalama çalışmalarında herhangi bir rol oynamayı reddeden Kuzeylilere çok ters gelmişti. Ayrıca, pek çok Kuzeyli, kölelerin kaçmasına yardımcı olmayı sürdürdüler ve Yeraltı Demiryolu, o güne kadar görülmemiş oranda etkili ve atak bir biçimde işlemeye başladı.

BÖLÜNMÜŞ BİR ULUS

1850’ler, siyasal açıdan, ülke liderlerinin bölücü kölelik sorununu çözmek bir yana durdurulmasını bile sağlayamadıkları on yıllık bir dönem olarak nitelendirilebilir. Sözgelimi Harriet Beecher Stowe, Kaçak Köleler Yasası’nun kabulünden etkilenerek 1852’de Tom Amcanın Kulübesi adlı bir roman yayınladı. Beecher kitabını kısa bir taslak hazırlamak düşüncesiyle yazmaya başlamıştı; ancak, giderek kapsamını genişletti. Kitap yayınlanır yayınlanmaz büyük bir olay yarattı. İlk yıl içinde 300.000’den fazla satıldı ve talebi karşılayabilmek için yayınevi gece gündüz çalışmak zorunda kaldı.

Tom Amcanın Kulübesi, çok duygusal yazılmış ve basmakalıp tiplemelerle doldurulmuş olmakla birlikte, köleliğin gaddarlığını ve özgür ve köleci toplumlar arasındaki temel çatışmayı yadsınmaz bir biçimde sergiliyordu. Kuzey’de yetişmekte olan seçmen kuşağı, bu yapıttan çok etkilenmişti. Kitap, adaletsizliğe karşı öfke ve vahşi bir istismara uğramış biçare kimselere acıma gibi temel insanlık duygularını harekete geçirdiği için, kölelik karşıtı davaya yönelik yaygın bir çoşku yarattı.

Yeni topraklarda kölelik sorunu 1854’te yenilendi ve tartışma giderek şiddet kazandı. Günümüzde Kansas ve Nebraska’yı içeren topraklarda hızlı bir yerleşim görülüyor; önce bölge ve giderek eyalet hükümetleri kurulması için baskı artıyordu.

1820 tarihli Missouri Uzlaşması uyarınca, tüm bölge köleliğe kapalıydı; fakat, 1850 Uzlaşması, kaçınılmaz olarak sorunu yeniden gündeme getirdi. Missouri’deki köle sahibi egemen çevreler, Kansas’ın özgür bir bölge olmasına karşı çıktılar; çünkü, o zaman üç özgür toprak eyaletiyle (Illinois, Iowa ve Kansas) komşu olacaklardı. Kendi eyaletlerinin de özgür eyalet olmaya zorlanacağı olasılığından korkuyorlardı. Kongre’deki Missourililer, Güneylilerin de desteğini alarak, bölgenin örgütlenmesine yönelik tüm çabaları uzun bir süre engellediler.

Bu sırada, Demokrat Parti’nin Illinois Senatörü Stephen A.Douglas, tüm özgür toprak destekçilerini öfkelendiren Kansas-Nebraska Yasası taslağını sunarak büyük bir fırtına yarattı. Douglas, Utah ve New Mexico’nun köle sorununu kendilerinin çözmesini öngören 1850 Uzlaşması’nın Missouri Sözleşmesi’nin yerine geçtiğini iddia ediyordu. Planına göre, Kansas ve Nebraska’dan oluşan iki bölge kurulacak ve buraya gelecek yerleşimcilerin beraberlerinde köle getirmelerine izin verilecekti. Birlik’e özgür mü yoksa köleci bir eyalet olarak mı katılınacağına yerleşimciler kendileri karar vereceklerdi.

Kuzeyliler Douglas’ı, 1856’da başkan seçilebilmek için, Güney’e ödün vermekle suçladılar. Taslak üzerinde çetin tartışmalar yapıldı. Özgür topraklar yanlısı basın anılan girişimi şiddetle kınadı. Kuzeyli din adamları taslağa saldırdılar. O güne kadar Güney’le dostça ilişkiler içinde olan iş adamları birden bire yön değiştirdiler. Yine de, Mayıs 1854’te Kansas-Nebraska Yasası Sento tarafından onaylandı ve Güneyli aşırı uçların top atışlarıyla karşılandı. Douglas, bunun üzerine, kendisini savunmak için Chicago’ya gittiğinde limandaki gemiler bayraklarını yarıya indirdi, kilise çanları bir saat süreyle çalındı ve onu dinlemek için toplanan 10.000 kişi tarafından o denli yuhalandı ki sesini duyuramadı.

Douglas’ın talihsiz girişiminin ilk sonuçları çok büyük oldu. Köleliğin yayılması konusunda kararsız davranan Whig Partisi çöktü ve yerine, temelde köleliğin tüm topraklarda yasaklanmasını talep eden güçlü bir yeni örgüt, yani Cumhuriyetçi Parti kuruldu. Parti 1856’da, Uzak Batı’daki keşif gezileriyle ün yapmış olan John Freemont’u başkan adayı gösterdi. Freemont seçimi kazanamadı, ancak Cumhuriyetçi Parti Kuzey’in büyük bir kesiminde ezici başarı sağladı. Salmon P.Chase ve William Seward gibi özgür toprak liderleri, her zamankinden daha çok etkili oldular. Abraham Lincoln adında, Illinoisli, uzun boylu ve zayıf bir avukat onlarla birlikte görülmeye başladı.

Güneyli köle sahiplerinin ve kölelik karşıtı ailelerin Kansas’a akını, giderek silahlı çatışmaya yol açtı ve kısa bir süre sonra bölgeden “kanayan Kansas” diye söz edilmeye başlandı. Başka olaylar ve özellikle Yüksek Mahkeme’nin Dred Scott hakkındaki 1857 tarihli kötü ünlü kararı ülkeyi ayaklanmaya daha da yaklaştırdı.

Scott, Missourili bir köleydi ve 20 yıl kadar önce sahibi onu, köleliğin Kuzeybatı Kararnamesi ile yasaklanmış olduğu Illinois ve Wisconsin Toprakları’na götürmüştü. Missouri’ye geri dönen Scott, oradaki yaşamından mutsuzluk duyunca, özgür topraklarda oturmuş olduğunu ileri sürerek azat edilmek için dava açtı. Güneylilerin egemenliğindeki Yüksek Mahkeme, vatandaş olmayan Scott’un mahkemeye başvurma hakkı bulunmadığına; köleci bir eyalette (Missouri) yaşamakta olduğu için, özgür bir eyaletin (Illinois) yasalarının onun statüsünü etkilemeyeceğine; köle sahiplerinin “mallarını” federal topraklarda nereye isterlerse götürebilme hakkına sahip olduklarına; ve Kongre’nin köleliğin yayılmasını engelleyemeyeceğine karar verdi. Böylelikle Mahkeme’nin kararı, kölelik sorununu çözümleyebilmek amacıyla Kongre tarafından tüm bir kuşak boyunca alınmış bulunan uzlaşma önlemlerini geçersiz kıldı.

Dred Scott kararı tüm Kuzey’de büyük bir tepki yarattı. Mahkeme, hçbir zaman böylesine şiddetle kınanmamıştı. Karar, Güneyli Demokratlar için büyük bir zafer oluşturuyordu; çünkü, tüm bölgelerde köleliği haklı çıkarma çabalarına yasal bir izin sağlanmıştı.
 
LINCOLN, DOUGLAS VE BROWN

Abraham Lincoln uzun yıllardır köleliği büyük bir bela olarak nitelendirmekteydi. Illinois’nin Pretoria kentinde 1854’te yaptığı bir konuşma sırasında, ülkedeki tüm yasaların, köleliğin sınırlandırılması ve giderek ortadan kaldırılması ilkesi çerçevesinde hazırlanması gerektiğini açıkladı. Batı topraklarındaki kölelik yalnız bölgedeki yerleşimcileri değil bir bütün olarak Birleşik Devletler’i ilgilendirdiği için, halk egemenliği ilkesinin de yanlış olduğunu iddia etti. Bu konuşması sonucunda, büyümekte olan Batı’da çok tanınan bir kişi oldu.

Lincoln, 1858 seçimlerinde, Illinois senatörlüğü için Stephen A.Douglas’ın rakibi oldu. 17 Haziran tarihinde yaptığı seçim kampanyasını açış konuşmasının birinci paragrafında, Amerikan tarihinin gelecek yedi yılıyla ilgili temel görüşlerini açıkladı:

Kendi içinde bölünmüş bir ev ayakta kalamaz. Bu hükümetin, sürekli biçimde yarı köle yarı özgür olmaya katlanabileceğine inanmıyorum. Birlik’in dağılacağını sanmıyorum; evin çökeceğini düşünmüyorum; fakat, bölünmüş kalacağına da inanmıyorum.

1858’in bunu izleyen ayları sırasında Lincoln ve Douglas yedi kez biraraya gelip tartıştılar. “Küçük Dev” diye bilinen Senatör Douglas, iyi konuşmacılığı sayesinde kıskanılacak bir ün yapmıştı; fakat, ondan geri kalır bir konuşmacı olmayan Lincoln, Douglas ve müttefiklerinin savunduğu halk egemenliği kavramını güçlü bir biçimde eleştiriyordu. Sonuçta, Douglar seçimi az bir farkla kazandı, ama Lincoln da ulus çapında bir kişilik konumuna erişmiş oldu.

Kesimler arasındaki sürtüşmeler ise giderek sertleşiyordu. Üç yıl önce Kansas’ta kölelik yanlısı beş yerleşimciyi yakalayıp öldürmüş bulunan ve militan bir kölelik karşıtı olan John Brown, 16 Ekim 1859 gecesi, bir gurup yandaşı ile birlikte, günümüzde West Virginia eyaletinin bulunduğu bölgedeki Harper’s Ferry kentindeki federal cephane deposuna saldırdı. Brown’un amacı, ele geçirecekleri silahları kullanarak bir köle ayaklanmasına önderlik etmekti. İki gün süren çatışmalardan sonra, Brown ve sağ kalan adamları, Albay Robert E.Lee komutasındaki bir ABD deniz piyadesi birliği tarafından esir alındılar.

Tüm ülke korkuya kapıldı. Brown’un girişimi, pek çok Güneylinin en çok korktuğu şeyi haklı çıkarmıştı. Buna karşılık, kölelik karşıtı aşırı çevreler, Brown’u büyük bir davanın kurbanı olarak alkışladılar. Çok sayıda Kuzeyli, onun yasal düzene bir saldırı olarak gördükleri bu davranışını kınadılar. Brown, fesatçılık, vatana ihanet ve cinayet suçlarından yargılandı ve 2 Aralık 1859’da asıldı. Ölünceye kadar, Tanrının emrinde bir alet olduğuna inanmıştı.

AYRILMA VE İÇ SAVAŞ

1860 başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti Abraham Lincoln’u aday gösterdi. Liderler köleliğin daha fazla yayılmasına izin verilmeyeceğini açıkladıkça, partinin kendisine güveni arttı. Parti ayrıca, endüstrinin korunması için yeni gümrük tarifeleri getirileceği vaadinde bulundu ve Batı’ya açılışı kolaylaştırmak için yerleşimcileri bedava toprak sahibi yapacak bir yasa çıkarılacağına söz verdi. Demokratlar arasında birlik yoktu. Güneyliler partiden koptular ve Başkan Yardımcısı olan Kentuckyli John C.Breckenridge’yi başkan adayı gösterdiler. Kuzeyli Demokratların adayı ise Stephen A.Douglas’tı. Sınır bölgelerindeki inatçı Whigler, Anayasal Birlik Partisi’ni kurup Tennesseeli John C.Bell’i adayları olarak belirlediler.

Kuzey’de Lincoln ve Douglas, Güney’de Breckenridge ve Bell rekabet ettiler. Lincoln birinci seçmenlerin ancak yüzde 39’unun oylarını almakla birlikte, 18 özgür eyaletin hepsinde başarı kazandı ve 180 ikinci seçmen oyu sağlayarak açık bir çoğunluk elde etti. Bell, Tennessee, Kentucky ve Virginia’da kazandı; Breckenridge, Douglas’ın başarılı olduğu Missouri dışında, diğer köleci eyaletlerde çoğunluğu sağladı. İkinci seçmenler konusunda başarısız olan Douglas, birinci seçmenlerin oy sayısında sadece Lincoln’un gerisinde kaldı.

Lincoln’un seçilince South Carolina’nın Birlik’ten ayrılacağı bilinen bir gelişmeydi. Eyalet, uzun süredir, Güney’i köle karşıtı güçlere karşı birleştirecek bir olay beklemekteydi. Seçim sonuçları kesinleşince, özel bir South Carolina Kongresi toplanarak “South Carolina ve diğer eyaletler arasında ‘Amerika Birleşik Devletleri’ adı altında kurulmuş bulunan Birlik bundan böyle bozulmuştur” açıklamasını yayınladı. 1 Şubat 1861’e gelindiğinde altı Güney eyaleti daha ayrılmıştı. Yedi eyalet, 7 Şubat’ta, Amerika Konfedere Devletleri için geçici bir anayasa kabul ettiler. Onların dışındaki Güney eyaletleri Birlik’teki yerlerini şimdilik korudular.

Bir aydan az bir süre sonra, 4 Mart 1861’de Lincoln Birleşik Devletler Başkanı olarak yemin etti. Yemin töreninde yaptığı konuşmada, ayrılmayı kabul etmediğini belirtti ve bu hareketin “yasal açıdan geçersiz” olduğunu söyledi. Konuşmasını, Birlik’le olan bağların yeniden kurulması çağrısı ile bitirdi; fakat, Güney bu çağrıya kulaklarını tıkadı ve 12 Nisan’da, South Carolina’nın Charleston limanındaki Sumter Kalesi’ndeki federal birlikler üzerine ateş açıldı. Bundan önce görülmemiş ve bundan sonra da görülmeyecek sayıda Amerikalının öleceği bir savaş başlamıştı.

Ayrılmış olan yedi eyalette halk, Amerika Konfedere Devletleri’nin yeni başkanı Jefferson Davis’in çağrısına hemen karşılık verdiler. Her iki taraf da, gergin bir ortamda, o güne kadar Birlik’e sadık kalmış olan köleci eyaletlerin davranışını bekliyordu. Sumter Kalesi’nin ateşe tutulmasının ardından Virginia 17 Nisan’da Birlik’i terk etti; onun hemen ardından Arkansas, Tennessee ve North Carolina geldi. Hiçbir eyalet Virginia kadar isteksiz ayrılmadı. Virginialı devlet adamları Devrim’in gerçekleştirilmesine ve Anayasa’nın hazırlanmasına önderlik etmiş olup eyalet ulusa beş başkan vermişti. Albay Robert E.Lee de, eyaletine olan sadakati nedeniyle Birlik Ordusu komutanlığını reddetti. Böylelikle genişleyen Konfederasyon ile Kuzey’deki özgür topraklar arasında kalmış olan sınır eyaletleri Delaware, Maryland, Kentucky ve Missouri, Güney’e biraz yakınlık duymakla beraber Birlik’e sadakatlerini sürdürdüler.

Her iki taraf ta, kısa sürede zafer kazanma umuduyla savaşa başladı. Maddi kaynaklar açısından Kuzey’in açık bir üstünlüğü vardı. 22 milyon nüfusa sahip 23 eyalet, 9 milyon kişinin yaşadığı 11 eyaletle karşı karşıyaydı. Kuzey’in endüstriyel büyüklüğü, nüfus oranındaki üstünlüğünü bile aşıyor ve ona silah, cephane, giyecek ve diğer malzeme üretiminde önemli olanaklar sağlıyordu. Buna ek olarak, Kuzey’in demiryolu ağı da federal ordunun başarı olasılığını arttırıyordu.

Buna karşın Güney’in de belirli üstünlükleri vardı. En önemlisi coğrafyaydı: Güney kendi topraklarında bir savunma savaşı veriyordu. Kaldı ki, Güney’in askeri gelenekleri daha köklüydü ve bu nedenle de başlangıçta daha deneyimli askeri liderlere sahip olmakla övünüyordu.

BATIDA İLERLEME, DOĞUDA ÇIKMAZ

Savaştaki ilk büyük çatışma Washington yakınında, Virginia’nın Bull Run çayı çevresinde (Birinci Manassas olarak da bilinmektedir) oldu ve zafere kısa zamanda ya da kolaylıkla erişileceği yönündeki beklentileri sildi süpürdü. Çatışma aynı zamanda, en azından doğu Birleşik Devletler’de, belirli bir biçim oluşturdu: hiçbir zaman kesin askeri üstünlüğe dönüşmeyen, kanlı Güney zaferleri. İlk yıllarda, Güney çok kez çatışmalardan başarıyla çıkıyor, fakat savaşı kazanamıyordu.

Birlik güçleri, Doğu’daki yenilgilerine karşın, savaş alanlarında başarılar kazanıyor ve denizde ve Batı’da yavaş yavaş stratejik üstünlük sağlıyordu. Savaş başladığında donanmanın büyük bir kesimi Birlik’in elindeydi; ancak, dağınık ve zayıftı. Donanma Bakanı Gideon Welles, hemen onu güçlendirmek için önlemler almaya başladı. Ardından Lincoln, Güney kıyılarında abluka ilan etti. Ablukanın etkisi başlangıçta pek önemsiz olmakla birlikte, 1863’e gelindiğinde, Avrupa’ya pamuk ihracatını ve Güney’in büyük gereksinim duyduğu cephane, giyecek ve tıbbi malzeme ithalatını hemen hemen tümüyle engellemişti.

Bu sırada, parlak bir donanma komutanı olan David Farragut iki önemli harekat yürüttü. Birincisinde, bir Birlik filosunu Mississippi Nehri’nin denize döküldüğü yere götürdü ve Louisiana’nın New Orleans kentini - Güney’deki en büyük kent -teslim olmaya zorladı. İkincisinde de, Alabama’daki Mobile Körfezi’nin tahkim edilmiş girişinden geçip bir Konfederasyon zırhlısını teslim aldı ve limanı kapattı.

Birlik güçleri, Mississippi Vadisi’nde hemen hemen hiç kesintisiz bir dizi zafer kazandılar. Tennessee’deki uzun bir Konfederasyon hattını yarıp eyaletin hemen hemen tüm batı kesiminin işgaline yol açarak işe başladılar. Mississippi Nehri’ndeki önemli Memphis limanı ele geçirilince, Birlik güçleri Konfederasyon’un içinde 320 kilometre kadar ilerlediler. İnatçı General Ulysses S.Grant komutasındaki Birlik güçleri, Tennessee Nehri’nin sarp kayalık kıyılarındaki Siloh’ta, ani bir Konfederasyon karşı saldırısına karşı koyup onları püskürtmek için destek güçleri gelinceye kadar bulundukları yeri sebatla korudular. Siloh’ta her iki tarafın da 10.000’den fazla ölüsü ve yaralısı oldu. Bu Amerikalıların o güne kadar görmedikleri bir zayiat oranıydı. Ancak kıyım yeni yeni başlıyordu.

Buna karşılık, Birlik güçleri Virginia’da birbirini izleyen yenilgilere uğradılar. Birlik güçleri, Konfederasyon’un başkenti Richmond’u ele geçirmek için bir dizi kanlı saldırıda bulundularsa da her seferinde püskürtüldüler. Konfederasyon güçlerinin iki büyük avantajı vardı: Washington ile Richmond arasındaki yolları sık sık kesen akarsuların sağladığı güçlü savunma konumu ve ilk yıllardaki Birlik komutanlarınınkileri fersah fersah aşan yeteneklere sahip iki general, yani Robert E.Lee ve Thomas J. (“Stonewall” - “Taş Duvar”) Jackson. 1862 yılında, Birlik komutanı George McClellan, Richmond’u ele geçirmek için yavaş ve aşırı ihtiyatlı bir saldırı başlattı; fakat, 25 Haziran – 1 Temmuz arasında yer alan Yedi Gün Çatışması sırasında Birlik güçleri sürekli olarak püskürtüldü ve her iki taraf da korkunç zayiat verdi.

İkinci Bull Run (ya da İkinci Manassas) Çatışması’nda Konfederasyon güçlerinin yeni bir zafer kazanmasından sonra Lee, Potomac Nehri’ni aştı ve Maryland’ı işgal etti. McClellan, Lee’nin ordusunu ikiye böldüğünü ve elindeki asker sayısının kendi emrindekilerin çok altında olduğunu öğrenmesine karşın, yine çekingen davrandı. 17 Eylül 1862’de Birlik ve Konfederasyon Orduları, Maryland’ın Sharpsburg kenti yakınındaki Antietam Çayı kıyısında bir kez daha karşılaştılar ve savaştaki en kanlı gün yaşandı: taraflar 4.000’i aşan ölü ve 18.000 yaralı verdiler. McClellan, sayı üstünlüğüne karşın, Lee’nin hatlarını kırmayı ya da saldırıyı sürdürmeyi başaramadı ve böylece Lee, ordusunu dağılmadan Potomac’ın gerisine çekebildi.

Antietam çatışması askeri açıdan sonuçsuz kalmakla birlikte etkileri çok büyük oldu. Konfederasyon’u tanımaya hazırlanan Büyük Britanya ile Fransa kararını erteledi ve Güney, büyük gereksinim duyduğu halde, hiçbir zaman Avrupa’nın diplomatik tanımasını sağlayamadı ve ekonomik yardım elde edemedi.

Antietam ayrıca, Lincoln’a, ilk Kölelerin Azad Edilmesi Bildirisi’ni yayınlamak için aradığı fırsatı da yarattı. Bildiride, Birlik’e karşı isyan eden eyaletlerdeki tüm kölelerin 1 Ocak 1863’ten başlayarak özgür oldukları açıklanıyordu. Uygulamada Bildiri’nin ilk etkileri pek az oldu; çünkü, sadece Konfederasyon eyaletlerindeki kölelere özgürlük sağlıyor, sınır eyaletlerindeki köleliğe dokumuyordu. Siyasal açıdan ise, köleliğin kaldırılmasının da Birlik’in güvence altına alınmasının yanı sıra, bundan böyle, savaşın açıklanmış bir amacı olduğu anl¤¤¤¤¤ geliyordu.

1 Ocak 1863’te yayınlanan son Kölelerin Azad Edilmesi Bildirisi ile, siyahların da Birlik Ordusu’nda silah altına alınmalarına yetki veriliyordu. Frederick Douglass gibi kölelik karşıtı hareket önderleri, silahlı çatışma başladığından beri, bunun yapılmasını istiyorlardı. Gerçekte, Birlik güçleri kaçak kölelere “savaş ganimeti” adı altında zaten barınak sağlıyordu; ancak, Kölelerin Azad Edilmesi Bildirisi üzerine, Birlik Ordusu siyahları silah altına alıp eğitti ve oluşturulan siyah asker alayları Virginia’dan Mississippi’ye kadar pek çok çatışmada başarıyla hizmet verdi. Yaklaşık 178.000 Afrika kökenli Amerikalı Birleşik Devletler Siyah Birlikleri’nde ve 29.500 siyah da Birlik Donanması’nda görev yaptı.

Kölelerin Azad Edilmesi Bildirisi’nin sağladığı siyasal kazanımlara karşılık, Kuzey’in Doğu cephesindeki askeri geleceği hala pek parlak görünmüyordu. Lee’nin Kuzey Virginia Ordusu, Birlik Potomac Ordusu’nu, önce Aralık 1862’de Virginia’nın Fredericksburg kentinde ve sonra da Mayıs 1863’te Chancellorsville’de perişan etti. Buna karşın, Lee’nin en parlak askeri zaferlerinden biri ile sonuçlanan Chancellorsville çatışması, aynı zamanda, ona çok pahalıya mal oldu; çünkü, en değerli yardımcısı General Stonewall Jackson, kendi adamları tarafından yanlışlıkla vurulup öldürülmüştü.

GETTYSBURG’DAN APPOMATTOX’A

Yine de hiçbir Konfederasyon zaferi kesin sonuç getirmedi. Federal hükümet her seferinde yeni ordular kurdu ve yine savaştı. Kuzey’in Chancellorsville’deki büyük yenilgisinin kendisine beklediği fırsatı sağladığını düşünen Lee, Temmuz 1863’te kuzeye Pennsylvania’ya doğru ilerledi ve neredeyse eyaletin başkenti Harrisburg’a ulaştı. Güçlü bir Birlik kuvveti, Lee’nin ilerleyişini Gettysburg’da durdurdu ve İç Savaştaki en büyük karşılaşmayı oluşturan üç günlük bir çatışmada Konfederasyon askerleri Birlik hatlarını yarmak için kahramanca saldırdılar. Bunda başarılı olamadılar ve Lee’nin deneyimli birlikleri büyük zayiat verdikten sonra Potomac’a çekildiler.

Gettysburg’da 3.000’den fazla Birlik ve 4.000’e yakın Konfederasyon askeri öldü; tarafların her birindeki yaralı ve kayıp sayısı 20.000’i aştı. Lincoln, 19 Kasım 1863’te Gettysburg’da yeni bir ulusal mezarlığın açılış töreninde, belki de Amerikan tarihindeki en ünlü konuşmayı yaptı. Kısa açıklamasını şu sözlerle bitirdi:

...burada yatanların boş yere ölmedikleri...bu ulusun, Tanrının yardımıyla, yeni bir özgürlüğün doğuşuna sahip olacağı...ve insanların, insanlar tarafından kurulmuş, insanlar için var olan hükümetinin dünya yüzünden silinmeyeceği konusunda kesin kararlıyız.

Birlik güçlerinin Mississippi’deki üstünlüğü, Konfederasyon birliklerinin denizden saldırılamayacak kadar yüksek ve kayalık kıyılarda büyük tahkimat yaptıkları Vicksburg’da durduruldu. Grant, 1863 başlarında, Vicksburg’un aşağısından ve çevresinden dolanarak oradaki birlikleri altı hafta sürecek bir ablukaya aldı. 4 Temmuz’da kenti ve orada bulunan Batı kesimindeki en güçlü Konfederasyon Ordusunu ele geçirdi. Nehir böylece tümüyle Birlik’in kontrolüne girmişti. Konfederasyon ikiye bölünmüştü ve Texas ve Arkansas’tan malzeme getirmek de hemen hemen olanaksızdı.

Kuzeylilerin Temmuz 1863’te Vicksburg ve Gettysburg’da kazandıkları zaferler savaşın dönüm noktası olduysa da kanlı çatışmalar azalmadan bir buçuk yıldan daha fazla sürdü.

Lincoln, Grant’ı doğuya getirdi ve tüm Birlik güçlerinin başkomutanı yaptı. Grant, Mayıs 1864’te Virginia’nın içlerine ilerledi ve Lee’nin Konfederasyon Ordusu ile, üç gün sürecek Vahşi Doğa Çatışması’na girişti. Her iki taraf da büyük kayıplar verdi; fakat, Grant, diğer Birlik komutanlarının aksine çekilmeyi reddetti. Bunun yerine, Lee’nin birliklerini çevirmeyi, Konfederasyon hatlarını yaydırmayı ve piyade ve topçu saldırıları başlatmayı denedi. Birlik askerlerinin komutanı, Spotsylvania’da beş gün süren ve bir yıldır Batı cephesindeki çatışmaları geniş ölçüde simgelemiş olan kanlı bir siper savaşı sırasında “tüm yaz aylarını alsa da bu hatta savaşmayı düşünüyorum” demişti.

Batı’daki Birlik güçleri 1863 sonbaharında, Chattanooga ve yakınındaki Lookout Dağı’nda kazandıkları zaferler sonrasında Tennessee’nin kontrolünü ele geçirdiler ve General William T.Sherman’ın Georgia’yı işgal etmesine yol açtılar. Sherman, kendisinikinden daha küçük birkaç Konfederasyon ordusunu saf dışı bıraktı, eyaletin başkenti Atlanta’yı işgal etti; yolunun üzerindeki demiryollarını, fabrikaları, depoları ve diğer tesisleri sistemli bir biçimde yakıp yıkarak Atlas Okyanusu kıyılarına doğru ilerledi. Olağan destek yollarından yoksun kalan adamları, karınlarını doyurmak için kırsal bölgeleri yağmaladılar. Kıyıdan kuzeye doğru ilerleyen Sherman, Şubat 1865’te, İç Savaş’taki ilk silahların patlamış olduğu, South Carolina’nın Charleston kentini ele geçirdi. Sherman, Güney’in azmini ve kendine güvenini yok etmenin, ordularını yenmek kadar önemli olduğunu, diğer Birlik generallerinin hepsinden daha iyi anlamıştı.

Bu sırada Grant, Lee Mart 1865’te güneye çekilmek amacıyla hem Virginia’nın Petersburg kentini, hem de Konfederasyon başkenti Richmon’dı boşaltmadan önce, Petersburg’u dokuz ay boyunca abluka altında tuttu. Ancak artık çok geçti. Büyük Birlik orduları tarafından çevresi sarılan Lee, 9 Nisan 1865’te Appomattox Adliye Sarayı’nda Grant’a teslim oldu. Çatışmalar orada burada birkaç ay daha sürdüyse de İç Savaş sona ermişti.

Appomattox’ta çok cömert teslim koşulları istenildi ve Grant, Lee ile buluşmasından dönerken onu gürültülü bir biçimde karşılayan askerlerini “Asiler yeniden vatandaşımız oldular” diyerek yatıştırdı. Güney’in bağımsızlığı için yapılan savaş bir “yitirilmiş dava”ya dönüşmüş ve kahramanları olan Lee, parlak önderliği ve yenilgideki büyüklüğü nedeniyle büyük bir hayranlık kazanmıştı.
 
KİMSEYE KARŞI KÖTÜ NİYET BESLEMEKSİZİN



Savaş Abraham Lincoln’un kişiliğinde Kuzeylilere bir kahraman daha sunmuştu; herşeyden çok, Birlik’i, kuvvet ve baskı ile değil, sıcaklık ve cömertlik kullanarak yeniden kurmaya çabalayan bir kahraman. 1864’te, Antietam’dan sonra görevden aldığı ve Demokrat Parti’nin adayı olan general George McClellan’ı yenerek ikinci kez başkanlığa seçildi.

İkinci and içme töreninde yaptığı konuşmayı şu sözlerle tamamladı:

Kimseye karşı kötü niyet beslemeksizin; herkes için iyilik severlik göstererek; Tanrı bize doğruyu görme yeteneğini verdiğine göre, doğru yolu izlemede sebat ederek, başladığımız işi tamamlamaya; ulusun yaralarını sarmaya; savaşın yükünü taşıyanlara ve onların dullarına ve yetimlerine bakmaya... kendi aramızda ve tüm uluslarla adil ve kalıcı bir barışı başarma ve el üstünde tutma yolunda elimizden geleni yapmaya çabalayalım.

Lincoln, üç hafta sonra, Lee’nin teslim olmasının üzerinden iki gün geçmişken halk önündeki son konuşmasını yaptı ve cömert bir yeniden yapılanma siyaseti açıkladı.

Başkan 14 Nisan’da, son olacak olan kabine toplantısını yaptı. O gece, eşi ve konukları olan genç bir çiftle birlikte Ford’s Tiyatrosu’ndaki bir gösteriyi izlemeye gitti. Orada, başkanlık locasında oturduğu sırada, Güney’in yenilgisine öfkelenmiş Virginialı bir aktör olan John Wilkes Booth tarafından vuruldu. Booth, birkaç gün sonra Virginia kırsalında bir ahırda yapılan silahlı çatışmada öldürüldü. Suç ortakları yakalandılar ve sonra da idam edildiler.

Lincoln, Ford’s Tiyatrosu’nun karşısındaki bir evin alt katındaki yatak odasında 15 Nisan sabahı öldü. Şair James Russel şunları yazdı:

Hiçbir zaman bu kadar çok sayıda insan, hiç görmedikleri bir kişi için o ürkütücü Nisan sabahında olduğu kadar göz yaşı dökmemiştir. Sanki onun kaybıyla dost bir varlık hayatlarından koparılmış, onları daha soğukta ve daha karanlıkta bırakmıştı. Hiçbir cenazede okunan methiye, o gün karşılaşan yabancıların birbirlerine üzüntü içinde bakmaları kadar anlamlı olmamıştır. Sahip oldukları ortak insanlık bir yakınını yitirmişti.

Şimdi, Lincoln’un başkan yardımcısı ve Birlik’e sadık kalmış bir Güneyli olan Andrew Johnson yönetimindeki Kuzey’i bekleyen ilk büyük görev, ayrılmış bulunan eyaletlerin yasal konumlarının saptanmasıydı. Lincoln, bunun için gerekli ortamı hazırlamıştı bile. Onun görüşüne göre, Güney eyaletleri halkı gerçekte yasal olarak hiç ayrılmamışlardı; sadık olmayan belirli kişiler tarafından yanıltılarak federal otoriteye karşı gelmişlerdi. Savaş da kişisel bir hareket olduğu için, federal hükümet eyaletlerle değil bu bireylerle ilgilenmeliydi. Bu nedenle de, Lincoln 1863’te, herhangi bir eyalette 1860 seçimlerine katılmış olanların yüzde onu, ABD Anayasası’na sadık bir hükümet kurarlar ve Kongre’nin çıkardığı yasalara ve Başkan’ın açıklamalarına uyacaklarını belirtirlerse, onların yarattıkları bu hükümeti o eyaletin yasal hükümeti olarak kabul edeceğini bildirmişti.

Kongre bu planı reddetti ve Lincoln’un kendilerine danışmadan bu konuyu ele almaya hakkı olmadığını ileri sürdü. Bazı Kongre Üyeleri, tüm ayrılıkçı eyaletlere şiddetli cezalar verilmesini savundular. Buna karşın, savaş daha tümüyle sona ermeden, Virginia, Tennessee, Arkansas ve Louisiana’da yeni hükümetler kurulmuştu.

Kongre, temel sorunlardan birini oluşturan, eski kölelerin durumu çözüme kavuşturmak amacıyla, Mart 1865’te, Afrika kökenli Amerikalılar’ı koruyacak ve onlara kendi kendilerini geçindirecek konuma gelmeleri için öncülük edecek olan Azad Edilmiş Köleler Dairesi’ni kurdu. Aynı yılın Aralık ayında da, Kongre, köleliği ortadan kaldıran 13 sayılı Anayasa değişikliğini kabul etti.

Johnson, 1865 yılı yaz ayları boyunca, Lincoln’un yeniden yapılanma programını ufak tefek değişiklikler yaparak uygulamayı sürdürdü. Başkanlık bildirileri yoluyla, eski Konfederasyon eyaletlerinin her birine birer vali atadı ve başkanın af yetkisini kullanarak, çok sayıda Güneyli vatandaşın siyasal haklarını iade etti.

Zaman içinde, eski Konfederasyon eyaletlerinin hepsinde kongreler düzenlenerek, ayrılıkçı kararnameler iptal edildi, savaş borçları reddolundu ve yeni eyalet anayasaları kaleme alındı. Giderek, her eyalette o eyaletin yerlisi olan bir Birlik yandaşı vali seçildi ve sadık seçmenlerin katılacağı birer kongre düzenleme yetkisiyle donatıldı. Johnson, ayrılıkçılığın sona erdirilmesi, köleliğin ortadan kaldırılması, Konfederasyon'a yardım için alınan tüm borçların reddi ve 13. Değişiklik’in onaylanması için her kongreye çağrıda bulundu. 1865’in sonuna gelindiğinde, birkaç eyalet dışında bu süreç tamamlanmıştı.

KÖKLÜ YENİDEN YAPILANMA

Hem Lincoln hem Johnson, Kongre’nin, Anayasa’daki “Her meclis...üyelerinin yeterlilikleri konusunda kendi kararını verecektir” hükmüne dayanarak, Güneyli yasama organı üyelerinin ABD Senatosu’nda ya da Temsilcileri Meclisi’nde görev yapmalarını engelleme hakkı bulunacağını sezmişlerdi. Gerçekten de, “Radikal Cumhuriyetçiler” olarak bilinen ve Güney’i cezalandırmak isteyen Kongre Üyeleri, Thaddeus Stevens’in önderliğinde bir araya geldiler ve seçilmiş Güneyli senatörlerin ve temsilcilerin Kongre çalışmalarına katılmalarını engellediler. Bunu izleyen birkaç ay içinde Kongre, Güney’de yeniden yapılanma için Lincoln’un başlattığı ve Johnson’un devam ettirdiğinden çok daha farklı bir plan uygulamaya başladı.

Siyahlara tam vatandaşlık hakkı verilmesi gerektiğine inanan Kongre Üyeleri giderek daha büyük bir halk desteği görmeye başladılar. Kongre, Temmuz 1866’ya gelindiğinde, Güney’deki yasama organlarının ırk ayırımcılığı yapılmasını önlemek amacıyla bir vatandaşlık hakları yasası çıkarmış ve yeni bir Azad Edilmiş Köleler Dairesi kurmuştu. Kongre bunun ardından, “Birleşik Devletler’de doğmuş ya da Birleşik Devletler uyrukluğuna girmiş ve bu nedenle yönetimi altında olan her birey, Birleşik Devletler’in ve oturduğu eyaletin vatandaşıdır” hükmünü getiren 14 sayılı Anayasa Değişikliği’ni kabul ve böylelikle, Dred Scott hakkında alınan ve kölelerin vatandaşlık hakkını reddeden kararı iptal etti.

Tennessee dışındaki tüm Güney eyaletleri yasama organları bu değişikliği onaylamayı reddetti ve bazıları bunu oy birliği ile gerçekleştirdi. Buna ek olarak, bazı Güney eyaletlerinin yasama organları, savaş sonrasında, özgür kalan kişilerin tekrar köle yapılmalarına yönelik siyah yasaları çıkardılar. Yasalar eyaletten eyalete değişmekle birlikte, belirli hükümleri birbirinin aynıydı. Siyahlar yıllık iş sözleşmeleri yapacaklar ve ihlaller şiddetle cezalandırılacaktı; kölelerin çocukları için zorunlu çıraklık uygulaması getirilecek ve sahipleri onları dövebileceklerdi; boş gezenler yüksek para cezaları ödeyemezlerse, hizmetçi olarak satılabileceklerdi.

Bu gelişmeler karşısında, Kuzeyli belirli guruplar, Güney’deki siyahların haklarının korunması için gerekirse müdahale edilmesini savunuyorlardı. 1867 yılında Yeniden Yapılanma Yasası’nı onaylayan Kongre, Güney eyaletlerinde kurulmuş olan hükümetleri göz ardı ederek, Güney’i beş bölgeye ayırdı ve buralarda askeri yönetim kurdu. Sivil hükümetler kuran, Birlik’e bağlılık andı içen, 14. Değişiklik’i onaylayan ve siyahlara oy kullanma hakkı tanıyan eyaletler, kalıcı askeri yönetimden kurtulabileceklerdi.

Değişiklik 1868’de onaylandı. Ertesi yıl Kongre tarafından kabul edilen ve 1870’te eyalet yasama organlarınca onaylanan 15. Değişiklik, “Birleşik Devletler vatandaşlarının oy kullanma hakkı, ırk, renk ya da daha önceki kölelik durumu gözetilerek, Birleşik Devletler ya da herhangi bir eyalet tarafından kaldırılamaz ya da kısıtlanamaz” hükmünü getirdi. Kongre’deki Radikal Cumhuriyetçiler, Başkan Johnson’un, yeni azad olunan siyahları koruyan ve eski Konfederasyon liderlerinin seçilmelerini engelleyerek onları cezalandıran yasaları veto etmesini, vetolarına uyulmamakla birlikte, büyük kızgınlıkla karşılıyorlardı. Johnson’a karşı duyulan öfke o kadar büyüktü ki, Amerikan tarihinde ilk kez, bir başkanın görevden alınması için meclis soruşturması başlatıldı.

Johnson’un temel suçu Kongre’deki cezalandırıcı siyasete karşı çıkması ve onu eleştirirken çok sert bir dil kullanmasıydı. Düşmanlarının ona yöneltebildikleri en ciddi suçlama, daha önce Senato tarafından onaylanmış bir makam sahibinin görevinden alınabilmesi için de Senato’nun onayını gerektiren Görev Süresi Yasası’na karşın, Kongre’nin güçlü bir destekçisi olan Savaş Bakanın’nı Kabine’den uzaklaştırmış bulunmasıydı. Senato’da yapılan azil yargılaması sırasında, teknik açıdan Johnson’un Kabine üyesini görevden alma hakkı bulunduğu kanıtlandı. Daha da önemlisi, eğer Kongre bir Başkan’ı, üyelerinin çoğunluğu ile aynı görüşte olmadığı gerekçesiyle azlederse, bunun tehlikeli bir örnek oluşturacağı vurgulandı. Görevden uzaklaştırma girişimi, az bir farkla başarısızlığa uğradı ve Johnson süresi doluncaya kadar görevde kaldı.

Kongre Haziran 1868’e gelinceye kadar, Askeri Yeniden Yapılanma Yasası uyarınca, Arkansas, North Carolina, South Carolina, Louisiana, Georgia, Alabama ve Florida’yı yeniden Bbirlik’e kabul etti. Birlik’e yeniden alınan bu yedi eyaletin pek çoğunda, valilerin, temsilcilerin ve senatörlerin çoğunluğunu, savaştan sonra Güney’e inip siyasal şanslarını orada deneyen ve sık sık da özgürlüklerine yeni kavuşan Afrika kökenli Amerikalılarla ittifak içinde olan ve kendilerine “maceracı” (Carpetbagger) denilen Kuzeyliler oluşturuyordu. Louisiana ve South Carolina yasama organlarında, Afrikalı-Amerikalılar gerçekten de sandalyelerin çoğunluğunu ele geçirdiler. Geriye kalan son üç Güney eyaleti, yani Mississippi, Texas ve Virginia da sonunda Kongre’nin koşullarını kabul ettiler ve 1870’te Birlik’e yeniden alındılar.

Siyasal ve toplumsal üstünlükleri tehdit altında olan çok sayıda Güneyli beyaz, siyahların eşitlik sağlamalarını engellemek için yasa dışı yollara başvurdular. Siyahlara karşı şiddet olayları giderek daha sık görülmeye başladı. Düzensizliğin artması, 1870’te, özgürlüğüne kavuşan köleleri vatandaşlık haklarından yoksun bırakmaya teşebbüs edenlere karşı şiddetli cezalar getiren bir İnfaz Yasası çıkarılmasına yol açtı.

YENİDEN YAPILANMANIN SONU

Zaman geçtikçe, Güney’in sorunlarının sert yasalarla ve eski Konfederasyonculara karşı sürekli kin beslemekle çözümlenemeyeceği daha açıklıkla ortaya çıkıyordu. Kongre Mayıs 1872’de genel bir Af Yasası kabul ederek, 500 dolayında Konfederasyon yanlısının siyasal haklarını iade etti.

Güney eyaletleri giderek Demokrat Parti üyelerini seçmeye, “maceracı” olarak tanınan hükümetleri görevden uzaklaştırmaya ve seçmek ve seçilmekten caydırmak amacıyla siyahları sindirmeye başladılar. 1876’ya gelindiğinde Cumhuriyetçiler sadece üç Güney eyaletinde iktidarda kalmışlardı. Aynı yıl yapılan başkanlık seçimlerine ilişkin anlaşmazlığın Rutherford B.Hayes lehine çözümlenmesi için yürütülen pazarlıklar sırasında Cumhuriyetçiler, Köklü Yeniden Yapılanma’ya son vererek Güney’in pek çok kesimini Demokrat Parti’ye bırakma vaadinde bulundular. Hayes 1877’de, geriye kalan hükümet askerlerini de çekti ve federal hükümetin siyahların vatandaşlık haklarını uygulama sorumluluğuna sessizce son verdi.

Güney, hala, savaşta perişan olmuş, kötü yönetimin yol açtığı büyük bir borç yükü altında kalmış, on yıldır süren ırk savaşı yüzünden kendine güveni kalmamış bir bölgeydi. Kötü bir şans eseri olarak, ulusal ırk siyaseti bir aşırı uçtan öbürüne sürükleniyordu. Önceleri, Güneyli beyaz liderlere karşı sert cezalar verilmesi desteklenirken, şimdi de siyahlara karşı yeni ve aşağılayıcı ayırım yapılmasına göz yumuluyordu. XIX. yüzyılın son yirmi beş yılı içinde Güney’deki eyaletlerde, devlet okullarında ırk ayırımı yapan, siyahların park, lokanta ve otel gibi kamuya açık yerlere girmelerini sınırlayan ya da yasaklayan, seçim vergisi ve keyfi okur yazarlık sınavları uygulayarak siyahların çoğunluğunun oy kullanma hakkını reddeden ve “Jim Crow” yasası adı verilen çok sayıda yasa kabul edildi.

İç Savaş’ın yarattığı ahlaksal temizliğin ve coşku dolu günlerin aksine, tarihçiler sert bir davranış içine girmekte ve Yeniden Yapılanma’yı, bulanık bir siyasal çatışma, yozlaşma ve gerileme dönemi olarak değerlendirme eğilimi göstermektedirler. Kölelere özgürlükleri verilmiş, ama eşitlikleri sağlanmamıştı. Kuzey, azad edilmiş kölelerin ekonomik gereksinimlerini çözmede kesinlikle başarısız olmuştur. Azad Edilmiş Köleler Dairesi kurulması gibi girişimler, eski kölelerin büyük gereksinim duydukları siyasal ve ekonomik fırsatları sağlayacak ya da en azından onları şiddet ve sindirme hareketlerine karşı koruyacak kurumları yaratmakta yetersiz kalmıştır. Gerçekten de, federal Ordu subaylarının ve Azad Edilmiş Köleler Dairesi memurlarıının kendileri çok kez ırkçıydılar. Siyahlar, onları Ku Klux Klan gibi örgütler kurarak sindiren ve haklarından yararlanmalarını engelleyen beyaz Güneylilere karşı korumak için Kuzeylilere bağımlıydılar. Kendi ekonomik kaynaklarından yoksun bulunan Güneyli siyahların pek çoğu, XX. yüzyılın ortalarına kadar sürecek olan bir yoksulluk kıskacına yakalanmış bulunan eski sahiplerinin arazilerinde sözleşmeli çiftçi gibi çalışmak zorunda kaldılar.

Yeniden yapılanma dönemi hükümetleri, savaştan perişan olmuş Güney eyaletlerinin imar edilmesinde ve özellikle vergi desteğinde bulunulması, hem beyazlara hem siyahlara parasız devlet okulları sağlanması gibi kamu hizmetlerinin yayılmasında gerçek ilerlemeler elde ettiler. Buna karşın, inatçı Güneyliler, o dönemde sadece Güney’e özgü olmayan, yolsuzluk olayları gibi fırsatları kullandılar ve bunları istismar ederek köktenci rejimleri yıktılar. Yeniden yapılanmanın başarısızlığa uğraması, Afrikalı Amerikalıların eşitlik ve özgürlük yolundaki çabalarının, bu konunun bir Güney sorunu değil bir ulusal sorun konumu alacağı XX. yüzyıla kadar ertelenmesi anl¤¤¤¤¤ geliyordu.

SIDEBAR

BARIŞ DEMOKRATLARI, ZEHİRLİ YILANLAR (COPPERHEADS) VE ASKERE ALMA AYAKLANMALARI


Abraham Lincoln, başkanlığı süresince siyasal uygulamaları ve savaş zamanındaki kararları nedeniyle ciddi bir muhalefetle karşılaştı. İç Savaş, Kuzey’de bile o denli büyük ayrılıklar yaratmış ve o kadar çok yaşamı söndürmüştü ki, bunun başka türlü olması beklenemezdi.

Lincoln karşısındaki muhalefet, doğal olarak Demokrat Parti’de toplanıyordu. Parti’nin 1860 seçimlerindeki başkan adayı Stephen Douglas, özgür eyaletlerdeki birinci seçmenlerin yüzde 44 oyunu almıştı.

Muhalefetin gücü, genelde, Kuzey’in savaş alanındaki etkinliğine bağlı olarak azalıp çoğalıyordu. Yine de, savaş faaliyetlerine ve buna bağlı olarak Lincoln’a karşı duyulan memnuniyetsizliği ilk kez Demokratlar değil, Birlik güçlerinin Bull Run ve Ball’s Bluff çatışmalarındaki başarısızlığını araştırmak amacıyla 1861 yılında Savaş Yönetimine İlişkin Ortak Komite’yi kuran Kongre dile getirdi. Radikal Cumhuriyetçilerin egemenliği altındaki Ortak Komite, Lincoln hükümetini, savaşta daha atak olmaya ve kölelere af çıkarmaya zorladı.

“Halk egemenliği” partisinden beklenebileceği gibi, bazı Demokratlar, Birlik’i yeniden kurmak amacıyla genel savaşa gidilmesinin haklı olmadığına inanıyorlardı. Bu gurup, Barış Demokratları olarak tanımlanmaya başladı. Aralarındaki daha aşırı görüşlü kişilere “Zehirli Yılanlar” (Copperheds) deniliyordu. Çevirmenin notu: “Copperhead”, Kuzey Amerika’da bulunan bir tür zehirli yılana verilen isimdir.

İster “savaş” ister “barış” hizbinden olsunlar, pek az Demokrat, kölelere özgürlük sağlamanın Kuzeyli kanı dökülmesine değer bulunduğuna inanıyordu. Gerçekten de, kölelerin azad edilmesine karşı muhalefet, uzun süredir partinin politikası olmuştu. Sözgelimi 1862’de, hemen hemen her Demokrat Kongre üyesi, köleliği Washington, D.C.’de kaldıran ve yeni topraklarda yasaklayan yasa aleyhinde oy kullanmıştı.

Kölelerin azad edilmesi karşısında en büyük muhalefet, özgürlüğüne yeni kavuşan çok sayıda siyahın Kuzey’e göç edeceğinden korkan fakir işçilerden ve özellikle de İrlandalı ve Katolik Alman göçmenlerden geliyordu. Bu gibi duyguların dürtüsüyle, 1862’de birkaç Kuzey kentinde ırkçı ayaklanmalar oldu.

Lincoln, Ocak 1863’te Kölelerin Azad Edilmesi Bildirisi’ni yayınlayarak, açıkça köleliğin kaldırılmasını da savaş amaçları arasına almıştı. Bu amaç Kuzey’de tümüyle kabul edilmekten çok uzaktı. Sözgelimi, Indiana ve Illinois eyalet yasama organları, Konfederasyon ile barış yapılması ve “kötü, insanlık dışı ve dine aykırı” bildirinin geri alınması çağrısında bulundular.

Kuzey’in savaşı yürütmekte karşılaştığı zorluklar, Lincoln’un Eylül 1862’de ihzar emri (getirile emri – habeas corpus) sistemini askıya almasına ve askere alma çalışmalarına müdahale edenlere ya da asilere yardımda bulunan ve onlara kolaylık sağlanan yörelerde sıkıyönetim uygulamasına yol açtı. Böylelikle vatandaşlık hukukunun ihlali, bunalım dönemlerinde her zaman hoşgörü ile karşılanmakla birlikte, Lincoln’u eleştirmeleri için Demokratlara bir fırsat daha vermiş oldu. Savaş Bakanı Edwin Stanton, sıkıyönetimi etkin bir biçimde uyguladı ve çoğunluğu Güneyli işbirlikçilerden ya da Demokratlardan oluşan binlerce kişi tutuklandı.

Birlik’in insan gücü gereksinimi, ABD’de ilk kez zorunlu silah altına alma yoluna başvurulmasına yol açtı. Askere yazılmayı “teşvik” amacıyla 1863’te çıkarılan yasa yüzünden pek çok kişi daha mutsuzlar arasına katıldı. Özellikle Pennsylvania, Ohio, Indiana ve Wisconsin’deki Zehirli Yılanlar arasında görülen şiddetli muhalefet karşısında, yasanın uygulanması için federal hükümet askerlerinin göreve çağrılması gerekti.

Silah altına alınan bir kimse, o günlerde kalitesiz bir işçinin yıllık gelirine aşağı yukarı eşit bir para olan, 300 dolar öderse bu görevden kurtulabiliyordu. Anılan özellik, Konfederasyon’un belirli yörelerinde de görüldüğü gibi, bunun “zenginin savaşı ve yoksulun kavgası” olduğu izlenimini güçlendirdi.

Silah altına almaya karşı en büyük direnme New York kentinde 1863 yılı yaz aylarında görüldü. Demokrat Parti’nin kalelerinden olan New York’ta daha önce de birkaç görevlinin öldürülmesine tanık olunmuştu. Temmuz ayında, grevde olan İrlandalı liman işçilerinin yerine çalıştırılmak üzere, bir gurup siyah, polis koruması altında kente getirilmişti. Aynı zamanda, yetkililer halkın hoşlanmadığı bir askere alma kurası düzenlediler. Bu iki olayın üst üste gelmesi sonucunda, dört gün süren bir ayaklanma oldu; birçok siyah mahallesi, askerlik şubesi ve Protestan kilisesi yakılıp yıkıldı ve en az 105 kişi öldürüldü. Gettysburg’dan birkaç Birlik alayı gelmeden düzen sağlanamadı.

İç Savaş sırasındaki en ünlü hukuk davası da aynı yıl ortaya çıktı. Dava, Ohio valiliği için Demokrat Parti aday adayı Clement Vallandingham’la ilgiliydi. Belli ki adaylığını güçlendirmek isteyen Vallandingham, yerel askeri makamların “vatana ihanet faaliyetleri”ne ilişkin yasaklarını hiçe sayarak, Lincoln’un uyguladığı siyasete saldırdı ve “siyahların özgürlüğü ve beyazların köleleliği için yapılan bir savaş” olarak nitelediği çatışmaları sona erdirmek için görüşmeler yapılması çağrısında bulundu. Bunun ardından, Birlik askerleri zor kullanarak evine girdiler ve onu tutukladılar.

Demokratlar ve hatta bazı Cumhuriyetçiler, Vallandingham’ın tutuklanmasının yasal olmadığını ileri sürerek hemen buna karşı çıktılar. Lincoln, buna karşılık olarak, onu Konfederasyon hatlarının gerisine gönderdi ve Vallandingham adaylığı kazandı. Daha sonra Kanada’ya geçti ve orada gürültülü fakat başarısız bir seçim kampanyası yürüttü.

Birlik’in 1863’te Vicksburg ve Gettysburg’da kazandığı zaferlere karşın, Demokrat “barış” adayları, ulusun karşılaştığı güçlükleri ve ırkçı duyarlılığı kullanmayı sürdürdüler. Gerçekten de, Kuzeylilerin ruhsal durumu, Lincoln’u 1864’te yeniden seçilme şansını yitirdiğine inandırmıştı.

O yılki Demokrat Parti adayı, iki yıl önce Lincoln tarafından Potomac Ordusu komutanlığından alınmış bulunan General George McClellan’dı. McClellan’ın başkan yardımcısı adayı ise Vallandingham’ın yakın bir müttefikiydi. Buna karşın, Demokratların umduklarının aksine, McClellan, savaşı sona erdirmek için görüşmeler yapılması amacına yönelik Parti görüşünü benimsemeyi reddetti. Yine de, zaferin yaklaşmakta olması nedeniyle, Lincoln, Kasım ayında yapılan seçimlerde New Jersey ve Delaware dışındaki tüm Kuzey eyaletlerini ele geçirdi ve McClellan’ı kolaylıkla yendi.
 
BÜYÜME VE DÖNÜŞÜM

“Uygarlık mülkün kutsallığına dayanır.”

Andrew Carnegie – 1889

Amerika Birleşik Devletler’i iki büyük savaş – İç Savaş ve Birinci Dünya Savaşı – arasında ergenliğe erişti. 50 yıldan kısa bir süre içinde, kırsal bir cumhuriyetten kentsel bir devlete dönüştü. Sınır bölgesi yok oldu. Büyük fabrikalar ve çelik fırınları, kıtayı bir üçtan diğer uca bağlayan demiryolları, gelişen kentler ve geniş tarımsal işletmeler ülkeyi doldurdu. Bu ekonomik büyüme ve erdem, onlara ilişkin sorunları da birlikte getirdi. Ülke çapında büyük işletmeler, teker teker ya da diğerleriyle birleşerek tüm endüstriye egemen oldular. Çalışma koşulları çok kez kötüydü. Kentler, artan nüfusu uygun biçimde barındıramayacak oranda hızla büyüdü.

TEKNOLOJİ VE DEĞİŞİM

Bir yazar, “İç Savaş, ülkenin tarihinde büyük bir yara açtı; daha önceki 20 ya da 30 yıl içinde başlamış olan değişimi bir vuruşta dramatik bir konuma getirdi. Savaş gereksinimleri imalatı çok büyük ölçüde kamçıladı, bilim ve icatlardaki atılım kadar, demirin, buhar ve elektrik gücünün kullanılmasına dayalı bir ekonomik süreci de hızlandırdı. 1860’tan önceki yıllarda 36.000 patent hakkı verilmişti; bunu izleyen 30 yıl içinde bu sayı 440.000’e ve XX. yüzyılın ilk yirmi beş yılında da yaklaşık bir milyona yükseldi.

F.B.Morse, daha 1844 yılında elektrikli telgrafı geliştirdi ve bundan hemen sonra kıtanın birbirinden uzak kesimleri bir direk ve kablo ağıyla bağlandı. 1876’da, Alexander Graham Bell telefon aygıtını tanıttı ve yarım yüzyıl içinde devreye giren 16 milyon telefon ülkedeki toplumsal ve ekonomik yaşamı hızlandırdı. 1867’de yazı makinesinin, 1888’de hesap makinesinin ve 1897’de yazar kasanın icadı ile, işletmelerin büyümesi hız kazandı. 1886’da icat edilen linotip dizgi makinesi ile rotatif baskı makinesi ve kağıt katlama makinesi sayesinde bir saatte 240.000 adet sekiz sayfalık gazete basılabilir oldu. Thomas Edison’un elektrik ampulü giderek milyonlarca evi aydınlatmaya başladı. Konuşan makine ya da gramofon da Edison tarafından geliştirilmiş ve George Eastman ile birlikte sinema filmini de o bulmuştu. Bunlar ve pek çok diğer bilim ve deha uygulaması, hemen hemen her alanda yeni bir verimlilik düzeyine erişilmesini sağladı.

Aynı günlerde, ülkenin temel endüstrisini oluşturan ve yüksek gümrük tarifeleri tarafından himaye edilen demir-çelik endüstrisi de gelişmesini sürdürüyordu. Önceleri Doğu eyaletlerinde yoğunlaşmış olan demir endüstrisi, jeologlar tarafından yeni cevher yatakları bulundukça batıya doğru yayıldı ve özellikle Superior Gölü yakınındaki büyük Mesabi demir cevheri yatakları, dünyanın en büyük cevher üretilen bölgesi konumuna geldi. Cevher yüzeyde olduğu için işletilmesi çok kolay ve ucuz oluyordu. Kimyasal yabancı maddeler taşımaması sayesinde de, o güne kadar alışılmış olan maliyetin onda biri kadar bir bedel karşılığında yüksek kaliteli çeliğe dönüştürülebiliyordu.



CARNEGIE VE ÇELİK ÇAĞI

Andrew Carnegie, çelik üretiminde görülen atılımlardan büyük ölçüde sorumluydu. İskoçya’dan Amerika’ya 12 yaşında bir çocukken gelmiş olan Carnegie, bir pamuk fabrikasında bobinci olarak çalışmaya başladı, sonra bir telgraf dairesinde iş buldu, oradan da Pennsylvania Demiryolları işletmesinde telgrafçılığa atladı. Daha 30 yaşına gelmeden önce, akıllıca ve uzak görüşlü yatırımlar yapmış ve bu yatırımlar 1865’te demir endüstrisinde yoğunlaşmıştı. Birkaç yıl içinde, demir köprü, ray ve lokomotif yapan şirketler kurmuş ya da onlarda hisse sahibi olmuştu. Pennsylvania’nın Monongahela Nehri’nde kurduğu çelik fabrikası, on yıl sonra, ülkenin en büyük üreticisi konumuna geldi.

Carnegie, sadece yeni çelik fabrikalarının değil, kok ve taşkömürü yataklarının, Superior Gölü’nden gelen demir cevherinin, Büyük Göller’de bir buharlı gemi filosunun, Erie Gölü’nde bir liman kentinin ve limanı bağlıyan bir demiryolunun da kontrolünü ele geçirdi. Bir düzine başka şirketle ittifak halindeki işletmesi, demiryollarından ve denizyollarından çok elverişli koşullar sağlayabiliyordu. Amerika’da buna benzer bir endüstri gelişmesi daha önce hiç görülmemişti.

Carnegie, endüstriye egemen olmakla birlikte, çelik üretimiyle ilişkili doğal kaynaklar, taşımacılık ve endüstri bitkileri

üzerinde hiçbir zaman tam bir tekel kuramadı. 1890’larda yeni şirketler onun egemenliğine karşı koydular ve başlangıçta bu rekabetten öfkelenen Carnegie, daha da güçlü bir işletmeler gurubu kurma tehdidinde bulundu; fakat, artık yaşlı ve yorgun bir ihtiyar olmuştu ve elindeki varlığı, giderek ülkedeki önemli demir ve çelik işletmelerinin çoğunu kapsayacak bir örgütle birleştirmeye ikna edildi.



ANONİM ŞİRKETLER VE KENTLER

1901 yılında bu birleşmeden doğan United States Steel Corporation (Birleşik Devletler Çelik Anonim Şirketi), 30 yıldır süregelen bir süreci simgeledi; bağımsız endüstri işletmelerinin federe ya da merkezi şirketler olarak bir araya gelmeleri. İç Savaş sırasında ortaya çıkan bu eğilim, iş adamları aşırı üretimin fiyatları düşürüp karları azaltacağından korkmaya başlayınca 1870’lerden sonra hız kazandı. Hem üretimi hem de piyasayı kontrol edebilirlerse, rakip şirketleri tek bir örgüt içinde toplayabileceklerinin farkına vardılar. “Anonim şirket” ve “tröst” bu amaçlara erişmek için geliştirildi.

Büyük bir sermaye deposu oluşturan ve işletmelere hem kalıcı yaşam hem de sürekli kontrol olanağı sağlayan anonim şirketler, bir yandan kar beklentilerine yol açmaları bir yandan da başarısızlık halinde sınırlı sorumluluk getirmeleri nedeniyle yatırımcıları çektiler. Buna karşılık tröstler, uygulamada anonim şirketlerin birleşmesinden oluşuyor ve hisse sahipleri hisselerini tröst yetkililerine emanet ediyorlardı. Bu gibi tröstler, büyük çaplı guruplaşmalar oluşturulmasına, merkezi kontrol ve yönetim sağlanmasına ve patentlerin bir araya getirilmesine olanak sağlıyordu. Sermaye kaynakları daha büyük olduğu için, genişleme, yabancı iş kuruluşlarıyla rekabet etme ve etkin bir biçimde örgütlenmeye başlamış olan işçilerle daha yoğun bir pazarlık yürütme gücüne sahip bulunuyorlardı. Ayrıca, demiryollarından daha iyi koşullar elde edebiliyor ve siyasette etkili olabiliyorlardı.

John D.Rockefeller tarafından kurulmuş olan Standard Oil Company, en eski ve en güçlü anonim şirketlerden biriydi ve onu pamuk yağı, kurşun, şeker, tütün ve kauçukla ilgili diğer birleşimler hızla izledi. Kısa bir süre sonra, atak iş adamları kendileri için bireysel endüstri alanları belirlemeye başladılar. Başta Philip Armour ve Gustavus Swift olmak üzere, dört büyük et işleme şirketi bir sığır eti tröstü oluşturdular. Cyrus McCormick orak makinesi alanında egemenlik elde etti. 1904 yılında yapılan bir ankette, o güne kadar bağımsız konumdaki 5.000’den fazla işletmenin 300 dolayında tröst içinde toplanmış olduğu ortaya çıktı.

Birleşme eğilimi, özellikle taşımacılık ve iletişimde olmak üzere, diğer iş alanlarında da görülüyordu. İletişimdeki büyük birleşmelerin en eskilerinden biri olan Western Union’u Bell Telephone System ve American Telephone and Telegraph Company izledi. Cornelius Vanderbilt 1860’larda, New York kenti ile yaklaşık 800 kilometre uzaktaki Buffalo’yu birleştiren 13 bireysel demiryolu şirketini tek çatı altında topladı. Bunu izleyen on yıl içinde, Illinois’in Chicago ve Michigan’ın Detroit kentlerine uzanan hatları da ele geçirerek, New York Central Railroad System’i yarattı. Aynı yıllarda başka birleşmeler de oluşturuldu ve kısa bir süre içinde ülkedeki belli başlı demiryolları, bir avuç insanın yönettiği ana hat sistemleri içinde toplandı.

Bu yeni düzenin sinir merkezi konumuna gelen kentler, ülkedeki tüm enerjik ekonomi güçlerini kendilerinde odaklaştırdılar: çok büyük sermaye, ticaret ve para kuruluşları; yaygın demiryolu depo alanları; dumanları tüten fabrikalar ve el emekçileriyle hizmet personeli orduları. Kırsal alandan ve deniz aşırı ülkelerden insan çeken köyler neredeyse bir gece içinde kasabalara ve kasabalar da kentlere dönüştüler. 1830’larda her 15 kişiden biri, nufusu 8.000 ya da bunun üzerinde olan toplumlarda yaşarken, bu oran, 1860’ta yaklaşık altıda bire, 1890’da da onda üçe yükseldi. 1860’ta nüfusu bir milyonu aşan kent yoktu; 30 yıl sonra ise, New York birbuçuk milyon olmuş, Illinois’in Chicago ve Pennsylvania’nın Philadelphia kentleri de bir milyonu aşmıştı. Söz konusu otuz yıl içinde, Philadelphia ile Maryland’ın Baltimore kentlerinin nüfusları iki kat; Missouri’nin Kansas ve Michigan’ın Detroit kentlerinin nüfusları dört kat; Ohio’daki Cleveland kentinin nüfusu altı kat; Chicago’nun nüfusu on kat; Minnesota’nın Minneapolis, Nebraska’nın Omaha kentleri ile onlar gibi İç Savaş sırasında birer küçük köy olan pek çok kentin nüfusları elli kat ya da daha fazla arttı.

DEMİRYOLLARI, DÜZENLEMELER VE GÜMRÜK TARİFELERİ

Demiryolları, genişlemekte olan ülke için çok önemli bir konuma gelmiş ve demiryolu taşımacılığındaki uygunsuzluklar da çoğalmaya başlamıştı. Demiryolu şirketleri, çok mal taşıtan şirketlerin ödedikleri taşıma ücretinin bir kesimini iade ederek onlara indirim sağlıyor, bu da az mal taşıtan şirketlerin aleyhine oluyordu. Bazı demiryolu şirketleri de, mesafeye bakmaksızın, belirli şirketlere belirli noktalar arasında diğerlerine oranla daha yüksek keyfi tarifeler uyguluyorlardı.

Bunun yanı sıra, birkaç demiryolu bağlantısı olan kentler arasındaki taşıma ücretleri, rekabet nedeniyle, daha düşük kalırken, tek hattın eriştiği kentler arasında aşırı taşıma ücretleri alınıyordu. Sonuçta, Chicago’dan 1.280 kilometre uzaktaki New York’a mal taşımak, birkaç yüz kilometre ötedeki yerlere taşımaktan daha ucuza geliyordu. Rakip şirketler, rekabetten kaçınmak için ortak hareket edip “havuz” yöntemi uyguluyorlar; yani, yük taşıma işlerini, önceden kararlaştırılmış bir plana göre dağıtıyor ve kazandıkları parayı ortak bir fonda topladıktan sonra aralarında paylaşıyorlardı.

Halkın söz konusu uygulamalar karşısındaki tepkisi, eyaletleri bir takım düzenlemeler yapma çabasına yöneltti. Bu önlemlerin belirli bir etkisi görüldüyse de, sorun ulusal düzeyde olduğu için Kongre’nin harekete geçmesi gerekiyordu.

Başkan Grover Cleveland, aşırı taşıma ücretlerini, havuz yöntemini, ücret iadelerini ve ayırımcı işlemleri yasaklayan Eyaletlerarası Ticaret Yasası’nı 1887’de imzaladı ve yasanın ihlalini önlemek amacıyla bir Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu (Interstate Commerce Commission -ICC) yarattı. Buna karşın, muhafazakar Yüksek Mahkeme’nin kararlarından yararlanan demiryolu şirketleri, Komisyon’un ilk yılları boyunca, düzenlemelere gidilmesi ve taşıma ücretlerinin düşürülmesine yönelik hemen hemen tüm çabaları boşa çıkarmayı başardılar.

Cleveland aynı zamanda, olağanüstü bir savaş dönemi önlemi olarak konulmuş bulunan ve dönemin siyasal yaş¤¤¤¤¤ egemen Cumhuriyetçi başkanlar tarafından kalıcı bir ulusal siyaset konumuna getirilen yüksek gümrük tarifeleriyle de savaşıyordu. Bir Demokrat olan Cleveland, aşırı yüksek gümrük tarifelerinin, hayat pahalılığının giderek bir yük haline gelmesinde ve tröstlerin hızla gelişmesinde büyük bir rol oynadığına inanıyordu. Gümrük tarifelerinin siyasal bir sorun oluşturmadığı uzun yıllardan sonra, Demokratlar 1880’de “sadece gelir sağlayacak bir tarife” uygulaması istediler ve kısa zamanda reform çağrıları yoğunlaştı. Bu çok tartışmalı konuya değinmemesi önerilerine kulak asmayan Cleveland, 1887’de Kongre’de yaptığı konuşmada, Amerikan endüstrisini yabancı rekabetten korumak için alınan önlemlerin getirildiği aşırı boyutları kınayarak ulusu şaşkına çevirdi.

Gümrük tarifeleri sorunu 1888 başkanlık seçimleri kampanyasının temel konusu haline geldi ve Cumhuriyetçilerin korumacılığı savunan adayı Benjamin Harrison seçimi az bir farkla kazandı. Seçim kampanyası vaadlerini yerine getiren Harrison hükümeti 1890’da, kurulu endüstrileri korumaya ve “bebek endüstriler” denilen yeni kuruluşları güçlendirmeye yönelik McKinley gümrük tarifeleri yasasını kabul ettirdi. Yeni tarifenin getirdiği genel yüksek oranlar perakende fiyatlarının artmasına ve bunun da mutsuzluğu çoğaltmasına neden oldu.

Bu dönemde, halkın tröstlere karşı duyduğu hoşnutsuzluk da arttı. 1880’ler boyunca Henry George ve Edward Bellamy gibi reformcuların büyük saldırılarına hedef olan dev boyutlu anonim şirketler, çok tartışılan bir siyasal konu haline geldi. Tekelleri kırmak amacıyla 1890’da kabul edilen Sherman Antitröst Yasası, eyaletlerarası ticareti zorlaştıracak her türlü birleşimi yasakladı ve ağır cezalar taşıyan çeşitli uygulama önlemleri getirdi. Belirsiz genellemelerle dolu olan yasa, kabulünden hemen sonra pek az etki yarattı. Buna karşın on yıl sonra, Theodore Rosevelt hükümeti sırasında etkili bir biçimde uygulandı ve başkana “tröst kırıcı” takma adının verilmesine neden oldu.

TARIMDA DEVRİM

Enüstride elde edilen çok büyük gelişmelere karşın, tarım ülkedeki temel iş alanı olmayı sürdürdü. İç Savaş sonrasında imalatta görülenle aynı zamanda oluşan tarım devrimiyle el işçiliğinden makineli çiftçiliğe ve geçime yönelik tarımdan ticari amaçlı tarıma dönüldü. 1860-1910 yılları arasında, Birleşik Devletlerdeki çiftlik sayısı üç kat artarak 2 milyondan 6 milyona yükseldi ve ekilen toprakların yüzölçümü de 160 milyon hektardan 352 milyon hektara çıkarak iki kattan fazla genişledi.

1860-1890 döneminde, Birleşik Devletler’de buğday, mısır ve pamuk gibi temel ürünlerden alınan verim, daha önce sağlanmış olanları çok geride bıraktı. Aynı dönemde, ülkenin nüfusu da iki kattan fazla çoğaldı ve en önemli büyüme kentlerde oluştu. Buna karşın Amerikan çiftçileri sadece ülke çalışanlarının ve ailelerinin gereksinimlerini karşılamaya yetecek kadar değil, giderek çoğalan oranda üretim fazlası yaratmaya elverişli ölçüde tahıl ve buğday ürünü aldılar, sığır ve domuz yetiştirdiler ve yün elde ettiler.

Bu olağanüstü başarıda birkaç öğe etkili oldu. Birincisi Batı’ya yayılmaydı. İkincisi, tarımda makine kullanımıydı. 1800’lerin çiftçisi, elinde bir orak, günde bir hektarın yüzde yirmisi kadar bir arazideki buğdayı biçebilirdi. 30 yıl sonra, bir tırpan kullanarak bu oranı yüzde seksene çıkarabilirdi. 1840’ta ise Cyrus McCormick, yaklaşık on yıldır geliştirmeye çalıştığı garip bir makine olan orak makinesi sayesinde bir günde iki-iki buçuk hektarlık bir alanı biçerek bir mucize yarattı. Gelecek talebi önceden fark ederek batıya gitti ve yeni yeni gelişmekte olan Chicago kentinde bir fabrika kurup 1860’a kadar 250.000 orak makinesi sattı.

Kısa bir sürede birbiri ardından yeni tarım makineleri geliştirildi: otomatik balya makinesi, dövücü ve biçici-dövücü ya da biçerdöver. Motorlu mibzerler, doğrayıcılar, kabuk soyucular, ayıklayıcılar, krema ayırıcılar, gübre serpiciler, patates ekiciler, ot kurutucular ve kuluçka makinelerine ek olarak yüzlerce yeni icat ortaya çıktı.

Bilimin tarıma olan katkısı da makinelerinkinden az değildi. 1862’de kabul edilen, Bağışlanmış Arazili Kolejler’e (Land Grant College) ilişkin Morrill yasası uyarınca, tarım ve endüstri kolejleri kurulması amacıyla her eyalete kamu arazisi bağışları yapıldı. Bunlar, hem eğitim kurumları hem de bilimsel tarım alanında araştırma merkezleri olarak çalışacaktı. Kongre bunun ardından, ülkenin her yanında tarımsal deneme istasyonları kurulmasına yönelik ödenek ayırdı ve araştırmalar için doğrudan doğruya Tarım Bakanlığı’na para sağladı. Yeni yüzyıla girildiğinde, Birleşik Devletler’deki pek çok bilim adamı, çeşitli tarımsal projeler üzerinde çalışıyordu. İşin garip yanı, çiftçilerin verimliliğini arttırmalarına yol açan federal siyaset, sonuçta üretimi aşırı miktarlara eriştirdi, piyasada fiyatlar düştü ve çiftçilerin hevesleri kırıldı.

Söz konusu bilim adamlarından biri olan Mark Carleton, Tarım Bakanlığı tarafından Rusya’ya gönderildi. Orada, bitki pasına ve kuraklığa dayanıklı bir kış buğdayı türü buldu ve ülkesine ihraç etti; günümüzde Birleşik Devletler’de yetiştirilen buğdayın yarısından fazlası bu türdendir. Bir başka bilim adamı olan Marion Dorset, üreticilerin çok korktuğu domuz kolerası ile başa çıktı; George Mohler adındaki bilim adamı da şap hastalığının önlenmesinde yardımcı oldu. Bir araştırmacı Kuzey Afrika’dan Kaffir mısırı, bir başkası da, Türkistan’dan sarı çiçekli alfalfa bitkisini getirdi. California’da Luther Burbank, yeni meyva ve sebze türleri geliştirdi; Wisconsin’de Stephen Babcock, sütteki yağ oranını belirleyecek bir deney geliştirdi; Alabama’daki Tuskegee Enstitüsü’nde, Afrika kökenli Amerikalı bilim adamı George Washington Carver, yer fıstığı, tatlı patates ve soya fasulyesine ilişkin yüzlerce yeni kullanım alanı buldu.

BÖLÜNMÜŞ GÜNEY

Güney, endüstri çekmek amacıyla 1880’lerde çok çaba gösterdi. Çelik, kereste, tütün ve dokuma endüsterilerinde gelişme sağlamaları için yatırımcılara büyük teşvik önlemleri vaadinde bulunuldu. Yine de, Güney’in ulusal endüstri tabanında 1900’deki payı yaklaşık 1860 yılı düzeyinde kaldı. Buna ek olarak, bu endüstrileşme atağının bedeli yüksekti; Güney’deki fabrika kentlerinde çocuk işçiliği çok yayıldı.

İç Savaş’tan otuz yıl sonra da Güney, genelde yoksul, büyük ölçüde tarıma dayalı ve ekonomik açıdan bağımlıydı. Toplumu, siyahlarla beyazlar arasında kesin bir ayırım uyguluyor ve sık sık yinelenen ırkçı şiddete göz yumuyordu.

Washington hükümetindeki üyeleri aracılığıyla Yeniden Yapılanma’ya karşı koymuş olan uzlaşmaz Güneyliler, beyazların üstünlüğünü sürdürmede eyaletin etkinliğini sağlayacak yollar buluyorlardı. 1870’lerden başlayarak, ulusal güçle eyaletlerin gücü arasında uygun bir dengenin korunmasına ilişkin geleneksel muhafazakar görüşleri destekleyen belirli Yüksek Mahkeme kararları da bu gibi Güneylilerin iddialarına kuvvet kazandırıyordu.

Yüksek Mahkeme 1873’te, vatandaşların haklarının azaltılamayacağına ilişkin 14. Anayasa Değişikliği’nin, Afrikalı-Amerikalıları eyaletin gücüne karşı koruyacak yeni ayrıcalıklar ya da bağışıklıklar getirmediği sonucuna vardı. Buna ek olarak, 1883’te, 14. Değişikliğin, eyaletlerin aksine, bireylerin ayırımcılık yapmalarını engellemediğine karar verdi. Mahkeme, 1896 tarihli Plessy-Ferguson davasında, trenler ve lokantalar gibi kamuya açık yerlerde Afrikalı Amerikalılara “ayrı ama eşit” hizmet verilmesinin onların haklarını ihlal etmediği sonucuna vardı.

Irksal ayırımcılık ilkesi kısa zamanda demiryollarından lokantalara, otellere, hastahanelere ve okullara kadar, Güney’deki yaşamın her alanına yayıldı. Ayrıca, yasalarla ayrılmamış olan her yaşam alanı, gelenekler ve uygulamalarla ayrılıyordu. Yaygın ayırımcılıkla karşı karşıya kalan pek çok Afrikalı Amerikalı, onlara, alçak gönüllü ekonomik amaçlara yönelmelerini ve geçici toplumsal ayırımı kabul etmelerini önermiş bulunan ve XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başları arasındaki en önde gelen siyah lider olan Booker T.Washington’un programını destekliyorlardı. Afrikalı-Amerikalı aydın W.E.B.DuBois’in önderlik ettiği diğer bazıları ise, ırkçılığa siyasal hareketlerle karşı çıkmak istiyorlardı; fakat, suç ortaklığı yapan iki büyük parti, ırksal adalet çağrıları pek az destek buldu ve Güney’deki ayırımcı yasalar XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar alışılagelmiş bir görünüm oluşturdu.
 
Geri
Top