SON SINIR BÖLGESİ
1865’te sınır çizgisi genellikle Mississippi Nehri kıyısındaki eyaletlerin batı kenarlarını izler; Kansas ve Nebraska’nın doğu kesimlerini içine alacak biçimde genişlerdi. Öncü çiftliklerin oluşturduğu bu ince çizginin ötesinde, Rocky Dağları’nın eteklerine kadar çayırlar ve çalılık topraklar uzanırdı. Bunun ötesinde, yaklaşık 1.600 kilometre boyunca, çoğu altın, gümüş ve diğer maden cevherleriyle dolu sıra dağlar yükselirdi. Onlardan sonra, kıyı bölgelerindeki ormanlık dağlara ve Büyük Okyanus’a doğru düzlükler ve çöller yayılırdı. Söz konusu geniş iç kesimlerde, California’daki yerleşilmiş bölgelerin ve uzak ve dağınık küçük yerleşim birimlerinin dışında, Kızılderililer yaşardı: Bunlar arasında, Sioux, Blackfoot, Pawnee ve Cheyenne gibi Büyük Düzlükler kabileleri ve Apache, Navajo ve Hopi kabilelerini de içeren Güneybatı Kızılderilileri vardı.
Sadece yirmi beş yıl içinde bu geniş bölgenin hemen hemen tümü eyaletlere ve yerleşim bölgelerine bölündü. Madenciler sıra dağları karış karış dolaşmışlar, maden kuyuları açmışlar ve Nevada, Montana ve Colorado’da küçük topluluklar oluşturmuşlardı. Uçsuz bucaksız çayırlardan yararlanan sığır yetiştiricileri, Texas’tan Mississippi Nehri’nin yukarılarına kadar uzanan geniş araziyi parsellemişlerdi. Koyun yetiştiricileri, vadilere ve dağ yamaçlarına yerleşmişlerdi. Çiftçiler de, düzlükleri ve vadileri sürmeye başlamışlar ve Doğu ile Batı arasındaki boşluğu doldurmuşlardı. 1890’a gelindiğinde sınır bölgesi ortadan kalkmıştı.
Araziyi işgal edip işletmek isteyen vatandaşlara 64 hektar genişliğinde bedava çiftlikler bağışlanmasını öngören 1862 tarihli Yerleşim Yasası teşvik edici bir etki yarattı. İşin kötü yanı, geleceğin çiftçilerine dağıtılan topraklar çiftçilikten daha çok hayvan yetiştiriciliğine elverişliydi ve 1880 yılına gelindiğinde, 22.400.000 hektar genişliğinde “bedava” toprak ya sığır yetiştiricilerinin ya da demiryolu şirketlerinin eline geçmiş bulunuyordu.
1862’de Kongre, Union Pacific Railroad demiryolu şirketine imtiyaz verilmesini de onayladı ve şirket, çoğunlukla eski askerleri ve İrlandalı göçmenleri çalıştırarak, Iowa’nın Council Bluffs kasabasından batıya doğru hat döşemeye başladı. Aynı zamanda, Central Pacific Railroad demiryolu şirketi de, büyük ölçüde Çinli göçmen işçilere dayanarak, California'’aki Sacramento kentinden doğuya doğru ilerliyordu. İki hattın durmadan ilerleyip en sonunda 10 Mayıs 1869’da Utah’taki Promontory Point mevkiinde birleşmesi tüm ülkeyi heyecanlandırdı. İki okyanus arasında aylarca süren zorlu yolculuk süresi yaklaşık altı güne indirilmişti. Kıta üzerindeki demiryolu ağı sürekli gelişti. 1884’te, orta Mississippi Vadisi bölgesini Büyük Okyanus’a bağlayan dört büyük demiryolu hattı kurulmuş bulunuyordu.
1848’de California’da, on yıl sonra da Colorado ve Nevada’da, 1860’larda Montana ve Wyoming’de ve 1870’lerde de Dakota Kızılderilileri bölgesinin Black Hills kesiminde altın bulunması üzerine, Uzak Batı’ya doğru ilk büyük nüfus akını bölgedeki dağlara yöneldi. Madenciler bölgeye yayıldılar, toplumlar kurdular ve daha kalıcı yerleşimlerin temellerini attılar. Bazı yerleşimciler, dağları delik deşik ettikleri sırada, bölgenin çiftçilik yapmaya ve hayvan yetiştirmeye elverişli olduğunu anladılar. Belirli toplumlar hemen hemen sadece madenciliğe bağlı kaldılarsa da, Montana, Colorado, Wyoming, Idaho ve California’nın gerçek zenginliğinin ot ve toprakta olduğu ortaya çıktı.
Texas’ta uzun süredir önemli bir endüstri olan sığır yetiştirmeciliği, atılımcı kişilerin eyalete özgü “longhorn” türü sığırları açık kamu arazisinden geçirip kuzeye götürmeye başlamaları üzerine, İç Savaş sonrasında büyük ölçüde gelişti. Yol boyunca otlayan sığırlar, Kansas’taki demiryolu yükleme noktalarına geldiklerinde, yol çıktıkları günkünden daha çok büyümüş ve semirmiş oluyorlardı. Bu “uzun sevkiyat” yöntemi kısa zamanda olağan bir konuma geldi ve anılan güzergah kuzeye götürülen sığır sürüleriyle doldu. Sığır yetiştirmeciliği Missouri bölgesini aştı ve Colorado, Wyoming, Kansas, Nebraska eyaletleriyle Dakota arazisinde büyük hayvan üretme çiftlikleri ortaya çıktı. Batı’daki kentler de hayvan kesme ve kasaplık et hazırlama merkezleri olarak gelişti.
Göze hoş görünen “kovboy”un baş rolü oynadığı büyük hayvan üretme çiftlikleri, yeni ve renkli bir yaşam biçimi oluşturdu. Gerçek kovboy yaşamı, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları yüzünden romantik olmaktan çok uzaktı; yine de, 1870’lerin ucuz romanları ile XX. yüzyılın sonlarında da John Wayne ve Clint Eastwood’un filmleri sayesinde, Amerikalıların gözündeki mitolojik etkisini sürdürmektedir.
1866-1888 arasında toplam olarak yaklaşık altı milyon baş sığır, kışı geçirmeleri için Texas’tan yola çıkarılıp Colorado, Wyoming ve Montana’nın yaylalarına götürüldü. Sığır yetiştiriciliği 1885’te en verimli noktasına erişti ve on yıldan sonra meralar aşırı otlatma yüzünden uzun sevkiyatı destekleyemez duruma düştü ve bölge demiryolu hatlarıyla dolup taşmaya başladı. Sığır yetiştiricisinin hemen ardından, çiftçilerin ailelerini taşıyan üstü örtülü arabaları, yük taşıyan atları, inekleri ve domuzları gelmeye başladı. Çiftçiler, Yerleşim Yasası uyarınca topraklarının sınırlarını belirlediler ve onları yeni icat edilmiş olan dikenli tellerle çevirdiler. Yasal tapuları olmayan sığır yetiştiricileri, daha önce başıboş dolaştıkları topraklardan sürüldüler. Kısa süre sonra da romantik “Vahşi Batı” yok oldu gitti.
KIZILDERİLİLERİN ACINACAK YAŞAMLARI
Madencilerin, sığır yetiştiricilerin ve yerleşimcilerin düzlüklere ve dağlara yayılmaları, Doğu’da olduğu gibi Batı’da da Kızılderililerle çatışmalara girilmesine yol açtı. Büyük Havza’daki (Great Basin) Utelerden Idaho’daki Nez Percelere kadar pek çok Kızılderili kabilesi, zaman zaman beyazlarla savaştı; fakat, Kuzey Düzlükleri’ndeki Siouxlarla Güneybatı’daki Apacheler, sınırın genişlemesi karşısında en çarpıcı direnmeyi sergilediler. Red Cloud ve Crazy Horse gibi yaratıcı önderlerin yönettiği Siouxlar, özellikle süratli atlı savaş konusunda yetenekliydiler. Çöllerdeki ve büyük vadilerdeki yerleşim bölgelerinde yaşayan Apacheler de aynı oranda savaşma ve gizlenme becerisi sergilediler.
Düzlük Kızılderilileri ile çatışma, Siouxların 1862’de beyazlara karşı bir katliam gerçekleştirmeleriyle başladı ve İç savaş boyunca sürdü. 1876’da, Dakota’daki altına hücum hareketinin Black Hills bölgesine yayılması üzerine son ciddi Sioux savaşı patlak verdi. Ordunun, madencileri Siouxların avlanma alanlarından uzak tutması gerektiği halde, Kızılderililerin arazilerini korumak için pek bir şey yapılmadı. Buna karşın, antlaşma ile tanınmış hakları uyarınca bölgede avlanan guruplara karşı harekete geçmesi istenilince, Ordu büyük bir hevesle saldırdı.
1876’da birkaç sonuçsuz karşılaşmadan sonra General George Custer, Siouxlarla müttefiklerinin Little Big Horn Nehri kıyısındaki merkez kamplarını buldu. Ana kuvvetlerden ayrı düşen Custer ve adamları tümüyle yok edildiler. Daha sonra 1890’da, South Dakota’daki Wounded Knee bölgesinde bulunan Kuzeyli Siouxlara ayrılmış özel yerleşim biriminde (reservation) yapılmakta olan bir hayalet dansı ayini ayaklanmaya yol açtı ve yüzlerce Sioux kadın, erkek ve çocuk katledildi.
Buna karşın, sözkonusu olaydan çok daha önce, 1870’i izleyen on yıl içinde, mandaların (buffalo) ayırım gözetilmeksizin hemen hemen yok olacak derecede avlanması yüzünden Düzlük Kızılderililerinin yaşamları berbat bir konuma gelmişti. Bu arada, Güneybatı’daki Apache savaşları, son önemli reis olan Geronimo ele geçirilinceye kadar sürdü.
Hükümetin Monroe hükümeti günlerinden beri güttüğü siyaset, Kızılderilileri beyazların sınırlarının ötesine sürmek olmuştu; fakat, kaçınılmaz olarak, ayrılmış yerleşim birimleri giderek küçüldü ve kalabalıklaştı ve Hükümet’in Kızılderililere karşı davranışı yoğun biçimde eleştirilmeye başlandı. Sözgelimi, Batı’da yaşayan bir Doğulu olan Helen Hunt Jackson 1881’de, Kızılderililerin acınacak yaşamlarını romanlaştıran ve ülkede büyük vicdan azabı yaratan Onursuzluk Yüzyılı adlı bir kitap yazdı. Reformcuların çoğunluğu, Kızılderililerin başat kültür içinde asimile edilmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Federal hükümet, Pennsylvania’nın Carlisle kentinde, Kızılderili gençlere beyazların değerlerini ve inançlarını aşılamak amacıyla bir okul bile kurmuştu. (ABD’de yetişmiş en iyi atlet olduğuna inanılan Kızılderili Jim Thorpe, XX. yüzyıl başlarında bu okulda üne kavuşmuştur.)
1887 tarihli Dawes Yasası, ABD’nin Kızılderili politikasını tersine çevirdi ve kabile arazisinin bölünüp her aile reisine 65 hektar toprak ayrılması amacıyla başkana yetki verdi. Dağıtılan arazi 25 yıl boyunca hükümetin güvencesi altında kalacak ve bu sürenin sonunda arazi sahibine tapu ve vatandaşlık verilecekti. Böylece dağıtılmayan topraklarsa yerleşimcilere satılacaktı. Anılan yasa çok iyi niyetlerle hazırlanmış olmasına karşın, geniş Kızılderili topraklarının yağmalanmasına yol açtığı için felaketle sonuçlandı. Ayrıca, kabilelerin toplumsal örgütlenmesini karıştırması nedeniyle, geleneksel kültürü daha da çok bozdu. 1934’te ABD politikası, ayrılmış yerleşim birimlerindeki kabilesel ve toplumsal yaşamı koruma çabası güden Kızılderililerin Yeniden Örgütlenmeleri Yasası ile bir kez daha tersine çevrildi.
KARARSIZ İMPARATORLUK
Birleşik Devletler, XIX. yüzyılın son on yılı içinde, etkisinin ve zaman zaman da topraklarının Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus’un uzak noktalarına ve Orta Amerika’ya yayıldığı bir imparatorluğu genişletme dönemi yaşadı; ancak, Birleşik Devletler, Avrupa imparatorluklarına karşı yürüttüğü tarihsel savaşı ve benzersiz demokratik gelişmesi nedeniyle, Avrupalı rakiplerinden daha değişik bir yöntem izledi.
XIX. yüzyılın sonlarındaki Amerikan yayılmacılığının çeşitli nedenleri vardı. Anılan yıllar, uluslararası alanda, Avrupalı güçlerin yeni rakipleri Japonya’nın yanı sıra Afrika’yı bölüşmek için yarıştıkları ve Asya’da ticari etkilerini arttırma rekabeti içinde oldukları bir imparatorluk çılgınlığını simgeliyordu. Aralarında Theodore Roosevelt, Henry Cabot Lodge ve Elihu Root gibi etkili kişilerin de bulunduğu çok sayıda Amerikalı, Birleşik Devletler’in de, kendi çıkarlarını güvence altına almak için, ekonomik etkinlik bölgelerine sahip olması gerektiğini düşünüyorlardı. Ülkenin ekonomik ve siyasal güvenliğinin sağlanmasına temel olarak büyük bir filonun oluşturulması ve denizaşırı limanlar ağı kurulması çağrısında bulunan güçlü bir donanma lobisi de bu görüşleri destekliyordu. Daha genel açıdan, Amerika’nın kıtadaki genişlemesini haklı göstermek amacıyla ilk kez ortaya atılmış bulunan “alın yazısı” kuramı, şimdi de, Birleşik Devletler’in etkisini ve uygarlığını Batı Yarıküresi’ne ve Antillere olduğu kadar Büyük Okyanus’un ötesine de yayma hakkı ve görevi olduğunu vurgulamak için yeniden canlandırılmıştı.
Aynı zamanda, Kuzeyli Demokratların ve reform yanlısı Cumhuriyetçilerin oluşturduğu imparatorluk karşıtı çeşitli koalisyonların muhalefeti de gücünü ve sürekliliğini koruyordu. Bunun sonucu olarak, bir Amerikan imparatorluğu kurma çabaları bölük pörçük ve kararsız bir biçimde yürüyor ve koloni yönetimleri de çok kez siyasal kontrolü ele geçirmekten çok, ticaretle ve ekonomik sorunlarla ilgileniyorlardı.
Amerika’nın kıtasal sınırları dışındaki ilk atılımı, az sayıda Inuit ve diğer yerli halkın yaşadığı Alaska’yı 1867’de Ruslardan satın almak oldu. Pek çok Amerikalı, Dışişleri Bakanı William Seward’ın bu girişimine ilgisiz kalmış ya da bunu öfkeyle karşılamış ve Alaska’dan, yaygın bir biçimde, “Seward’ın Yanılgısı” ve “Seward’ın Buzdolabı” olarak söz etmiştir. Buna karşın, 30 yıl sonra Alaska’nın Klondike Nehri’nde altın keşfedilmesi üzerine binlerce Amerikalı kuzeye taşınmış ve pek çoğu da orada kalıcı olarak yerleşmiştir. Alaska, 1959’da 49. ve Texas’ın unvanını elinden alarak en büyük eyalet olmuştur.
1898’de patlayan İspanya-Amerika savaşı, Amerikan tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Savaşın sona ermesinden birkaç yıl sonra, Birleşik Devletler, Antil Denizi’ndeki adaları, Büyük Okyanus’un orta kesimi ve Asya kıtasına yakın kesimi kontrol ediyor ya da oralarda etkisini gösteriyordu.
1890’lara gelindiğinde, İspanya’nın Yeni Dünya’daki büyük imparatorluğundan geriye sadece Küba ve Portoriko kalmış bulunuyor, Filipin Adaları da Büyük Okyanus’taki İspanyol gücünün merkezini oluşturuyordu. Savaşın çıkmasının üç temel kaynağı vardı: halkın katı İspanyol yönetimine karşısı düşmanlık duyması; Amerika’nın bağımsızlık taleplerine hoşgörüyle bakması; Birleşik Devletler’de, bir parça da, “aşırı milliyetçi” olan ve heyecan yaratan basının teşvikiyle, yeni bir ulusal güven duygusunun ortaya çıkması. Küba’da ana ülkenin baskılarına karşı gitttikçe büyüyen öfke, 1859’da bir bağımsızlık savaşının patlamasına neden oldu. Birleşik Devletler, ayaklanmanın gelişmesini giderek artan bir kaygıyla izledi. Amerikalıların çoğu Kübalılara yakınlık duyuyorlardı; fakat, Başkan Cleveland tarafsızlığını korumaya kararlı bulunuyordu. Buna karşın, üç yıl sonra, McKinley hükümeti işbaşında bulunduğu sırada, ABD savaş Gemisi Maine, Havana limanında demirli olduğu sırada, günümüzde bile açıklığa kavuşmamış nedenlerle, tahrip edildi. 250’den çok denizci öldü ve ülkeye, heyecan yaratan gazete haberlerinin de şiddetlendirdiği büyük bir öfke dalgası yayıldı. McKinley, bir süre barışı korumaya çalıştıysa da, birkaç ay sonra, gecikmenin yararsız olduğu düşüncesiyle, askeri müdahale önerisinde bulundu.
İspanya ile savaş kısa sürdü ve kesin sonuç doğurdu. Savaşın sürdüğü dört ay boyunca, Amerikalılar hiçbir önemli yenilgiye uğramadılar. Savaşın ilanından bir hafta sonra, o sırada Hong Kong’da bulunan Tuğamiral George Dewey, altı gemiden oluşan bir küçük filo ile Filipinler’e hareket etti. Orada üslenmiş olan İspanyol filosunun Amerikan sularına girmesini önlemekle görevlendirilmişti. Tüm İspanyol filosunu demirlemiş durumda yakaladı ve bir tek Amerikalı yaşamını yitirmeden filoyu tahrip etti.
Bu sırada, Küba’da Santiago yakınlarına çıkarma yapan birlikler, birkaç kısa çatışmadan sonra limanı ateşe tuttular. Santiago Körfezi’nden denize açılan dört İspanyol zırhlısı, birkaç saat içinde hurdaya döndü.
Santiago’nun düştüğü haberi gelince, Boston’dan San Francisco’ya kadar tüm limanlarda sirenler çalındı ve bayraklar açıldı. Gazetelerin Küba’ya ve Filipinler’e gönderdikleri muhabirler, ulusun yeni kahramanlarının ününü dünyaya ilan ettiler. Bu kahramanların başında, Manila’da ün kazanmış olan George Dewey ile donanma bakanı yardımcılığından istifa edip “Rough Riders” (Sert Süvariler) adını verdiği bir gönüllüler alayının başında Küba’ya giden Theodore Roosevelt geliyordu. İspanya kısa bir süre sonra barış talebinde bulundu ve 10 Aralık 1898’de imzalanan antlaşma uyarınca Küba, bağımsızlığa kavuşuncaya kadar geçici olarak işgal altında kalmak üzere, Amerika’ya devredildi. İspanya, buna ek olarak, Portoriko ile Guam’ı savaş tazminatı olarak ve Flipinler’i de 20 milyon dolar karşılığında terk etti.
Denizaşırı topraklara sahip olmak Birleşik Devletler için yeni bir deneyim oluşturuyordu. Bu nedenle de tüm yeni topraklar, o güne kadar hiç bilmedikleri bir demokratik kendi kendini yönetme sistemi oluşturmaya teşvik edildiler.
Yine de Birleşik Devletler, işgalin ilk on yılı içinde Filipinler’de ortaya çıkan bir silahlı bağımsızlık hareketini bastırınca, alışılagelen kolonici rolünü yüklenmiş oldu. Filipinler, 1916’da yasama organının her iki meclisini de seçme hakkını elde etti ve 1936’da, büyük ölçüde özerk bir Filipin Topluluğu kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1946’da adalar tam bağımsızlık kazandı.
Buna karşın, Amerika’nın Büyük Okyanus bölgesindeki varlığı Filipinlerle sınırlı kalmadı. İspanya-Amerika Savaşı’nın yapıldığı yıl içinde, Hawaii Adaları ile de yeni bir ilişki başlatıldı. Hawaii ile bundan önceki temaslar, genelde misyonerler ve gelip geçici tüccarlar aracılığıyla yürütülmekteydi. 1865’ten sonra ise Amerikalılar, adaların temel kaynağı olan şeker kamışı ve ananas ürünlerini geliştirmeye başladılar. Krallık yönetimi 1893’te, yabancıların etkisini sona erdirmeye niyetli olduğunu bildirince, Amerikan iş adamları etkili Hawaiililerle işbirliği yaparak yeni bir hükümet oluşturdular ve bu hükümet de Amerika’ya katılmak istediğini açıkladı.
Birleşik Devletler’de, Amerikan askerlerinin kullanılmasına ve koloni yönetimi görüşüne karşı yaygın protestolarda bulunulması üzerine, başlangıçta Başkan Grover Cleveland ve Kongre katılmayı reddetmeye ikna olundular; fakat Kongre, İspanya-Amerika Savaşı’nın yarattığı büyük milliyetçilik dalgası karşısında Temmuz 1898’de adaların katılmasını büyük bir oy çokluğuyla onayladı ve böylelikle de Pearl Harbor’da önemli bir donanma üssü kazanıldı. Hawaii, 1959’da Birlik’in 50. eyaleti oldu.
Küba, Amerikan birliklerinin ayrılması üzerine 1902’de kağıt üzerinde bağımsızlık kazandı. Buna karşın, Birleşik Devletler, kamu düzenini sağlamak amacıyla müdahale hakkını saklı tuttu ve 1934’te vaz geçinceye kadar, bu hakkını üç kez kullandı. Küba tam bağımsızlığını elde etmekle birlikte, Amerika’nın ekonomik ve siyasal etkisi 1959’a kadar güçlü bir biçimde sürdü ve o yıl, Fidel Castro, hükümeti devirerek Sovyetler Birliği ile yakın bağları olan Marksist bir rejim kurdu.
Küba’nın doğusundaki bir ada olan Portoriko da, Küba ve Filipinler’inkine benzer bir acemilik dönemi geçirdi. ABD Kongresi 1917’de Portorikolulara tüm meclis üyelerini seçme hakkı tanıdı ise de, aynı yasa adaya yeni bir yol çizdi, Küba’yı resmen bir Amerika toprağı yaptı ve daha da önemlisi, halkına Amerikan vatandaşlığı verdi. Kongre 1950’de Portoriko’ya geleceğini özgürce kararlaştırma hakkı tanıdı. Halk, 1952’de yapılan referandumda, hem vatandaşlığı hem de bağımsızlığı reddetti; bunun yerine, topluluk statüsü almayı seçti. Çok sayıda Portorikolu, özgürce gidip gelebildikleri kıtada yerleşmiş olup diğer Birleşik Devletler vatandaşlarının sahip bulundukları tüm siyasal hakları ve vatandaşlık haklarını elde etmişlerdir.
1865’te sınır çizgisi genellikle Mississippi Nehri kıyısındaki eyaletlerin batı kenarlarını izler; Kansas ve Nebraska’nın doğu kesimlerini içine alacak biçimde genişlerdi. Öncü çiftliklerin oluşturduğu bu ince çizginin ötesinde, Rocky Dağları’nın eteklerine kadar çayırlar ve çalılık topraklar uzanırdı. Bunun ötesinde, yaklaşık 1.600 kilometre boyunca, çoğu altın, gümüş ve diğer maden cevherleriyle dolu sıra dağlar yükselirdi. Onlardan sonra, kıyı bölgelerindeki ormanlık dağlara ve Büyük Okyanus’a doğru düzlükler ve çöller yayılırdı. Söz konusu geniş iç kesimlerde, California’daki yerleşilmiş bölgelerin ve uzak ve dağınık küçük yerleşim birimlerinin dışında, Kızılderililer yaşardı: Bunlar arasında, Sioux, Blackfoot, Pawnee ve Cheyenne gibi Büyük Düzlükler kabileleri ve Apache, Navajo ve Hopi kabilelerini de içeren Güneybatı Kızılderilileri vardı.
Sadece yirmi beş yıl içinde bu geniş bölgenin hemen hemen tümü eyaletlere ve yerleşim bölgelerine bölündü. Madenciler sıra dağları karış karış dolaşmışlar, maden kuyuları açmışlar ve Nevada, Montana ve Colorado’da küçük topluluklar oluşturmuşlardı. Uçsuz bucaksız çayırlardan yararlanan sığır yetiştiricileri, Texas’tan Mississippi Nehri’nin yukarılarına kadar uzanan geniş araziyi parsellemişlerdi. Koyun yetiştiricileri, vadilere ve dağ yamaçlarına yerleşmişlerdi. Çiftçiler de, düzlükleri ve vadileri sürmeye başlamışlar ve Doğu ile Batı arasındaki boşluğu doldurmuşlardı. 1890’a gelindiğinde sınır bölgesi ortadan kalkmıştı.
Araziyi işgal edip işletmek isteyen vatandaşlara 64 hektar genişliğinde bedava çiftlikler bağışlanmasını öngören 1862 tarihli Yerleşim Yasası teşvik edici bir etki yarattı. İşin kötü yanı, geleceğin çiftçilerine dağıtılan topraklar çiftçilikten daha çok hayvan yetiştiriciliğine elverişliydi ve 1880 yılına gelindiğinde, 22.400.000 hektar genişliğinde “bedava” toprak ya sığır yetiştiricilerinin ya da demiryolu şirketlerinin eline geçmiş bulunuyordu.
1862’de Kongre, Union Pacific Railroad demiryolu şirketine imtiyaz verilmesini de onayladı ve şirket, çoğunlukla eski askerleri ve İrlandalı göçmenleri çalıştırarak, Iowa’nın Council Bluffs kasabasından batıya doğru hat döşemeye başladı. Aynı zamanda, Central Pacific Railroad demiryolu şirketi de, büyük ölçüde Çinli göçmen işçilere dayanarak, California'’aki Sacramento kentinden doğuya doğru ilerliyordu. İki hattın durmadan ilerleyip en sonunda 10 Mayıs 1869’da Utah’taki Promontory Point mevkiinde birleşmesi tüm ülkeyi heyecanlandırdı. İki okyanus arasında aylarca süren zorlu yolculuk süresi yaklaşık altı güne indirilmişti. Kıta üzerindeki demiryolu ağı sürekli gelişti. 1884’te, orta Mississippi Vadisi bölgesini Büyük Okyanus’a bağlayan dört büyük demiryolu hattı kurulmuş bulunuyordu.
1848’de California’da, on yıl sonra da Colorado ve Nevada’da, 1860’larda Montana ve Wyoming’de ve 1870’lerde de Dakota Kızılderilileri bölgesinin Black Hills kesiminde altın bulunması üzerine, Uzak Batı’ya doğru ilk büyük nüfus akını bölgedeki dağlara yöneldi. Madenciler bölgeye yayıldılar, toplumlar kurdular ve daha kalıcı yerleşimlerin temellerini attılar. Bazı yerleşimciler, dağları delik deşik ettikleri sırada, bölgenin çiftçilik yapmaya ve hayvan yetiştirmeye elverişli olduğunu anladılar. Belirli toplumlar hemen hemen sadece madenciliğe bağlı kaldılarsa da, Montana, Colorado, Wyoming, Idaho ve California’nın gerçek zenginliğinin ot ve toprakta olduğu ortaya çıktı.
Texas’ta uzun süredir önemli bir endüstri olan sığır yetiştirmeciliği, atılımcı kişilerin eyalete özgü “longhorn” türü sığırları açık kamu arazisinden geçirip kuzeye götürmeye başlamaları üzerine, İç Savaş sonrasında büyük ölçüde gelişti. Yol boyunca otlayan sığırlar, Kansas’taki demiryolu yükleme noktalarına geldiklerinde, yol çıktıkları günkünden daha çok büyümüş ve semirmiş oluyorlardı. Bu “uzun sevkiyat” yöntemi kısa zamanda olağan bir konuma geldi ve anılan güzergah kuzeye götürülen sığır sürüleriyle doldu. Sığır yetiştirmeciliği Missouri bölgesini aştı ve Colorado, Wyoming, Kansas, Nebraska eyaletleriyle Dakota arazisinde büyük hayvan üretme çiftlikleri ortaya çıktı. Batı’daki kentler de hayvan kesme ve kasaplık et hazırlama merkezleri olarak gelişti.
Göze hoş görünen “kovboy”un baş rolü oynadığı büyük hayvan üretme çiftlikleri, yeni ve renkli bir yaşam biçimi oluşturdu. Gerçek kovboy yaşamı, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları yüzünden romantik olmaktan çok uzaktı; yine de, 1870’lerin ucuz romanları ile XX. yüzyılın sonlarında da John Wayne ve Clint Eastwood’un filmleri sayesinde, Amerikalıların gözündeki mitolojik etkisini sürdürmektedir.
1866-1888 arasında toplam olarak yaklaşık altı milyon baş sığır, kışı geçirmeleri için Texas’tan yola çıkarılıp Colorado, Wyoming ve Montana’nın yaylalarına götürüldü. Sığır yetiştiriciliği 1885’te en verimli noktasına erişti ve on yıldan sonra meralar aşırı otlatma yüzünden uzun sevkiyatı destekleyemez duruma düştü ve bölge demiryolu hatlarıyla dolup taşmaya başladı. Sığır yetiştiricisinin hemen ardından, çiftçilerin ailelerini taşıyan üstü örtülü arabaları, yük taşıyan atları, inekleri ve domuzları gelmeye başladı. Çiftçiler, Yerleşim Yasası uyarınca topraklarının sınırlarını belirlediler ve onları yeni icat edilmiş olan dikenli tellerle çevirdiler. Yasal tapuları olmayan sığır yetiştiricileri, daha önce başıboş dolaştıkları topraklardan sürüldüler. Kısa süre sonra da romantik “Vahşi Batı” yok oldu gitti.
KIZILDERİLİLERİN ACINACAK YAŞAMLARI
Madencilerin, sığır yetiştiricilerin ve yerleşimcilerin düzlüklere ve dağlara yayılmaları, Doğu’da olduğu gibi Batı’da da Kızılderililerle çatışmalara girilmesine yol açtı. Büyük Havza’daki (Great Basin) Utelerden Idaho’daki Nez Percelere kadar pek çok Kızılderili kabilesi, zaman zaman beyazlarla savaştı; fakat, Kuzey Düzlükleri’ndeki Siouxlarla Güneybatı’daki Apacheler, sınırın genişlemesi karşısında en çarpıcı direnmeyi sergilediler. Red Cloud ve Crazy Horse gibi yaratıcı önderlerin yönettiği Siouxlar, özellikle süratli atlı savaş konusunda yetenekliydiler. Çöllerdeki ve büyük vadilerdeki yerleşim bölgelerinde yaşayan Apacheler de aynı oranda savaşma ve gizlenme becerisi sergilediler.
Düzlük Kızılderilileri ile çatışma, Siouxların 1862’de beyazlara karşı bir katliam gerçekleştirmeleriyle başladı ve İç savaş boyunca sürdü. 1876’da, Dakota’daki altına hücum hareketinin Black Hills bölgesine yayılması üzerine son ciddi Sioux savaşı patlak verdi. Ordunun, madencileri Siouxların avlanma alanlarından uzak tutması gerektiği halde, Kızılderililerin arazilerini korumak için pek bir şey yapılmadı. Buna karşın, antlaşma ile tanınmış hakları uyarınca bölgede avlanan guruplara karşı harekete geçmesi istenilince, Ordu büyük bir hevesle saldırdı.
1876’da birkaç sonuçsuz karşılaşmadan sonra General George Custer, Siouxlarla müttefiklerinin Little Big Horn Nehri kıyısındaki merkez kamplarını buldu. Ana kuvvetlerden ayrı düşen Custer ve adamları tümüyle yok edildiler. Daha sonra 1890’da, South Dakota’daki Wounded Knee bölgesinde bulunan Kuzeyli Siouxlara ayrılmış özel yerleşim biriminde (reservation) yapılmakta olan bir hayalet dansı ayini ayaklanmaya yol açtı ve yüzlerce Sioux kadın, erkek ve çocuk katledildi.
Buna karşın, sözkonusu olaydan çok daha önce, 1870’i izleyen on yıl içinde, mandaların (buffalo) ayırım gözetilmeksizin hemen hemen yok olacak derecede avlanması yüzünden Düzlük Kızılderililerinin yaşamları berbat bir konuma gelmişti. Bu arada, Güneybatı’daki Apache savaşları, son önemli reis olan Geronimo ele geçirilinceye kadar sürdü.
Hükümetin Monroe hükümeti günlerinden beri güttüğü siyaset, Kızılderilileri beyazların sınırlarının ötesine sürmek olmuştu; fakat, kaçınılmaz olarak, ayrılmış yerleşim birimleri giderek küçüldü ve kalabalıklaştı ve Hükümet’in Kızılderililere karşı davranışı yoğun biçimde eleştirilmeye başlandı. Sözgelimi, Batı’da yaşayan bir Doğulu olan Helen Hunt Jackson 1881’de, Kızılderililerin acınacak yaşamlarını romanlaştıran ve ülkede büyük vicdan azabı yaratan Onursuzluk Yüzyılı adlı bir kitap yazdı. Reformcuların çoğunluğu, Kızılderililerin başat kültür içinde asimile edilmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Federal hükümet, Pennsylvania’nın Carlisle kentinde, Kızılderili gençlere beyazların değerlerini ve inançlarını aşılamak amacıyla bir okul bile kurmuştu. (ABD’de yetişmiş en iyi atlet olduğuna inanılan Kızılderili Jim Thorpe, XX. yüzyıl başlarında bu okulda üne kavuşmuştur.)
1887 tarihli Dawes Yasası, ABD’nin Kızılderili politikasını tersine çevirdi ve kabile arazisinin bölünüp her aile reisine 65 hektar toprak ayrılması amacıyla başkana yetki verdi. Dağıtılan arazi 25 yıl boyunca hükümetin güvencesi altında kalacak ve bu sürenin sonunda arazi sahibine tapu ve vatandaşlık verilecekti. Böylece dağıtılmayan topraklarsa yerleşimcilere satılacaktı. Anılan yasa çok iyi niyetlerle hazırlanmış olmasına karşın, geniş Kızılderili topraklarının yağmalanmasına yol açtığı için felaketle sonuçlandı. Ayrıca, kabilelerin toplumsal örgütlenmesini karıştırması nedeniyle, geleneksel kültürü daha da çok bozdu. 1934’te ABD politikası, ayrılmış yerleşim birimlerindeki kabilesel ve toplumsal yaşamı koruma çabası güden Kızılderililerin Yeniden Örgütlenmeleri Yasası ile bir kez daha tersine çevrildi.
KARARSIZ İMPARATORLUK
Birleşik Devletler, XIX. yüzyılın son on yılı içinde, etkisinin ve zaman zaman da topraklarının Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus’un uzak noktalarına ve Orta Amerika’ya yayıldığı bir imparatorluğu genişletme dönemi yaşadı; ancak, Birleşik Devletler, Avrupa imparatorluklarına karşı yürüttüğü tarihsel savaşı ve benzersiz demokratik gelişmesi nedeniyle, Avrupalı rakiplerinden daha değişik bir yöntem izledi.
XIX. yüzyılın sonlarındaki Amerikan yayılmacılığının çeşitli nedenleri vardı. Anılan yıllar, uluslararası alanda, Avrupalı güçlerin yeni rakipleri Japonya’nın yanı sıra Afrika’yı bölüşmek için yarıştıkları ve Asya’da ticari etkilerini arttırma rekabeti içinde oldukları bir imparatorluk çılgınlığını simgeliyordu. Aralarında Theodore Roosevelt, Henry Cabot Lodge ve Elihu Root gibi etkili kişilerin de bulunduğu çok sayıda Amerikalı, Birleşik Devletler’in de, kendi çıkarlarını güvence altına almak için, ekonomik etkinlik bölgelerine sahip olması gerektiğini düşünüyorlardı. Ülkenin ekonomik ve siyasal güvenliğinin sağlanmasına temel olarak büyük bir filonun oluşturulması ve denizaşırı limanlar ağı kurulması çağrısında bulunan güçlü bir donanma lobisi de bu görüşleri destekliyordu. Daha genel açıdan, Amerika’nın kıtadaki genişlemesini haklı göstermek amacıyla ilk kez ortaya atılmış bulunan “alın yazısı” kuramı, şimdi de, Birleşik Devletler’in etkisini ve uygarlığını Batı Yarıküresi’ne ve Antillere olduğu kadar Büyük Okyanus’un ötesine de yayma hakkı ve görevi olduğunu vurgulamak için yeniden canlandırılmıştı.
Aynı zamanda, Kuzeyli Demokratların ve reform yanlısı Cumhuriyetçilerin oluşturduğu imparatorluk karşıtı çeşitli koalisyonların muhalefeti de gücünü ve sürekliliğini koruyordu. Bunun sonucu olarak, bir Amerikan imparatorluğu kurma çabaları bölük pörçük ve kararsız bir biçimde yürüyor ve koloni yönetimleri de çok kez siyasal kontrolü ele geçirmekten çok, ticaretle ve ekonomik sorunlarla ilgileniyorlardı.
Amerika’nın kıtasal sınırları dışındaki ilk atılımı, az sayıda Inuit ve diğer yerli halkın yaşadığı Alaska’yı 1867’de Ruslardan satın almak oldu. Pek çok Amerikalı, Dışişleri Bakanı William Seward’ın bu girişimine ilgisiz kalmış ya da bunu öfkeyle karşılamış ve Alaska’dan, yaygın bir biçimde, “Seward’ın Yanılgısı” ve “Seward’ın Buzdolabı” olarak söz etmiştir. Buna karşın, 30 yıl sonra Alaska’nın Klondike Nehri’nde altın keşfedilmesi üzerine binlerce Amerikalı kuzeye taşınmış ve pek çoğu da orada kalıcı olarak yerleşmiştir. Alaska, 1959’da 49. ve Texas’ın unvanını elinden alarak en büyük eyalet olmuştur.
1898’de patlayan İspanya-Amerika savaşı, Amerikan tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Savaşın sona ermesinden birkaç yıl sonra, Birleşik Devletler, Antil Denizi’ndeki adaları, Büyük Okyanus’un orta kesimi ve Asya kıtasına yakın kesimi kontrol ediyor ya da oralarda etkisini gösteriyordu.
1890’lara gelindiğinde, İspanya’nın Yeni Dünya’daki büyük imparatorluğundan geriye sadece Küba ve Portoriko kalmış bulunuyor, Filipin Adaları da Büyük Okyanus’taki İspanyol gücünün merkezini oluşturuyordu. Savaşın çıkmasının üç temel kaynağı vardı: halkın katı İspanyol yönetimine karşısı düşmanlık duyması; Amerika’nın bağımsızlık taleplerine hoşgörüyle bakması; Birleşik Devletler’de, bir parça da, “aşırı milliyetçi” olan ve heyecan yaratan basının teşvikiyle, yeni bir ulusal güven duygusunun ortaya çıkması. Küba’da ana ülkenin baskılarına karşı gitttikçe büyüyen öfke, 1859’da bir bağımsızlık savaşının patlamasına neden oldu. Birleşik Devletler, ayaklanmanın gelişmesini giderek artan bir kaygıyla izledi. Amerikalıların çoğu Kübalılara yakınlık duyuyorlardı; fakat, Başkan Cleveland tarafsızlığını korumaya kararlı bulunuyordu. Buna karşın, üç yıl sonra, McKinley hükümeti işbaşında bulunduğu sırada, ABD savaş Gemisi Maine, Havana limanında demirli olduğu sırada, günümüzde bile açıklığa kavuşmamış nedenlerle, tahrip edildi. 250’den çok denizci öldü ve ülkeye, heyecan yaratan gazete haberlerinin de şiddetlendirdiği büyük bir öfke dalgası yayıldı. McKinley, bir süre barışı korumaya çalıştıysa da, birkaç ay sonra, gecikmenin yararsız olduğu düşüncesiyle, askeri müdahale önerisinde bulundu.
İspanya ile savaş kısa sürdü ve kesin sonuç doğurdu. Savaşın sürdüğü dört ay boyunca, Amerikalılar hiçbir önemli yenilgiye uğramadılar. Savaşın ilanından bir hafta sonra, o sırada Hong Kong’da bulunan Tuğamiral George Dewey, altı gemiden oluşan bir küçük filo ile Filipinler’e hareket etti. Orada üslenmiş olan İspanyol filosunun Amerikan sularına girmesini önlemekle görevlendirilmişti. Tüm İspanyol filosunu demirlemiş durumda yakaladı ve bir tek Amerikalı yaşamını yitirmeden filoyu tahrip etti.
Bu sırada, Küba’da Santiago yakınlarına çıkarma yapan birlikler, birkaç kısa çatışmadan sonra limanı ateşe tuttular. Santiago Körfezi’nden denize açılan dört İspanyol zırhlısı, birkaç saat içinde hurdaya döndü.
Santiago’nun düştüğü haberi gelince, Boston’dan San Francisco’ya kadar tüm limanlarda sirenler çalındı ve bayraklar açıldı. Gazetelerin Küba’ya ve Filipinler’e gönderdikleri muhabirler, ulusun yeni kahramanlarının ününü dünyaya ilan ettiler. Bu kahramanların başında, Manila’da ün kazanmış olan George Dewey ile donanma bakanı yardımcılığından istifa edip “Rough Riders” (Sert Süvariler) adını verdiği bir gönüllüler alayının başında Küba’ya giden Theodore Roosevelt geliyordu. İspanya kısa bir süre sonra barış talebinde bulundu ve 10 Aralık 1898’de imzalanan antlaşma uyarınca Küba, bağımsızlığa kavuşuncaya kadar geçici olarak işgal altında kalmak üzere, Amerika’ya devredildi. İspanya, buna ek olarak, Portoriko ile Guam’ı savaş tazminatı olarak ve Flipinler’i de 20 milyon dolar karşılığında terk etti.
Denizaşırı topraklara sahip olmak Birleşik Devletler için yeni bir deneyim oluşturuyordu. Bu nedenle de tüm yeni topraklar, o güne kadar hiç bilmedikleri bir demokratik kendi kendini yönetme sistemi oluşturmaya teşvik edildiler.
Yine de Birleşik Devletler, işgalin ilk on yılı içinde Filipinler’de ortaya çıkan bir silahlı bağımsızlık hareketini bastırınca, alışılagelen kolonici rolünü yüklenmiş oldu. Filipinler, 1916’da yasama organının her iki meclisini de seçme hakkını elde etti ve 1936’da, büyük ölçüde özerk bir Filipin Topluluğu kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1946’da adalar tam bağımsızlık kazandı.
Buna karşın, Amerika’nın Büyük Okyanus bölgesindeki varlığı Filipinlerle sınırlı kalmadı. İspanya-Amerika Savaşı’nın yapıldığı yıl içinde, Hawaii Adaları ile de yeni bir ilişki başlatıldı. Hawaii ile bundan önceki temaslar, genelde misyonerler ve gelip geçici tüccarlar aracılığıyla yürütülmekteydi. 1865’ten sonra ise Amerikalılar, adaların temel kaynağı olan şeker kamışı ve ananas ürünlerini geliştirmeye başladılar. Krallık yönetimi 1893’te, yabancıların etkisini sona erdirmeye niyetli olduğunu bildirince, Amerikan iş adamları etkili Hawaiililerle işbirliği yaparak yeni bir hükümet oluşturdular ve bu hükümet de Amerika’ya katılmak istediğini açıkladı.
Birleşik Devletler’de, Amerikan askerlerinin kullanılmasına ve koloni yönetimi görüşüne karşı yaygın protestolarda bulunulması üzerine, başlangıçta Başkan Grover Cleveland ve Kongre katılmayı reddetmeye ikna olundular; fakat Kongre, İspanya-Amerika Savaşı’nın yarattığı büyük milliyetçilik dalgası karşısında Temmuz 1898’de adaların katılmasını büyük bir oy çokluğuyla onayladı ve böylelikle de Pearl Harbor’da önemli bir donanma üssü kazanıldı. Hawaii, 1959’da Birlik’in 50. eyaleti oldu.
Küba, Amerikan birliklerinin ayrılması üzerine 1902’de kağıt üzerinde bağımsızlık kazandı. Buna karşın, Birleşik Devletler, kamu düzenini sağlamak amacıyla müdahale hakkını saklı tuttu ve 1934’te vaz geçinceye kadar, bu hakkını üç kez kullandı. Küba tam bağımsızlığını elde etmekle birlikte, Amerika’nın ekonomik ve siyasal etkisi 1959’a kadar güçlü bir biçimde sürdü ve o yıl, Fidel Castro, hükümeti devirerek Sovyetler Birliği ile yakın bağları olan Marksist bir rejim kurdu.
Küba’nın doğusundaki bir ada olan Portoriko da, Küba ve Filipinler’inkine benzer bir acemilik dönemi geçirdi. ABD Kongresi 1917’de Portorikolulara tüm meclis üyelerini seçme hakkı tanıdı ise de, aynı yasa adaya yeni bir yol çizdi, Küba’yı resmen bir Amerika toprağı yaptı ve daha da önemlisi, halkına Amerikan vatandaşlığı verdi. Kongre 1950’de Portoriko’ya geleceğini özgürce kararlaştırma hakkı tanıdı. Halk, 1952’de yapılan referandumda, hem vatandaşlığı hem de bağımsızlığı reddetti; bunun yerine, topluluk statüsü almayı seçti. Çok sayıda Portorikolu, özgürce gidip gelebildikleri kıtada yerleşmiş olup diğer Birleşik Devletler vatandaşlarının sahip bulundukları tüm siyasal hakları ve vatandaşlık haklarını elde etmişlerdir.