Her Güne Hayattan Bir Hikaye..!

Darı Ekmek

Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye çıkmıştı Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü İhtiyara uzaktan seslendi:

- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin

İhtiyar cevap verdi:

- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer

Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti

İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı:

- Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi

Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti

Yaşlı köylü sıradan biri değildi Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi:

- Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi

Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:

- Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek
 
Doğum günün kutlu olsun yavrum...

Evin telefonu geceyarısı 3′te çaldı , uykudaki adam açtı telefonu .Telefondaki ses annesine aitti :

- Nasılsın oğlum,iyimisin? diye sordu.

Oğlu şaşkın bir ifadeyle:

-İyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu? dedi.

Annesi:

-Bir şey yok oğlum sadece sesini duymak istedim dedi.

Oğluda:

-Anne sesimi duymak için bu saatte aranır mı ? dedi.

Anne:

-Rahatsız mı ettim oğlum? dedi .

Oğlu:

-Evet anne rahatsız ettin dedi.

Annesi şöyle dedi:

-25 sene önce bu saatte sen de beni
rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun yavrum .
 
Adam, pencereden dışarı baktığında, bahçelerindeki kiraz ağacının üstünde küçük bir çocuk gördü. Meyveler henüz bir leblebi kadardı ama, hiç bir çocuk
buna aldırmıyordu. Bu yüzden de bir takım önlemler düşünmüş, bahçesiyle yolu ayıran taş duvar üstüne, dikenli tel çekmişti. Dış kapı üstüne de, büyük
büyük harflerle “DİKKAT KÖPEK VAR!” diye yazdırmıştı…

Adam bunlara rağmen, haylazlara engel olamıyordu. Bu çocuk da nasıl yapmışsa yapmış, bu tellere rağmen ağaca tırmanmıştı. Üstelik de son derece rahat görünüyordu. Adam, önce camdan seslenmeyi düşündü. Fakat hemen vazgeçti. Çünkü çocuk, gözlerini ağaca dikmiş, âdeta dünyayla ilgisini kesmişti. Adam, bundan yararlanıp dışarı çıktı ve sessiz adımlarla ağaca yanaşarak:

- “İn bakalım aşağıya!” diye gürledi. “İn de kulaklarını dibinden keseyim!

Çocuk, ancak yedi sekiz yaşlarındaydı. Bu yüzden de korkmuştu. Hem de çok fazlasıyla… “U…U!…” deyip bir şeyler geveledi, başını titreterek.

Adam, biraz daha sinirlenmişti. Artistliğe hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bu velet de kendisini kurtarmak için, kesinlikle numara yapıyordu. Anlaşılan, iyi bir ders gerekecekti… Ağacın dibinde duran bahçe süpürgesini, küçüğün ayaklarına doğru fırlattı. Süpürge tam hedefini bulmuştu. Çocuğun acıyla kasılan yüzü, birkaç damla göz yaşıyla ıslandı. Bütün bunlara rağmen: “U…U!…” dedi bir daha, tek eliyle ağacın üstünü gösterip. Uçurtması ağaca takılmıştı ufaklığın. Bunun için uğraşıp duruyordu… Adam, biraz geriye çekilince, uçurtmayı fark etti. Elbette ki, yaptığı korkunç hatayı da!
- “Senin kiraz koparttığını sandım!” dedi. “Bir sürü çocuk geliyor her gün buraya, üstelik de dalları kırıyorlar.

Çocuk, kekeme idi. Bu yüzden de konuşmakta zorlanıyordu. Uçurtmasını
almaktan her nedense vazgeçip, sessizce indi taş duvar üstüne. Daha sonra, yine güçlükle konuşarak:

- “Bahçemizde bu ağaçtan iki tane var!” dedi. “Ama babam, çocukların kalbini kırmaktansa, dalların kırılmasına razı oluyor.
 
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar ve diğer özel günlerde ilginç armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı. Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp
aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti…

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:

- “Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de
heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm
bulamıyordu.

Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de ayni işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar heykelleri gönderen komsu hükümdara cevabı yazdı:

Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.
 
BARDAĞI YERE BIRAKIN BUGÜN...

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.

Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu :

“Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?”

'50gm!'... '100gm!'...'125gm'... diye öğrenciler yanıtladı.

“ Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem,” dedi profösör, “ama, benim sorum şu ki :

“Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?”

‘Hiçbir şey'… diye yanıtladı öğrenciler.

“Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sordu profesör bu kez…

“Kolunuz ağrımaya başlardı efendim” diye öğrencilerden biri yanıtladı

“Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?”

“Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!”…..

Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler

“ Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu? ” diye sordu profesör.

“ Hayır….” diye yanıtladı herkes ...

Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?”

Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.

“ Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda? ” diye tekrar profesör sordu.

“ Bardağı bırakın düşsün! ” diye öğrencilerden biri yanıt verdi.

“Kesinlikle!” dedi, profesör.

“Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür.

Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.

Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.

Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir, fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi).

Bu şekilde strese girmez ve her gün taze bir beyin ile uyanır, her konuyla , yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

Bu yüzden Siz de " Bardağı yere bırakın bugün!"
 
;;R Gerçek Dostluğun Öyküsü ;;R

Çok samimi iki dost ve arkadaşlardı. Fakat bir tanesi çok kurnaz atılgan ve hareketli, diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi.

Bir gün kurnaz olan arkadaş , diğer arkadaşın yanına giderek işlerinin bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister.

Samimi dostu onu hiç kırmaz ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir. Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadaşının yanına gider ve arkadaşının evlenmek üzere olduğu nişanlısını çok beğendiğini ve kendisine vermesini ister. Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez.

Fakat aralarında o kadar kuvvetli bir sevgi vardır ki arkadaşına hayır diyemez, nişanlısını arkadaşına verir.

Zaman içinde Saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım diyerek arkadaşının iş yerine gider ve kendisine çalışması için iş vermesini ister. Arkadaşı ona iş vermez.

Bizimki pişmanlık ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadaşına kızamaz. Bir gün sokakta dolaşırken yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilaç alamadığını söyler.

Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istediği ilaçları alır ve adamcağıza verir. Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar. Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını kendisine bırakmıştır.

Saf adam artık zengindir. Biraz da sevdiği dostuna olan kırgınlığıyla dostunun iş yerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir.

Bir gün evinin kapısını dilenci bir kadın çalar. Yaşlı kadın çok aç olduğunu, kendisine yemek vermesini ister.

Bizim saf hiç düşünmeden kadını içeri alır karnını doyurur, Kimsesi olmadığını öğrendiği kadına; Kendisinin de yalnız olduğunu söyler ve bu evde birlikte yaşayalım sen evin işlerini ve yemekleri yaparsın der, yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder.

Bir süre sonra yaşlı kadın bizimkine, kendine uygun bir kız bulup evlenmesini söyler. Bizimki böyle bir kızı nasıl bulacağını, kendisinin tanıdığı olmadığını söyler.Yaşlı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiyle görüştürebileceğini söyler.

Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır. Bizimkisi kırgın olduğu halde çok samimi dostunu yinede unutamamıştır.

Biraz da geldiği konumu görmesi açısından samimi arkadaşına da davetiye gönderir .

Düğün günü gelir çatar. Saf adam düğün salonunda bir şeyler söylemek
isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya; Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı.

Bir gün işleri bozulunca benden borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim.

Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendiğini söyleyerek benden istedi. Çok üzülerek onu da kendisine verdim .

Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim. işlerim bozulduğunda onun fabrikasına gittim ve çalışmak için kendisinden iş istedim.

Bana iş vermedi, çok üzüldüm, ama yinede arkadaşıma kızmıyorum, çünkü biz gerçek dosttuk.

Bu konuşma üzerine kurnaz olan arkadaşı daha fazla dayanamaz mikrofonu eline alır ve başlar konuşmaya; Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı.

İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim, bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim, üzülerek nişanlısını da verdi.

Nişanlısını istememin nedeni o kadının arkadaşıma layık olmamasıydı (uygun değildi ) Kendisi çok saf olduğu için arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım.İ

İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi, Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım, o yüzden iş vermedim.

Günün birinde karşılaştığı yaşlı adam benim babamdı.

Babam ölmek üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım. Evine gelen dilenci kadın benim annemdi.Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için gönderdim.

Şu anda evlenmekte olduğu kız de benim kız kardeşim. Onu arkadaşımla evlenmesine ben ikna ettim. Değerli misafirler, işte biz böyle dostuz.
 
Cok hos bir yazi olmus canim emegine saglik bu aralar tamda uygulamam gereken bir sey sanirim her gece yatmadan once zihni bosaltmak lazim:)
 
Geri
Top