MEHMET ÂKİF VE ÇANAKKALE DESTANI
teden beri, Türk edebiyatının, başka milletlerin edebiyatlarıyla mukayese edildiğinde, millî hayatımızı, millî realitemizi ve tarihimizi hak ettiği şekilde yansıtmadığı tarzında yaygın bir kanaat ve eleştiri mevcuttur.
Merhum hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan da gerek derslerinde, gerekse özel sohbetlerinde zaman zaman bu konuyu dile getirir ve biraz da esprili bir ifade tonuyla, Yahya Kemal’in bu mesele hakkındaki düşüncelerini naklederek, Türk milletinin destanlar yaratmaktan destanlar yazmaya vakit bulamadığını; başardığı işleri ve zaferleri anlatmayı, bunlarla övünmeyi yiğitlik gururuna yediremediğini ve bütün bunları bir tür ayıp saydığını söylerdi.
Yenileşme devri Türk edebiyatı tarihinde Türk kültür ve medeniyetine farklı bir gözle bakılmasını öğreten Yahya Kemal, “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” adını taşıyan makalesinde, bir örnekle bu durumu şu şekilde ortaya koyar:
“Büyük bir harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzîde ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanına dair Fransızca, mâruf bir eseri gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere buna benzer kitaplar vardı. Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeye mahkûmuz dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla yokturlar. Demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe unutulacaklar!”
Gerçekten, Yahya Kemal’in bu görüşlerine hak vermemek mümkün değil ! Eski ve uzak tarihimiz bir tarafa, daha dün denilecek kadar yakın tarihimizde bir Kırım Harbi’ni, bir 93 Muharebesi’ni, bir Pilevne Müdafaası’nı, Balkan Savaşı’nı, Yemen Muharebesi’ni, Medine Müdafaası’nı, Çanakkale Destanı’nı, İstanbul’un İşgali’ni, Maraş ve Antep savunmasını, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan edebî eserlerin, bu olaylarla ilgili olarak çevrilen filmlerin, sahneye konulan tiyatro eserlerinin sayısı ne yazık ki pek de öyle göz dolduracak kadar fazla değil.. Türk romancılarını ve senaryo yazarlarını tarih ve tarihî olaylardan çok, nedense günümüzün aktüel olayları daha fazla ilgilendiriyor. Hâlbuki tarih, özellikle kendi tarihimiz ve mazimiz bugünkü hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren, inkârı asla mümkün olmayan bir realite olarak önümüzde durmaktadır. Amerika kendisine muhayyel bir geçmiş yaratmaya çalışırken nedense biz, asırlar öncesine uzanan gerçek tarihimizi unutmaya çalışıyor, âdeta bir baba kompleksi gibi her gün kendi mazimizden uzaklaşmaya çalışıyoruz.
Çanakkale ismi geçtiği zaman, nedense öteden beri, Türk tarihi ve edebiyatıyla meşgul olan herkesin zihninde derhal millî şairimiz Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehidleri” için kaleme aldığı meşhur, destansı şiiri hatıra gelir.
Gerek bu savaşın devam ettiği günlerde, gerekse daha sonraki tarihlerde Çanakkale zaferi dolayısıyla başka yazarlar tarafından da birçok eser kaleme alınmış olduğu hâlde, Mehmed Âkif adı bir bakıma Çanakkale destanı ve Çanakkale şehitleriyle âdeta özdeşleşmiş gibidir. Bunun için ben de burada Mehmed Âkif’in Çanakkale şehitleri için yazmış olduğu şiirde vurguladığı bazı kavramlar üzerinde duracağım.
Mehmed Âkif’in, öncelikle, çağdaşı olan birçok Türk aydınından farklı şekilde, İslamiyetin, özünden uzaklaşmadan, içinde yaşadığı çağın icaplarına göre yeniden yorumlanarak toplumun çeşitli sosyal problemlerini hâlledebileceğini dile getirdiğini belirtelim. Mehmed Âkif’in bu tanınmış şiirinde, bugün rastgele ve yerli yersiz herkesin kullanmakta olduğu ve bu yüzden de gerçek anlamını giderek kaybetmeye başlayan “şehitlik” kavramının nasıl ele alındığına geçmeden önce, doğrudan doğruya dinî, daha doğrusu İslamî bir hüviyeti bulunan bu kavramın, İslam dini ve kültürü çerçevesinde sadece Allah yolunda, “ilâyı kelimetullah” için canını seve seve feda eden Müslümanlara verilen bir sıfat olduğunu belirtmemiz gerekir. Şehit ve şehitlik kavramıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Bakara suresi ile Âl-i İmran suresinde şu âyetler geçmektedir: “Allah yolunda öldürülen kişilere “ölüler” demeyiniz. Gerçekte onlar diridirler, fakat siz bu inceliği anlayamaz ve hissedemezsiniz!” (Bakara suresi, âyet 154). “Allah yolunda öldürülen kişilerin ölü olduklarını zannetme; gerçekte onlar diri olarak Rablarının huzurundan rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmran suresi, âyet 169).
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu iki surede, şehitlere büyük değer verildiği ve gerçekte onların asla ölü olmadıkları ısrarla vurgulanmaktadır. İşte “şahâdet” kavramının bu dinî hüviyeti, Türk milletinin, İslamiyeti kabul ettiği tarihten başlayarak bugüne kadar hep “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” idealini âdeta bir hayat tarzı olarak benimsemesine yol açmıştır.
Mehmed Âkif, gerek Safahât’ta yer alan bir kısım manzumelerinde, gerekse bazı makalelerinde, İslam dininin idealize ettiği biçimde “şahâdet” ve “şehitlik” kavramlarının yanı sıra, aşağıda gö receğimiz gibi, bunlarla doğrudan ilgili başka kavramlar üzerinde de durmuştur.
Mehmed Âkif’e göre, Türk milletinin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını hiç çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerler vardır. Meselâ hürriyet ve istiklal, Türk milletinin en yüce ve en kutsal değerleri arasında yer alır. Bu değerler, hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir. Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize miras kalan mukaddes bir toprak parçasıdır. Bundan dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan, bir coğrafya, millet ise bir insan topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve istiklal gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını seven her insan, vatanını kurtarmak için, varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır.
Daha çok vatan kavramıyla birlikte yer alan “şehâdet” ve “şehit” kavramları, en veciz ifadesini Mehmed Âkif’in “İstiklal Marşı”ındaki şu parçalarda bulur:
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehît oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
*
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!
Mehmed Âkif’e göre, Türk tarihinin en muhteşem zaferlerinden birini meydana getiren Çanakkale Destanı’nın bütün şan ve şerefi, o sırada vatanını tehlikede gören ve namusunu kurtarmak üzere canlarını feda eden, âdeta cehennemle boğuşup galip gelen Mehmetçiğe aittir. Çağın bütün teknik imkânlarıyla donatılmış düşman ordularına karşı her türlü güçlük ve mahrumiyet içinde vatanını, imanını ve namusunu kurtarmak için göğsünü siper yapan kahraman Türk askeri, bu savaşta 250.000 kadar şehit ve kayıp vermek suretiyle, düşmanlarına Çanakkale’nin asla geçilemeyeceğini bir kere daha ispatlamıştır.
Çanakkale Savaşları edebiyatımızda çok sayıda şiir, makale ve hatıra türünde yazılarla birlikte müstakil olarak hikâye, roman ve tiyatro eserlerine de konu olmuştur. Ancak bunların başında, Mehmed Âkif’in, Safahât’ın altıncı kitabı olan Âsım’da yer alan şiiri gelmektedir. Önce 10 Temmuz 1924 tarihinde Sebîlürreşad mecmuasında “Âsım’dan Bir Parça” adıyla yayımlanan ve doğrudan doğruya Çanakkale şehit ve gazilerine hitap ettiği için “Çanakkale Şehidlerine” adıyla tanınan bu şiir, gerek şekil, gerekse muhteva itibariyle bu savaşı ve Mehmetçiğin kahramanlıklarını olağanüstü bir ifadeyle canlandıran en önemli örnektir. Bugün üzerinden doksan yıl geçmiş olduğu hâlde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Çanakkale Savaşı anılınca, her Türk’ün aklına ilk önce işte Mehmed Âkif’in bu ünlü şiiri gelir.
Çanakkale Muharebeleri’nin bütün şiddetiyle devam ettiği sırada resmî görevle Berlin’de bulunan Mehmed Âkif, yakın arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in naklettiğine göre, gurbet diyarında gece gündüz Çanakkale Cephesini düşünmekte ve arkadaşına hemen her sabah şu cümleleri tekrar etmektedir:
“-Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?
-Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen ka- idelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin!
Ben, böyle dedikçe:
-Eyvah, son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur? diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı. Âkif’in Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavâid-i harbiyyeden bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askerî muhakemelere taham- mülü yoktu. O, daima kat’î bir kelime isterdi.
-Bütün dünya toplanıp hücum etse, yine Çanakkale sükut etmez! derdi. Onun büyük imanı başka bir ihtimale asla müsait değildi!”
İşte Mehmed Âkif bu şiirini, Çanakkale sırtlarında gövdelerini düşmana siper yaparak vatan toprağını çiğnetmeyen Mehmetçiğin hatırasını yaşatmak üzere kaleme alır. Yine bu şiir sayesinde, canlarını feda ederek mübarek vatan topraklarını bizlere miras bırakan Mehmetçiğin aziz hatırası da böylece âbideleşmiş ve ebediyete intikal etmiş bulunmaktadır.
Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasından üç yıl sonra, 1918 yılında, devrin tanınmış dergilerinden Yeni Mecmua’nın Çanakkale için hazırladığı özel sayıda, devrin ünlü edebiyatçılarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın Anafartalar kumandanı Gazi Mustafa Kemal’le yaptığı uzun bir röportaj yayımlanır. Bu röportajın bir yerinde Ruşen Eşref, Mustafa Kemal’den, savaşa ait kahramanlık sahnelerinden de bahsetmesini rica edince, Mustafa Kemal şu ibretli anekdotu anlatır:
“Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz dedi. Yalnız size Bomba Sırtı Vak’ası’nı anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre.. Yani ölüm muhakkak.. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’ân-ı Kerîm, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahâdet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emîn olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, işte bu yüksek ruhtur!”
Mehmed Âkif’in, “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen şiirinden başka, görevli olarak Berlin’de bulunduğu 1915 yılında, Çanakkale savaşlarının henüz devam ettiği günlerde kaleme aldığı “Berlin Hâtıraları”nın sonunda yer alan bir şiiri daha vardır.
Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi,
Silindi gitti hilâlin şu anda belki izi!
mısralarıyla başlayan bu şiir seksen mısra kadar devam etmektedir.
Şair burada, Türk askerinin Çanakkale’de sebat etmesini ister. Ona göre, bu sebat kaybolduğu, düşman Çanakkale’den İstanbul (pâyitaht) a girdiği zaman neler olabilecektir? Bütün ümidi, Boğaz’da dövüşen askerde olan 350 milyon müslüman, rastgele çiğnenen dağınık bir kitaba dönecektir. Minareler susturulacak, İslamiyet’in on üç buçuk asırdır yeryüzünde yaptığı bütün eserler ve ruh ortadan kalkacaktır. Ama temiz alınları “İslam için son istihkâm” olan Türk askeri, kendisine bağlanan ümidi asla boşa çıkarmaz.
Mehmed Âkif’in, bu şiiri kendisine ithaf ettiği arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey, şiirde
Çanakkale arslanları adına konuşur:
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
mısralarıyla devam eden şiirde Mehmed Âkif, Çanakkale’de ölüme âdeta meydan okurcasına arslanlar gibi dövüşen Mehmetçiğe dayanmasını tavsiye eder ve şiir onun şaire verdiği şu cevapla sona erer:
Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!
“Çanakkale Şehidleri”nde ise, Türk askeri konuşmaz; çünkü onun konuşacak zamanı yoktur. Bu askerin imanla dolu ve Hudâ’nın ebedî serhaddi olan göğüsleri vardır. Çünkü Allah ona bu iman gücünü verirken, ondan “en güzel eseri” olan namusunu çiğnetmemesini istemiştir:
Âsım’ın nesli diyordum ya.. Nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek!
Mehmed Âkif’in bütün Safahât boyunca idealize ettiği Âsım’ın nesli, bu gaye uğruna şehid olmuş ve naaşı dağları taşları doldurmuştur. Mehmed Âkif, vatan uğrunda canlarını veren kahraman Mehmetçiğin şehâdetini, “bir hilal uğruna güneşlerin batışı”na benzetir:
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar..
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Şiirin bundan sonraki kısımlarında, şairin Çanakkale’de şehit düşen kahraman Mehmetçiğe karşı duyduğu sevgi, saygı ve hayranlık dile getirilir. Çünkü bu askerler, İslamiyet’in ruhu ve özü demek olan “Tevhîd”i kurtarmışlardır. Allah’a ve onun Peygamber’ine inanan ilk müminlerin kâfirlerle yaptığı Bedir Savaşı ile nasıl İslam dini kurtulmuşsa, Çanakkale Zaferi ile de son Türk vatanı, İslam’ın yer yüzündeki son kalesi olan Türkiye kurtulmuştur. Bu yüzden Mehmetçik, şairin gözünde, Bedir’de savaşan sahâbî kadar şanlı ve şerefli bir mevkiye yükselmiştir.
Çanakkale savunmasının, ancak “ebediyetlere sığacak” kadar büyük olan şehitlerine hitap eden şu mısralardaki ifade tonuna, öyle zannediyorum başka bir şairde rastlamak mümkün değildir:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem sığmazsın!
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitab..
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
Bütün Türk tarihinde görülmemiş derecede muazzam bir hadise olan bu zafer, kahraman vatan çocuklarını böylece ebediyete ulaştırmıştır. Mehmed Âkif, bu şehitler için neler tasavvur etmez ki:
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ nâmıyla,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;
Ebr-i nisânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana..
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Mehmed Âkif, Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçiği neden bu derece yüceltmektedir? Çünkü onlar, “ehl-i salîb”in demirden çemberini göğüslerinde kırıp parçalamışlar; ataları Selâhaddîn-i Eyyûbî ve Kılıç Arslan kadar büyük olduklarını ispatlamışlardır. Bütün İslam Âlemi, kendini yok olmanın eşiğinde görerek hüsrana kapılmış bir durumda iken onların canları pahasına kazandığı zafer, bu hüsranı ortadan kaldırmıştır. Onların ulaşmış olduğu şehâdet mertebesi öyle yücedir ki onlar için türbeye, kabre bile gerek yoktur. Çünkü onları gittikleri ebedî âlemde kucağını açmış Peygamberimiz beklemektedir:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor peygamber!
Bir şehit için bundan büyük teselli, bundan büyük mükâfat olabilir mi!
Sadece Türk edebiyatında değil, belki dünya edebiyatında bile bir benzeri bulunmayan Mehmed Âkif’in bu şiirinde, Türk milletinin ebedî timsali olan Mehmetçiğin destanî kahramanlığı dile getirilmiştir.
Yüz binlerce şehide mâl olan Çanakkale zaferi bize, aynı zamanda, Türkiye’de düşmana vatanını çiğnetmeyen ve çiğnetmeyecek yeni bir neslin ve yeni bir insan tipinin doğmuş olduğunu da göstermektedir. Çanakkale Savaşları Mehmed Âkif gibi, sadece devrin edebiyatçılarını değil, yediden yetmişe bütün Türk milletini etkilemiş, hattâ devrin padişahı Sultan V. Mehmed Reşad bile bu savaş dolayısıyla beş beyitlik bir gazel kaleme almıştır. Padişahın bu manzumesine, başta Yahya Kemal olmak üzere, devrin tanınmış birçok şairi tarafından tahmis ve nazîreler yazılmıştır.
Çanakkale destanı dolayısıyla burada son olarak Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehitleri” ile beraber, yüz binlerce şehit, gazi, dul ve yetimin ıstırabını dile getiren ve halkın diliyle terennüm edilen ünlü Çanakkale türküsünü de hatırlamamız gerekir:
Çanakkale içinde Aynalı Çarşı,
Ana ben gidiyom düşmana karşı,
Âh gençliğim eyvah..
şeklinde başlayan ve:
Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni..
mısralarıyla devam eden bu türkü, gerçekten gerek sözleri, gerekse bestesi ile millî vicdanın sesi hâline gelmiş, anonim; yani bütün Türk milletine mâl olmuş bir eserdir.
Abdullah Uçman